⚜️Bölüm 9 - "Çırak"⚜️
"Quo fata ferunt."
⚜️⚜️⚜️
7 Sene Önce – Beyazkaya Sarayı / Calabar
"Nasıl gözüküyorum ?"
Ona ait küçük odadaki boy aynasının önünde dikilen Victor, yüzündeki muzip gülümseme ile yanı başındaki hizmetçi kıza dönmüştü. İsmi Sib'ti, üç gün önce saraya gelmesi ile birlikte hizmetine sunulmuştu. Pek uzun sayılmazdı, esmer bir tene ve tıpkı onun gibi kömür karası gözlere sahipti. Utangaç tavrı onu eğlendiriyordu. Sorusuyla birlikte cevap vermek yerine gözlerini devirerek başını eğmişti.
"Sib, benimle konuşursan daha eğlenceli vakit geçirebiliriz."
"Özür dilerim Lord Mascarián, sadece size karşı saygısızlık etmek istemiyorum."
"Gözlerinin üzerime dönmesi ya da benimle konuşman saygısızlık sayılmaz. Burada yeni olduğumu biliyorsun, tek arkadaşım sensin. O yüzden fikirlerine önem veriyorum. Şimdi söyle bakalım, nasıl gözüküyorum ?"
Sib mahcupça gülümseyerek gözlerini ona doğru çevirmişti. Uzun, siyah ceketinin içine giydiği gömleğin beyaz boyun bağını o bağlamıştı. Tereddüt ederek yaklaşıp elini üzerine uzatarak kumaşın kıvrımını düzelmişti. Geri çekildiğinde, yüzüne bakmaya hala çekiniyordu.
"Üzerinizdekiler size çok yakıştı."
"Teşekkür ederim, maharetli bir yardımcım var."
Sözleri genç kızın yanaklarını kırmızıya döndürmüştü, omuzlarını silkerek gülümsemişti. Victor, Genevan'da birkaç hizmetçiyi yatağına almıştı. Fakat Sib için bu yönde bir eğilime sahip değildi. Kızın tavrı onda şehvetten farklı hisler uyandırıyordu. Onu bu şekilde manipüle etmek niyetinde değildi.
Tekrar aynaya döndüğünde kısa tuttuğu siyah saçlarını son kez düzeltip geri çekilmişti. Sib'in omzuna dokunarak tekrar teşekkür etmiş, sonrasında ise odasından çıkmıştı. Beyazkaya sarayında büyük bir davet veriliyordu. Labirenti andıran birbirine geçmiş mermer koridorlar ve süslü holler her zamankinden daha kalabalıktı. Victor, sarayı daha önce iki ya da üç kez ziyaret etmiş olsa dahi konaklama şansına sahip olmamıştı. Ağabeyi Alban Mascarián, Kral Adon'un kurduğu kraliyet konseyinde hazine kâtibiydi. Diğer ağabeyi Jayce Mascarián ise babalarının ölümünden sonra Genevan dükü olmuştu. Yirmi üç yaşındaki Victor, hayatı hakkında ciddi kararlar vermesi gerektiğini düşünürken, Alban onu Calabar'a, yanına çağırmıştı. Kralın iradesiyle, onu emri altındaki defterdarlardan biri olarak görevlendirmişti. Bu durumu başka anlamamış olsa da, ağabeyi amacını açıklamıştı.
Bugünden sonra çırağım olduğunu düşün. Çarkın nasıl döndüğünü öğreneceksin.
Victor'un bu durumdan yana herhangi bir şikâyeti yoktu. Bilakis, sarayda, gücün merkezinde olmak Genevan'da vakit öldürmekten daha çok hoşuna gitmişti. Yine de, dikkatli davranması gerektiğinin farkındaydı. Savaş biteli iki sene olsa dahi, herkesin cebinde birbirine atmak için taşlar biriktirdiğinden emindi.
Büyük salonda ağabeyi Alban'a katıldığında Kral Adon ve Kraliçe Brenna'nın etrafında ağır zırhlı nöbetçiler olan, yükselti üzerindeki tahtlarında oturduklarını görmüştü. Victor, daha küçük kapsamlı bir kutlamada huzurlarına çıkıp selam vermesi gerektiğini biliyordu. Fakat o an, sarayın büyük salonu böylesine kalabalıkken buna gerek duymamıştı.
Etrafta dolaşan hizmetçiler, Duviel'den getirilen brendileri servis ediyorlardı. Victor daha önce böyle bir şey tatmadığına dair yemin edebilirdi. Bu kahverengi sihir, içtiği tüm içkilerden başkaydı. Kral Adon, tahta geçtiği ilk andan itibaren aile kültürünü ince ince saray kültürüne harmanlamaya başlamıştı. Davetlerde sunulan brendiler, değişen saray mutfağı bunların en küçük örneğiydi. Tüm ülkenin Duviel'e dönüşmesinden korkan insanları ürkütmemeye çalışıyordu. Fakat aynı zamanda hem kendinin hem de ailesinin varlığını ortaya koymakta çekinmiyordu.
Victor, bu nasıl hissetmesi gerektiği konusunda kararsızdı. Waldorf ailesi, diğer insanlardan farklı gözüküyordu. Adeta renksiz duran, uçuk mavi gözleri, simsiyah saçları ve en az sarayı kaplayan mermer kadar beyaz, pürüzsüz tenleriyle kusursuzdular. Konuştuklarında, kralın kendisi dâhil her birinin sözleri oldukça kibardı. Fakat tavırlarındaki kibri ve soğukluğu fark etmemek mümkün değildi. Ülkenin tahtına iki senedir hükmettikleri gerçeği bir yana, adeta kraliyet için doğmuş gibi duruyorlardı.
Bu, bir noktada itaati sağlasa dahi tüm ülkeye hâkim olan bir endişe vardı. İnsanlar sesli konuşmaya cesaret edemese dahi fısıltılar her köşe başından duyuluyordu. Waldorf ailesi üç tanrı inancına mensup değildi. Bu bile başlı başına bir sorunken, kültürlerinden kendi aralarında konuştukları dile kadar hükmettikleri toplumdan farklıydılar. Kral Adon, tahta çıkması ile birlikte hükümdarı olduğu ülkenin inancına ve kültürüne saygı duyduğunu deklare etmişti. Fakat bu endişeleri gidermek için yeterli gelmiyordu. Waldorf ailesinin yüz yılı aşkın süredir kullandığı politika aynıydı; sessiz kal, manipüle et, ele geçir. İnsanlar, bir müddet sonra ülkenin dört bir yanında ailenin sapkın tanrısı Skurk'un tapınaklarının yükselmesinden korkuyorlardı.
O an, salondaki brendi içen herkesin aklında bu soruların dönüp durduğunu biliyordu. Ağabeyinin yanında, saray soylularından birkaçı ile sohbet ederken gözleri etraftaki yüzlerdeydi. Amaçsızca vakit öldürüyorken, altın ve gümüş işlemeleri olan beyaz bir elbise giymiş, uzun boylu genç bir kızı fark etmişti. Kuzguni siyah, parlak saçları omuzlarından dökülüyordu. Avizelerden etrafa yayılan mum ışığını üzerinde taşıyan gümüş bir tacı vardı. Keskin bir yüze ve belirgin dudaklara sahipti. Mavi gözleri adeta renksiz gibi duruyordu. Prenses olmalı diye düşündü. Kral Adon'un kızını daha önce görmemişti, fakat varlığını biliyordu. Dahası, güzelliği birçok içki masasında kulağına çalınmıştı. Dedikoduların gerçek çıktığı nadir anlardan birini yaşıyordu.
Brendisinden bir yudum alıp gülümsedi. O andan itibaren yerinde duramayacağını biliyordu. Yavaş adımlarla prensesin yakınına ilerlemişti. Yanında, ondan büyük duran bir adam vardı. İyi giyinimli biriydi, düzgün bir yüzü vardı fakat ailesinden biriymiş gibi durmuyordu. İlgilenmiyormuş gibi görünüp sohbetlerine kulak kabarttığında adının Amadeus olduğunu öğrenmişti. Prenses Alita, adamdan biraz daha yanında kalmasını istiyordu. Fakat Amadeus, kalabalığı ve gürültüyü pek sevmediğini söyleyerek kibarca reddetmişti. Aptal herif diye düşündü. Prenses olmasa dahi, böyle bir kadını herhangi bir konuda reddetmenin onun gözünde ahmaklıktan başka açıklaması olamazdı.
Amadeus salonu terk etmesinin ardından prenses çevresindeki insanlarla bir müddet sohbet etmiş, sonrasında ise elindeki brendi bardağı ile birlikte uç köşede kalan balkona doğru yol almıştı. Victor, onu önce gözleri ile takip etmişti. Hevesli ve uygunsuz davranmamak adına bir miktar bekledikten sonra salonu dolduran kalabalığı yavaşça geçerek balkona ulaşmıştı. Prensesin arkası ona dönüktü, başını kaldırmış gökyüzünü izliyordu. Balkonda ondan başka kimsenin olmaması, Victor'u sevindirmişti. Ellerini önünde birleştirip başını eğdikten sonra yavaşça öksürerek boğazını temizlemişti.
"Majesteleri."
Alita, sesini işittiğinde olduğu yerde vücudunu ona doğru çevirmişti. Bundan güç bularak başını kaldırdığında buz mavisi gözleri ile karşılaşmıştı. Bakışları adeta doğduğu şehrin meşhur rüzgârlarını taşıyordu. Kibirli ve soğuk diye düşündü, klasik bir Waldorf.
"Özür dilerim, sizi tanımıyorum."
"Kendimi takdim etmeme izin verin. İsmim Victor Mascarián, sadık bir hizmetkârınızım."
O doğrulurken, Alita yavaşça başını sallamıştı. Mavi gözleri, herhangi bir tereddüt duymadan üzerinde geziyordu. Onu izlerken, mermer tırabzanın üzerine bıraktığı bardağına uzanıp içkisinden bir yudum almıştı.
"Lord Alban Mascarián'ın kardeşisiniz sanıyorum. Hakkınızda birkaç şey duydum."
"Bu noktada aynı yerdeyiz. Ben de sizin hakkınızda birçok şey duydum. Ve her bir kelimesinin doğru çıktığına şahitlik ediyorum."
Sözleri Alita'yı gülümsetmişti. Gülümsemesi utangaç, sevimli ya da kibar olduğunu göstermiyordu. Bilakis, altında başka anlamlar vardı; biraz kibirli, biraz da yoldan çıkarıcıydı.
"Saraydaki üçüncü gününüz olmasına rağmen politik dili çözmüşsünüz."
"Haddimi aşmak istemem majesteleri fakat insanın sizin gözlerinize bakarken gerçeği söylemekten başka çaresi kalmıyor."
"Hakkımda dolaşan birçok gerçek var, sizin hangisine inandığınızı bilmem mümkün değil."
Victor elinde olmadan gülümsedi. Bilerek yapıyor diye düşündü, kartlarımı açık oynamamı istiyor.
"Eşsiz bir güzelliğiniz var. Eminim başka birçok kıymetli özelliğe sahipsinizdir. Fakat güzelliğiniz her şeyin ötesine geçiyor."
Alita kaşlarını kaldırarak dudaklarını bükmüştü. Söyledikleri onu etkilemiş gözüküyordu. Boşta olan elini öpmesi için ona doğru uzatırken aynı zamanda mırıldanmıştı.
"Tanıştığımıza memnun oldum Lord Victor."
Victor, Alita'nın soğuk elini kavrayıp dudaklarına götürdüğünde tenine garip bir sıcaklığın yayıldığını hissetmişti. Kim bilir dudaklarının tadı nasıldır diye düşündü. Gözlerinin içine bakarak yavaşça geri çekildiğinde, soğuk elini avucundan bırakmamıştı.
"Memnuniyet bana ait. Saraya gelmekle hata edip etmediğimi düşünüyordum. Artık doğru kararı verdiğime eminim."
Alita gülümsemişti. Gözleri önce avucundaki eline sonrasında ise ona dönmüştü. Rahatsız olmuş gibi durmuyordu. Konuşurken sesi oldukça muzipti.
"Oldukça cesur birisiniz. Sizinle iyi anlaşacağız gibi duruyor, kim bilir belki dost bile oluruz."
"Majesteleri, kabalık etmek ya da haddimi aşmak niyetinde değilim. Sözlerim için beni bağışlayın fakat sizinle dost olmak isteyeceğimi sanmıyorum, en azından kalbimden geçen bu."
Victor, çizgiyi geçtiğinin farkındaydı. Kontrolünü kaybetmiş değildi, sadece karşısındaki kadının gözlerine baktığında tenine yayılan garip sıcaklığın tek taraflı olmadığını hissediyordu. Ona kur yaptığı için kellesinden olacağı ya da saraydan kovulacağı yoktu. Yine de, yüzüne sert bir tokat yiyebileceğinin farkındaydı.
Saklamaya çalıştığı heyecan ve tedirginlikle alacağı karşılığı beklerken, Alita tekrar yavaşça gülümsemişti. Soğuk gözlerini bir an olsun gözlerinden ayırmıyordu. Victor, daha önce hiç kimsenin bir gülümsemesiyle bu kadar fazla şey anlattığına şahitlik etmemişti. Prenses dudaklarını her kıvırdığında, altında farklı bir anlam yatıyordu. İçkisinden son yudumunu aldıktan sonra boş bardağını arkasında kalan tırabzana bırakmıştı. Elini avucundan çekip ona doğru sokulmuştu. Soğuk parmaklarını omzuna yerleştirip kulağına fısıldadıktan sonra salondaki kalabalığın arasına karışmıştı.
"Güzel bir yüzünüz var, Lord Mascarián. Fakat istediğiniz şey için daha fazla çaba göstermeniz gerek."
DC 138 / Güncel Zaman – Calabar
Victor, Alita ile birlikte Lord Gustav'ın çalışma odasında karşılıktı oturuyordu. Kralın ani rahatsızlanması ile saray sessiz bir karmaşanın içine düşmüşken, alınması gereken hızlı kararlar vardı. Oluşabilecek herhangi bir kargaşanın önüne geçilmesi gerekti.
Prenses Alita'nın ihtişamlı düğünü başkent Calabar'a ülkenin her yerinden birçok soylunun birikmesini sağlamıştı. Bu tür kutlamalar, çoğu kişi için isteklerini dile getirmekte aracı olarak kullanılıyordu. Victor, konuklarını kabul ettiği kendi çalışma odasında soylu bir misafiri ile görüşürken, kraliyet muhafızlarından biri ağır zırhı ile belirip kralın onu acil bir şekilde huzuruna çağırdığını söylemişti. Bu bile onu başlı başına endişelendirmeye yetmişken, muhafız eşliğinde kralın dairesine girdiğinde hiç beklemediği bir manzara ile karşılaşmıştı. Kral Hagen, kireç kadar solgun yüzüyle yatağında uzanıyordu. Başında saray hekimleri ve amcası olan Lord Gustav vardı. Huzura çağırılmasını bilinci kapalı kral değil o emretmişti. Şüphe uyandırmamak adına yeğeninin adını kullanmıştı.
Hekimler, incelemelerini yapsalar dahi Kral Hagen'a ne olduğunu anlamamışlardı. Zehirlenme ihtimali zihinlerde dolaşsa dahi pek kuvvetli bir seçenek değildi. Burnundan kan sızarak birden yığılan adam nefes alıyordu. Fakat kalp atışları yavaşlamıştı, soluğunun cılızlaştığını fark etmişlerdi. Tüm bunlar korkuya neden olurken, Kral Hagen mavi gözlerini yavaşça aralamıştı. Söylediği ilk şey yorgun olduğuydu. Her zaman soğuk bir ışık saçan gözleri bitkindi, parmaklarını hareket ettirmekte dahi güçlük çekiyordu.
Fakat kendine gelmiş olması başlı başına büyük bir müjdeydi. Başında nöbet tutan hekimler, bununla birlikte ilaç tedavisine başlamışlardı. Krala ne olduğunu hala tam olarak söylemeseler dahi ilk hedefleri vücudunu güçlendirmek olmuştu.
Bununla birlikte Lord Gustav, kapıdaki nöbetçileri ve daire içinde bekleyen muhafızları arttırarak durum değerlendirmesi yapmak için onunla birlikte kralın yanından ayrılmıştı. Çalışma odasına geldiklerinde, Alita masasının önündeki sandalyelerden birine oturmuş onları bekliyordu.
"Majesteleri kendine geldi. Durumu iyi, hekimleri kendisiyle ilgileniyorlar. Bir müddet rahatsız edilmeden istirahat etmesi onun için en iyisi olacaktır."
Lord Gustav oldukça soğukkanlıydı. Masasına oturduğunda, bir müddet yeğeni ile ilgilenmek yerine açıkta duran kâğıtlarını toparlayıp deri kapaklı dosyasının içine koymuştu. Gümüş sürahisine uzanıp suyunu içtikten sonra arkasına yaslanıp gözlerini üzerine çevirmişti. Victor, Alita'nın sakin kalmak adına büyük bir çaba harcadığını görebiliyordu. Oturduğu yerde, ellerini kucağının üzerinde birleştirmişti, parmak uçlarına tırnaklarını batırıyordu.
"Yanı başımda yere yığıldı, yüzü kan içindeydi. Onu görmek istiyorum. Buna ancak gözlerimle gördüğümde inanırım."
"Maalesef, mümkün değil. Şu an ilgilenmemiz gereken daha acil konular var."
"Amca, Hagen neredeyse ölüyordu. Kardeşimi görmek istiyorum, benim için daha acil bir konu yok."
Alita hissettiği duyguları nadiren belli eden bir kadındı. Ona baktığınızda tek görebileceğiniz kibirli ve soğuk bir prensesti. Fakat o an, kapıldığı korku ses tonundan renksiz gözlerine kadar hissediliyordu. Yapabilse, uzanıp parmak uçlarını kızarttığı elini tutmak isterdi. Alita'nın içindeki en büyük korkuyu biliyordu; yalnızlık. Hagen'ın ölümü, onun için felakete dönüşebilirdi.
"Bir konuya açıklık getirelim; Hagen senin kardeşin değil. Bir zamanlar öyleydi fakat artık değil. O bir kral. Bu unvan onu birinin oğlu, kocası ya da yeğeni olmaktan öteye götürüyor. Bunu uzun zamandır anlatmaya çalışıyorum. Fakat kabul edildiğini düşündüğüm her an beni hayal kırıklığına uğratıyorsun."
"Amca-"
"Şu an onu görmeye yetkisi olan tek kişi benim. Amcası olduğum için değil, baş danışmanı olduğum için. Hagen tacını takmamış olsa, ona en yakın isim annesi ve sen olurdun. Fakat bir kral olarak en yakını benim. Majestelerinin istirahat etmesi gerek. Ben aksini söyleyene kadar nöbetçiler yanına kimseyi almayacak."
Alita üst dudağını ısırarak başını sallamıştı. Victor, tırnağını batırdığı parmak ucunu kanattığını görebiliyordu. Bununla birlikte, yükselen gerginliği azaltmak adına araya girme ihtiyacı hissetmişti.
"Majesteleri zamanla gücünü tekrar toplayacaktır. Bizim yapmamız gereken sanıyorum bu durumu saraydaki misafirlerimize yansıtmamak."
"Haklısın. Bu konu oldukça hassas. Saray hekimlerinden, muhafızlar ve nöbetçilere kadar herkesin ağzını kapalı tutması gerek. Onların gözlerini korkutabiliriz. Fakat majestelerinin yokluğu dikkat çekecektir. Bu noktada üçümüze de yük düşünüyor."
Gustav'ın sözleri üzerine Alita devirdiği bakışlarını kaldırmıştı. Oturduğu yerde hala kan bulaşan parmakları ile oynuyordu.
"Misafirlerle ben ve Alois ilgilenebiliriz. Bir ya da iki güne yoğunluk azalacaktır."
"Kocana kesinlikle bu durumdan bahsetme. Haber babası Dük Hallstein'ın kulağına gidebilir."
Victor herhangi bir tepki vermemek için vücudunu kontrol etmek zorunda kalmıştı. Bu gerçeği kabullenmekte güçlük çekerken, alışmak tamamen farklı bir durumdu. Öyle hassas bir terazinin üzerindeydi ki, gözlerini devirmesi, gürültülü nefes alması ya da boğazını temizlemesi yanlış anlaşılabilirdi. Alita ve kocasının bahsi geçtiği an adeta ölü olması gerekiyordu.
"Kocamdan önce endişelenmemiz gereken biri var. Helma nerede ?"
"Bayıldığını kendi gözlerinle gördün. Dairesinde, bir hekim ve Brenna başında bekliyor."
"Ona güvenmiyorum amca. Hagen iyileşene kadar dairesinden çıkmaması daha iyi olur. Hatta ağzını aramanı dahi tavsiye ederim. Tüm bunların altından onun ve babasının adı çıkarsa şaşırmam."
"Saygısız olarak addetmeyin fakat size katılmıyorum, majesteleri. İma ettiğiniz gibi bir durum olsa Dük Dúpont başkenti terk etmez, bilakis kızının yanında olurdu. Henüz torunu doğmamışken böyle bir şeye kalkışacağına ihtimal vermiyorum."
Victor fikirlerini paylaştığında, Alita'nın gözleri uzun zamandan sonra ilk kez üzerine dönmüştü. Bu bakışı biliyordu. Eğer yapabilse, eline geçen ilk şeyi suratına fırlatırdı. Bu durumu daha önce tecrübe edinmişti. Fakat o an bunun yerine parmak uçlarını sıkmaya devam ediyordu.
"Umarım siz haklı çıkarsınız Lord Mascarián."
"Ben de Victor'a katılıyorum. Fakat tedbir olması açısından bu süreci gizli bir şekilde denetlemek gerek. Yine de önceliğimiz içinde bulunduğumuz durumu en hasarla atlatmak olmalı. Alita, seni bu konuda ayrıca bilgilendirmeme gerek yok, iltimas gösterilmesi gereken misafirlerimizi biliyorsun. Kendine bir takvim oluşturup kontrolü eline alabilirsin. Özellikle Dük Hallstein'a dikkat etmemiz gerek. Kral ile olan görüşmesini ben devralacağım. Israrcı olacağını tahmin ediyorum. Sana herhangi bir şey sorarsa sakın açık verme."
Ve konuşmaları bu şekilde devam etmişti. Alita aileyi temsil edip misafirlerle ilgilenme görevini üstlenmişti. Eğer sakinleşirse Brenna ve Helma da ona katılacaklardı. Victor ve Gustav ise talepler ve isteklerle gelen dükler ve soylularla görüşüp kralın iradesini temsil edeceklerdi. Hagen'ın yokluğu sorgulandığında kullanılacak anahtar cümlede ise ortak bir karara varmışlardı; Majesteleri Kral Hagen son günlerde bir hayli yoğun, oldukça önemli bir misafirini ağırlıyor.
"Bu arada, prenses hazretleri buradayken sizi bilgilendirmem gereken bir konu var Lord Gustav. Dük Hallstein, bana vergi indirimi konusunu açtı. Sebebini sorduğumda tatmin edici cevaplar alamadım fakat isteğinde ısrarcıydı. Ben defterdarlarım tarafından Drindall'da denetleme yapılmadan bunun mümkün olmayacağını söyledim. Sanıyorum isteğini size de sunacaktır."
"Doğru karar vermişsin. Ivar ve Igor dahi gelip böyle bir istekte bulunsa defterdar yollamadan kabul etme. İnsanlara imtiyazlar sağlayabiliriz. Fakat ağırlığın bizde olduğunu bilmeliler."
Belli belirsiz gülümseyen Victor yavaşça başını sallamıştı. Bu sözlerin arkasındaki imayı biliyordu. Hedefi genç Alois ve ailesi olsa dahi ucundaki hedeflerden biri oydu. Mascarián ve Waldorf aileleri uzun yıllara dayanan bir işbirliğine sahipti. Victor, önceleri bunu sadece gönül bağlarına yoruyordu. Kral Adon ve aile büyükleri dost sayılırlardı. Gerçeği ancak ağabeyi Alban'ın çıraklığını yapmasıyla birlikte görebilmişti. Waldorflar, vergiler ve gelir-gider düzeni üzerinde oynayıp kraliyeti kendilerine borçlandırıyorlardı. Sarayın kasasındaki altınlar şişirilen giderler üzerinden gizlice Waldorflar'a aktarılıyordu. Ailenin buradaki amacı gizli bir gelir kalemi yaratmaktan daha fazlasıydı. Duviel'e gelen altınlardan beşte biri kendi kasalarında kalıyordu. Diğer beşte biri Mascarián ailesine aitti. Geriye kalan beşte üçlük pay ise borç olarak saraya geri dönüyordu. Kurulan bu çarkın amacı, Waldorf ailesi günün birinde tahtta olmasa dahi kraliyeti onlara bağımlı hale getirmekti. Tüm bu düzeni kâğıtların ve hesapların arasına saklamak büyük bir maharet gerektiriyordu. Waldorf ve Mascarián aileleri olarak bu konuda büyük bir uyum yakalamışlardı.
"Müsaadenizle, uzun bir gün oldu. Alois yokluğumu sorgulayacaktır, yanına geçmem gerek."
Alita ayağa kalktığında Victor da hareketlenmişti. Masasının arkasındaki ahşap kakmalı sandalyesinde oturan Gustav'a dönmüştü.
"Ben de izninizi istemek durumundayım."
Gustav sadece elini kaldırarak kapıyı işaret etmişti. Önden ilerleyen Victor, kapıyı prenses için açtığında koridor boyunca birlikte ilerlemeye başlamışlardı. Bu yalnız kaldıkları nadir anlardan biriydi. Gözleri yavaşça yanındaki kadının üzerine dönmüştü. Yüzü kaskatıydı, başka biri bunu her zaman sahip olduğu soğukluğa yorabilirdi. Fakat Victor, prensesin o an sert görüntüsünü korumak için harcadığı çabayı görebiliyordu.
"Korkmana gerek yok. Majestelerinin durumu iyi, hekimler yorgunluğun onu bu hale getirdiğini söylüyor. Bir iki güne kendini toparlayacaktır."
Alita sadece dudaklarından arasından mırıldanarak teşekkür ederim demişti. Gözleri üzerine döndüyse bile onun gözleri ile karşılaştığı an uzaklaşmıştı. Artık evli diye düşündü. Bu ona hala komik bir şaka gibi geliyordu. İnsanın sahip olduğu şeyi kaybetmesi zordu, bir başkasına ait olduğunu görmek ise zordan biraz daha fazlasıydı. O an, koridorda baş başa yürüyorlarken gözleri üzerinde serbestçe gezmişti. Siyah saçı her hareketlendiğinde kokusu burnuna doluyordu. Tüm bunlar onu geçmişte kalan anılara sürükleyecek gibi olduysa da buna izin vermemişti. Takip ettikleri koridor onları hole çıkardığında insanların arasına karışmışlardı. Bununla birlikte gözlerini Alita'nın üzerinden çekmişti. Birbirlerine başlarını eğerek selam verdikten sonra yolları tekrar ayrılmıştı.
"Lord Mascarián."
"Majesteleri."
* * *
Helma gözlerini araladığında kendi yatağında uzanıyordu. Başucunda, üzerindeki uçuk mavi kıyafetten çıkardığı kadarıyla bir saray hekimi bekliyordu. Kendine geldiğini gördüğünde başını kaldırıp dairenin diğer ucuna seslenmişti.
"Majesteleri, Kraliçe Helma kendilerine geldiler."
Adamın sözlerinden biraz sonra, ana kraliçe Brenna ağır adımlarla yanında belirmişti. Üzerinde krem rengi, kolları uçuş uçuş olan tül kaplama bir elbise vardı. Yatağının cibinliğini kaldırıp eğilerek elini alnına koymuştu, yüzünde gerçek bir endişe vardı.
"Helma, tanrılara şükürler olsun."
Helma, uzandığı yerde doğrulup kadının alnındaki elini avucuna almıştı. Kendi durumu ya da bebeği aklına dahi gelmemişti. Öğrenmek istediği tek şey Hagen'dı.
"Hagen nasıl? Lütfen bana iyi olduğunu söyleyin. Bana kocamın yaşadığını söyleyin."
"Şşşt, sakin ol. Oğlumun başına bir şey gelse ben burada olabilir miydim? Hagen gayet iyi, dairesinde istirahat ediyor."
İçini çektiği an gözlerinden damlalar yuvarlanmaya başlamıştı. Yüzünü, elini tuttuğu Brenna'nın koluna yaslayıp kendini göğsünden yükselen hıçkırıklarına teslim etmişti. Vücudu, zihni, dengesi alt üst olmuştu. Beni kandırıyor olabilir mi diye düşündü. Brenna, yatağında yanına oturup onu kendine doğru çekerek sarılmıştı. Başını kadının omzuna yaslamışken, sırtını okşadığını hissedebiliyordu. Hagen ölmedi diye geçirdi içinden. Eğer ölmüş olsa, Brenna'nın yanı başında olamayacağını biliyordu. Bunu düşünmek dahi onu belli bir ölçüde rahatlatmıştı. Fakat korkuları yerle bir olmuş değildi.
Saray hekimi onu bir kez daha muayene etmişti. Kanaması yoktu, bebeği karnında hareketliydi. Yaşadığı şokun etkileri vücudunda kendini gösterse dahi, sağlığında herhangi bir sorun yoktu. Bu hem onun hem de Brenna'nın içini rahatlatmıştı. Hekim, eşyalarını toplayıp dairesinden çıktığında solgun gözleri baş nedimesi Saline'e dönmüştü.
"Saline, beni majesteleri ile yalnız bırakın."
Genç kadın emrine uymuş, maiyetinin geri kalanını yanına alarak dışarı çıkmıştı. Baş başa kaldıkları an, başucunda dikilen Brenna'nın gözleri üzerine dönmüştü. Tıpkı kendine geldiği ilk anda yaptığı gibi yatakta yanına oturmuştu.
"Helma, zor bir durumun içerisinden geçtiğinin farkındayım. Fakat bebeğin için güçlü olman gerek."
"Teşekkür ederim, yanımda olduğunuz için minnettarım. İlginiz karşısında kendimi mahcup hissediyorum."
Brenna solgun gülümsemesiyle uzanıp karnını okşamıştı. Bu aklına Alita'yı tekrar getirmişti. Kadının soğuk gözleri, korkunç fısıltısı aklından çıkmıyordu. Ürperdiğini hissetti. Kendini hiç olmadığı kadar kapana sıkışmış hissediyordu. Brenna onun için sığınılabilecek tek limandı. Karnının üzerindeki elini kavrayarak içindekileri ona dökmüştü.
"Daha fazlasını talep etmeye hakkım yok, biliyorum. Yanımda konuşabileceğim, sığınabileceğim başka biri olsun isterdim. Ama yok, ben bu sarayda yapayalnızım. Hagen olmadan bir hiçim. Ve korkuyorum. Eğer bu yaptığımı şımarıklık olarak görüyorsanız özür dilerim. Ama kimsem yok ve ben çok korkuyorum."
Helma sakin kalmak için çabalasa dahi gözyaşlarını durduramamıştı. Yaptığının doğru ya da yanlış olduğunu düşünmemişti. Sadece içini kemiren duyguları en ham haliyle karşısındaki kadına anlatmıştı. Onun bu hali, Brenna'yı üzmüştü. Bunu yüzünde görebiliyordu. Boşta olan eliyle ıslanan yanaklarını silmişti. Gözlerinin içine bakarken şefkatle mırıldanıyordu.
"Nedir seni bu kadar korkutan? "
"Lütfen beni bağışlayın. Ne size ne de ailenize hakaret etmek istemem. Fakat... Prenses benden nefret ediyor. Bunu biliyorum, bunu ilk andan beri iliklerimde hissediyorum. Bugün Hagen'ın başındayken bana bir şey söyledi, tek cümle. Ne dediğini anlamadım ama mümkün olsa beni orada öldürebilirdi. İleri gittiğimi düşünebilirsiniz ama bunun önüne geçemiyorum; bana yardım edin lütfen. Alita'nın beni öldürmesinden korkuyorum."
Gözyaşları sicim gibi akan yağmura dönüşmüştü, hıçkırıklarının yükselmesi ile birlikte Brenna onu tekrar kendine çekip sarılmıştı. Elleri bu kez bukleleri olan altın sarısı saçlarının arasında geziyordu. Helma bunu hak etmiyorum diye düşündü. Kadının yüce gönüllüğü onu daha çok utandırıyordu. Babası Brenna'nın oğlunu öldürmüşken, o Helma'yı kollarına sarmıştı. Böyle bir geçmişe sahip olan bir evlilikte nasıl mutlu olunabilir ki diye geçirdi içinden. Ona uzanan eli tutmaktan dahi utanırken bir mutluluğu talep edebilir miydi? Cevabı bilmiyordu.
Biraz olsun sakinleşebildiğinde, kadının kollarını kavrayarak geriye çekilmişti. Brenna'nın gözlerinde ne gördüğünü kestiremiyordu; hüzün, endişe, acıma, belki bir parça da sevgi. Yine de buna minnettardı. Kadının varlığı ona biraz da olsa iyi gelmişti.
"Kendini daha iyi hissediyor musun ?"
"Hagen'ı görmeden buna cevap veremem."
"Maalesef. Onu henüz ben dahi göremedim. Bir iki gün yanına kimse alınmayacak, dinlenmesi gerekli."
Helma usulca başını sallamıştı. İnce parmakları ile ağlamaktan kızaran ıslak yüzünü silerken aynı zamanda mırıldanıyordu.
"Eğer sözlerimde haddimi aştıysam lütfen beni bağışlayın. Sadece... Sanırım bir an kendimi kaybettim."
"Özür dilemene gerek yok. Seni anlıyorum, korkunu anlıyorum. Alita'nın doğası bu Helma, ondan senin ya da benim gibi olmasını bekleyemezsin. Dikenleri var, batırmaktan çekinmez. Fakat adam öldürmek, kardeşinin karısını öldürmek onun yapabileceği bir şey değil."
"Buna inanmayı tüm kalbimle diliyorum. Zira ona karşı koyabilecek güçte değilim."
Konuşurken sesi titremişti. Başını eğip ıslak gözlerini silerken Brenna çenesine dokunup ona bakmasını sağlamıştı. Gözleri biraz önce sahip olduğu şefkatli havayı kaybetmişti, konuşurken sesini yumuşak ya da avutur tonda kullanmıyordu.
"Kraliçe olan sensin Helma, bunu unutma. Sahip olduğun gücü benimsemezsen kimseye kabullendiremezsin."
Helma bu sözlere herhangi bir karşılık verememişti. Yutkunarak Brenna'nın gözlerine bakarken, oturduğu yerden yavaşça kalkıp dinlemesi gerektiğini söyleyerek dairesinden çıkmıştı. Onun gidişi ile birlikte Saline ve diğer nedimeleri yanına gelmişlerdi. Akşam yemeği masasında hazırlansa dahi canı bir şey yemek istemiyordu. Yatağından çıkmadan et suyuna yapılmış çorbasını içmiş, sonrasında ise sırt üstü uzanarak uzun uzun düşünmüştü. Brenna'nın sözleri zihninde tekrar tekrar yankılanıyordu.
Sahip olduğun gücü benimsemezsen kimseye kabullendiremezsin.
Helma, o an için herhangi bir güce sahip olduğunu düşünmüyordu. Fakat yapabileceği birkaç şey olduğunun farkındaydı. Böyle bir korku ile yapayalnız kalmak istemiyordu. Saline'in yardımıyla yatağından kalkıp odasındaki küçük masaya geçmişti. Kâğıt ve mürekkep getirilmesini isteyerek kısa mektubunu ele almıştı. Babasına Hagen'ın hastalandığını, durumunun iyi olduğunu fakat teyakkuzda kalması gerektiğini haber veriyordu. Yalnız kalmak istemediğini sözlerinde özellikle belirtmişti. Üfleyerek, mürekkebini bizzat kuruttuktan sonra kâğıdı özenle katlayıp evlenmeden önce kullandığı aile yüzüğü ile mühürlemişti.
"Saline."
"Bir arzunuz mu var majesteleri ?"
"Bu mektubu Lord Valuan'a götür. Kimsenin dikkatini çekmemeye dikkat et. Hafızam beni yanıltmıyorsa kendisi yarın sabah yola çıkacak. Lord Hazretlerine en içten selamlarını iletmeni istiyorum, mektubumu babama götürmesi gerektiğini ilet. O gereğini yapacaktır."
Saline emredersiniz majesteleri diyerek elindeki mektubu alıp daireden çıkmıştı. Oturduğu sandalyede bir müddet kalan Helma, doğru yapıp yapmadığından emin değildi. Kapıldığı korkunun onu yönlendirmesini istemiyordu. Fakat böyle bir durumun içine düşmüşken hiçbir şey yapmaması mümkün değildi. Belki de Hagen öldü, benden saklıyorlar diye düşündü. Brenna ona dairesinden çıkmamasını tembih etmişti, bunun Lord Gustav'ın öğüdü olduğunu söylüyordu. Hagen'ın kimseye gösterilmemesi, onun kibar bir yolla odasına kapatılması içinde korkuyu körüklemişti. Sıkıntıyla derin bir nefes alıp karnını okşadı. Bir şeyler olduğuna emindi. Fakat eğer mektubu babasının eline ulaşırsa, bununla tek başına yüzleşmek zorunda kalmayacaktı.
* * *
Alois, Alita ile ona ait olan dairedeki küçük masada kitap okuyorken, kapı sesiyle birlikte irkilip başını kaldırmıştı. Gün batalı bir hayli oluyordu, tüm gün nerede olduğunu bilmediği karısı elbisesini eteklerini savurarak bir anda karşısında belirmişti. Yüzü solgun duruyordu, ifadesi adeta kaskatıydı. Alois üzgün mü yoksa öfkeli mi olduğunu çıkaramıyordu. Fakat yolunda gitmeyen bir şeylerin olduğu apaçıktı.
"Merhaba."
Alita, omzundaki siyah, tül şalı adeta bir şeylerden hıncını alırcasına çıkarıp yataklarının ucunda duran divana fırlatmıştı. Yanındaki sandalyeyi çekip oturduğunda, elinde mührü kırılmış bir mektup tutuyordu.
"Merhaba."
"Her şey yolunda mı? Tüm gün ortada yoktun, şimdi de pek iyi gözükmüyorsun."
Alita'nın buz mavisi gözleri üzerine dönmüştü. Bir şey söylemeden, uzun uzun gözlerinin içine bakmış, sonrasında ise içini çekerek arkasına yaslanmıştı. Elindeki mektubu ritim tutarak masaya vuruyordu.
"Akşam yemeğini yedin mi ?"
"Hayır, seni bekledim."
"Özür dilerim, pek aç değilim. Sen yemeğe geçebilirsin, ben yıkanmak istiyorum."
Alita, herhangi bir şey söylemesine izin vermeden masadan kalkmıştı. Üzerindeki elbiseyi çıkarıp dairelerindeki banyo bölmesine yönelmişti. Elindeki mektup o an masada duruyordu. Alois, bir an uzanıp okumayı düşündüyse de vazgeçmişti. Sorun her neyse, bunu uygunsuz bir şekilde öğrenmek istemiyordu. Bir müddet olduğu yerde oturup karısına yalnız kalması için zaman vermişti. Sonrasında, tıpkı onun gibi üzerindekiler çıkarıp banyoya varmıştı. Alita, havuzun suyun altında kalan basamağında oturuyordu. Yıkanıyor değildi, hatta üzerine su dahi dökmemişti. Olduğu yerde oturmuş, karşısındaki duvarı izliyordu. Onun geldiğini gördüğünde bakışlarını kaldırmıştı. Alois, basamakları dikkatlice inip suyun içinde ilerleyerek yanını bulmuştu. Oturduğunda, eline uzanıp kavrayarak kendine doğru çekmişti.
"Sana herhangi bir şey sormayacağım. Konuşmak zorunda değiliz. Eğer istersen seni yıkarım, ikizlerin kadar becerikli olmasam da sanırım yapabilirim."
Sözleri Alita'nın yüzünde solgun bir gülümseme getirmişti. Oturduğu yerde yavaşça ona doğru dönmüştü. Sokulup dudaklarını kısacık öptükten sonra gözlerinin içine bakarak fısıldamıştı.
"Bu çok iyi olurdu."
Alois daha fazlasını duymaya ihtiyaç duymuyordu. Alita'nın siyah saçlarını okşadıktan sonra arkasına kalan gümüş tasa su doldurarak yavaşça başından aşağı dökmüştü. Beyaz sabunu saçlarının arasında gezdirmesiyle birlikte burnuna hoş bir çiçek kokusu dolmuştu. Belini kavradığı karısını kendine doğru çekmişti. Onu yıkaması için ayağa kalkmaya gerek duymuyordu. Köpüren saçlarını canını acıtmamak için dikkatlice ovalamıştı. Alita'nın saçları oldukça gürdü, fakat buna rağmen yumuşak ve uysaldı. Parmaklarını arasında gezdirmek ona hoş bir oyun gibi geliyordu. Elindeki sabunu bırakıp saçlarını duruladığında, Alita oturduğu yerde tekrar ona doğru dönmüştü. İlk andaki öfkeli ruh hali kırılmış gibi duruyordu.
"Haklısın, iyi değilim. Bugün çok kötü bir şey oldu. Ve ben bunu sana anlatamam."
Alois, vereceği herhangi bir aşırı tepkinin onu etkileyeceğini düşünüyordu. Herhangi bir şey söylemeden başını salladı. Ona doğru sokulup, omzunun üzerinden arkasında kalan bez life uzanmıştı. Suya sokarak ıslatmış, saçlarını yıkadığı sabunla köpürttükten sonra koluna uzanıp kendine çekmişti.
"Bu kötü şey telafi edilebilir mi ?"
"Sanırım, bilmiyorum."
"Eğer bilmiyorsan, hala şans var demektir."
"Haklısın, şans olabilir. Fakat gelişen sonuçlar midemi bulandırmaya yetiyor."
Elindeki lifle kolunu ovarken üzerine doğru eğilmişti. Parmakları omuzlarından sırtına doğru yol alırken birbirlerine oldukça yaklaşmışlardı.
"Sadece emin olmak için soruyorum, bu kötü şey benimle alakalı mı ?"
"Hayır, öyle olsa emin ol sorgulamak zorunda kalmazdın."
Alois ona ne şüphe diye mırıldanmıştı. Belini kavradığı karısının arkasını dönmesini sağlamıştı. Elleri köpüklü lifle sırtında gezerken yaklaşıp ıslak boynunu öpmüştü. Parmakları belirgin kürek kemiklerinden belinin kıvrımlarına doğru inmişti. Lifi karnının üzerinde gezdirirken Alita mırıldanmıştı.
"Ailenle büyük bir yemek masasında oturduğunu düşün. Açık penceren içeri renkli kanatları olan bir kelebek geliyor. Sen zehirli olduğunu anlıyorsun fakat ailendeki hiç kimse buna inanmıyor. Zarif kelebeğin tehlikeli olduğunu ne kadar anlatsan da oralı olmuyorlar. Sevdiklerinden birinin canını yakacağını bile bile, bu küçük sevimli kelebeği masada tutar mıydın ?"
İçini çekmek zorunda kalmıştı. Bunun bir metafor olduğunu görebiliyordu. Alita'nın sorunu her neyse, ailesinin içindeydi. Belki de anlatamama sebebi budur diye düşündü. Dikkatli konuşması gerektiğin biliyordu. Hâlihazırda kollarının arasındayken, çenesini omzuna dayayarak yüzlerini birbirine yaklaştırmıştı.
"Ben kelebekleri severim. Zehirli olanı ile henüz hiç karşılaşmadım, karşılaştıysam da bilmiyorum. Yine de, anlattığın gibi zarif ve renkli bir kelebeği öldürmek vahşilik sayılır. Ben, aileme ve bana dokunmadığı sürece masada kalmasından rahatsız olmazdım."
Alita kaşlarını kaldırarak gülümsemişti. Kollarının arasında yavaşça hareketlenip ona doğru dönmüştü. Uzun parmakları saçlarının dalgaları arasında geziyordu. Tıpkı ilk anda olduğu gibi sokularak dudaklarını öpmüştü. Geri çekildiğine, gülümseyerek gözlerinin içine bakıyordu. Onun bu hali Alois'i tedirgin etmişti. Yüzüne gelen bir parça ıslak saçı geri çekerek aynı soruyu ona sormuştu.
"Peki, sen ne yapardın? Öldürür müydün? "
Alita başını iki yana doğru sallamıştı. Sırıtmamak için dişlerinin arasına aldığı dudağını ısırıyordu. Konuşurken üzerine doğru eğilmiş ve bir sır verircesine dudaklarına fısıldamıştı.
"Öldürmezdim, kanatlarını koparırdım."
Yazan; İlknur DUMAN
* * *
Hadi itiraf edin, bunu beklemiyordunuz :D Bunu derken, hem Victor'u kast ediyorum hem de erkenden bölüm atmamı :D Aslında Alita ve Victor ilişkisine henüz değinmeyi planlamıyordum. Diğer bölümü eklediğim gün müzik dinlerken bir şarkıya denk geldim. Doksanları yaşayanlar Özbek şarkıcı Şahsenem'i hatırlar, keşfet listeme onun gözyaşlarım anlatır şarkısı düşmüş. Dinlerken hem kendim bir nostalji yaşadım, hem de nakarat kısmının tam olarak Alita&Victor ikilisinin hikayesini özetlediğini fark ettim. O hızla da bölüm yazmaya koyuldum :D Okuyan herkes alt kısımda kalan yıldıza tıklayarak oy verirse müthiş sevinirim. Bence karşılıklı anlaşabiliriz beğeni sınırı falan hoş olmuyor :D Ayrıca yorumlarınızı okumaktan büyük keyif duyarım :-* Hepinizi kocamaan öptüm, kendinize çook iyi bakın :-*
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top