⚜️Bölüm 5 - "Geçmiş"⚜️
"Condemnant quod non intellegunt."
⚜️⚜️⚜️
17 Sene Önce - Duviel
Gökyüzünün tüm yıla oranla daha az bulutlu olduğu yaz gününde, Brenna Waldorf kocası Adon ve kılıç talimi yapan on altı yaşındaki oğlu Magnus ile birlikte Kuzgun Tepe'nin iç avlusundaki Róden Bahçesi'ndeydi. Neredeyse onun iki katı uzunluğunda heykeller, duvarları kucaklayan sarmaşıklar ve usta bahçıvanların elinden çıkan çeşitli ağaçlarla süslenmiş bahçe, şatonun güney cephesinde kalıyordu. Şatoda çalışan soylular ve misafirler dâhil olmak üzere izinsiz girilmesi yasaktı, Róden Bahçesi soy ismi Waldorf olanlara tahsis edilmişti.
"Magnus'un saçları seninkilere benziyor."
Kocasının sözleri Brenna'yı gülümsetmişti. Bunu bir iltifat olarak kabul etse de, gözünden dahi sakındığı oğlunu ne birine benzetebiliyor ne de biriyle kıyaslayabiliyordu. Magnus'un yüzü mermerden yontulmuşçasına biçimli ve kusursuzdu, gür saçları bir kuzgunun tüyleri kadar siyah ve parlaktı, adeta beyaza çalan gözleri mavinin en derin tonuna sahipti. Tüm bu özelliklere Waldorf kanını taşıyan herkes sahip olsa da, Brenna oğlunun özel olduğunu onu kucağına aldığı ilk an anlamıştı. Doğumu öylesine kolay ve acısız olmuştu ki, sancıları ile birlikte sadece iki saat sürmüştü. Rahminden çıkan bebek ağlamıyordu, ters çevrilmesi ya da poposuna vurulması hiçbir şeyi değiştirmemişti. Bu ilk anda ebe dâhil herkesi korkutmuştu. Oğluna bir şey olmasından endişelenen Brenna, ağlayarak kucağına verilmesini istediğinde, küçük bebek mavi gözlerini yavaşça aralamıştı. Sadece bu bile ona dünyaları bahşetmeye yetmişken, kana bulanmış küçücük yüzünde bir gülümseme belirmişti. Brenna, bir mucizeye tanıklık ettiğini ilk o an anlamıştı. Adını Magnus koydukları oğulları, hayatı boyunca gördüğü en mükemmel bebekti. Büyüyüp filizlenerek kusursuz bir delikanlıya dönüşmüştü.
Birbirine çarpan çelik sesi bahçede tekrar yankılandığında düşüncelerinden sıyrılıp oturduğu mermer bankta sıçramıştı. Magnus, kılıç hocası ile kıran kırana bir mücadeleye girmişti. Parlak silah havada savrulup oğlunun üzerini buldukça kalbi sıkıntıyla kasılıyordu.
"Tahta kılıçlarla talim yapmaları gerekmez miydi? "
"Magnus artık çocuk değil, gün geldiğinde düşmanları ona tahta kılıçlarla saldırmayacak."
"Yer ve gök oğlumu böyle bir akıbetten korusun. Kötü düşünceleri dile getirme, Celestial göğe yükselen fısıltıları duyar ve kullarının isteklerini yerine getirir."
"İsteğimi değil, kaçamayacağımız gerçeği dile getirdim Brenna. Tanrın gerçeği ve beklentiyi birbirinden ayırt edemiyorsa bu onun aptallığı."
Yüce Celestial, kocamın sözlerini bağışla, onu ışığınla aydınlat. Günahları affet, ruhunu göklerdeki sarayına misafir et.
İçinden yakarıp kocası için af dileyen Brenna, başını eğip ellerini önünde birleştirerek yanlarına gelen adamı henüz fark etmişti. Bu, küçük oğlu Hagen'ın hocası Saillér'di. Açık benzi yüzüne hücum eden kanla birlikte kızarmış, kahverengi gözlerine çöken çekingenlik ve utancı görebiliyordu. Bunları, yanı başında oturan kocası Adon da fark etmişti.
"Saillér, bir sorun mu var ?"
"Lordum, sizi rahatsız ettiğim için lütfen bağışlayın. Bildiğiniz gibi, bu vakitte Hagen ile birlikte derste olmamız gerekirdi. Fakat dadısıyla birlikte bakmadığımız yer kalmadı, küçük efendiyi şatonun hiçbir yerinde bulamadık. Ne yapacağımı bilemediğim için size danışmaya geldim."
Brenna oturduğu yerden hızla kalkmıştı. Henüz on yaşında olan oğlu yaramaz ya da başına bir buyruk bir çocuk değildi. Dersten kaçmak için öylece ortadan kaybolmayacağını biliyordu. Şatodan kaçırılma ihtimali yok denecek kadar azdı, Kuzgun Tepe tüm ülke boyunca en iyi korunan, içinde uçan sinekten dahi haberdar olunan en korunaklı yapıydı. Bir yerde düşüp kolunu bacağını incitmiş olması aklına gelen tek ihtimaldi.
"Ne demek bulamadık? Kahvaltıdan sonra odasındaydı, nöbetçilerin hiçbiri görmemiş mi ?"
"Róden Bahçesi'ne, sizin yanınıza geleceğini söyleyip odasından çıkmış, eşlik edilmesini de istememiş. Fakat nerede olduğunu kimse bilmiyor."
Tıpkı onun gibi oturduğu yerden yavaşça kalkan Adon, şato muhafızına haber verilip verilmediğini sormuştu. Onlar kendi aralarında endişe ile durumu sorgularken, bahçede yankılanan kılıç sesleri birden durmuştu. Başını kaldıran Brenna, terden yüzü sırılsıklam olan oğlu Magnus'un yanlarına geldiğini fark etmişti. Durumun onu da endişelendirdiğini tahmin ediyordu.
"Ne o? Hagen kitap okumak istemiyor mu ?"
Magnus altına siyah pantolon ve deri çizmelerini giymişti, üzerinde ise ona bol gelen beyaz gömleği vardı. Terli yüzünü, bu gömleğin koluna silerken, neredeyse beline gelen kılıcını toprağa saplamıştı.
"Hagen ortadan kaybolmuş. İçimden bir ses, senin nerede olabileceğini bildiğini söylüyor."
Mavi gözleri önce onu, sonra da babasını bulmuştu. Biliyor diye düşündü Brenna. Magnus, haşarı bir çocuk olabilirdi fakat kardeşlerine ağabeylik yapma konusunda her zaman hevesli olmuştu. Ağaç tepelerinde gezer, askerlerle güreşir, kıyasıya kılıç düellolarına tutuşurdu fakat herhangi bir tehlikeye karşı kendini kardeşlerine siper eder, onları en az anne ve babaları kadar teftiş edip denetlerdi.
"Bilmiyorum fakat tahmin edebiliyorum."
"O halde lütfen bize eşlik et."
Kafasını sallayan Magnus, yanlarında duran Saillér'e Hagen'ın odasına dönmesini emretmişti. Demir korkuluktaki ceketini alıp giydiğinde, üçü birlikte yola koyulmuşlardı. Brenna, oğulları onları şatoya yönlendirdiğinde şaşırmıştı. Hagen'ın şatoda herhangi bir yerde saklanmış olmasını beklemiyordu. Fakat alt kata inen merdivenleri geçip, mahzene doğru ilerlediklerinde daha çok şaşırmıştı. Şatonun toprak altında kalan bölgesine gelmişlerdi. İçkiler ve mutfak malzemeleri dahi bulundukları karanlık yerin bir kat üzerinde tutuluyordu. Çift kanatlı demir kapıya geldiklerinde, sürgüsünün açılmış olduğunu fark etmişti. O şaşkınlıkla Adon'a dönmüşken, kocasının yüzünde tüm bunları beklemediğine dair en ufak bir mimik yoktu.
"Magnus, yanılıyor olmalısın. Hagen buraya tek başına inmeye korkar, gelemez."
Elinde büyük bir meşale tutan Magnus cevap vermemişti. Kolonlarla çevrelenmiş mahzende önlerinde ilerliyordu. Etrafına bakan Brenna, demir parmaklıklarla ayrılmış bölmeleri yeni fark etmişti. Bulundukları yerin bir tür zindan olduğunu yeni fark ediyordu. Bu bile onu irkiltmeye yetmişken, ilerledikçe Hagen'ın ince sesini işitmişti. Adon'un kolunu kavrayarak heyecanla ileriye doğru baktı. Cılız mum ışığı, karanlıkta oğlunun küçük siluetini aydınlatıyordu.
"Hagen!"
Hagen ona karşılık vermemişti. Fakat hala mırıldanarak bir şeyler anlatıyordu. Ağlıyor mu diye düşündü, hıçkırık sesi duyduğuna emindi. Yaklaştıklarında, Hagen'ın önünde diz çöktüğü parmaklıkların diğer ucunda olan birinin elini tuttuğu fark etmişti. Meşalenin ışığı önünde büyüyen karanlığı tamamen aydınlattığında, yüzü ağlamaktan kıpkırmızı olmuş Alita ortaya çıkmıştı. Neye uğradığını şaşıran Brenna, elini korkuyla göğsüne yükselterek konuşabilmişti.
"Adon, bu ne demek ?"
"Şimdi sırası değil."
"Sırası değil mi? Bana onu dadısıyla birlikte bir binaya kapattığını söylemiştin!"
Adon, soğuk ifadesini bozmadan ona doğru dönmüştü. Mavi gözleri karanlığın içinde bir çift kristal misali parlıyordu.
"Şimdi sırası değil dedim, Brenna."
Herhangi bir şey söyleyemeden yutkunmuştu. Tam bu anda, gözlerini kardeşlerinin üzerinden ayırmayan Magnus'un sırtına değen elini hissetmişti. Belli etmemek için büyük bir çaba harcasa da oğlu korktuğunu görebiliyordu, ona yanında olduğunu göstermek istemişti.
Bu esnada, Adon olduğu yerde dizlerini kırıp Hagen ile aynı hizaya gelmişti. Küçük çocuk, ona korkan mavi gözlerle bakıyordu. Parmaklıklar arasından tuttuğu kardeşinin elini inatla bırakmamıştı.
"Hagen, kardeşinin burada olduğunu nasıl öğrendin ?"
"Alita rüyama girdi, bana mahzende olduğunu, çok korktuğunu söyledi."
Sessizce, içini çekerek ağlayan Alita'nın boğazından bir hıçkırık yükselmişti. Yüzü sırılsıklam olmuş, yere oturmaktan üzeri toza ve pisliğe bulanmıştı. Mavi gözleri bir an olsun ondan ayrılmıyordu, ağlarken kırmızı dudakları titremişti. Brenna demir parmaklıkları geçip onu kollarının arasına almak için can atıyordu, kızının da ondan bunu beklediğinin farkındaydı. Fakat kocası Adon'un iradesi onları ayıran demirden daha sert ve katıydı.
"Ben sana ve Magnus'a bir süre Alita ile görüşmenizin yasak olduğunu söylemedim mi ?"
"Onu burada yalnız bırakmak istemedim, korkuyor."
Hagen'ın omzunu kavrayan Adon başını kaldırıp elindeki meşale ile yanı başında dikilen diğer oğlu Magnus'a dönmüştü.
"Alita senin de rüyana girdi mi Magnus? "
"Evet."
"Peki sen neden kardeşinin yanına gelmedin ?"
Ateşin yansımaları mavi gözlerinde can bulan Magnus, önce kardeşi Alita'ya sonrasında ise babasına bakmıştı. Yüzü soğuk ve ifadesizdi. Brenna, onun da tıpkı Hagen gibi küçük bir çocuk olduğu zamanları hatırlıyordu; korktuğu, ağladığı, koşarak ona sarıldığı zamanları. Geçen zaman içerisinde, kocası Adon oğullarının ruhunu ve karakterini bir mermer işlercesine şekillendirip biçimlendirmişti. En azından o böyle olduğuna inanıyordu. Dokunup severken dahi canını yakmaktan korktuğu oğlunun, evlenmesi ile birlikte etrafını saran soğuk ve kibirli Waldorf ailesi ile aynı ruhu paylaşıyor olduğu inatla kabullenmemişti.
"Çünkü böyle olması gerek."
Magnus, sözler canını yakıyormuş gibi bir çırpıda konuşmuştu. Yine de bu, babasını memnun etmeye yetmişti. Başını usulca sallayan adam, omzunu kavradığı oğlu Hagen'a döndüğüne gözlerinin içine bakıyordu.
"Sen kardeşini Magnus'tan daha fazla mı seviyorsun Hagen ?"
Hala Alita'nın elini bırakmayan Hagen dudaklarını bükerek gözlerini devirmişti, aynı zamanda olumsuz anlamda başını iki yana doğru sallıyordu.
"Peki, kızımı benden daha fazla sevmen mümkün mü ?"
Hagen tekrar başını sallamıştı. Adon'nun omzundaki eli uzanıp çenesini bulmuştu. Başını kaldırdığında, tıpkı biraz önce olduğu gibi gözlerine bakıyordu. Kızgın ya da öfkeli değildi, bilakis Brenna'yı şaşırtacak kadar anlayışlıydı.
"Alita, eğer kontrol altına almayı beceremezse onu yok edebilecek bir güce sahip. Ne demek istediğimi biliyorsun."
Sözleri ile birlikte Alita kardeşinin elini bırakıp parmaklıklara yığılmıştı. Ağlarken aynı zamanda babasına yalvarıyordu. Ben yapmadım, özür dilerim baba, ben yapmadım. Küçük kızın titreyen çaresiz sesi Brenna'nın içine adeta cam kırığı gibi saplanıyordu. Adon ise oralı bile değildi.
"Alita istemeden yaptığını söylüyor."
"Çünkü o gücü değil, güç onu kontrol ediyor. Bu haliyle kardeşin saldırgan bir aslan gibi, dişlerini size dahi geçirebilir. Onu terbiye etmemiz gerek."
Hagen usulca başını tekrar sallamıştı. Fakat bu sefer karşı gelmek yerine içinde bulundukları durumu kabul ediyordu. Kocasının sözleri, Brenna'nın dahi zihnini bulandırmıştı. Kızının odasında kanlar içinde bulunan hizmetçiyi gözleriyle görmüştü. Korkudan adeta dili tutulan dadı Carna, titreyip kekeleyerek henüz sekiz yaşında olan Alita'nın hizmetçiyi duvara fırlattığını anlatmıştı. Brenna, kızında bazı olağanüstü özellikler olduğunu kabul ediyordu. Alita'nın doğum sancılarını hissettiği gece ay adeta ateşe verilmiş gibi kıpkırmızı olmuştu. Tüm insanlar bu dehşet verici olayı izlemeye koyulmuşken, o sıklaşan sancıları ile birlikte odasında çığlıklar atıyordu. Ikınmasının ya da bebeği rahminden itmesinin hiçbir faydası olmamıştı. Kanlı ay batmış, güneş doğmuş ve tekrar batmaya yüz tutmuştu fakat bebeği doğmuyordu. Tam bir buçuk gün süren doğum sonrasında öylesine bitkin düşmüştü ki, kızını kucağına alamadan kendinden geçmişti. Onun için ecel eşiğine dönen doğum yatağında kaç gün gözlerini açmadan yattığını bilmiyordu. İnsanlar artık ondan umudunu kesmiş, ölmesinden korkarken kendine geldiğinde tek istediği bebeğini kucağına almak olmuştu. O an hala hatırlıyordu Brenna; herkesin birbirine lanetli olduğunu fısıldadığı küçük kızı gülümseyerek ona bakıyordu.
"Baba ! Lütfen beni affet ! Nasıl olduğunu bilmiyorum, bunu ben yapmadım !"
Alita'nın çığlığı mahzendeki sessizliği yırtıp geçmişti. Hagen hala onun elini sıkı sıkıya tutuyorken, oğlunu kendine doğru çekip onunla birlikte ayağa kaldıran Adon iki kardeşi ayırmıştı. Brenna parmaklıklara koşmamak için kendini zor tutuyorken, adamın bu kadar soğukkanlı olmasına inanamıyordu.
"Hagen, sen iyi bir çocuksun, iyi bir adama dönüşeceğinden şüphem yok. Bu andan ders çıkar oğlum, sakın merhametinin kararlarının önüne geçmesine izin verme. Taşıdığın soy isim sana sorumluluklar getiriyor. Her zaman, ailen için en doğru olanı yapmak zorundasın, sana acı çektirse bile."
Hagen tekrar başını sallayarak babasının sözlerini kabul etmişti. Artık gözleri bir adım ötesinde, parmaklıkların ardında duran Alita'ya dönmüyordu. Omzunu kavrayan babası ilerlemeye başladığında onu takip etmişti. Meşaleyi taşıyan Magnus hareketlendiğinde, Brenna ağlayarak çığlık atan Alita'ya dönmüş, sonra telaşla kocasına seslenmişti.
"Adon, kızımızı burada mı bırakacağız ?"
Adon ona dönmeden ilerlemeye devam etmişti. Kızının feryatları ya da karısının yakaran sesi tavrında herhangi bir değişiklik yaratmamıştı.
"Evet. O birkaç gün daha burada kalacak."
Brenna, tıpkı Alita gibi çığlık atarak ağlamak istiyordu. Vücudunu adeta yay gibi gerilmişti, gözlerinin dolduğunu hissediyordu. Kolunu tutan Magnus, hadi anne diye mırıldandığında çaresizlikle başını sallamıştı. Attığı her bir adımda Alita çığlık çığlığa ağlıyordu; Anne! Beni bırakma, korkuyorum! Magnus, Hagen! Ben yapmadım! Burası çok karanlık, korkuyorum, beni bırakmayın!
Alita'nın çığlıkları karşılıksız kalmıştı. Önünden bir farenin koşarak kaçtığı gören Brenna, tekrar irkilmişti. Olduğu yerde duraklayıp arkasında bıraktığı kızına baktı. Tek görebildiği koca bir karanlıkken, onu böyle bir yerde nasıl yalnız bırakacağını bilmiyordu. Dudağına ıslaklık değdiğinde, ağladığını henüz fark etmişti. Yüzünü silip önünde ilerleyen kocasına baktı. Adamı, ona bunu yaşattığı için asla affetmeyecekti.
DC 138 – Güncel Zaman
"Sanırım bu görüntüyü izlemekten pek hoşlanmıyorsun."
Keskin kılıç sesleri ile yankılanan bahçedeki mermer bankta oturan Helma, gün geçtikçe irileşen karnını okşayarak yanı başındaki Alita'ya dönmüştü. Hoşnut kalmadığı bir durumun içinde olduğundan emindi fakat bu eline aldığı kılıçla muhafızlarından birine meydan okuyup kıran kırana bir talime tutuşan kocası Hagen'dan kaynaklanmıyordu. Evlenmesinin üzerinden yıllar geçmesine rağmen Helma o an yan yana oturduğu genç prensesin aurasına alışamamıştı. Ona karşı düşmanca davrandığı söylenemezdi, bilakis yeri geldiğinde dikenlerini batırmaktan çekinmeyen Alita'nın kötü bir sözüne maruz kalmamıştı. Fakat bu içindeki ürperme hissinin önüne geçmesine yardımcı olmuyordu. Tanıdığım diğer kadınlar gibi değil diye düşündü. Onu korkutan belki de buydu. Tepkisizlik, naif soğukluk ve iltifatların arasına gizlenmiş kibir tüm Waldorf ailesinin sahip olduğu özelliklerdi. Alita, tüm bunlara ek olarak korkusuzdu. Helma, birçok kez onun ne karanlıktan, ne kandan ne de ölümden korkmadığını görmüştü. Ailesinin her bir ferdine karşı büyük bir saygı besliyordu. Fakat sadece bir kadın olduğu için kaderinin onlar tarafından çizilmesine izin vermemişti. Sadece babası ve Kral Adon istediği için Hagen ile evlenmek durumunda kalan Helma ona gıpta etmesi gerektiğini biliyordu. Yine de hiçbir zaman, Alita'nın bu korkusuz tavrının onu korkutmasına engel olamamıştı.
"Düelloların ateşli bir hayranı olduğum söylenemez, silahlar beni hep korkutmuştur."
"Helma, ne diyebilirim ki; sen gerçek bir kraliçesin."
Helma, Alita ile birlikte gülmüştü. Fakat kadının ona iltifat mı ettiğini yoksa laf mı soktuğunu anlamıyordu.
"Peki ya sen, kılıçlardan hoşlanıyor musun ?"
"Genelde kılıcı değil, onu elinde tutanı tercih ederim."
"Bunun için birine ihtiyaç duyacağını sanmıyorum, Hagen bir keresinde kılıcı birçok erkekten iyi kullandığı söylemişti."
Sözleri Alita'yı güldürmüştü, o kadar ki başını geriye yaslayarak kıkırdamıştı. Helma, uzun bir zamandan sonra onu ilk kez bu kadar neşeli görüyordu.
"Aslında kılıç kullanmayı sevmiyorum, fazla büyük ve hantal. Birini öldürmek istediğinde silahını gözüne sokarak saldırmak pek bana göre değil. Biliyor musun, bunu ilk Magnus fark etmişti. Kılıçla rahat olmadığımı anladığında, doğum günüm için kabzası süslü bir hançer dövdürmüştü. Hala saklıyorum, belki görmüşsündür. İçimde saklı cevher, asıl o hançerle birlikte ortaya çıkmıştı."
Helma, bahsettiği hançeri biliyordu. Beyazkaya'daki odasında ve üzerinde birkaç kez görmüştü. Tıpkı ona söylediği gibi, gösterişli ve ihtişamlıydı, kabzası üzerindeki yakut ve elmaslarla parıl parıl parlıyordu. Sıradan bir işçiliği olmadığı oldukça belliydi.
Fakat hançeri hatırlamanın onda uyandırdığı hayranlık kısa sürmüştü. Babası Harvey Dúpont tarafından öldürülen Magnus Waldorf'un adının geçmesi, onu tekrar midesini bulandıracak kadar rahatsız etmişti.
"Evet, görmüştüm. Birçok şövalyenin kılıcından daha ihtişamlı, mutlaka bir isim vermiş olmalısın."
"Elbette, adı Halsskjærer. Ne demek olduğunu biliyor musun? Hagen sana dilimizi de öğretti mi? "
Yavaşça başını iki yana doğru sallamıştı. Alita Waldorf ailesi ile birlikte Duviel'de birçok kişinin konuştuğu Hénic dilinden bahsediyordu. Etrafından kulak dolgunluğu ile birkaç kelime öğrense dahi konuşmayı sökememişti.
"Hayır, maalesef pek azimli bir öğrenci değilim. Ne anlama geliyor ?"
"Boğazkesen."
Helma, yutkunmasına rağmen elini boynuna götürmemek için büyük bir çaba harcamıştı. Alita'nın herkes gibi silahına Gün Işığı ya da Adalet Şafağı gibi isimler vermesini beklemiyordu. Fakat Boğazkesen gibi tüylerini diken diken edecek bir şeyi de beklediği söylenemezdi.
"Umarım hiçbir zaman isminin hakkını vermek zorunda kalmaz."
Sözlerinin karşılığında Alita sadece gülümsemişti. Belki de çoktan ismini hak etti diye düşündü. Sadece bir an, yanındaki kadını elinde kanlı hançeri ile hayal etmiş, sonrasında ise paranoyak olduğu için kendine kızmıştı.
Muhafızının boynuna yasladığı kılıcı ile antrenmanın sonunu getiren Hagen, taş döşeli yuvarlak talim alanının kenarında onu bekleyen uşağına elini uzatarak ter bezini getirmesini istemişti. Yüzünü silerken, aynı zamanda ağır adımlarla yanlarını bulmuştu. Alita, onun geldiğini fark ettiğinde ellerini önünde birleştirip başını eğerek oturması için yer vermişti. Eğer irileşen karnı görüş alanını bile kapıyor olmasa aynı hamleyi Helma da yapardı.
"Alita, lütfen otur. Sevgili ana kraliçemiz nerede? Onun da burada olacağını sanıyordum."
Alita, işlemeli mavi elbisesinin eteğini toplayarak tekrar yanına oturduğunda Helma kendini geriye çekmişti. Kocası anneleri Brenna'dan bahsediyordu. Kılıç talimi mevzusu kahvaltı masasında açıldığında, izlemek için geleceğini söylemesine rağmen ortalıkta gözükmemişti.
"Mezarlığa gittiği işittim. Burası ona pek iyi gelmiyor, bir an önce Calabar'a dönmeliyiz."
Hagen dudaklarını sıkarak başını sallamıştı. Herhangi bir detaya girilmemesine rağmen üçü de konunun özünü biliyordu. Kuzgun Tepe'de, daha önce Helma'nın da ziyaret ettiği büyük bir aile mezarlığı vardı. Etrafı el işçiliği kendini belli eden demir parmaklıklarla çevriliydi. Her bir mezar için volkan kayasından lahitler hazırlanmıştı. Üzerlerindeki kavisli plakada isimleri ve kısaca hayat hikâyeleri işlenmişti. Rahmetli Kral Adon ve oğlu Magnus bu mezarlıkta yan yana toprağın altında uzanıyordu. Helma, Brenna'nın kocasının ölümünden pek fazla etkilendiğini düşünmüyordu. Üzülmüş, ağlamış ve yas tutmuştu, bu süreç o aileye katılmışken gelişmişti. Fakat ölen oğlu Magnus için tuttuğu yasın sonu asla gelmeyecek gibi duruyordu. Duviel'e geldiklerinden beri her küçük ayrıntının kadına kaybettiği oğlunu hatırlattığı herkesin bildiği bir gerçekti. Brenna'nın ziyaretlerinin başlangıcından bu yana mezarlığa gidip Magnus'u anmadığı tek bir gün yoktu. Ağlayıp kendini kaybediyor değildi, bilakis oldukça sakin ve serinkanlıydı. Helma, karnında bebeğini taşıyorken kadının nasıl derin ve sessiz bir acı çektiğini hissedebiliyordu.
"Yarın buradaki son günümüz. Hazırlıklar bittiğinde yola çıkacağız. Fakat bu kez başkente dönmenin annemize iyi geleceğini sanmıyorum. Hala ateşli bir şekilde Alois'le evliliğinize karşı çıkıyor, daha da kötüsü kafayı Amadeus ile bozmuş durumda."
"Lord Amadeus'un konu ile alakası ne ?"
"Onun sessiz bir yılan olduğunu söylüyor, seni düşünceleri ile zehirliyormuş."
Helma, Brenna'nın haklı olduğunu söylememek için adeta kendini zor tutmuştu. Amadeus'u pek fazla tanıdığı söylemezdi. Birlikte vakit geçirmişlikleri yoktu, ayrıca adam oldukça ketum bir tipti. Tek bildiği uzun yıllar boyunca Alita'ya hocalık yaptığıydı. Prenses, edindiği tüm bilgileri ve eğitimi ondan aldığından fırsat bulduğu her an övünerek bahsederdi. Bunu hiçbir zaman dile getirmese de, Helma aralarındaki ilişkinin uygunsuz olduğunu düşünüyordu. Prenses Alita yirmi beş, Lauron Amadeus ise otuz sekiz yaşındaydı. Adam ondan büyük olsa bile, aralarında hislerine engel olacak koca bir uçurum yoktu.
"Sorun ne Amadeus ne de Alois, annem evleneceğim adamı benim seçmiş olmamı kabullenemiyor. Fakat maalesef bunun önüne geçmek için geç kaldı. Dün gece nikâhımıza Skurk ve kuzgunları şahitlik etti; Alois Hallstein artık benim kocam."
Helma bir an ne olduğunu anlamamıştı. Şaşkınlıkla önce karşısındaki Hagen'a sonrasında ise Alita'ya dönmüştü. Düğünün iki ay sonra Calabar'da olacağı planlanmışken nikâhın kıyılmış olmasına ihtimal vermiyordu. Alita cesur olabilirdi fakat kral ağabeyine danışmadan birisiyle evlenecek kadar gözü kara olamazdı.
Fakat onu dumura uğratan şaşkınlığı sadece bir an sürmüştü. Hagen ve Alita'nın gülerek birbirlerine baktıklarını fark ettiğinde, kocasının kıyılan bu nikâhtan haberdar olduğunu anlamıştı. Skurk ve kuzgunları; Prenses, tıpkı yıllar önce o ve Hagen'ın yaptığı gibi Alois'le önce kendi inancına uygun şekilde dünya evine girmişti. Helma, kendini onu ürperten hayranlığa kapılmaktan alıkoyamıyordu. Gülümseyerek yanı başındaki Alita'ya doğru döndü. Başka bir adamla evlenmesi söylenirken Alois'i görmüş, istemiş ve etrafındakilere aldırış etmeden ona ulaşmıştı.
"Tebrik ederim majesteleri, umarım mutluluğunuz daim olur."
Gülümseyen Alita, ince ve uzun parmaklarıyla uzanıp karnına dokunmuştu. Sadece bu bile Helma'yı rahatsız etmişken, o ana kadar gayet sakin olan bebeği ardı ardına tekme atmaya başlamıştı. Başını kaldırıp Alita'ya döndüğünde, genç kadın gülümseyerek onu izliyordu. Sözleri iyi niyet temennisiydi fakat Helma titrememek için kendini zor tutmuştu.
"Hiç şüphen olmasın Helma, biz hep birlikte çok mutlu olacağız."
Yazan; İlknur DUMAN
* * *
Selam! Bölüm pek uzun değil farkındayım fakat Alita ve Alois'in düğünü öncesi böyle bir geçiş bölümüne ihtiyacımız vardı. Ara ara hikayede böyle geçmişe gitmek istiyorum, bence bu şekilde karakterlerin alt yapılarını ve kişiliklerini çözmek daha sağlıklı oluyor. Okuyan herkesten kısa da olsa bölüm ve hikâye hakkında görüşlerini bekliyorum – iyi mi gidiyor kötü mü gidiyor daha ayrıntılı mı olsun yoksa çok mu ayrıntı var vs. gibi. Hepinizi kocamaan öptüm, kendinize çook iyi bakıın 😽♥️♥️
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top