⚜️Kısım I | Bölüm 1 -"Kule"⚜️
"Carpe noctem."
⚜️⚜️⚜️
Alois, tepelerine dökülen yağmura aldırmadan kabinlerinin küçük camını yukarı kaldırarak başını dışarı uzatmıştı. Neredeyse 40 gün süren yolculukları, sonunda onları gizemli şehir Duviel'in surlarına getirmişti. Daha önce Calabar'da ve başka şehirlerde birçok sur görmüştü. Fakat böylesine devasa ve ihtişamlı duvarlarla ilk kez karşılaşıyordu. Yüksekliğini ölçmek imkânsızdı, burçlarından aşağıya sis adeta su buharı gibi dökülüyordu. Siyah volkan kayalarından yapılmış gövdesi kabartmalarla süslenmişti. İhtişamlı Duviel surları dışarıda kalanlara korku, içerisindekilere ise güven veriyordu.
"Yer ve gök aşkına, hayatımda böylesine büyük bir şey görmedim."
Parmaklarını ıslanan dalgalı saçlarının arasında gezdirerek tekrar içeri girmişti. Küçük camı kapatırken ağabeyi Aksel'in erkeksi kıkırdamasını işitebiliyordu. Koluyla yanındaki Abel'i dürterek onu işaret etmişti.
"Abel, pantolonun ipini sıkı bağla, küçük kardeşimizi korkutuyorsun."
Abel, sırıtıp eliyle deri pantolonunun önünü çekiştirmişti. Annesi ve babası bir başka araba ile önlerinde ilerliyorken üç kardeş birlikte seyahat ediyorlardı. Aralarında en küçükleri 19 yaşındaki Alois'ti. Kahverengi hareleri olan su yeşili gözlerini karşısında yan yana oturmuş onunla eğlenen ağabeyleri Aksel ve Abel'e çevirse de sözlerine oralı olmamıştı.
"Rüyanda ne görüyordun ufaklık? Sıkı bir kâbus olmalı, güzel dudaklarını kız gibi büzüştürmüştün."
Arkasına yaslanıp içini çekti. Abel'in sözleri ona uykusunda gördüklerini tekrar hatırlatmıştı. Rüyasında, gece vakti yüksek bir binanın en tepesindeydi. Esen soğuk rüzgâr dalgaları saçlarının arasında dolaşıyordu. İçine derin bir nefes çektiğinde, o güne kadar bilmediği güzel bir koku burnuna dolmuştu. Dört bir yanı açık, siyah camdan yapılmış terasta ilerlerken rüzgârın taşıdığı fısıltıyı işitmişti, adeta bir kadının nefesi kulağını yalayıp geçiyordu.
Olemme täydellinen ottelu. Älä koskaan usko mitään muuta.
Alois ne dili ne de söyleneni anlamamıştı. Fakat bu hoş kadın sesi sanki onu yönetiyordu. İlerleyip parlak tırabzanların üzerine çıkmıştı. Işıl ışıl gözüken yıldızlar başının üzerine kümelenmişti, parlak şehir ayaklarının altında duruyordu. Manzara adeta nefesini kesmişti. Gülümseyerek gözlerini kapatıp yavaşça kollarını iki yana kaldırmıştı. Rüzgârın uğultusu kulaklarına birikmişti. O güzel kokuyu tekrar içine çekmek için nefes aldığı ilk an, kendini yere doğru düşerken bulmuştu. Sıçrayarak gözlerini açtığında ise kardeşleri ile birlikte hareket eden arabanın içindeydi.
"Dudaklarım seni öpmediği için minnettar olmalısın. Kırk gündür bu lanet arabanın içindeyiz, bir kadının neye benzediği unutmak üzereyim."
Söyledikleri hem Aksel hem de Abel'i güldürmüştü. Üç kardeşin arasında en çapkınları her zaman Alois olmuştu. Dış görünüşlerine baktıklarında, bunu çıkarmak neredeyse imkânsızdı. En büyükleri Aksel sarıya çalan gür kahverengi saçlara ve köşeli bir yüze sahipti. Uzun gövdesi kaslıydı, omuzları genişti. Eline aldığı her kılıcı ustalıkla kullanabiliyordu. Ortancaları Abel kalın pazıları ile karşısına kim çıkarsa çıksın tepeleyecek güce sahipti. Avlanmaya meraklıydı, oku ustaca kullanıyordu. Drindall ormanına ne zaman girse kaleye sırtında koca bir geyik ile dönerdi.
Alois ise bu iki genç adamdan tamamen farklıydı. Aralarında en uzun boylu olan oydu, ensesine değen dalgalı saçları koyu kahverengiydi. Kardeşlerinin aksine gövdesi zayıftı, kılıç kullanmayı bilse dahi dövüşte pek iyi olduğu söylenemezdi. Kemikli yüzü bir heykeltıraşın elinden çıkmış gibi duruyordu; çene çizgisi ve elmacık kemikleri belirgindi. Yeşil gözleri cam bilyeleri andırıyordu, bir erkeğe göre hacimli dudakları vardı, burnu uzun olsa dahi biçimliydi. İçkiye ve kadınlara düşkündü, bu yüzden babası Alva ile pek anlaşamıyordu. Alois'in ilgi alanı eğlence, kadınlar ve kitaplardan ibaretti. Aksel ve Abel adamın gurur kaynakları iken, Alois ailenin yüz karası olarak görülüyordu.
"Alois, burada kaldığımız müddetçe lanet uçkuruna sahip çıkacaksın. Prenses yatağıma girene kadar herhangi bir sorun çıkarırsan yemin ediyorum seni kendi ellerimle boğarım."
Aksel'in tehditkâr tavrı onu korkutmamış, bilakis güldürmüştü. Uzun bacaklarını üst üste atıp ceketinin iç cebindeki çelik içki matarasını çıkarmıştı. Her zaman onu küçük görüp alay eden kardeşini biraz olsun sinirlendirmek istiyordu.
"Kimin için bu kadar endişeleniyorsun? Prenses için mi? Yoksa şehrin fahişeleri için mi ?"
Aksel kısa bir an duraklamış, yanında oturan Abel'e dönüp baktıktan sonra ise katılarak gülmüştü. Aralarında bu konu hakkında hiçbir konuşma olmamıştı. Kral Hagen'in mektubu evlerine ulaştığında, babası sevinçle içlerinden birinin Prenses Alita ile evleneceğini söylemişti. Bunun aileleri için önemli bir dönüm noktası olduğuna inanıyordu. Zira kralın kardeşi ile evlenmek onları sadece iktidara yaklaştırmayacaktı. Prenses Alita ülkenin en zengin ailesine mensuptu. Waldorf adına yakın olmak altın ve güce uzanmakta olduğunuzun bir göstergesiydi.
Kral Hagen ulağı ile ilettiği mektubunda ailelerinin evlilik bağı ile birleşmesinden memnuniyet duyacağını yazmıştı. Herhangi bir isim belirtmiyordu, Alva Hallstein ise üç yetişkin oğula sahipti. Kaleyi saran coşkulu mutluluğun sonunda, evlilik için hangisinin önerileceği konuşulmuştu. Alois'in adı laf arasında dahi geçmemişti. Prensesin tam yaşını bilinmiyordu fakat kraldan iki ya da üç yaş küçük olduğunu tahmin etmişlerdi. Ailece aldıkları kararın sonunda ise kardeşlerin en büyüğü Aksel'in evlilik için en uygun aday olduğu kararına varmışlardı.
Alois, henüz 19 yaşındayken evlenme niyetinde değildi. Fakat tüm bu süreç içerisinde hiç olmadığı kadar aşağılandığını hissediyordu. Evlilik için adı usulen dahi geçirilmemişti. Babası sürekli olarak dile getirdiği kötü huylarından ötürü onu bir prensese layık görmüyordu. Bunu açıklama biçimi ise kibarlıktan oldukça uzaktı.
O an, karşısında oturan Aksel ve Abel'i katılarak güldüren sebep de buydu. Kardeşleri onu prensese karşı bir tehdit olarak görmüyorlardı. Endişeleri dikkatsizce yataktan yatağa gezerken Waldorf ailesini kızdırma olasılığıydı.
"Minik kuşunun hangi dala konduğuna dikkat et Alois."
Alois matarasındaki şarabından içip gülümseyerek başını sallamıştı. Biraz sonra, şehrin kapılarına gelmişlerdi. Konvoyları, baştan aşağı siyah, mat metalden zırh giyen askerler tarafından aranmıştı. Babası Alva Hallstein Drindall düküydü, herhangi bir şehre girerken maiyetine arama uygulanmazdı. Fakat Duviel için bu ayrıcalık geçerli değildi. Kral ve ailesinin şehirde olması güvenlik önlemlerini üst düzeye aldırmıştı.
Konvoylarının şehir girişinde durdurulmasıyla birlikte arabalarının kabinlerinden inmişlerdi. Yağan yağmurla çamura bulanmayı beklerken, parlak parke taşları ile döşenmiş geniş bir caddeye doğru ilerlemişlerdi. Onları karşılamak için bekleyen heyet, surların iç avlusundaki önü açık kızıl kiremit çatının altında bekliyorlardı. Üç uzun boylu, kafalarına başlık geçirmiş olan hizmetçi ellerine deri şemsiyelerle yanlarına gelip onlara eşlik etmişlerdi. Babaları Alva ve anneleri Inge önden ilerliyorlardı, üç kardeş ise ebeveynlerinin birkaç adım gerisindeydi. Birlikte, hizmetçilerin refakatinde kiremidin altına girdiklerinde, gür siyah saçlarının yeni tıraş edildiği belli olan, beyaz tenli, buz mavisi gözlere sahip genç bir adam onları karşılamıştı. Bir Waldorf olmalı diye düşündü Alois. Daha önce onlardan birini hiç görmemişti fakat neye benzediklerini ülke boyunca bilmeyen yoktu. Waldorf kanından gelen herkes açık tenliydi, gür siyah saçları ve neredeyse beyaza dönük açık mavi gözleri vardı. Bu fiziksel özelliklerin herhangi bir istisnası yoktu, o kadar ki eğer bir Waldorf ile evlenen kadın sarı saçlı ya da koyu tenli bir çocuk doğurursa yargılanması dahi yapılmadan zinadan dolayı idam ediliyordu.
"Dük Hallstein, hoş geldiniz. Sizi ve ailenizi şehrimizde görmek bizler için büyük bir onur."
"Eşsiz şehrinizin kapılarını bizlere açtığınız için minnettarız, bu güzel tecrübe için hem ailem hem de kendim adına teşekkürlerimi kabul edin lütfen. Gözlerim beni yanıltmıyorsa, karşımdaki bu soylu beyefendi sanıyorum Lord Gustav Waldorf'un oğullarından biri, öyle değil mi ?"
Genç adam gülümsemiş, ileri doğru bir adım atarak elini babası Alva'ya doğru uzatmıştı. Konuşması, tavırları ve ses tonu farklı bir auraya sahipti. Kendine duyduğu öz güven karşısındaki rahatsız etmese de varoluşunun her bir ayrıntısında kendini gösteriyordu.
"Kabalığımı mahzur görün lütfen, ben Igor. Kardeşim Ivar sizleri şatoda bekliyor. Arabalarınız burada kalabilir, eşyalarınız odalarınıza taşınacaktır. Kayıklarımız kanalda, arzu ederseniz vakit kaybetmeden geçelim."
Igor'un sözleri ile birlikte arkasında kalan duvardaki büyük ahşap kapı hizmetçiler tarafından açılmıştı. İlerlediklerinde, o ana kadar gördüklerinden farklı bir manzara onları bekliyordu. Taş rıhtım ayaklarının altındaydı, Igor'un bahsettiği kanallar hemen önlerinde ilerliyordu. Duviel, tıpkı anlatıldığı gibi suların arasında yükselen bir şehirdi. Binaların önündeki taş döşeli yollar dardı, kanallar ise iki kayığı yan yana alabilecek kadar genişti. Karanlığın çökmesi ile birlikte her bir köşede fenerler yakılmıştı, turuncu ateşlerinin parlaklığı göz alıyordu.
Hep birlikte, üzerine deri tente gerilmiş iki farklı kayığa binmişlerdi. Alois, sesini işittiği martıları kanalların rıhtımlarında görebiliyordu. Yağan yağmur kanal boyunca giden yolda yürüyen insanları rahatsız etmiyor gibiydi, çoğunun elinde şemsiye vardı, olmayanlar da önlerine siper olacak kadar büyük başlıklar giymişlerdi. Kayığın içinde, Aksel ve Abel'i ilerleyerek pruvaya yürüdü. Kanalın ucunda, tüm ihtişamıyla silindir bir kule yükseliyordu. Sırıtırken mırıldanmaktan kendini alıkoyamamıştı.
"Hénec Kulesi."
Hénec Kulesi, tüm Cãstelion'da bilinen, eşi benzeri olmayan bir eğlence merkeziydi. İnsanların derinlerine işlemiş gizli arzularına hizmet ediyordu. İçerisinde ülkenin en büyük kumarhanesi vardı. Gösterişli masalarında herkese hitap eden oyunlar kuruluyordu. Misafirler, üst düzeyde korunan bu bahis masalarında kazandığı paraları deniz ötesinden getirilen, Cãstelion'da Hénec'ten başka yerde bulamayacakları lezzetli brendileri içerken harcayabilirdi. Geceliği 5000 altın olan dairelerine tek amacı onlara hizmet etmek olan kule kadınlarından birini almakta özgürdüler. Hénec kişisel hazlara pranga vurmuyordu. Herhangi bir yasak ya da kural olmaması cazibesinin ana merkeziydi. Misafirler, birbirlerinin özgürlüklerine zarar vermedikleri müddetçe kulede diledikleri yerine getirebiliyorlardı. Hénec, tüm bu limitsiz özgürlüğün yanı sıra, ülkenin en iyi korunan yerleşkesiydi. Müsamaha gösterilmeyen iki kıstası vardı; herhangi bir taşkınlığa sebep olup huzuru kaçırdığınız an nereden çıktığını bilemediğiniz izbandut tipli bir görevli size kulenin dışına kadar eşlik ediyordu. Eğer cesaret edip kumarhanesinde hileye başvurursanız, aynı görevli bu kez sizi kulenin tepe noktası olan terasına çıkarıp ikinci bir şans vermeden aşağıya fırlatıyordu. Hénec Kulesi'nin tepesinden ne zaman bir adam düşeceği asla bilinemezdi.
Alois hayranlıkla uzaktan parlayan kuleyi izlerken, kayıkları bir başka kanala dönmüştü. Yolculuklarının sonunda, ülkenin doğu kanadındaki büyük bir kayalığın üzerinde yükselen şato gözükmüştü; Kuzgun Tepe.
Kuzgun Tepe, yüzyıl önce Duviel'e yerleşen Waldorf ailesinin yerleşkesiydi. Büyüklüğünün başkentteki Beyazkaya Sarayı ile yarıştığı söyleniyordu. İnşa edildiği zaman, varlığı kraliyete meydan okuma olarak görülmüştü, Waldorf hanesine karşı başlatılan Sınır Savaşının sebeplerinden biri, kuleleri adeta göğe yükselen bu devasa şatoydu.
Rıhtıma çıktıklarında onları bekleyen at arabasına binip şatoya geçmişlerdi. Surların aksine Kuzgun Tepe'ye girişleri daha rahat ve hızlı olmuştu. Igor Waldorf'un refakati kapıda yapılan diğer bir aramanın önüne geçmişti.
Gün batmak üzereyken girdikleri şato topraklarındaki yolculukları oldukça kısa sürmüştü. Arabaları iki katlı, taş duvarları sarmaşıklarla bezenmiş bir binanın önünde durduğunda, Igor'un ikizi Ivar Waldorf ellerini önünde birleştirmiş onları bekliyordu. Tıpkı kardeşi gibi üzerinde ön tarafında küçük altın düğmeleri olan kalın, siyah pelerini vardı. Alois, gözlerinin ikisinin arasında gidip gelmesine engel olamıyordu.
"Dük Hallstein, hoş geldiniz. Majesteleri Kral Hagen adına size şükranlarımı sunmama izin verin, misafirimiz olarak şehrimize şeref verdiniz."
"Soylu Gustav Waldorf'un oğullarıyla tanışma şansına eriştim, o şeref bana ait."
Gustav Waldorf, ölen Kral Adon'un kardeşi, tahtta oturan Kral Hagen'ın ise amcasıydı. Elinde tuttuğu siyasi güç ile krallığın ikinci adamı olarak kabul ediliyordu. Cãstelion'da en kralın kendisi kadar saygı görmekteydi. Kral Duviel'e ziyarete gelmişken, o Calabar'da devlet işleri ile ilgileniyordu. Adon Waldorf'un tahta oturması ile başkente geçmiş, görevini oğullarına bırakmıştı. Bu durum yeğeni Hagen döneminde de devam etmişti. Ivar ve Igor, babalarının boşluğunu doldurup ailelerine ait şehre hizmet ediyorlardı.
"Uzun yolculuğunuz sizi ve ailenizi hırpalamış olmalı. Majesteleri bu binayı ziyaretiniz boyunca size tahsis etti. Bu akşam için dinlenip istirahat etmenizi diliyor. Yarın sizleri şatoda ağırlamaktan mutluluk duyacağını iletmemi rica etti."
"İsabet olmuş, lütfen yüce kralımıza lütufları için minnettar olduğumu söyleyin. Size ve soylu kardeşinize inceliğinizden dolayı müteşekkirim."
Bununla birlikte, Ivar ve Igor ile vedalaşmışlardı. İki genç adam, onları kalacakları binaya getiren at arabalarına binerek sisin içinde kaybolup gitmişlerdi. Maiyetleri yanlarından gelse dahi, Kuzgun Tepe'ye girmeleri ile dört hizmetçi daha emirlerine verilmişti. Her birinin kalacakları odaları hazırdı, şömineleri önceden tutuşturulmuş, yıkanmak isteyenler için döküm küvetler yerleştirilmiş, kazanlarla sıcak su kaynatılmıştı. Her biri odalarına yerleştikten sonra büyük salonda hazırlanan yemek masasına geçmişlerdi. Alva Hallstein, Waldorf hizmetçilerine çekilebileceklerini söylemiş, servis için kendi maiyetini uygun bulmuştu. Onları rahat ettirmek için gönderildiği söylenen bu insanların birer casus olduğuna inanıyordu.
"Calabar'a gittiğimizde bile Beyazkaya'da ağırlandık. Bizi şatoya neden kabul etmediklerini anlamıyorum."
Elindeki kaşığıyla önüne bırakılan yahniyi karıştıran Abel huysuz sesi ile söylenmişti. Düşüncelerini tüm aile paylaşıyordu fakat Duviel'de oldukları müddetçe Waldorflar hakkında dikkatli konuşmaları gerektiklerinin farkındalardı.
"Waldorf kibri denilen şeyi duymamış olmalısın. Bizi şehirlerine almış olmaları bile onların gözünde lütuf."
Alois'in sözleriyle birlikte anneleri Inge huzursuzlanmıştı. Yeşil gözleri ile salon kapısını göz ederken aynı zamanda mırıldanarak çıkışıyordu.
"Söylenmeyi keser misiniz? Sıcak çatı altında hep birlikteyiz, adımıza her şey düşünülmüş. Daha fazlasına göz dikmeyin."
"Anneniz haklı. Duviel'de olduğumuz süre boyunca hareketlerinize ve ağzınızdan çıkan her bir kelimeye dikkat edeceksiniz."
Alois dudaklarını kıvırarak durumu kendince protesto etmişti. Kardeşinin izdivacı için bu kadar yolu tepmiş olmalarını dahi anlayamıyordu. Kral Hagen, onları pek ala Calabar'a da davet edebilirdi, başkent şehirleri Drindall'a beş gün uzaklığındaydı. Babaları Alva, kralın ciddiyetlerini test ettiğini düşünüyordu. Onları ülkenin bir ucundan diğer ucuna yol kat ettirmesinin sebebi kardeşi ile olan evliliğin bir lütuf olarak görmesiydi, karşılığında neleri göze alabileceklerini tartmak istiyordu.
"Kibirlerini bilemem ama Waldorflar'ın mükemmel gözüktüklerini işitmiştim. Bizi karşılayan Waldorf ikizleri böyleyse, prensesin ne kadar güzel olabileceğini tahmin dahi edemiyorum."
Aksel'in hevesli sesi masadakileri güldürmüştü. Alois'in gülümsemesi ise aralarında en solgun olanıydı. Aklından geçenlerin yanlış olduğunu biliyordu fakat yine de prensesin neye benzediğini düşünmeden edememişti. Beyaz tenli, siyah saçlı ve mavi gözlü olacağını biliyordu. Fakat bu seçeneklerin milyonlarca birleşimi vardı. Hayalinde beliren kadınların hepsi tasvir edilen presesin yanında sönük kalıyordu.
Aksel ve Prenses Alita'nın geleceği hakkında sohbetlerle ilerleyen akşam yemeğinin sonunda Alois kendine verilen odaya çekilmişti. Isıtılan su ile döküm küvette yıkanmış, üzerindeki kıyafetleri değiştirmişti. Küçük odanın penceresinden dışarı baktığında, yağmurun dindiğini görebiliyordu. Güzel diye mırıldandı. Para kesesini cebine attıktan sonra yatağına bırakılan, başlıklı kadife pelerini giymişti. Dışarıdan bakıldığında, kılığı bir Duviel yerlisine dönmüştü.
Ailesinden herhangi birine gözükmeden taş binadan çıkıp şatonun bahçesinde ilerlemişti. Sık ağaçların arasında askerler devriye geziyordu. Şatoyu saran duvarların sonundaki çıkış kapısına geldiğinde sorun olacağını düşünmüştü. Fakat nöbetçiler onu tanıyorlardı, güvenlik ağının inceliği Alois'i şaşkına çevirmişti.
"Hénec Kulesi'ne gitmek istiyorum. Yürüyerek çok vaktimi alır mı ?"
"Kayığa binmeniz daha uygun olur efendim."
Alois kapıdaki nöbetçiye yol tarifi almak için yaklaşmıştı. Kanallarla bölünmüş bu şehirde yönünü bulmakta zorlanacağını hissediyordu. Kayık seçeneği onun da aklına gelmişti fakat ne yapması gerektiğini bilmiyordu.
"Nasıl yapacağım peki? Burada kayık kiralayabilir miyim ?"
"Adınıza bir kayık tahsis edildi efendim. Rıhtımdan binebilirsiniz, sizi istediğiniz yere götürecektir."
Şaşkınlığını gizlemeye çalışarak teşekkür etmişti. Şato kapısındaki görevlilerden biri ona rıhtıma kadar eşlik etmiş, kayığına binmesine yardımcı olmuştu. Üzerine, deri pullarından yapılmış, dizlerine kadar uzanan şapkalı pelerin giymiş bir adam kayığın küreklerini çekerek ona kanal aracılığı ile Hénec'e kadar eşlik etmişti. Görkemli kulenin ağız kısmına geldiklerinde, düzgün giyimli, otuzlu yaşlarında bir görevli yaklaşarak rıhtıma çıkmasına yardım etmişti.
"Soylu efendi, hoş geldiniz. "
Adamın elini tutarak ıslak taş basamakları tırmanan Alois gülerek adama doğru dönmüştü. Kulenin girişi tahmin ettiği kadar kalabalık değildi, çevrede birkaç insan dolaşıyordu.
"Duviel hakkında birçok şey duydum fakat insanlarının bu kadar kibar ve sıcakkanlı oldukları dedikoduların arasında değildi."
"Söylentiler kişiyi birçok yola yönlendirir, hangisini seçeceğiniz size kalmış."
Dudakları kıvrılan Alois başını kaldırıp yanan fenerlerle ışıl ışıl olan kuleyi incelemişti. İki kanatlı, heybetli demir kapıya henüz yaklaşmışken içeriden yükselen tütsü kokularını alabiliyordu.
"Ben gözümün gördüğüne inanmayı tercih edenlerdenim."
Alois, adının Rupert olduğunu öğrendiği bu adamla birlikte kuleye girmişti. İlk katta insanların oturup sohbet edebilecekleri masalar ve koltuklar vardı, aynı zamanda içki ve yemek servisi devam ediyordu. Tavandan sarkan kristal avizeler devasaydı, Alois daha öncesinde böylesini hiç görmemişti.
Sonraki iki katta ise kumar masaları kurulmuştu. Rupert'ın eşlik ettiği Alois türlü kâğıt ve zar oyunlarının olduğu masaları gezmiş, sonunda ise parasını rulete yatırmıştı. Kule boyunca Duviel'in yerlilerinden çok tüccarlar, gezginler ve denizcilerle karşılaşmıştı. Kâğıt masalarına geçmiş, Briscola oynarken aralarına katılan genç bir kadın dikkatini çekmişti. Henüz yirmi dört ya da yirmi beş yaşlarında duruyordu. Beyaz tenliydi, uzun saçları adeta altın sarısıydı. Pek uzun boylu olduğu söylenemezdi, vücudunun kıvrımlı hatları vardı. Brendisini içerken etrafına gülücükler saçıyordu. Parlak yüzünde dikkati çeken ilk ayrıntı iri kırmızı dudaklarıydı.
Oyunları boyunca Alois, adının Keia olduğunu öğrendiği bu kadından gözlerini alamamıştı. Elleri bitip masadan kalktıklarında yanına sokulup gülümsemişti. Keia'dan bu kadar kolay ayrılmak istemiyordu.
"Sizce bu akşam bu güzel hanımefendi ile brendimi paylaşacak kadar talihli miyim ?"
Keia iri dudaklarını ısırarak gülümseyip başını yukarı kaldırmıştı. Alois'in yanında oldukça ufak kalıyordu, göğsüne ancak gelebildiği söylenebilirdi.
"Bu akşam için yeterince talihli değil miydiniz? Ben dâhil masadaki birçok insanın altınını kesenizde taşıyorsunuz."
"Bir erkeğin altından daha fazlasını istiyor olmasını yadırgayamazsınız, özellikle de sizin gibi güzel bir kadının karşısında."
Sözleri Keia'yı kıkırdatmıştı. İri, kahverengi gözleri ilgiyle üzerinde geziyordu. Alois, ilk andan beri kadının da onunla flört ettiğinin farkındaydı. Masada, oyun boyunca yediği şekerli vişnesini ağzına her attığında gözlerinin içine bakarak parmaklarını yalamış ve gülümsemişti.
"Peki o halde, yalnız bir bardak brendiden daha fazlasını isterim."
Gülümseyen Alois uzanıp elini kavramıştı, dudaklarına götürürken aynı zamanda mırıldanıyordu.
"Emin olun size bir brendiden daha fazlasını sunabilirim."
Bununla birlikte, Alois Keia'nın rehberliğinde kulenin beşinci katına çıkmıştı. Bahsini duyduğu süitler bulunduğu yer ve bir kat üzerindeydi. Büyük meydanda içki servisleri devam etmekle birlikte oyun masaları ortadan kalkmıştı. Birçok kadın ve erkek, niyetlerini belli etmeden birbirlerine sokuluyordu. Kuş tüyü ile doldurulan koltuklarda fahişeler müşterilerini baştan çıkarmak için ince kıyafetleri üzerinden vücutlarını sergileyip öpücüklerini sakınmadan bırakıyorlardı.
Alois ve Keia, bu kalabalığın içinde kendilerine sessiz bir köşe bulmuşlardı. Oturdukları küçük koltukta o kadar yakınlardı ki vücutları birbirine yaslanıyordu, bu durumdan ikisi de şikâyetçi değildi. İçkilerini art arda içip sohbet ediyorlarken yakınlıkları gittikçe artmıştı.
"Yedinci katta ne var? Görmek istiyorum."
"Maalesef. Yedinci kat Waldorf ailesine ait, onların dışında kimse giremiyor."
Bardağındaki brendinin son yudumunu içen Alois yavaşça başını sallamıştı. Gözleri Keia'nın üzerinden ayırmıyordu. Etrafını saran şeffaf kadın vücutları içindeki erkeksi isteği körüklemişti. Keia'nın içkiyle ıslanmış dudaklarına daha ne kadar karşı koyabileceğini bilemiyordu.
"Baş başa kalabileceğimiz sessiz bir yer olabileceğini düşünmüştüm."
Keia dudaklarını ısırarak kıkırdamıştı. Alois'i baştan çıkardığını görebiliyordu. Üzerindeki omuzları açık elbisenin göğüs dekoltesi oldukça belirgindi. Bunun bilincinde olarak genç adama doğru sokuldu, neşeli sesiyle fısıldamıştı.
"Sessiz bir yerde ne yapacağız ?"
"Burada çok fazla kadın sesi var. Ben sadece birini duymak istiyorum."
"Şimdi sesimi duyamıyor musun ?"
Alois gülümsemişti. Uzun parmakları ile Keia'nın yanağına dokunmuş, yüzünü kendine çevirmişti. Kısa bir an gözlerine baktıktan sonra teklifsizce dudaklarına sokuldu. Brendinin tadı ıslak dudaklarında hala saklıydı. Bununla birlikte kollarının arasındaki Keia'ya daha fazla sokulmuşken, o tanıdık ses tekrar kulaklarında çınlamıştı.
Olemme täydellinen ottelu. Älä koskaan usko mitään muuta.
İrkilen Alois sıçrayarak geri çekilmişti, yeşil gözleri şaşkınlıkla etrafını süzüyordu. Duvar dibine yerleştirilmiş koltukta birlikte oturuyorlarken kimse yanlarına gelmemişti. Oysaki daha önce rüyasından aşina olduğu kadın sesi adeta kulağına fısıldanmışçasına net bir şekilde zihninde yankılanmıştı. Tam karşılarında kalan balkon kapısına döndü, sarı tül esen rüzgârla birlikte savruluyorken burnuna tanıdığını o koku dolmuştu. Ellerini Keia'nın üzerinden çekerek arkasına yaslanmıştı. Bu şaşkın hali kadının da dikkatini çekmişti.
"Alois? Yanlış bir şey mi yaptım ?"
Hala etrafını süzüyorken yavaşça başını iki yana doğru sallamıştı. Çok fazla içtim diye düşündü. Rüyası tüm gün zihnini meşgul etmişken, o an çakır keyif haliyle sesin kulağına tekrar çalınması normaldi. En azından buna inanmak istiyordu, diğer türlüsü aklını oynatmasına sebep olabilirdi.
"Hayır, sadece bir an tanıdık bir ses duyduğumu zannettim."
Kıkırdayan Keia bardağındaki brendiyi bir kerede içerek bitirmişti. Sokulup dudaklarını öptükten sonra kırmızı elbisesinin eteğini toplayarak ayağa kalkmıştı. Alois'in şaşkın gözleri bu kez onun üzerine dönmüştü.
"Nereye gidiyorsun ?"
"Evime, vakit hayli geç oldu."
Normal bir akşamda, bu kadar sarhoş ve yoldan çıkmışken Alois böylesine güzel bir kadını yatağına almadan asla bırakmazdı. Fakat o an, bir şeylerin yolunda gitmediğini hissediyordu. Oturduğu yerden yavaşça kalktığında belini kavradığı Keia'nın sıcak yanağını öpmüştü.
"Seni ne zaman tekrar görebilirim ?"
Gülümsemesiyle birlikte genç kadının iri dudakları kıvrılmıştı. Kolunu kavrayarak Alois'in ellerini üzerinden çekmişti. Geri geri ilerleyip uzaklaşırken aynı zamanda kıkırdayarak mırıldanıyordu.
"Çok yakında."
Keia, kısa bir an sonra kalabalığın arasında kaybolmuştu. Birlikte oturdukları koltukta tek başına bir bardak daha brendi içen Alois, etrafına sokulan bir iki fahişeyi reddedip ağır adımlarla merdivenleri inerek kulenin çıkışına varmıştı. Açık havaya adım attığı ilk an içine derin bir nefes çekmişti. İçerideki tütsünün ne kadar yoğun olduğunu o an daha iyi anlamıştı. Çakıl taşları ve çimlerle süslenmiş bahçede henüz birkaç adım atmışken Rupert karşısında tekrar belirmişti.
"Efendi Alois, kuleyi bu kadar çabuk mu terk ediyorsunuz ?"
"Açgözlü olmamak gerek Rupert, daha birkaç gün buradayım."
Alois, karşısındaki adamdan ona kayığına kadar eşlik etmesini isteyecekken kısık bir ıslık sesi ve tok bir gürültü duymuştu. İrkilerek başını çevirip birkaç adım ötesine baktığında, bir erkek cesedi çakıl taşların üzerinde yatıyordu. Şaşkınlıkla başını kaldırıp parlak kulenin tepesine baktı. Kumar masalarında hile yapanların kuleden aşağı atıldıklarını duymuştu. Fakat böyle bir ana şahitlik edeceğini hiç düşünmemişti.
Birkaç kişi, düşen cesedin başına birikmişti. Alois kendi kendine uzak durması gerektiğini tembih ediyordu. Fakat içindeki merak mantığına galip gelmişti. Yaklaşıp insanların arasından yerde uzanan cesede baktı. Gözleri üzerinde gezdiği ilk an, damarındaki kanın çekildiğini hissetmişti. Sıçrayarak yanı başındaki Rupert'ın kolunu kavradı, yutkunamıyordu. Göğsü adeta üzerine bir kaya bağlanmışçasına ağırlaşmıştı. Alois, yerde kendi kanlı cesedini görüyordu. Yeşil gözleri açıktı, ağzından oluk oluk kan akıyordu.
"Gökler aşkına, Rupert bana aklımı kaybetmediğimi söyle."
Korkuyla nefesi kesilen Alois, bir müddet kanlı cesedine bakmıştı. İçini çekerek gözlerini açıp kapadığında ise, sadece bir an önce onun olduğu yerde hiç tanımadığı bir adam uzanıyordu. Dişlerini sıkarak Rupert'ın kolunu bırakıp bir adım geriye çekilmişti, gözleri ürkmüş bir şekilde etrafında dönüyordu. Refakatçisi ise onun bu haline pek oralı olmamış, aksine eğlenmişti. Alois şehrin yabancısı olduğunu adeta çığlık çığlığa bağırıyordu. Gülümseyerek yanına yaklaştığı genç adamın koluna dokunarak rıhtıma doğru yönlendirmişti.
"Duviel'e hoş geldiniz Efendi Alois."
Yazan ; İlknur DUMAN
* * *
İşte ilk bölüm ! Kuzguni benim çook beğendiğim – kargaya yavrusu şahin görünürmüş derler bilirsiniz 😂 – ve uzun zaman sonra beni bu kadar heyecanlandıran ilk iş, umarım sizler de beğenirsiniz 🙏 Fantastik bir hikaye ve ortada yeni bir dünya var, o yüzden aklınıza takılanları sormaktan lütfen çekinmeyin. İlk bölüm biraz ısınma aşamasıydı, olayların alt yapısını kurmaya çalıştım, diğer bölümle her şey hızlanacak diyebilirim.Giriş ve açıklama bölümlerini okumadıysanız bu bölüm sizin için biraz da olsa karmaşık gelecektir, o yüzden başa gidip bir göz atmanızı tavsiye ederim. Hepinizden yorumlarınızı bekliyorum, beğendiniz mi yoksa İlknur kaybol bu nee mi 😱 diyorsunuz duymak istiyorum 😂 Herkesi kocamaan öptüm, iyi okumalar 😽♥️
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top