25
«Ah çoban, çoban. Dağda, kırda ne gördün!»
«Bir kurulu çadır gördüm.»
«Bir kız yârinden ayrılmış;»
«Ah eder ağlar gördüm.»
Bu bir masal tekerlemesiydi ki, bütün bir bahar yeni çıkmış bir piyasa türküsü gibi, çocukların ağzından düşmemişti.
Hele Bülent, yeni söylemeye başlamış diliyle, onu öyle güzel tekrar ediyor, «Ah, eder, ağlar gördüm» derken, «Ah» ı öyle çekiyordu ki, annesi teyzeleri onu birbirlerinden kapmak için âdeta boğuşuyorlardı, «Ah, yesinler o dili!» diye haykırışarak yüzünü öpücüklere, tükürüklere gark ediyorlardı.
Bir şehzade, bir fakir kızma âşık olmuş. Padişah da bu rezaleti haber alınca kızı sürdürmüş.
Şehzade, kahrından atına binip kızı aramaya başlamış. Yolda çobanlara rast geldikçe:
«Ah, çoban, vah çoban, dağda, kırda ne gördün?» diye sorarmış. Onlar da ağız birliği etmiş gibi:
«Bir kurulu çadır gördüm,»
«Bir kız yârinden ayrılmış,»
«Ah eder, ağlar gördüm,» derlermiş.
Gülsüm tarafından lânse edilen masalın asıl ve esası buydu. Şehzadeye de, masala da tabu bir diyecek yok. Ancak, kız bunu o kadar diline dolamıştı ki, büyükhanımın pirelenmemesine imkân olamazdı.
Gülsüm'ün konağa ilk geldiği sıralarda tutturduğu «tın tın eden kabacığım» daha unutulmamıştı.
Kız, «tın tın eden kabacığım» masalında olduğu gibi, bunun da anlaşılan, kendine uyar bir tarafını bulmuştu.
Gülsüm, Bülent dizinde öteki çocuklar karşısında sallana sallana bu tekerlemeyi tekrar ederken, büyük hanım, hayretle ona bakıyor ve düşünüyordu :
— Dünyayı umursamayan bu sersem kız, yanında bir aşk ve alâka lâfı oldu mu, kulaklarını dikiyor, birisinin aşıklı, mâşuklu bir masal söylediğini işitti mi, karşısında apışıp gözlerini belertiyordu. Sonra da böyle masalları, bir harfini, bir tekerlemesini kaçırmadan gramofon gibi tekrar ediyordu. Fukara kızını seven şehzadeyi anlatırken başı iki tarafa gidiyor, ağız, şap şap ötüyor, şaşı gözleri süzülüyor, âdeta kendinden geçiyor. Kim bilir bir gün kendine de bir şehzadenin mi âşık olacağını umuyor, nedir? Kişi kendini iyi bilse ne iyi olur? Tabanındaki bir karış çamura, ot gibi olmuş bit yuvası saçlarına bakmaz da, işte böyle şeyler düşünür.
Bu dışarlık çocukları da ne çabuk kadınlıklarını anlıyorlar yarabbi!.. Bir aynı, bu sene doğup yılına varmadan yavrulayan koyunlar, keçiler gibi... Besbelli hayvanlara yakın olduklarından...
Hanımefendi, tecrübeleriyle biliyordu. Kendi çocukları evlenme yaşına eriştikleri halde, çocukluktan kurtulamamış, karılık, kocalık ne olduğuna akıl erdirememiş bulunuyorlardı.
Halbuki bu evlâtlıklar daha böyle parmak kadarken mart kedileri gibi kızıyorlar, erkek kokusuna saldırıyorlardı. Onların hepsi evin hanımlarını ellerinden gelse bir kaşık suda boğmaya hazır oldukları halde, erkeklerin ayaklarının dibinden ayrılmazlar. En ihtiyar ve düşkününden medet umarlardı.
Evlâtlıkların şerrinden genç aşçı, genç uşak kullanmak kabil değildi. Eve bir erkek misafir gelecek olsa, etrafında dört dönüyorlardı. Ne kadar da pis mideli oluyorlardı ya rabbim!..
O kokulu süprüntücülerden, hamallardan tut da ihtiyar satıcı Yahudilere kadar sokaktan bir erkek geçti mi, kendilerini pencereden atmaya kalkıyorlardı.
Hâsılı, erkek olsun da, kim olursa, nasıl olursa olsun. Bir fasulye sırığına bir yırtık potur, bir kele fes tak, karşısında türlü cüve etsinler!
Doğrusu aranırsa ev çocuklarının ahlâklarını bozanlar da onlardı. Çocuklar, her pisliği onlardan öğrenirlerdi. Hatta bazısı masum yavrucaklara ahlâksızlığın lâkırdısını öğretmekle de kalmaz, fırsat bulursa daha ilerlere de giderlerdi.
Büyük hanım, bu cihetten de pek dikkatli ve titizdi. Gülsüm'ün çocuklardan biriyle yalnız kaldığını, bir yere saklandığım görse, hemen üzerlerine gider: «O kız sana ne söyledi bakayım? Ben hepsini biliyorum. Çabuk söyle, söylemezsen seni şöyle yaparım; böyle yaparım!» diye dehşet saçardı.
Gülsüm: «Vallahi, ben, bir şey söylemedim, bir şey yapmadım hanım efendiciğim!» diye kendini temize çıkarmaya çalışacak olursa: «Sen sus! Ben, sizin ne matah olduğunuzu bilirim» diye yanından kovardı.
Evet, Gülsüm'ün böyle: «Biz kız yârinden ayrılmış, ah eder, ağlar gördüm» diye yanıp yakılması boş olmamalıydı.
Büyük hanım, yine tecrübeleriyle bildirdi: Ahretliklerin martı da —kendilerinki gibi— birtakım acayip firaklı seslerle başlardı.
İş görürken miyavlar, hırlar, öter gibi sesler çıkararak türküler, şarkılar söylerler, gazeller okurlardı. Yahut da kendilerinden geçerek masallar, tekerlemeler anlatırlardı.
Nadide Hanım, tahminlerinde pek aldanmamıştı. Gülsüm, bir zamandan beri hakikaten bir lirik heyecanlar âlemine girmiş bulunuyordu. Fakat bu, şimdilik kendi hesabına değil, Seniye Hanım hesabına idi.
Çocukların birçoğu gibi, Gülsüm'ün de dünyada bir ideal insanı vardı: Küçük hanım, yani Seniye Hanım.
Gülsüm için yeryüzünde Seniye Hanımdan daha güzel, daha şık, daha âlim, daha ehemmiyetli bir insan yoktu. Genç kızın gelinlik olması, yani harikulade ehemmiyetli ve esrarengiz birtakım hâdiseler arifesinde bulunması Gülsüm'ün nazarında ehemmiyetini büsbütün artırmıştı.
Kız, onun güzelliğine hayran, elbiselerine hayran haftada iki defa gelen keman ustasından öğrenerek çalıp söylediği şarkılara hayran, hâsılı, her şeyine hayrandı.
Ara sıra Seniye Hanıma görücüler geldikçe, konakta Gülsüm kadar koşuşan, çırpınan, heyecanlanan kimse yoktu.
Diğer taraftan Seniye Hanımda da, bu hâdiseyi bütün ehemmiyetiyle anlayan Gülsüm'e karşı garip bir yakınlık hissi uyanmıştı. Hanım, hizmetçi bir zaman âdeta arkadaş oldular.
Gülsüm, ona mütemadiyen kocadan ve düğünden bahsederdi. Meselâ, Seniye Hanımın keman hocasına ders hazırladığı saatlerde herkes, etrafından kaçışırken Gülsüm onun dizleri dibine çöker, bostan dolabı gibi gıcırdayıp inleyen kemanı hayran hayran dinler, sonunda:
— Aman küçük hanımcığım. Bu şarkıyı unutmayın da gelin olduğunuz zaman damat beye çalın, derdi.
Seniye Hanım cilveli bir şikâyetle başını, gözünü oynatarak: «Aman sen de... Delinin zoruna bak!» diye söylenir, fakat içinden memnun olurdu. Genç kızdaki sanat aşkı esasen bütün hız ve ateşini böyle pratik bir gayeden aldığı, derse çalışırken gözünün önünde tamamıyla bu değilse bile, buna yakın hayaller dolaştığı için, kız, bu sözlerle âdeta hanımının gizli bir gönül sırrını keşfetmiş olurdu.
Mamafih, Gülsüm, Seniye Hanımın güzelliğini öteki meziyetlerinin hepsinden üstün tutardı. Ona nazaran İstanbul'da küçük hanım kadar güzel bir kız yoktu. Uzun boyu, lepiska saçlar, ebrulu yanaklar, şarkı söylerken çıkardığı sesin keskinlik ve şiddetinden nasıl olup da yırtılmadığına hayret edilecek kadar minimini bir ağız, çekme bir burun...
Yalnız, bu burnun içlerine iki fındık sığacak büyüklükte iki biçimsiz ve esmer deliği vardı ki, çehrenin bütün meziyetlerini bir çırpıda sıfıra, hiçe indirirdi. Hatta ağzının çok makbul olması lâzım gelen küçüklüğü bile, netice itibariyle genç kızın aleyhine çıkıyor, göz ağzın bu güzel manzarasından sonra burnun bu rezaletine tahammül edemiyordu.
Bu burun, belki de zavallı kızın koca bulamamasına sebep olacaktı. Fakat, Gülsüm, hayatta eşya ve hâdiseleri nasıl ayrı ayrı görüyor ve biraz karışıkça bir bütün vücuda getirdikleri zaman anlamaktan âciz bulunuyorsa, bir çehreyi de öyle ayrı ayrı parçalar halinde gördüğünden bu kusurun farkında olmuyordu.
Seniye Hanım, askıya çıkarıldıktan sonra bir zaman konağa takım takım görücüler gelip gitti; resimler alınıp verildi, sokaktan bastonlu, kılıçlı gençler geçti. Bazen pazarlık uyacak gibi görünüyordu; fakat, sonunda mutlaka bir aksilik çıkıp iş bozuluyordu. Nihayet, birçok üzüntülerden sonra malın değeri anlaşıldı: Seniye Hanım, istediği gibi genç, güzel, zengin, rütbeli bir erkekle evlenemeyecekti. Meğer ki fevkalâde bir tesadüf onu Gülsüm zevkinde bir gençle karşılaştırsın.
Genç kızı isteyenler ya boğazı tokluğuna konağa iç güveysi girmek isteyen fakir delikanlılar, yahut mevki ve para sahibi, fakat yaşını, başını almış çocuklu dullardı. Seniye Hanım, bir fakir ile evlenmeyi aklından bile geçirmezdi. Buna ne gururu, ne de sıhhati müsait değildi. Yaşlılara gelince, onlar ne zaman olsa elde birdir.
İstediği gibi birisiyle evlenip sevişemeyecek olduktan sonra, acele etmekte ne mana var? Annesine Allah uzun ömür versin, onun sayesinde hem rahat bir genç kızlık devri geçirir, hem de belki başka tazeler gibi güzel gençlerle uzaktan uzağa gönül eğlendirir, böylece hayattan da bir dereceye kadar nasibini almış olur.
Ancak, kapalı bir ailenin namuslu, titiz ve kibirli bir kızı için bunda da birtakım güçlükler vardı. Bu kere tanıdığı, konuştuğu erkeklerden hiçbirini gözü tutmuyordu.
Ara sıra ablalarıyla sokağa çıktığı, seyir yerlerine gittiği zaman, uzaktan bazı delikanlılara mahcubane gülümsüyor, fakat bunlardan biri yaklaşarak söz atmaya, yılışmaya kalkacak olursa kızıyor, azarlayarak yanından kovuyordu.
Nihayet, Kısıklı'da hava tebdiline gittikleri bir yaz, genç bir mektepli yakaladı. Bu, civar köşklerden birinde oturan sarışın, miyop bir çocuktu. Dehşetli edebiyat ve kitap meraklısıydı. Akşam üstleri kırda, caddede elinde açık bir kitapla hem okur, hem gezer, ikide birde ayakları taşa takılarak sendelerdi.
Seniye Hanım, biraz aptalca olduğu için, şiir ve edebiyat içinde yaşıyor gibi görünen bu gencin dikkatini celp etmek için, ne lâzımsa yaptı; o da eline bir kitap alarak okuya okuya ıssız caddede dolaştı. Çocukların ortasında bir kat daha uzun ve sivri görünen boyu ile top ve koşmaca oynadı; şuh çığlıklar ve kahkahalar kopardı; ağaçlara tırmandı; Gülsüm'ü bir akran gibi koluna takarak gencin geçtiği yerlerde piyasa etti. Nihayet bakışmaya başladılar. Seniye Hanım, heyecandan kızararak güldü, başını öte tarafa çevirdi. Miyop genç, akşam karanlığında gözünün bozuk adedesi arasından şöyle hayal meyal bir tebessüm fark etti. Fakat çehrenin başka teferruatını seçemediği için genç kıza hemen âşık oldu.
Bu macera bir aydan fazla sürdü. Mehtaplı gecelerde genç âşık, köşkün etrafındaki tarlalarda dolaşıyor; fıstık diplerine oturuyor, Seniye Hanım, pencereleri açarak karanlıkta sokağa karşı kemanla şarkı söylüyor, karşı tepeleri çın çın öttürüyordu.
Bir zaman bu, böyle gittikten sonra âşıklar mektuplaşmaya başladılar. Nihayet, civardaki kuytu yollarda randevulara sıra geldi.
Seniye Hanımı yakından görmek, evvelâ mekteplinin neşesini kırar gibi olmuştu. Fakat şimdilik civarda daha güzel bir sevgili tedarikine imkân olmadığı gibi, kızı birdenbire boşlamak da ayıp düşeceğinden çarnaçar bu zahmetsiz ve bedava macerayı devam ettirdi.
Bir zaman sonra iyi bir randevu yeri de keşfettiler. Köşkten beş, altı dakika uzakta dik bir kayalık, kayalığın tepesinde, üç, beş cılız ağaç vardı. Seniye Hanım, öğle yemeklerinden sonra eline bir kitap alarak Gülsüm'le beraber bu tepeye çıkar ve arka yoldan gelen âşığıyla buluşurdu.
Bu saatte bu tepeden emniyetli bir yer tasavvur edilemezdi. Çünkü bu kızgın kayalara tırmanmak değme bir babayiğidin kârı değildi. Meğer ki insan, Seniye Hanım gibi içinin ateşinden dışarının sıcağını fark etmeye takati kalmamış bir âşık olsun.
İki sevdalı, tepelerinden yağan ateşin altında zınl zınl ter dökerek ellerindeki kitaptan şiirler okurlar, sıra ile birbirinin dizine yatarak bahardan, mehtaptan bahsederlerdi.
Âşıkların emniyeti için hiç bir tedbir ihmal edilmemişti. Burada bir baskına uğramak tehlikesi olmamasına rağmen. Gülsüm, onların kırk, elli adım ötesinde gözcülük ederdi. Küçük hanımla mekteplinin aşkı Gülsüm'e harika nev'inden bir şey gibi görünürdü.
Kız, bu sahneleri kâh Ferhat ile Şirin'in mülakatına, kâh Şah İsmail'in gül bahçesinde Gülizar'ın dizinde yatmasına benzetir. «Ya rabbim, Ya Resul Allah! Sen onları ayırma. Büyük hanım ve akrabaları aralarına girmezler inşallah...» diye gözleri yaşararak dualar ederdi.
Gülsüm, bir erkeğin bir kadını öpmesini —hayatın en heyecanlı bir sırrı olarak— merak ederdi.
Âşıklar, yalnız kalırlarsa belki öpüşürler ümidiyle bazen uzaklaşıyor gibi yapar, taşların arasına saklanarak onları gizli gizli gözetlerdi. Fakat nafile! Genç mektepli, birkaç kere Seniye Hanımı kucaklamaya teşebbüs etmiş; fakat kız: «Yoo... bak öyle şey istemem ha!» diye aksileşmişti. Gülsüm, buna rağmen er geç bir gün bu fevkalâde vakanın olacağım ümit ediyor, genç âşık, bazen Seniye Hanımı ellerinden tutarak yüzünü yüzüne yaklaştırdığı zaman, heyecandan eli, ayağı titriyordu.
Gülsüm, şimdi Seniye Hanım için en fedakâr bir arkadaş olmuştu. Fakat galiba asıl tehlike de onun bu fazla arkadaşlığındaydı. Kız âşıkların heyecanına o kadar iştirak ediyor, kalbi onların hesabına öyle doluyordu ki, nihayet, kendini tutamayacak, birini bulup bu sırrı söyleyecekti. Hatta etrafında böyle emniyet edilecek bir insan bile aramaya başlamıştı.
Fakat, buna zaman kalmadan mesele bir başka taraftan patlak verdi.
Genç mekteplinin vakitli vakitsiz köşkün etrafında dolaşması dikkati celp etmişti. Diğer taraftan Karamusallı sütnine de Seniye Hanımın son zamanlardaki vaziyetini pek beğenmiyordu. O, bu yaşta kızları devir devir yoklayan azgınlığın alâmetlerini, eski tecrübeleriyle, gayet iyi tanır, onlardan en beceriksizinin böyle sıkı zamanlarda taştan adam yaratmaya kadir olduğunu bilirdi.
Fakat, mesele nazik olduğu için hiç sesini çıkarmıyor, büyük hanım ara sıra: «Ayol hanımefendi, bu kıza ne oldu? Allah'ın güneşinde Arafat hacısı gibi haldır haldır bu yokuşları neden çıkıyor?» dedikçe sinsi sinsi gülümsüyordu.
Bir akşam, ortalık henüz kararmıştı. Nevnihal Kalfa, bahçede ağaçların altında unuttuğu seccadesini aramaya çıkmıştı. Genç mekteplinin miyop gözleri alaca karanlık içinde büsbütün bulandığından kalfayı Gülsüm sandı, parmaklığın ötesinden:
«Hişt, Gülsüm... buraya bak... mektubu al...» dedi. Nevnihal Kalfa, delikanlıyı görünce avazı çıktığı kadar: «Amanın yetişin!» diye bağırdı. Çocuk, bu feryadı işitince tabana kuvvet kaçtı. Fakat, ne çare ki, mektup bahçeye atılmış, Nevnihal Kalfanın eline geçmiş bulunuyordu.
Kalfanın sesine koşanların başında hanımefendi vardı. İhtiyar kadın, bu rezaletin Seniye'ye ait olduğunu tahmin etmiş bulunsaydı, işi çabucak örtbas ederdi. Fakat kalfanın «Herifin biri Gülsüm'e mektup attı.» demesi üzerine muzaffer bir tavırla: «Nasıl çocuklar... bu kız, her haltı yiyecek bir insandır.» dediğim zaman: «Anne, senin için kötü... parmak kadar çocuktan böyle şey beklenir mi?» derdiniz. Hakkım yok mu imiş?..» diyerek mektubu kızlarına uzattı. Dürdane Hanım, hemen zarfı kapıp yırttı ve düşünmeden ilk satın okuyuverdi: «Enis-i ruhum Seniyeciğim.»
Dünya, o dakika döndü döndü de büyük hanımın başına geçiverdi. Bu «Seniyeciğim» sözü biraz evvel parmaklığın önünde kaçan karaltının kimin nesi olduğunu ayan aşikâr gösteriyordu. Meselenin nezaket peyda ettiğini gören damatlar, hizmetçiler çocukları ellerinden tutarak sessiz sedasız dağıldılar. Ortada yalnız büyük hanımla Dürdane kaldı. Genç kadın, elinde mektupla taş kesilmiş gibiydi. Nadide Hanım, sitemle :
— Ayol kızım... Niçin yaptın bunu? dedi.
Dürdane, hiddet ve hayretle :
— Bilmiyorum vallahi anne, dedi, boş bulundum işte... ağzımdan çıkıverdi...
Ana kız, bahçede kâh kavga, kâh birbirini teselli ederek uzun bir müzakere yaptılar.
Dürdane, kardeşine hücum ediyor :
— Kaltak, namusumuzu bir paralık etti... Biz de kız olduk... Bir gün bir gezme yerinde peşimize birini taktığımızı gördün mü? Haydi, biz neyse... Ya damatların yüzüne nasıl bakacağız?.. diyordu.
Büyük hanım, nedense Seniye'nin tarafını tutuyor; fakat onu açıktan açığa müdafaa edemediği için:
— A çocuğum... ne vardı sen de koskocaman kadın öyle «Seniye» diye okuyuverecek... diyordu.
Dürdane, hanımefendinin huyunu bilirdi. Asıl kabahatliyi bırakarak kendini parmağına dolayacağını hissettiği için, annesine fena halde çıkıştı. Büyük hanım, bu vaziyet karşısında, çaresiz, Nevnihal Kalfayı ele aldı:
— Bu rezalete o Nogay sebep oldu. Bir yerinden et kesmişler gibi ne var öyle bağırıp âlemi etrafına toplayacak?.. Eskiden benimle uğraşırdı, şimdi kızlarıma kancayı taktı.
Mamafih, kabahat yalnız kalfada değildi. Seniye'den başka, herkesin bu felâkette az çok tesiri vardı. Nadide Hanımın elinde, avucunda ne varsa kızlara, damatlara —âfiyet olsun— yenilip içilmiş. Bu yüzden Seniye'yi alan olamamış... Öyle ya, bu zamanda on parasız bir kızı kim alır? İşte çocukcağız da o teessürle, belki bir koca bulurum diye, bu haltı yiyivermiş... Akşam oldu mu herkes, kocasını alıp odasına çekiliyor... O biçare, ihtiyarların arasında tek başına kalıyor. Yirmi yaşına girmiş bir kız, Karamusallı sütnineden ne anlasın? Enişteleri murat etseler ona iyi bir koca bulamazlar mıydı sanki? O değil, Seniye, kocaya varsa bir konağa bir damat daha gelecek... Beylerin rahatı kaçacak... Şu işe bakın... dağdaki gelir de bağdakini kovarmış... Elbette konağa Seniye için de bir güvey gelecek... Ablaları Şekip Paşa'nın kızı da Seniye mahalle bekçisinin kızı mı? Hem de bari yavrucağın kulağı dinç olsa... Talihsiz çocuk, sabahtan akşama kadar yumurcak sesi dinler...
Sırf çocuklardan rahatsız olduğu için: «Bari tenha bir yer bulup da kulağımı dinleyeyim» diye tarlalara kaçtığına, mektubu yazan o menhus çapkına bu yüzden tesadüf ettiğine şüphe mi var? Nadide Hanım, bu Çamlıca'dan da oldum, bittim nefret ederdi. Bu sene Çamlıca'ya hava tebdiline gelinmesine Feridun Beyle Naciye sebep olmuştu...
Dürdane, ikide birde:
— Anne, Allah aşkına böyle etrafa bulaşma... Sen, insanı çıldırtırsın, diye sinirleniyordu.
Hanımefendi, böylece bütün konak halkına büyük, küçük bir mesuliyet payı ayırdıktan sonra vakanın asıl büyük mesulünde karar kıldı: Gülsüm.
Seniye, iri boyuna rağmen, çocuk gibi bön bir kızdı. Hele bir yabancı erkek bulup onunla âşıktaşlık etmek dünyada onun becereceği şey değildi. Anlaşılan, o dilenci de beş, on para almak ümidiyle meyhanecilik yapmıştı. Ne hacet, mektuplar onun eliyle gidip gelmiyor muydu? Zaten temiz ev çocuklarının ahlâkını bozan hep bu mahlûklardır.
Seniye Hanımla Gülsüm, bir hafta ortaya çıkmadılar.
Yemek saati geldiği vakit Seniye: «Ben eniştelerimin yüzüne nasıl bakacağım?» diye ağlaya ağlaya yatağına kapanıyor, Büyük Hanım ile Dürdane, damatları sofrada bırakarak, kızın odasına çıkıyorlar, uzun münakaşalar, kavgalar oluyordu.
Gülsüm'e bu köşkte de —konakta olduğu gibi— bir çatı arası bulunmuştu. Kız, ancak hanımefendi uykuda, yahut bahçede olduğu zaman, aşağıya iniyor, onun sesini işittiği vakit, terliklerini eline alarak, bir sıçan sessizliğiyle yukarı kaçıyordu.
Mamafih, büyük hanım, hırsından, teessüründen zangır zangır titreyerek Seniye'nin odasından çıktıkça tavan arasına doğrulur, yatağına girip yorganını başına çeken Gülsüm'ün başında dakikalarca söylenir, ara sıra terliğinin burnu ile kızın ötesini, berisini karıştırırdı.
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top