16

Kız, yavaş yavaş düzeliyordu.

Zaten başka türlü olmasına imkân da yoktu. İsmail demek; kırık dökük, sekiz, on parça hatıra demekti. Bunları aşındırdıktan sonra artık düşünecek yeni bir şey bulamayacak, odunlarını yakıp tüketmiş bir ocak gibi bu matem de kendiliğinden sönecekti. Fakat şu var ki, Nevnihal Kalfa, çocuktaki yarayı pehlivan yakısı gibi mütemadiyen işletiyor, bir türlü kapanmasına meydan bırakmıyordu.

Küçük Bülent'e iyice bir sütnine bulunduğu için büyük hanım, geceleri Gülsüm'ü aramıyordu.

Kız, bu fırsattan istifade ederek Nevnihal Kalfanın odasına dadanmıştı.

Tavan arasına ışık çıkartmak yasak olduğu için, Gülsüm, karanlıkta adım adım yukarı çıkarken, merdiven kapısında duruyor, aşağının seslerini uzun uzun dinledikten sonra kalfanın odasına doğruluyordu.

Nevnihal Kalfa da ona alışmıştı. Ekseriya namazda, yahut duada olmasına rağmen, kulağı, müvezzi bekleyen gazete meraklıları gibi, dışarıda aşağıdan taze havadisler getirecek olan Gülsüm'ün ayak seslerindeydi.

Mamafih, kıza yüz veriyor gibi görünmemek için, onu daima biraz suratlı karşılardı.

Kız, asıl kıymet ve ehemmiyetinin nerede olduğunu bilmez, kalfaya yaranmak için türlü tedbirler düşünürdü:

— Bir şey ister misin diye geldim kalfacığım. Senin bacaklarını kollarını ovayım mı?

İstanbul'daki ihtiyarların ovulmaya karşı yüzleri olmadığını, kollarını, bacaklarını, omuzlarını sıkmak kadar hiç bir şeyin onları memnun edemeyeceğini tecrübeleriyle biliyordu.

Meselâ, hanımefendinin en taşkın ve hiddetli zamanında kolunu, bacağını ele geçirdi mi, selâmete çıkmış demekti. Bağırmakta, köpürmekte devam etmekle beraber, bir türlü kendini kurtaramaz, sıkılan yerlerini hafif hafif oynatarak kıvranmaya başlar. «Yarından tezi yok, ben sana yapacağımı biliyorum,» diye başladığı bir tehdidin arasına, «Biraz daha aşağıya... Hah, o damarı parmaklarının arasına sıkıştırıver» diye sözler karıştırırdı.

Gülsüm, masaj esnasında, kalfanın gevşemeye, keyfinden türlü sesler çıkarmaya başladığını görünce, şu neviden bir sual sorardı:

— Koyunlar olmasaymış kurban bayramında erkek çocukları kesecekmişiz ha kalfa? E, onlara yazık değil mi ki?

İhtiyar Çerkez, kızın koyunlardan çocuklara, çocuklardan İsmail'e geçeceğini, o lâkırdı açıldığı halde de bir daha kapanmayacağını bildiği için hemen suali çelerdi:

— Bunu o Ermeni dudusu mu söyledi? Sen onun müslümanlığına bakma... Onun öyle şeylere aklı ermez.

(Ermeni dudusu Karamusallı sütnineydi. Kalfa, Allah'ın müslüman doğanlarla sonradan hak dinine girenler arasında bir fark koymadığını bilir, fakat sütnineyi düşürmek için daha kuvvetli silâhı olmadığından, çaresiz, bunu kullanırdı.)

— O dudu benim için neler söylüyor bakayım?

— Hiçbir şey demiyor...

— Yalan söylüyorsun?..

— Vallahi yalan söylemiyorum... Allah çarpsın yalan söylüyorsam!..

— E, hanımefendi ne diyor?

— Vallahi o da bir şey söylemiyor...

— Söylemez olurlar mı? Onlar beni rahat bırakırlar mı? Bu akşam yine kulaklarım biber gibi yandı. Ne diyeyim... Ben onları Allah'ıma havale ettim... O, yapacağını bilir.

Kalfa, kaşlarını çatarak, dudaklarının arasından mırıl mırıl bedduaya başlar. Gülsüm, bir türlü İsmail'in lâkırdısını açmaya cesaret edemezdi.

Kız baktı ki iş fena, eli boş geldiği geceler kalfanın yüzünden düşen bin parça oluyor; o gün konakta onun aleyhinde bir söz sarf eden olmamışsa, bunun için kendisine kızıp surat ediyor. Gülsüm, kalfayı memnun etmek için bir çare keşfetti. Konuşulan sözlere kulak vermek, kapılardan dinlemek, bu da olmazsa, kalfanın lâkırdısını açarak ötekinin berikinin ağzından söz almak, nihayet pek darda kaldığı zaman kendinden bir dedikodu uydurmak...

Çocuk, bu madeni keşfettikten sonra kalfayı avucunun içine almakta gecikmedi. Hayali henüz zenginleşmemiş, insicamlı yalanlara alışmış olduğu için, dedikoduların baştan başa uydurma olan kısmında bazı yenilip yutulmaz falsolar yapıyordu. Fakat bereket versin ki, Nevnihal Kalfa, havadislerin eğrisini, doğrusunu ayırt edecek vaziyette değildi. Fazla acıkmış insanlar gibi, ne verirlerse bıkmadan yutuyor ve memnun oluyordu. Kız, hatta bir defa orta hizmetçisi Eleni hakkında işittiği bir dedikoduyu kalfaya adapte etti;

— Kalfacığım, sen güya pencerenin önünden geçen neferlere pencereden fındık fıstık atıyormuşsun; onlar da sana bakıp bakıp bıyık büküyorlarmış, dedi.

Kalfa: «Bu yaşta benim gözüm sokaktaki neferi seçer mi? Nefer beni bu suratla pencereden görür de, kaçmaz mı?» demeyi akıl edemedi; en acı gülümsemelerinden biriyle gözlerini tavana kaldırarak :

— Allah'ım, işitiyorsun ya... Ak saçımla namusuma da iftira ediyorlar, dedi ve sustu.

***

Kalfanın odasında dedikodudan sonra ibadet faslı başlardı: Yan yana uzun bir namaz ve dua... sonra bir zaman İsmail'den bahsederler; nihayet, söz ahret ve keramet masallarına dökülürdü.

Gülsüm'de, Nevnihal Kalfaya karşı derin bir hayranlık ve haset vardı. İhtiyar kadın, uyurken, hatta uyanık olarak gözlerini kapadıkça, bu dünyadan öteki dünyaya gidiyor, ölenleri görüyor, görmediği zaman, mütemadiyen içine doğmalarla gayıptan haber alıyor, hâsılı, ömrü buradan ziyade, orada geçiyordu. Kalfa, dünya ahvalini sade Gülsüm'den haber alıyordu, ölüler, ona olmuşu, olacağı ayan beyan haber veriyorlardı: Dün geceki yangında, bir çocuk mu yanmış? Dur, dur bakayım...

Kalfa, ellerini yüzüne kapıyor ve iki gece evvel bir kadının saçını, başını yolduğunu hatırlıyordu. Büyük hanım, Mahmutpaşa'da çantasını yankesiciye mi kaptırdı? Kalfa, bunun da rüyasını görmüş, paşanın hanımına «Ah, ben senin adam olamayacağını biliyordum,» diye direk direk bağıran sesiyle uykusundan sarsılıp uyanmış bulunuyordu. Ya hele o Ermeni dudusu için gökyüzünde hazırlanan belâlar... Kalfa, gözleri hayret ve dehşetten büyüyen Gülsüm'e bunları açık söylememekle beraber, öyle emin bir gülüşü vardı ki, cezanın hakikaten pek büyük olduğundan şüphe bırakmıyordu. Gülsüm, İsmail meselesinde kendisine analık etmiş olan Karamusallı sütnineye, bu çekeceği şeyler için, âdeta acıyordu: Kadın gömüldüğü gece Ermeni papazları: «Bu, bizdendir!» diye onu Müslüman mezarından çıkarıp gâvur mezarına götürecek ve bir kıyamettir başlayacaktı.

Fakat, kızın asıl hayranlığı ve hasedi, kalfadaki bu harikulade hassalara değildi. İhtiyar kadın, öteki ölüler arasında sık sık İsmail'i de görüyor ve Gülsüm'e ondan haberler getiriyordu. Ah, ne güzel! Küçük kız, bu rüyaları dinlerken, sevdiği erkekle bir gece geçirmiş bir rahibeyi dinleyen bir kadın kıskançlığıyla çıldırıyordu.

Ne olur, İsmail bir kere de ona görünse! Besbelli gurbette ölürken ablasının yanında bulunmayışına darıldı. Ne etsin? Onun elinde ne var ki? Kaçayım, kaçayım derken Azrail ondan evvel İsmail'e erişti.

Gülsüm'ün duaları, namazları, sadakaları, hiçbir şeyi İsmail'in dargınlığını gideremiyor, çocuk; rüyada, ablasına görünmemekte inat ediyordu. Kalfa, ona başının altına konmak üzere okunmuş, zemzeme batırılmış ekmekler verdi. Yatarken okunacak dualar ezberletti. Fakat ne yapsan nafile!..

İsmail'in ölüm haberi zaman ile konağa yayılmıştı. Hem de o şekilde ki, bunu çıkaranlar bile, hemen hemen inanır bir vaziyette idiler. Büyük hanımın vicdan azabı yavaş yavaş uyuşmuştu. Pek fevkalâde bir vaka olmazsa uyanması için de sebep yoktu. Gülsüm, artık serbest serbest kardeşinin lâkırdısını edebiliyordu. Asıl sıkı zamanlar geçmişti, kızın keyfinde, neşesinde bir eksiklik olmadığı için, kimse bundan rahatsız da olmuyordu. Yalnız, kalfa tarafından kızın kafasına sokulan o rüya fikri bir türlü gitmiyordu.

Bu dâvayı öteki hizmetçiler de duymuşlardı.

Aşçı Dursun Ağa, keyifli bir adamdı. Askerde hiç belli etmeden karşısındakilerle alay etmeyi öğrenmişti. Kızın bu deliliğini haber aldığı zaman, o da rüyalar görmeye başladı. Zaman zaman müteessir bir tavırla meselâ :

— Gel Gülsüm, sana bir şey diyeceğim, diyor, bir gece evvel rüyasında bir çocuk gördüğünü, onun: «Ben sizdeki Gülsüm'ün kardeşiyim... Benden selâm söyle!..» dediğini söylüyordu. Gülsüm, hemen mutfaktaki bulaşık sularının ortasına çöküyor, elleri şakaklarında, titreye titreye ağlamaya başlıyordu:

— Adını sordun mu? İsmail mi? dedi,

— Vallahi bir şey dedi amma, aklımda kalmadı, İsmail mi dedi, Recep mi dedi?

— İsmail demiştir... Ah, ben senin yerinde olsaydım!

Bu çocuk, aşçılara kadar görünüyor da, neye bir kere ona görünmüyordu? Ablasından ne kötülük gördü? Ölürken yanına gidemedi amma, ne yapsın, o «Emir kulu, el kapısında bir sığıntı!», «Boğaz tokluğuna bir ahretlik parçası, elinde yok, avucunda yok.»

Gülsüm'ün konaktaki resmî unvanı hâlâ «Emanetullah» ve «Evin çocuğu» idi. Fakat o, asıl isimleri öteden, beriden işitip bellemişti. Aşçıbaşı, rüyaları meraklı bir yerinde kesiyor. Gülsüm yalvarıp arkasını istedikçe:

— Şimdi aklımdan çıktı, hele sen bana Anadolu şarkısını söyleyiver de, belki aklıma gelir diyordu. Kızın bir yandan ağlaması, bir yandan sesini titrete titrete türkü söylemesi, o kadar tuhaf bir şey oluyordu ki, adamcağız, keyfinden yuvarlanacak gibi, ellerini birbirine çarparak, tencerenin içine haykırarak kahkahalardan kınlıyordu.

Dursun Ağa, bazı da Nevnihal Kalfa tertibi Gülsüm'e rüya ilâçları veriyordu:

— Kız, şu patateslerin kabuğunu koparmadan soyarsan, yahut bulaşık suyundan bir kaşık içersen kardeşini görürsün...

Yalnız aşçıbaşı, şakayı tadında bırakmasını bilmedi. Bir gün yine ağır bir ciddiyetle Gülsüm'e:

— Kız, dün gece, Allah hayırlar versin, yine senin İsmail'i gördük, dedi.

Gülsüm'ün gözleri parladı:

— Sahi mi aşçıbaşı? Nasıl gördün? Ne yapıyordu?

Dursun Ağa, birdenbire maskara bir tavırla:

— Bir uyuz eşeğe ters binmiş, davul çala çala cehenneme gidiyordu, dedi.

Kız, birdenbire «Tuu, kerata» dedi ve aşçının kocaman kırmızı yüzüne bir tokat atarak kaçtı. Öteki, tabiî peşini bırakmadı. Gülsüm, çığlık çığlığa merdivenlerden kaçıyor, Dursun yetiştikçe elindeki süzgeçli kepçeyi rastgele kızın bacaklarına, kaba etlerine yapıştırıyordu. Konakta bir kıyamettir koptu. Büyük hanım yangın çıktı zannederek bayılır gibi oldu. Harem merdivenini geçemeyen aşçı, ter ter tepiniyordu.

— Dinim hakkı için, ben bu yumurcağı et doğrar gibi doğrarım ya, sizin güzel hatırınız için bir şey demiyorum yoksa... Bana öyle bir kelâm sarf etti ki... Ben, bunu yutarsam yazık benim delikanlılığıma, tövbe olsun bu bıyıkları dibinden keser, süprüntü tenekesine atarım.

Hanımefendi, kızdığı, hele korku neticesinde kızdığı zaman sağını, solunu görmez, haklıyı da, haksızı da, hatta tesadüfen karşısına çıkan tam masumu da fena halde haşlardı. Bu aşçı, edepsiz edepsiz bağırırken, Nadide Hanım, merdiven kapısına bir yumruk atıp camları zangırdattı :

— Şimdi senin bıyığına da, çöp tenekene de, diye haykırdı. Dağda mı sandın kendini eşek... Haydi defol bakayım mutfağına, direk direk bir de bağırması var... Çoluğun, çocuğun aklını mı alacaksın?..

Aşçının hiddeti birdenbire düştü; kepçesi elinde, süt dökmüş kedi gibi mutfağına döndü. Hanımefendi, kavganın aslını aramaya lüzum görmedi. O, işi gözü ile görmüş gibi biliyordu. «Bu gözünü toprak doyurasıca soysuz çingene, bu tok evin aç kedisi» mutfakta tatlı filân uydurayım, diye herifin ayağı altında dolaşmış, kim bilir ne terbiyesizlikler etmiş, o ayı da bu münasebetsizliği yapmış olacaktı.

Hanımefendi:

— Fena meraklandım... Şimdi elime geçirsem o yumurcağı didik didik ederim. Akşam Feridun Bey gelsin de, onun cezasını versin, dedi.

Fakat, Gülsüm'ün talihine zabit o akşam, terfi etmiş olarak eve döndü. Bu, konak için bir bayram demekti.

Büyük hanım: «Bu gece Gülsüm dayak yiyecek!» diye akşamı iple çekmiş olan çocukları etrafına toplayarak sıkı bir tembih geçti. «Sakın olmaya ki, Feridun Beyin yanında ağzınızdan bir şey kaçırırsınız ha... Böyle gecede elin garibine dayak yedirirsek, o rütbeden hayır görmeyiz!» dedi.

Gülsüm, cezadan kurtuldu. Fakat bir daha mutfağa ayak basması da yasak edildi.

Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top