⚜️Bölüm 8 - "Kardeşim"⚜️
"Memento Mori."
⚜️⚜️⚜️
15 Sene Önce - Duviel
Hagen, kardeşi Alita ve ağabeyi Magnus ile birlikte Kuzgun Tepe'deki Róden bahçesindeydi. Etrafı ağaçlarla sarılı, kılıç talimi için kullanılan parke taşı döşenmiş yuvarlağın içinde üçü bir arada duruyorlardı. Yanlarında kılıç hocaları ya da onlara bakmakla mükellef herhangi biri yoktu. Magnus, onları sabah yataklarından kaldırıp balık tutmaya götürmüştü. Kahvaltıdan sonra babalarına onunla kılıç talimi yapacağını söylemiş fakat yanlarına Alita'yı da almıştı. Hagen, böyle bir şeyi kendisinin yapamayacağını biliyordu. Babası Adon'un Magnus'a karşı güveni tamdı, Alita ve ona ise hala şüphe ile bakıyordu. Bu yakındığı ya da kıskandığı bir durum değildi, bilakis sebebini görebiliyordu. Magnus en büyükleri olarak onlara liderlik etme misyonunu üstlenmişti ve bunu kusursuz taşıyordu. Hem Alita hem de ona karşı olan tavrı öylesine koruyucu ve sahipleniciydi ki ikisi de ondan emir almaktan rahatsız olmuyorlardı.
Yine de Alita'nın kılıç talimine katılmış olması konusunda şüphelere sahipti. Magnus, onunla kıran kırana dövüştükten sonra dinlemesi gerektiğini söyleyip yuvarlağın kenarına geçmesini işaret etmiş, karşısına Alita'yı almıştı. Tahta kılıçlarla oynamayı sevmiyordu, bu yüzden her birine kendi çelik kılıçlarından vermişti. Her zaman kullandığı, büyük ve ağır olanlardan değilse bile keskin uçları solgun güneşle birlikte parlıyordu. Hagen, hem kılıç hocası hem de onunla talim yapmaya alışkındı. Fakat Alita için aynı şey söylenemezdi. Magnus'un eline verdiği kalkan ve kılıcı nasıl kullanması gerektiğini bilmiyordu. Tek yapabildiği güçlükle kaldırdığı silahı ile birlikte koşarak ağabeyine saldırmaktı. Magnus tek bir kılıç darbesi ile durduğunda yuvarlanıp taş zemine yığılıyordu.
Kılıcını yere dayamış, ikisini izliyorken Alita tekrar yere düşmüştü. Topladığı siyah saçları açılıp yüzüne dağılmıştı, esen rüzgâr ile birlikte savruluyordu. Uzandığı yerde sırt üstü kalmışken, Magnus elini uzatıp kalkmasını sağlamıştı. Tokasına uzanmış, saçlarını tekrar topluyorken aynı zamanda öğüt veriyordu.
"Eksiğini söylememi ister misin ?"
Eliyle yüzüne gelen toprağı silen Alita başını sallamıştı. Küçük ayağı, yerdeki kalkanıyla oynuyordu.
"Öfke ile hareket ediyorsun. Kılıcını kullanırken tek düşündüğün beni yere sermek olmamalı. Kendini nasıl savunacağını da hesap etmelisin. Kılıcını savur fakat kalkanını sakın düşürme. Aklını kullanırsan öfken sana avantaj sağlar. Fakat ipi serbest bırakılmış bir köpek gibi saldırırsan her zaman yere düşersin."
Saçlarını toplayan Magnus, yerdeki kalkanını eline vererek tekrar karşısına geçmişti. Kılıcını Alita'ya savurduğunda, kız bu kez ona karşılık vermek yerine kalkanını kaldırmıştı. Hagen buna sevinmişti, olduğu yerde sırıttı. Fakat Alita, Magnus bir adım geri çekildiği an cesaretlenip kalkanını indirerek kontrolsüzce ona doğru savurmuştu. Aldığı karşılıkla tekrar yere düştüğünde, bu kez dudaklarından çığlığı andıran bir inleme çıkmıştı. Hagen kızın kaç kere yere savrulduğunu unutmuştu. Gözlerini üzerinden ayırmadan, olduğu yerde hareketlenip Magnus'un yanına geçmişti.
"Magnus, bu kadarı yeterli. İkimiz de Alita'nın hiçbir zaman kılıç kullanmayacağını biliyoruz."
"Ben, her zaman kardeşimizin yanında olup onu koruyacağıma dair söz veremem, sen verebiliyor musun ?"
Başını iki yana doğru sallarken, gözleri hala yerde oturan Alita'yı bulmuştu. Üzerinde ona ait olan siyah pantolonlardan biri vardı, elbise ile kılıç kullanamayacağını düşünüp giymesini söylemişti. Uzun gelen paçalarını deri çizmenin içine sokuşturmuştu. Baştan aşağı toz içindeydi, mavi gözlerine Magnus'un bahsettiği öfke oturmuştu.
"Alita'nın ikimizden farklı bir yanı yok. O da kendini korumayı öğrenmeli Hagen, ne zaman yalnız kalacağımızı bilemeyiz."
Saçmalık diye düşündü fakat yine de Magnus'a karşı gelmemişti. Kılıcını alıp tekrar yuvarlağın kenarına çekildiğinde, ağabeyleri hala yerde olan kardeşlerine dönmüştü.
"Ayağa kalk, tekrar deneyeceksin."
"İstemiyorum, yapamadığımı göremiyor musun ?"
"Sadece biraz daha yere düşmen gerek Alita, kimse bu şeyi kullanmayı ayaklarının üzerinde dururken öğrenmiyor."
Alita üzerini silkerek ayağa kalkmıştı. Yorulduğu her halinden belli oluyordu. Magnus ve Hagen idmanlılardı fakat o bu kadar uzun süre eğitim görmemişti. Kalkanını önüne siper edip kılıcını eline almıştı. Magnus'un hareketlenmesi ile birlikte dairenin içinde o da hareketlenmişti. Bu kez kılıcını savurduğunda, kalkanını yukarı kaldırıp kendini savunmuştu. Magnus'un hamlesi onu sarssa bile devirmemişti.
"Evet, işte böyle."
Magnus'tan aldığı övgü Alita'yı kıkırdatmıştı. Ağabeyinin ona saldıracağını hissettiğinde, gardını düşürmeden kendini geri çekmişti. Hagen, Alita'nın Magnus'un ayaklarını izleyerek ne yapacağını tahmin etmeye çalıştığını görebiliyordu. Kalkanını indirmeden tekrar kılıcını savurmuştu. Birbirine çarpan çelik sesi avluyu doldurmuşken, Alita hızlanarak geri çekilen Magnus'a doğru koşmuştu. Amacı saldırıya geçirip onu mağlup etmekti fakat ağabeyinin kalkanına sert bir şekilde çarpıp tekrar yere savrulmuştu. Yüzüstü yuvarlanıp alnını taşa çarpmıştı, açılan yarasından kan sızıyordu. Bunu fark eden Magnus, elindeki kılıç ve kalkanı bırakıp hızla yanını bulmuştu. Dizinin üstüne çökmüş, onu kaldıracakken Alita'nın gözleri rengini kaybederek beyaza dönmüştü. Olduğu yerde doğrularak elini Magnus'a doğru uzatmıştı, aynı zamanda çığlık çığlığa bağırıyordu.
"Bana dokunma !"
Alita'nın çığlığı ile birlikte Magnus bir anda yerden yükselip havada savrulmuştu. Bahçedeki mermer heykellerden birine çarpmış, sonrasında ise gürültü ile yere düşüp yığılmıştı. Hagen hala çemberin dışında duruyordu. Her şey öylesine bir hızla gelişmişti ki müdahale etme şansı dahi olmamıştı. Elindeki kılıcını fırlatıp koşarak Magnus'un yanını buldu. Toprağın üzerinde uzanan ağabeyleri başını üzerine savrulduğu heykele çarpmıştı, siyah saçlarının arasından kan sızıyordu. Telaşa kapılan Hagen ne yapacağını bilememişti. Omuzlarını kavradığı Magnus'u dizlerinin üzerine yatırmışken Alita yanlarına yaklaşmıştı. Korku içinde, ağlayarak yanına diz çökmüştü.
"Alita ! Sen ne yaptın böyle ?"
"Ben yapmadım! Hagen, yemin ederim ben değildim! O yaptı, Keia!"
Hagen, Alita'nın söylediklerine oralı olmamıştı. Kendinden geçen Magnus'un yüzünü ovup uyandırmaya çalışsa da bacağına akan kanı hissedebiliyordu.
"Git çabuk, birini bul ve buraya getir !"
"Ben yapmadım, ben yapmadım !"
"Alita !"
Alita ağlayarak kendinden geçmiş gibi ben yapmadım diye bağırıyordu. Hagen, ne yapacağını bilmeden çaresizlikle etrafına bakınırken babaları Adon'un yaveri ile birlikte bahçeye girdiğini görmüştü. Arkalarında zırhlı birkaç nöbetçi dikiliyordu. Onları fark ettiğinde adımlarını hızlandırmıştı. Yerde, kendinden geçmiş bir halde uzanan Magnus'u gördüğünde dehşete düşmüştü.
"Ne oldu burada ?"
Alita hala hıçkırıklarla ağlıyordu. Küçük elleri ile Magnus'un bacağını kavramış uyanması için sarsıyorken babasının bakışları kızının üzerine dönmüştü. Yaverine emir verirken dahi gözlerini ondan ayırmıyordu.
"Nöbetçilere sedye getirmeleri söyle, sen de gidip hekimi bul."
Emredersiniz lordum diyen adam nöbetçilerle birlikte bahçeden çıktığında, Adon yere diz çöküp elini Magnus'un saçlarının arasında gezdirmişti. Kan parmak uçlarına bulaştığında dişlerini sıkarak ayağa kalmıştı. Hagen hala korku ile Magnus'u uyandırmaya çalışırken, Alita'nın gömleğini kavrayarak adeta bir kedi yavrusuymuş gibi kaldırıp karşısına dikmişti.
"Bunu kardeşine sen mi yaptın ?"
Alita başını telaşla iki yana sallamıştı. Küçük vücudu bir yaprak gibi titriyordu. Mavi gözleri Hagen'a dönmüştü, onu kurtarmasını istiyordu. Fakat Hagen, o an en az onun kadar çaresizdi. Magnus bu haldeyken ne yapması gerektiğini bilmiyordu.
"Baba, ben değildim! O yaptı, o! Ben değildim, ben ya-"
Alita'nın sözleri bahçede yankılanan tokat sesi ile birlikte yarıda kesilmişti. Aldığı darbe öyle ani ve güçlüydü ki Alita, tıpkı Magnus'la kılıç talimi yaparken olduğu gibi yere düşmüştü. Hagen olduğu yerden kalkıp önüne geçmek istediyse de gözleri çaresizce kucağında yatan Magnus'a dönmüştü, elini hala kan sızan yarasından ayıramıyordu.
"Ben yapmadım, bunu Magnus'a ben yapmadım."
Yerdeki Alita hala ağlıyordu fakat sesi ilk anki haykırışını kaybetmişti. Yanağını kavramıştı, mavi gözlerini devirmiş yere bakıyordu. Adon, yaklaşıp tekrar yakasını kavrayarak onu ayağa dikmişti. Hagen, titreyen Alita'nın babalarının ona yine vurmasından korktuğunu görebiliyordu. Magnus onlara birbirlerini korumaları gerektiğini öğretmişti. Fakat böyle bir durumda kime yardım etmesi gerektiğini bilmiyordu.
"Birazdan seni mahzene götürmelerini söyleyeceğim. Bu akşam orada kalacaksın. Sonra birlikte yola çıkacağız."
Babasının sözleri ile birlikte Alita'nın gözyaşları sıklaşmıştı. Hıçkırıklarla ağlıyorken aynı zamanda yalvarıyordu.
"Baba, özür dilerim! Lütfen, lütfen bana bunu yapma! Yalvarırım, korkuyorum lütfen !"
Ağlaması, yakarışları babasının umurunda dahi olmamıştı. Bacağına dokunduğu an geri çekilerek ondan uzaklaşmıştı. Hagen, adamın nasıl bu kadar katı ve duygusuz olduğunu anlayamıyordu. Böyle bir adam olmayacağım diye yemin etti. Kucağındaki Magnus ve Alita'ya baktı. Bu kadar aciz olduğu içinden kendinden nefret ediyordu.
Ben asla böyle bir adam olmayacağım.
DC 138 / Güncel Zaman – Calabar
Alois, ne kadar süredir balkonda tek başına oturduğunu kestiremiyordu. Gökyüzü tamamen kararmış, yıldızlar kendini göstermiş, gece kuşları uğultuları ile sarayın bahçesini doldurmuştu. Esen akşam rüzgârı soğuk değildi, yine de dalgalı saçlarının arasında gezerken onu ürpertiyordu. İçini çekerek elindeki bardağı dudaklarına götürdü. Boş olduğunu fark ettiğinde, doldurmak yerine cam şişeyi alarak tepesine dikmişti. Ağzını dolduracak kadar büyük bir yudum aldığında, yutmak onun için zor olmuştu. Yutkunduğunda, adeta dili damağı uyuşarak dikenlenmişti. Dişlerini sıkarak arkasına yaslanıp gözlerini kapadı.
İçerideki Alita'nın çıkardığı cılız sesleri işitebiliyordu. Yanına gitmeliyim diye düşündü. Ne konuşacağı hakkında hiçbir fikri yoktu, içinden yükselen tek his pişmanlıktı. Saçma, erkeksi merakı için kendine kızıyordu. Karısının bakire olduğunu görmesine rağmen daha fazlasını bilmek istemiş ve her şeyi eline yüzüne bulaştırmıştı. Kadınlık gururunu kırdığını hissediyordu. Özür dilemem gerek diye düşündü. Sandalyesine tutunarak ayağa kalkıp içine derin bir nefes çekti. Ellerini koyu kahverengi saçlarının arasında gezdirip düzelttikten sonra yalpalamamaya çalışarak dairelerinin iç kısmına adım atmıştı.
Alita, balkonun sol tarafındaki boşlukta duran küçük masada oturuyordu. Önünde bir yığın mührü kırılmış mektup vardı. Düğün tebrikleri olmalı diye düşündü. Yaklaşıp boşta olan sandalyeyi çekerek yanına oturduğunda, mürekkebinin kuruması için kenara koyduğu mektupları fark etmişti, sayıları beşten fazlaydı. Eliyle ağzını kapatıp öksürerek boğazını temizledi, çaresizce Alita'nın dikkatini çekmeye çalışıyordu fakat başarılı olamamıştı. Elindeki tüy kalemi mürekkep hokkasına batıran Alita bir başka mektuba başlamışken onu görmezlikten gelmişti. Dirseğini masaya dayayıp el yazısını izlemeye koyuldu. Harfleri ince ve kıvrımlıydı, elini sadece mürekkep için kâğıttan kaldırıp duraklamadan yazıyordu. Ona bu kadar hayran olamam diye geçirdi içinden. Yine de, yeşil gözlerini üzerinden alamıyordu.
Hiçbir şey söylemeden, uzun bir süre mektup yazan karısını sessizce izledi. Dirseğinin acıdığını hissettiğinde başını yavaşça masanın üzerine bırakmıştı. Bu şekilde, tüyün keskin ucu kâğıda değdikçe çıkardığı tuhaf sesi daha iyi işitebiliyordu. Gözlerini kapatıp kendini anlamlandıramadığı bir huzur veren bu sese bırakmıştı. Polsk vücudunda etkisini gösterirken, tüy sesi ile birlikte masanın üzerinden kendinden geçmişti. Ne kadar süre sızmış bir şekilde öylece oturduğunu bilmiyordu. Soğuk parmak uçlarının yüzüne değdiğini hissettiğinde, yeşil gözlerini yavaşça aralamıştı. Alita hala karşısında oturuyordu, mektup yazmayı bitirmişti. Yüzüne değen elini kendine doğru çekip kucağına bırakmıştı. Buz mavisi gözleri üzerinde geziyordu. Bakışları soğuktu fakat öfke biriktirmemişti. Yanına oturduğundan beri konuşamıyorken, bu onu biraz da olsa umutlandırmıştı.
"Özür dilerim."
Söyleyeceklerinin hepsi bu kadardı; tek cümle. Başka ne yapması ya da ne demesi gerektiğini bilmiyordu. Zihni, pişmanlığını dile getirecek süslü cümleleri kurabilecek berraklıkta değildi. Gözlerini karşısında oturan kadından kaçırmamak için tüm gücünü harcıyordu. Böyle hissetmesine sebep olan Alita'nın tavrı değil bilakis kendi hisleriydi. Karısının diğer insanlara o an olduğundan daha soğuk ve katı davrandığına bizzat şahit olmuştu. Cesaretini kıran, hissettiği mahcubiyet ve pişmanlıktı. Bunun Alita'ya geçmesini tüm kalbiyle diliyordu.
"Sarhoşsun, daha sonra konuşabiliriz."
Masaya tutunarak doğrulan Alois başını kabul etmediğini gösterircesine iki yana doğru sallamıştı. Sarhoş olduğu konusunda hemfikirdi fakat konuşmadan içinin rahat edeceğini sanmıyordu.
"Özür dilerim. Söyleyecek başka bir şeyim olsun isterdim fakat yok. Aptalın tekiyim, söylediklerimin nereye gittiğini düşünemedim."
"Şüphe ettiğin bir şeyi sorguladığın için özür dilemek zorunda değilsin. Görünen o ki farklı düşüncelere kapılmana yol açan benim."
"Hayır hayır, o tam olarak öyle değil. Demek istediğim, farklı şeyler konusunda..."
Alois konuşurken saçmaladığını düşünüp devam edememişti. Alita'nın gözleri hala onu süzerken, çaresizlikle etrafına bakınıp saçlarını karıştırmıştı. Nedenini bilmediği bir şekilde kendini sıkışmış hissediyordu. İçkinin etkisi olduğunu düşündü, hissettiği pişmanlıkla birlikte onu olması gerekenden daha kötü etkilemişti.
"Herhangi bir çekingenliğin ya da utangaçlığın yoktu."
"Neden olsun ki? Vücudumda utanmamı gerektiren bir kusur mu var ?"
"Hayır, yok elbette fakat kast ettiğim şey bu değil. Sadece sen..."
Dudağını ısırarak duraklamak zorunda kaldı. Doğru mu yapıyorum diye düşündü. Soru oyunu başına yeterince bela açmışken yenilerini eklemek istemiyordu. O kendi içinde kararsızlığa düşmüşken, Alita elini uzatıp başparmağı ile dudaklarını dişlerinin arasından çekmişti. Bunu yaparken ona karşı olan soğuk tavrını bozmamıştı. Fakat bu Alois'in umurunda değildi, dudaklarına değen elini kavrayıp uzun uzadıya öpmüştü. Başını kaldırıp gözlerine baktığında, düşündüklerini herhangi bir filtreden geçirmeden söylemişti.
"Bakire olamayacak kadar iyiydin. Yanında uyanmasam rüya gördüğümü düşünürdüm. Sen... Sen benim aklımı başımdan aldın."
Beyaza çalan soğuk gözlerinden başlayarak dudaklarına doğru saklamaya çalıştığı bir gülümseme yayılmıştı. Oturduğu yerde ileri çıkıp tıpkı onun gibi kolunu masaya dayayarak öne doğru eğilmişti. Yüzleri birbirine oldukça yaklaşmıştı, o kadar ki Alois kadının mavi gözlerinde kendi yansımasını görüyordu.
"Bu durumu bir övgü olarak mı kabul etmeliyim Alois ?"
"Sanırım, bilmiyorum. Saçma bulabilirsin ama çok güzel gözlerin var, böyle bir maviyi daha önce hiç görmemiştim. Suda kendi yansımamı izliyor gibiyim."
Alita eğdiği başını iki yana doğru sallamıştı, aynı zamanda gülüyordu. Sandalyesinden kalkmış, kolunu kavrayarak onu kendiyle birlikte yataklarına götürmüştü. Alois bunun için karısına minnettardı. İçtiği Polsk dengesini alt üst etmişti ve gittikçe üzerindeki etki güçleniyordu.
"Öyle sarhoşsun ki biraz sonra Tierra'nın şu beyaz kanatlı meleklerinden biri olduğumu söylemenden korkuyorum."
"Hayır hayır hayır, o şeylerin senin kadar baştan çıkarıcı olduklarını sanmıyorum. Melekler sıkıcı, sen farklısın."
Sözleri, ceketinin düğmelerini çözen Alita'yı tekrar güldürmüştü. Alt kısmını çekiştirerek gömleğini de çıkardığında, kollarını açarak kendini yatağının üzerine bırakmıştı. Karısı deri kemerinin gümüş tokasını açıp pantolonun ön kısmındaki bağı çözmüştü. Önce çizmelerini sonrasında ise pantolonunu çıkardığında, üzerinde sadece iç çamaşırı kalmıştı. Çıkardığı elbiselerini yataklarının ayakucunda kalan divana bırakan Alita tekrar yanına geldiğinde ona yukarıdan şöyle bir bakmış, sonrasında ise üzerine eğilip yüzünü koklamıştı.
"Sakın bana o şişeyi tek başına bitirdiğini söyleme."
"O kadar bencil değilim, senin için bir bardak bıraktım."
"Ne kadar düşüncelisin. Umarım sabah uyandığında hala nefes alabiliyor olursun."
Alois kıkırdayarak doğrulup işlemeli yeşil yatak örtüsünün altına girmişti. Başının döndüğünü hissediyordu, karşısında duran Alita'nın görüntüsü bulanıklaşıp mum ışığı gibi titremeye başlamıştı. İçini çekerek gözlerini ovup uzandığı yerde sırt üstü döndü. Zihnide tıpkı görüşü gibi bulanıklaşıp uyuşmaya başlamıştı.
Alita, masanın üzerinde duran mektuplarını düzenledikten sonra üzerini değiştirip geceliğini giymişti. Odalarındaki mumların birkaçını söndürüp yataklarına girdiğinde Alois uzandığı yerde ona doğru dönmüştü. Kokusunu yayan siyah saçları yastığına dağılmıştı, gecenin karanlığında dahi parlıyordu. Alois, uzanıp dokunmaktan kendini alıkoyamamıştı. Karısının her bir aile üyesi sıradan insanlardan farklı bir görünüşe sahipti. Mermeri andıran pürüzsüz beyaz tenleri, kuzguni siyah, gür saçları ve adeta beyaza çalan donuk bir maviye sahip gözleri ile kadın ya da erkek gözetmeksizin her biri kusursuz gözüküyordu. Tasvir edilmesi gerekse, kelimelerin arasında Alita Waldorf ailesinin sıradan bir üyesi olabilirdi. Fakat tüm bu özelliklerin eşsiz birleşimi onu ırkının tepe noktasına ulaştırmıştı. Alita soğuk ve büyülü bir auraya sahipti, kadın ya da erkek, birinin ona karşı koyması imkânsızdı. Ve ben ona sahibim diye düşündü. Fakat bu fikir bulanık zihninde yankılandığı an düzeltme ihtiyacı hissetmişti; ya da o bana sahip, umurumda değil.
* * *
"Sana beni takip etme görevini kim verdi ?"
Alois, sarayın içinde muhafız gölgesi Boldmin ilerliyordu. Uyanalı pek fazla olmamıştı, hala kendinde olduğu söylenemezdi. Akşamdan kalma haliyle başı balyoz yemişçesine ağrıyordu. Vücudu, kasları adeta keçe gibiydi, hareket ettikçe karıncalandığını hissediyordu.
"Benim asli görevim sizi korumak Lord Hallstein."
"Sanıyorum bu sarayda birini korumak için kılıç ve cüsseden daha fazlasına ihtiyaç var Boldmin. Yine de iyi niyetin ve rehberliğin için teşekkür ederim."
Onunla birlikte yanında ilerleyen Boldmin sözleri karşısında şaşırmış fakat herhangi bir cevap vermemişti. Dairelerinin olduğu katın büyük holünü geçip alt kata inen merdivenleri arşınlıyorlardı. Eliyle hala nemli olan dalgalı saçlarını düzelten Alois, karşılaştığı insanlara gülümseyip başıyla selam veriyordu. Sarayda hemen hemen herkes tarafından tanınırken o hala yüzlere yabancıydı. Bu durumdan rahatsız değildi fakat kendini garip hissediyordu. Gözlerin üzerinde olması, her hareketinin tanımadığı insanlar tarafından izlenmesi alışık olduğu bir durum değildi. Bu yere adapte olması kesinlikle zaman alacaktı.
Boldmin ile birlikte anne ve babasına tahsis edilen dairenin bulunduğu kata geldiklerinde holde Alita'nın kuzeni Ruyka ile evli olan Victor Mascarián ile karşılaşmıştı. Adam onu merdivenleri inerken uzaktan görmüş, konuştuğu kişiden omzuna dokunarak müsaade isteyip önüne çıkmıştı. Elinde, içinde kâğıtlarla kalınlaşmış deri kapaklı bir dosya tutuyordu. Onu gördüğünde yüzünde büyük bir gülümseme belirmişti.
"Lord Hallstein."
"Lord Mascarián."
El sıkışarak selamlaştıkları esnada, Alois adamın onu süzdüğünü fark etmişti. Bunu yadırgamadı, herkes Prenses Alita'nın evlendiği adamı merak ediyordu. Bilakis, aynı şekilde o da karşısındaki hazine kâtibini süzmüştü. Adam neredeyse onun kadar uzun sayılırdı, boğum boğum kasları olduğunu söyleyemese de vücudu cılız durmuyordu. Sola doğru taradığı gür, siyah saçları kısaydı. Köşeli yüzü pek uzun olmayan kirli sakalları ile çevrelenmişti. Ten rengi açıktı fakat iri, parlak gözleri adeta siyah cam bilyeleri andırıyordu. Uzun, kemerli bir burnu ve ince dudakları olmasına rağmen yüzü yakışıklıydı.
"Tebrik ederim, size ve prenses hazretlerine bir ömür boyu sürecek mutlu bir birliktelik diliyorum. Düğün günü etrafınız oldukça kalabalıktı, sizinle görüşme fırsatı elde edemedim."
"Güzel dilekleriniz için teşekkür ederim. Eğer sizi fark etmemek gibi bir kabalıkta bulunduysam lütfen bağışlayın. Bu ritme alışık değilim, ayak uydurmak zaman alacak gibi duruyor."
Victor sözleriyle birlikte gülümsemişti. Alois'in adamda fark ettiği ilk özellik neşeli olduğuydu. Sarayda mevki sahibi birçok insan kasvetli ve katıyken, kraliyet konseyinde sandalyesi olan hazine kâtibi Victor Mascarián parlak gözlerinde muzip ışıltılar taşıyordu.
"Zorlanacağınızı sanmam, kısa zamanda alışırsınız. Sizi etrafta görmek güzel olacak, yaşlı ve buruşmuş adamlardan sıkılmıştım."
Alois adamla birlikte gülümsemişti. Birbirlerine iyi günler dileyerek yollarını ayırdıklarında kısa bir an arkasından bakmıştı.
"Değişik bir adam."
"Victor Mascarián konsey lordlarındandır."
"Hazine kâtibi, biliyorum. Zaten ancak tüm zamanını altın saymakla geçiren biri bu kadar mutlu olabilir."
Boldmin sözlerine karşılık vermemişti. Anne ve babasına ait dairenin önüne geldiklerinde, adama kapıda beklemesini söyleyip içeri geçerek balkondaki masada kahvaltı yapan ailesine katılmıştı. Alois, kucaklaşmalar, gülüşmeler ya da sıcak bir karşılama beklemiyordu. Fakat dört tane asık surat görmek de planlarına dâhil değildi.
"Prenses hazretleri nasıllar ?"
"İyi, gayet iyi. Kahvaltı için bize katılmak istedi fakat baş başa olmamızın daha uygun olacağını düşündüm. Ki doğru karar verdiğimi şu dört surata bakınca daha iyi anlıyorum. Sizleri tanımasam benden ayrıldığınız için üzüldüğünüzü düşüneceğim."
Babası Alva sorusuna verdiği karşılıktan hoşlanmamıştı, bunu ifadesinde görebiliyordu. Lakin bu durumu oldukça alışık olmasından mütevellit, istifini bozmadan kahvaltısına devam etmişti. Fakat hoşnutsuz olan tek kişi Alva değildi, Abel'den de homurtular yükseldiğini hissedebiliyordu. Yeşil gözlerini kaldırıp karşılık beklercesine karşısında oturan kardeşine çevirmişti.
"Bir sorun mu var ?"
"Bilmem, sen söyle; karına ağabeyi ile konuşması için nasıl yalvardın ?"
Alois'in alnı kırışmıştı. Elindeki çatalı bırakıp annesi ve babasına döndü. Herhangi bir tepki alamadığında Abel'e çıkışmıştı.
"Ne saçmalıyorsun ?"
"Senin yaptığını biliyorum, küçük sıçan. Beni bu süslü yere tıktıran sensin."
Duyduklarını anlaması zamanını almıştı. Hala soran gözlerle etrafına bakarken Aksel'in de mırıldanarak ona küfür ettiğini işitebiliyordu. Bunu umursamadan babasına döndü, cevabın onda olduğuna emindi.
"Ne oluyor? Tüm bu saçmalığın sebebi ne ?"
"Dün Kral Hagen beni huzuruna çağırdı, kendisi ile konuştum. Abel'in burada seninle birlikte kalmasını uygun bulduğunu söyledi. Açıkçası böyle bir teklifi beklemiyordum."
Duydukları Alois'i şaşırtmıştı. Böyle bir şey kulağına dahi çalınmış değildi. Alita'nın ağabeyine yakın olduğunu biliyordu. Böyle bir şeyi öğrenip benden saklamış olabilir mi diye düşündü. İçine gark olduğu şüpheyi gizli tutarak öksürüp boğazını temizledi.
"Benim bundan haberim yoktu, olsa böyle bir şeye izin vermezdim."
"Nasıl engel olurdun? Prenses karının eteklerine sığınıp yalvarır mıydın ?"
"Abel, sözlerine dikkat et."
"Etmiyorum, ne yapacaksın? Bana mı saldıracaksın? Hadi denesene. Sevimli bir yüzden daha fazlasına sahip olduğunu göster."
Alois ilk anda herhangi bir tepki vermemişti. Uzun parmakları kıvrılıp yumruk halini almıştı. Yanı başında oturan annesi Inge çıkışıp Abel'i azarlıyordu. Fakat söyledikleri kardeşinin umurunda dahi değildi, hala öfke ile onu izliyordu.
"Sana baktığımda ağzından salyalar akan kuduz bir köpek görüyorum. Karıma bir şey için yalvaracak olsam bu seni yanımda tutmak için olmazdı, bir kafese kapatılmanı tercih ederim."
"Demek öyle, demek ben kuduz bir köpeğim."
Abel sandalyesini fırlatırcasına ittirerek yerinden kalktığı an Aksel onunla birlikte hareketlenip önüne geçmişti. Abel ona ya da anne babalarına aldırmadan gözlerinin içine bakarak küfürler yağdırıyordu. Alois istifini bozmadan arkasına yaslanarak onu izlemişti. Duviel'de, Alita onu tercih ettiği akşam aynı şekilde Aksel ile birbirlerine girdiklerinde onları ayırmaya uğraşan Abel, bu kez ona saldırmak için Aksel'i aşmaya çalışıyordu. Denklemde değişmeyen tek parça benim diye düşündü. Bu onu yaşadığı sinir bozukluğu ile birlikte güldürmüştü. Oturduğu yerde kıkırdarken Abel tamamen çileden çıkmıştı.
"Piç kurusu! Biliyordun! Biliyordun !"
Alois, masadaki bardağına uzanıp suyunu içtikten sonra ağzını silerek ayağa kalkmıştı. Hala küfürler savuran Abel'i duymamazlıktan gelip, elindeki mendili kahvaltılıkların ortasına fırlatarak anne ve babasına dönmüştü.
"Sanırım bu kadar ucube gösterisi hepimiz için yeterli. Oğlunuza konuşmayı öğrettiğiniz zaman tekrar görüşürüz."
"Alois! Sen ne yaptığını sanıyorsun ?"
Babasının gür sesi onu bir an duraklatmıştı. Annesi Inge oturduğu yerde koluna dokunup onu sakinleştirmek adına cılız da olsa bir çaba göstermişti. Hala ayakta olan Abel ise ilk anki ateşini kaybetse dahi homurdanarak küfür ediyordu. Bu manzara Alois'e evlendiği gün onlardan ayrılacağı için kapıldığını hüznü hatırlamıştı. İflah olmaz bir budalayım diye düşündü.
"Gerçekten, burada düzeltmen gereken kişi ben miyim ?"
"Alois !"
"Umarım bir an önce hep beraber s*ktir olup gidersiniz."
Alois, ne onu azarlayan babasını, ne önüne geçip kalması için ısrar eden annesini, ne de hala homurdanarak küfür eden Abel'i duymamıştı. Dışarı çıktığında, Boldmin onu bekliyordu. Hararetli tartışmalarının kulağına geldiğine emindi. Yanında ilerlerken ağzını açıp teklime etmemiş, tıpkı bir hayalet gibi davranmıştı. Gözlerini dahi Alois'in üzerinden kaçırıyordu. Karısı ile paylaştıkları daireye geldiklerinde herhangi bir şey söylememiş, kapıyı dahi çalmadan adeta hışımla içeri dalmıştı.
"Alois ?"
Alita'nın sesi yemek masasının olduğu bölmeden geliyordu. Hala kapının önünde duran Alois elleriyle yüzünü ovduktan sonra içine derin bir nefes çekmişti. Sakin olmam gerek diye düşündü. Kırgın ve öfkeli olabilirdi fakat hislerinin Alita ile alakası yoktu.
Bu yüzden, ağır adımlarla küçük bölmeye geçtiğinde elinden geldiği kadar kendini toparlamaya çalışmıştı. Alita, yanı başında duran hizmetçileri Rinda ve Rita ile kahvaltısını yapıyordu. Sağındaki sandalyeyi çekip oturduğunda, mavi gözleri üzerindeydi. Bir şeyler söylemesi gerektiğinin farkındaydı fakat doğru kelimeler bir türlü ağzından çıkmıyordu.
"Alois, iyi misin? "
Alois elinde olmadan gülümsedi. On dokuz senelik kısa hayatında belki de en az duyduğu soru buydu; Alois, iyi misin? Yetiştiği ailede kendini nasıl hissettiği hiçbir zaman önemli olmamıştı. Bilakis, kötü hissetmesi için her türlü verimli koşula sahipti. Buna rağmen, Alois bu durumdan şikâyet etmemek üzerine koşullanmıştı. Dile getirmediği sürece, mutsuzluğun, sevgisizliğin, içine düştüğü karanlığın canını daha az canını yakacağına düşünmüştü. Hata yaptığını anlamasını uzun zamanını almıştı.
Herhangi bir şey söylemeden önce, gözlerini karısının arkasında duran hizmetçilere çevirdi. Beyaz saçlarının üst kısmı topuz şeklini alacak şekilde örgülüydü, alt kısmı omuzlarından aşağı dökülüyordu. Uzun kollu, pamuklu kumaştan dikilmiş elbiselerinin etekleri yere değiyordu. İkisini birbirinden ayırabilecek en ufak bir farklılığa sahip değildiler.
"Kızlarla işin bitti mi ?"
Alita elindeki iki dişli uzun çatalı bırakıp arkasına yaslanmıştı. İçini çekerek yanında bekleyen hizmetçilerine seslenmişti.
"Rinda, Rita; çıkabilirsiniz."
İki genç kız ellerini önlerinde birleştirip başlarını eğerek yanlarından ayrılmışlardı. Baş başa kaldıklarında, Alois ayağa kalkarak masadaki sürahiye uzanıp boş bardaklardan birine su doldurup yerine geçmişti. Ağzının kuruduğunu hissediyordu, suyunu içip dilini dudaklarının üzerinde gezdirdikten sonra ısırmıştı.
"Sana bir şey sormam gerek."
"Dinliyorum."
"Majesteleri Kral Hagen dün babamı huzuruna çağırıp Abel'in burada, Calabar'da kalmasını uygun gördüğünü söylemiş. Bu fikrini daha önce seninle paylaşmış olma ihtimali var mı ?"
Alita duydukları ile birlikte kaşlarını kaldırmıştı. Çoğunlukla donuk ve tepkisizken, o an yüzüne yayılan şaşkın ifadenin önüne geçemediğini görebiliyordu. Oturduğu sandalyeyi kavrayarak hareketlenip elbisesinin eteğini düzelterek tekrar arkasına yaslanmıştı.
"Dürüst olmak gerekirse, bu konuyu düğün öncesi konuşmuştuk. Fakat ne kral cenapları ne de ben Abel üzerinde herhangi bir fikir belirtmemiştik. Bunu yeteri kadar dile getirmiyor olabilirim fakat yaptığın fedakârlığın büyüklüğünü görebiliyorum. Ailenden uzakta olmanın sana kendini yalnız hissettirmesinden korktum. Bu fikrimi de ağabeyim majesteleri Kral Hagen ile paylaştım. Fakat seni temin ederim, Abel'in burada kalması ile alakalı en ufak bir talepte bulunmadım."
Alois yavaşça başını sallamıştı. Tüm bu olanların arkasındaki iyi niyeti görmek ona kendini daha kötü hissettirmişti. Belki de doğduğu ilk günden beri ruhuna işleyen eksikliği bir kez daha, en çıplak hali ile görüyordu. Yokluğunda kendini yalnız hissedeceği bir kardeşliğe hiç sahip olmamıştı. Boğazına canını yakan bir yumru yerleşmişti. Fakat buna rağmen gülümseyerek yeşil gözleri karısına dönmüştü.
"İyi niyetin için teşekkür ederim."
"Alois, ne oldu? "
"Hiç, hiçbir şey. Ailem ile konuştum, Abel burada kalmaya pek sıcak bakmıyor. Sanırım ona saygı duymamız gerek."
Konuşurken sesi boğulmadığı için şükretmişti. Hala gülen gözlerle Alita'ya bakıyordu. Karısı, durumdan onun kadar memnun değildi. Oturduğu yerden masanın üzerinde duran eline uzanmıştı. Parmak uçları sıklıkla olduğu gibi soğuktu. Yine de, dokunuşu Alois'i ısıtmaya yetmişti.
"Alois, gözlerin söylediklerinden farklı bir hikâye anlatıyor. Ne olduğunu bilmiyorum, seni anlatman için zorlamayacağım. Fakat hislerini gösterememenin, bir maske ile yaşamanın zorluğunu çok iyi bilirim. Yanımda başka biri gibi davranmak zorunda değilsin; ben olduğun adam için minnettarım."
Alois ne diyeceğini bilememişti. Alita'nın karşılaştıkları ilk andan beri, beyaza çalan buz mavisi gözleri ile adeta ruhunu gördüğünü hissediyordu. Fakat ona karşı bu kadar çıplak olduğunu ilk kez fark etmişti. Bunun nasıl bir his olduğunu çözemiyordu. İçindeki kırgın öfke yavaşça utanç ve minnettarlığa dönüşmüştü.
"Teşekkür ederim fakat sana karşı bir maske taktığımı sanmıyorum. Denemeye çalıştıysam da sanırım başaramadım. Bunun için üzülmüyorum, en azından kim olduğumu biliyorsun. Farklı biri olmak isterdim fakat ben buyum. Sabah koridorda Lord Mascarián ile karşılaştım. Konumuz ile ne alakası var diye düşünebilirsin. Bilmiyorum, bunu niye anlattığımı dahi bilmiyorum. Elinde evrakları vardı, bir yere yetişmeye çalışıyordu. Yüzündeki gülümseme, hali, tavrı; kendinden oldukça emindi. O da ailenden bir kadın ile evli fakat ikimizin arasında adeta uçurum var. Ben... Alita belki de ben..."
Sözlerine devam edememişti. Yutkunarak duraklamak zorunda kaldı. Alita gözlerini gözlerinden ayırmadan dikkatle onu dinliyordu. Bakışlarına yerleşen endişe Alois'i söyledikleri adına pişman etmişti. Saçmalıyorum diye düşündü, hâlihazırda kendini kadının karşısında çıplak hissederken ruhundaki kusurları adeta kendi eliyle dışa vurmuştu.
İçini çekip elleriyle yüzünü ovarken Alita oturduğu yerden kalkıp yanına gelmişti. Kalçasını masaya dayayıp bileğini tutarak ellerini yüzünden uzaklaştırmıştı. Soğuk gözleri üzerinde geziyorken parmak uçları saçlarının arasından geçip yanağını bulmuştu.
"Sabah benimle birlikteyken mutluydun. Seni o kahvaltı masasında üzdüler, öyle değil mi ?"
Alois herhangi bir cevap vermemişti. Sabah gözlerini açtığında, karısı kollarının arasında uyuyordu. Onu öperek uyandırdığında dudaklarından gıdıklanan Alita mavi gözlerini gülerek aralamıştı. Akşamki sürtüşme hiç yaşanmamış gibi birbirlerinin isimlerini sayıklayarak sevişmişlerdi. Yatakta ona sarılmışken ne kadar mutlu olduğunu fısıldamıştı. O an, tüm bunlar uzak bir anı gibi geliyordu.
"Kimsenin kimseyi üzdüğü yok. Sadece benden hoşlanmıyorlar, sanırım buna hakları var. İnsan doğduğu aileyi, kardeşlerini seçemiyor. Onların arasında doğmam kabul edilmemi sağlamadı, daha fazlasını talep edemem."
Bir müddet aralarında herhangi bir konuşma olmamıştı. Hata ettim diye düşündü, anlatmam gereken birçok şeyi açığa çıkardım. Devirdiği yeşil gözlerini kaldırdığında, Alita hala masanın üzerinde duran eline yavaşça uzanıp kendine çekerek dudaklarına götürmüştü. Öptükten sonra bırakmak yerine göğsünün üzerine yaslamıştı, parmakları avucunu sıkı sıkıya kavrıyordu.
"Güzel gözlerin sakın ışığını kaybetmesin. Senin kimseye ihtiyacın yok. Olmadığın birine dönüşmeye ihtiyacın yok. Varlığın kalbimi neşeyle doldurmaya yetiyor, başkalarının bunu fark etmemiş olması seni eksiltmez."
Buruk da olsa gülümseyen Alois karısının eline uzanıp tıpkı onun gibi öpmüştü. Oturduğu sandalyeden kalktığında sokulup sıkı sıkıya sarılmıştı. Başını göğsüne yaslayan Alita sırtını okşuyordu. Aynı zamanda kısık bir sesle mırıldanmıştı. Alois ne dediğini bilmiyordu, öğrenmek istediği de söylenemezdi.
"En koskaan anna heidän kirvellä sinua."
* * *
"İsim düşündün mü? Çocuğumuz doğduğunda adını ne koyacağız ?"
Batmaya yüz tutan akşam güneşi, Helma'nın altın sarısı saçlarının arasında parlıyordu. Kocası Hagen ile birlikte, ona ait olan dairenin balkonunda oturuyorlardı. Zayıf parmakları iri karnının üzerinde gezerken oturduğu divanda Hagen'a doğru dönmüştü. Mavi gözleri gökyüzünü izliyorken sorusuyla birlikte gülümsemişti.
"Bilmiyorum, hiç aklıma gelmedi. Sen düşündün mü ?"
"Elbette düşündüm. Oğlumuz olursa ismi Alon olabilir. Ailenizde kullanılan bir isim, hem de babanınkine oldukça benziyor."
"Peki ya kız olursa ?"
Helma suçluluk hissetse dahi bu ihtimali düşünmek istemiyordu. Kocasının bir varise ihtiyacı vardı, bir prens doğurması gerekiyordu. Eğer evliliklerinin ilk yıllarında olsalar, doğacak çocuğun cinsiyeti onu bu kadar endişelendirmezdi. Fakat dördüncü yılları bitmek üzereyken artık herkes kucağında bir oğlan çocuğu görmek istiyordu.
"Annenin adını verebiliriz, Brenna. Kulağa hoş geliyor, hem majestelerini de memnun gidecektir."
"Brenna kuzeyde kullanılan bir isim, yine de aileme ait değil. Aldığımız isimlerin Hénec kökenli olmasına dikkat ederiz. Birçok geleneğimiz koparıldığımız topraklardan geliyor. Aradan o kadar zaman geçti, artık var olan Waldorflar Hénec'in havasını solumuş dahi değil. Yine de tüm bunlar sanırım bir şekilde bize kendimizi evde hissettiriyor."
Başını sallayarak kocasına katılmıştı. Waldorf ailesine ve tarihine evlendikten sonra hâkim olmuştu. Hénec isimli kuzey ülkesinden Cãstelion'a gelip bir zamanlar lanetli Nordheim olarak bilinen Duviel'e yerleştiklerini biliyordu. Helma için, bulunduğu ailenin hikâyesi ilginç ve büyülüydü. İltica eden bir avuç Waldorf'un kralın önünde diz çöküp aman dilendiğini hayal edemiyordu. Böylesi kibirli ve güçlü insanlar, toprak için dilenmişlerdi. Bu şekilde düşündüğünde, içinde garip bir acıma duygusu yükseliyordu. Hagen'ı, Gustav'ı ya da Alita'yı diz çökmüş, aman dilerken hayal etmesi neredeyse imkânsızdı. Kibirli oldukları için onları suçlamamak gerek diye düşündü. Waldorflar, üzerinde yer edinmek için yalvardıkları topraklara hükmediyorlardı. Bu, kabul görmese dahi ona göre saygı duyulması gereken bir başarı hikâyesiydi.
O kendi içinde düşüncelere dalmışken, Hagen'a ait dairenin kapısı çalınmıştı. Hagen oturduğu yerden iç kısma doğru girilmesini bağırdığında, ağır bir zırh giyen kapı nöbetçisi balkonun girişinde belirmişti. Eğilerek selam verdikten sonra başını kaldırmadan ziyaretçilerini adlandırmıştı.
"Majesteleri, Prenses Alita geldiler, huzurunuza kabul edilmeyi bekliyorlar."
Helma, kendini gözlerini devirmekten alıkoyamamıştı. Hagen ile baş başa geçirdikleri vakitler oldukça azdı. Bu anları herhangi biri ile paylaşmak istemezken, Alita listesinin sonunda dahi yer almıyordu. Hagen nöbetçiye gelebileceğini söyledikten kısa bir an sonra, prenses balkonda onlara katılmıştı. Siyah, altın sarısı işlemeleri olan, kolları tül bir elbise giymişti. Üst kısmı vücudunu sararken eteği belinden aşağıya doğru açılıyordu. Karşılarına geçtiğinde, dizlerini kırarak başını eğip selam vermişti. Eliyle doğrulmasını işaret eden Hagen, aynı zamanda oturdukları divanın yanındaki sandalyeyi gösteriyordu.
"Alita, seni görmeyi beklemiyordum."
Doğrulan Alita elbisesinin eteğini düzelttikten sonra ağabeyinin gösterdiği, Helma'nın yanı başında duran sandalyeye oturmuştu. Yüzünde her zaman sahip olduğu o soğuk gülümseme vardı. Helma gerçekten kibar olduğunu mu düşünüyor yoksa bunu bilerek mi yapıyor diye düşünmeden edememişti. Alita'nın renksiz duran gözleri ile birleşen gülüşü neşe, kibarlık ya da mutluluktan oldukça uzaktı.
"Eğer ziyaretim siz majesteleri için bir emrivakiye dönüştüyse lütfen özürlerimi kabul edin. Akşam yemeğinden sonra istirahat edeceğinizi düşündüm, sanırım yine de habersiz gelerek tez canlılıkta bulundum."
"Bilakis, Helma ile sohbet ediyorduk, aramıza katılman isabet oldu. Doğacak bebeğe isim düşünüyoruz, yeğeninin için aklından geçen bir önerin var mı ?"
Alita'nın gözleri Helma'nın üzerine dönmüştü. Yüzündeki soğuk gülümsemeden tek bir kıvrım kaybetmeden elini uzatıp karnını okşamıştı. Bunu her yaptığında, tüylerinin ürperdiğini hissediyordu.
"Kalbimden geçen kardeşimizin adını taşıması; Prens Magnus. Bu şekilde anılmak ona nasip olmadı fakat yeğenimiz amcasının hatırasını yaşatabilir."
Alita'nın dokunuşuyla irkilmemek için adeta tüm gücünü harcayan Helma, duydukları ile birlikte adeta karnına yumruk geçirilmişçesine kasılmıştı. Rengi yavaşça soluyordu, aşina olduğu soğuk his parmak uçlarına yerleşmişti. Hiç görmemesine rağmen, Magnus'un hayaleti gözünün önüne belirmişti; parlak bir zırh giyen, başı ezilmiş genç bir adam. Bununla birlikte öğürmemek için kendini zor tutmuştu.
"Helma, iyi misin ?"
Hagen elini kavrayarak üzerine doğru eğilmişti. Nasıl gözüktüğü hakkında hiçbir fikri yoktu fakat kocası endişelenmişti. Karnını tutarak, oturduğu yerden destek alıp yavaşça ayağa kalktı. Gözlerini Alita'dan kaçırarak, güçlükle konuşabilmişti.
"İçeri geçsem daha iyi olur. Ağzım kurudu, su içeceğim. Hem, sanırım prensesin konuşmak istediği önemli bir mesele var."
Arkasını dönmüş ilerlerken Alita soğuk sesi ile teşekkür etmişti, Helma bunu umursamamıştı. Yürürken bacaklarının adeta pelteleştiğini hissedebiliyordu. Balkonun yanında duran masaya geçtiğinde, sandalyelerden birini çekip adeta üzerine yığılmıştı. Elleri tıpkı kontrolünü kaybetmişçesine titriyordu. Ölen Magnus'un ismi aralarında ilk kez geçmiş değildi fakat doğacak çocuğuna onun adını vermek kaldırabileceğinden daha büyük bir yüktü. Düşüncesi dahi allak bullak olmasına yetiyordu.
O sandalyesinde oturmuş, doldurduğu suyu içiyorken Alita ve Hagen hararetli bir konuşmaya koyulmuşlardı. Söylediklerinden tek bir kelime anlamıyordu, baş başa kaldıkları her an yaptıkları gibi Hénic diline geçmişlerdi. Konuşmaları başlangıçta hızlı ve karşılıklıydı. Fakat daha sonralarında tempoları düşmüştü, Alita bir şeyler anlatıyor Hagen ise kısa cevaplar veriyordu. Arkasına yaslanan Helma, karnını okşayarak gözlerini kapatmıştı. Karnını okşayarak kendi kendine her şeyin çok güzel olacağını teskin ederken Alita'nın endişeli sesini işitmişti. Ardı ardına Hagen'a sesleniyordu fakat herhangi bir karşılık alamıyordu. Bununla birlikte oturduğu yerde huzursuzlaşmışken balkonda bir şeyler devrilmişti. O ana kadar sakin olan Alita kardeşi olan kralın adını bağırmaya başlamıştı.
"Hagen !"
Telaşa kapılan Helma oturduğu sandalyeden kalkıp ağır adımlarla balkona geçtiğinde, Hagen yere yığılmıştı. Mavi gözleri kapalıydı, burnundan kan sızıyordu. Alita, yanı başına diz çökmüştü. Omzunu kavradığı adamı kucağına çekmişken, aynı zamanda yüzünü ovup adını haykırıyordu.
"Hagen! Hagen !"
Herhangi bir karşılık yoktu. Hagen ne kıpırdamış ne de gözlerini aralamıştı. Helma, olduğu yerde adeta donup kalmıştı. Vücudunun buz kestiğini hissediyordu. Kalbi adeta cam batmışçasına kasılıp kalmıştı. Nefes alamadığını hissediyordu.
Kapıda bekleyen nöbetçiler, Alita'nın adeta saraya yayılan gür sesi ile birlikte içeri girmişlerdi. Hala kucağındaki Hagen'ın yüzünü ovan Alita onları gördüğü an ardı ardına emirlerini sıralamıştı.
"Hemen amcam Gustav'a haber verin! Onu da saray hekimini de bulun !"
Nöbetçiler emredersiniz majesteleri dedikten sonra geri geçilip koşarak yanlarından ayrılmıştı. Alita eliyle Hagen'ın yüzündeki kanı silmişti. Aynı zamanda kendi dilinde isyan ederek haykırıyordu.
"Hagen, avaa silmäsi! Älä pelota minua! – Hagen, gözlerini aç! Beni korkutma !"
Hagen herhangi bir karşılık vermiyordu. O ana kadar sessiz kalan Helma, elleriyle ağzını kapatmıştı. Ağladığını, parmaklarına değen ıslaklığı hissettiğinde fark etmişti. Başını kabul etmediğini göstermek istercesine iki yana doğru sallıyordu.
Daha biraz önce benimleydi, biraz önce bana gülümsüyordu.
Kendini daha fazla tutamamıştı. Boğazından yükselen çığlık adeta tüm sarayı yırtıp geçmişti. Güçsüzleşen bacakları ile birlikte olduğu yere yığılmışken Alita'nın soğuk gözleri üzerine dönmüştü. Elleri hala kucağındaki Hagen'ın üzerindeydi. Bakışları bir insanı andırmıyordu, konuşurken sesi adeta bir yılanın fısıltısı gibiydi.
"Rukoile jumalaasi, etten menetä toista veljeäni."
Tanrına dua et, bir kardeşim daha ölmesin.
Yazan; İlknur DUMAN
* * *
İşte bölüm ! Neler olduğu hakkında hiçbir şey söylemeyeceğim, sizin yorumlarınızı merakla bekliyorum 😸 Hikayeyi okuyan herkes küçük yıldıza dokunup oy verirse sevirim, hayalet gibi takılmanın hiçbir manası yok yazdığım karakterler buzdolabı olabilir ama ben gayet insan canlısıyım 😸♥️ Hepinizi kocamaan öpüyorum, diğer bölümde görüşmek üzere 😽♥️
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top