⚜️Bölüm 3 - "Kimse Bizi Bilmiyor"⚜️
"In girum imus nocte et consumimur igni."
⚜️⚜️⚜️
"Daha ne kadar bekleyeceğiz? Bu şey gereğinden fazla uzadı."
Büyük yemek masasında ona ait olan yere oturmuş, iri kahverengi gözleri ile etrafı izleyen Helma, kocasının annesi Brenna'nın sözlerine herhangi bir karşılık vermemişti. Akşam yemeği için Hagen ve kız kardeşi Alita'yı bekliyorlardı. Sarayda iken, birlikte yemek masasına oturmak gibi bir adetleri yoktu, sadece Waldorf ailesinin kutsal kabul ettiği Salı günleri birleşiyorlardı. Fakat Duviel'e geldikleri günden beri, Hagen hem kahvaltı hem de akşam yemeğinde şatonun büyük salonunda birlikte olmalarını istemişti. Buyruk ondan çıktığında, kimse karşı gelemiyordu.
O an, masanın etrafında dört kişilerdi; Brenna, Ivar, Igor ve o. Kocası Hagen'a ait, süslü ve büyük sandalye boştu, sağ yanı ise kız kardeşi Alita'ya aitti ve o da ortada yoktu. Yemek vaktinden iki ya da üç saat önce, Alita ağabeyinin huzuruna çıkmış ve konuşulması gereken önemli bir mesele olduğunu söylemişti. Bununla birlikte Helma ikisini yalnız bırakmıştı. O bahçede dolaşıp yürüyüş yapmış, şahsına tahsis edilen odada nakışına devam etmişti. Fakat aradan geçen zamana rağmen iki kardeş hala ortada yoktu.
"Çocuklarını bizlerden daha iyi tanıyorsun Brenna, o ikisinin her zaman konuşacak önemli meseleleri vardır."
"Haklısın Igor, çocuklarımı tanıyorum. İkisi kafa kafaya verip ne zaman kendilerini bir odaya kilitleseler altından bir şeyler çıkıyor."
Brenna'nın sözleri ikizleri güldürmüştü, Helma ise sadece tebessüm etmişti. Bebeğim doğduğunda ben de onlardan birine sahip olacağım diye düşündü, bir Waldorf'a. Babasının onu Reneen'den alıp o zamanlar Prens Hagen olarak bilinen kocası ile evlendirmek için başkent Calabar'a getirmesinin üzerinden dört yıl geçmişti. Helma, adamı ilk gördüğü anı asla unutamıyordu; baştan aşağı simsiyah bir takım giymiş, kürkle süslenmiş yakasına ise parlak taşlarla bezeli bir zincir takmıştı. Beyaz teni pürüzsüzdü, yüzünde, zarif gülümsemesi ile birlikte ortaya çıkan iki gamzesi vardı. Kısa tuttuğu siyah saçlarını özenle taramıştı, parlak mavi gözleri adeta ruhunu görüyormuşçasına derine iniyordu. Nutkunun tutulduğunu hissetmişti. Aklından geçen ilk düşünüce ona layık olmadığıydı. Hagen, etrafına büyülü bir aura bırakıyordu ve Helma onunla karşılaştığı ilk anda tesirine girmişti.
Evlilikleri duygu yoğunluğu ile ortaya çıkmamıştı, bilakis politik bir sözleşmenin meyvesiydi. Bu yüzden, Helma Hagen'ın ona karşı herhangi bir hissi olmadığını bilerek adamın karısı olmayı kabul etmişti. Kaderin onun için çizdiği yola sıklıkla şaşırıyordu. Babası Harvey Dúpont taht için dört yıl boyunca düşmanı olarak gördüğü Adon Waldorf'a karşı savaşmıştı. Muhaberelerin birinde esir olarak aldığı, Waldorflar'ın en büyük oğlu Magnus'u başını ezerek öldürmüştü. Tüm bunlar olurken Reneen'deki kalelerinde olan Helma, bir gün bu iki aile arasında barış olacağını asla düşünmezdi. Birisi gelip, babasının eline kanlarını bulaştırdığı Waldorf Hanesine girip onların kraliçesi olacağını söylese kahkahalar atarak karşılık verir, inanmazdı. Fakat o an, karnında taşıdığı çocuğu ile birlikte kralın masasında karısı olarak oturuyordu.
O kendi düşüncelerinin içinde kaybolmuşken, büyük salon kapısı nöbetçiler tarafından açılmış ve Hagen içeri girmişti. Kardeşi Alita bir adım gerisinde onu takip ediyordu.
"Beklettiğimiz için özür dilerim, görüşülmesi gereken önemli bir mesele vardı."
Masadaki yerine geçen Hagen'ın buz mavisi, soğuk gözleri üzerine döndüğünde gülümsemişti. Uzun parmakları uzanıp kendini gösteren karnını okşamıştı. Helma'nın rahmi kuraktı, zor hamile kalıyordu. Herkes ondan krallığa bir varis doğurmasını beklerken, üç kez düşük yapmıştı. Her biri Helma için ayrı bir yıkım olmuştu. Evliliklerinin temeli aşka ve sevgiye dayanmasa da, zamanla Hagen ile aralarında özel bir bağ gelişmişti. Karşılıklı olarak birbirlerine derin bir saygı duyuyorlardı, Hagen'ın ona değer verdiğini biliyordu. Fakat rahminden düşen her bir çocukla, aralarındaki bu bağ gücünü kaybetmişti. Evliliklerinin ilk yıllarında ondan başka bir kadınla görüşmeyen Hagen'ın artık metresleri vardı. Helma kırılsa dahi herhangi bir şey diyemiyordu. Krallıktaki herkes varis veremediği için arkasından konuşurken Hagen'ın başka bir kadına gitmesi şaşırılan bir durum değildi.
Dördüncü kez hamile kaldığında, kocası ülkedeki tüm şifacı ve hekimleri ayaklarına yığmıştı. Dört ay boyunca neredeyse yerinden kalkmadan karnındaki bebeğin büyümesini beklemişlerdi. Başında dikilip onu gece gündüz takip eden hekimler artık düşük tehlikesinin kalmadığını söylediklerinde, normal hayatına dönebilmişti. Beşinci ayını yarılamışken, attığı her adıma üç hizmetçi refakat ediyordu.
"Oğlum bu akşam nasıl ?"
Helma adamla birlikte gülümsemişti. Ona bir prens vereceğim diye düşündü, Hagen beni daha çok sevecek.
"Güçlü, tıpkı babası gibi. Karnımı tekmeleri ile dolduruyor."
Sözleri Hagen'ı memnun etmişti. Karnını tekrar okşamış, sonrasında ise servis edilen akşam yemeğine dönmüştü. İkizler Ivar ve Igor sıklıkla olduğu gibi masanın en konuşkanlarıydı. Limandan, gelen gemilerden ve deniz ötesindeki hikâyelerden bahsediyorlardı. Helma onları ilgiyle dinlemişti fakat Brenna onunla aynı heyecanı paylaşmıyordu.
"Hagen, saygısızlık etmek istemem kıymetli oğlum fakat buradaki ziyaretimiz daha ne kadar sürecek? Duviel'in havası Helma'ya iyi gelmiyor, ayrıca Alita'nın düğünü için hazırlık yapmamız gerek."
O ana kadar sessizliğini koruyan Alita gülümsemişti. Ne soğuk kadın diye düşündü Helma. Tüm ülke kocası Kral Hagen'dan korkuyorken o Prenses Alita'dan çekiniyordu. Geçen yıllar içinde Waldorf ailesine vakıf olmuştu. Her biri dış görünüş açısından birbirinin aynıydı; pürüzsüz beyaz bir ten, siyah gür saçlar ve adeta beyaza çalan buz mavisi gözler. Fakat aynı kanı taşıyan bu insanların paylaştığı tek ortak özellik bu değildi. Helma, Waldorflar'ın sadece fiziken değil ruhen de birbirlerine benzediklerini çözmüştü; her biri soğuk bir auraya sahipti, tatlı sözlerinin altında kibirlerini saklıyorlardı. Onlarla evlenebilir, hatta onlardan birini doğurabilirdiniz. Fakat bir Waldorf olarak doğmadıysanız asla onlardan birine eşit olamazdınız.
"Sanırım sonunda evleniyor olmam seni gerçekten heyecanlandırıyor, anne."
"Elbette. Kendi aileni kurup çocuklarını kucağına alacaksın. Bunu düşünmek her anneyi heyecanlandırır."
"Haklısın, kendi ailemi kuracağım. Bunun için majestelerine büyük bir minnet borcum var."
Masada, Alita ve Hagen'ın gözleri birbirini bulmuştu. Konuşuyorlar diye düşündü Helma. Bunu kanıtlayamazdı fakat emindi. Hagen ve Alita kelimelere ihtiyaç duymadan iletişime geçiyorlardı. İki kardeşin arasındaki bağ oldukça güçlüydü. Hagen'ın danışmanları ve kararlarını görüştüğü bir konseyi vardı. Fakat aklına bir fikir düştüğünde ilk önce kardeşi Alita ile paylaşıyordu. Dışarıdan bakıldığında, kralın yanı başındaki taht Helma'ya aitti. Fakat sarayın gizli kraliçesi Prenses Alita'ydı.
"Alita en kısa zamanda evlenecek. Dük Hallstein ile daha önce görüşmüştüm fakat oğulları ile burada ilk kez tanıştım. Hepsi birbirinden seçkin beyefendiler, lakin ben kardeşime Alois'in uygun olduğuna karar verdim. Alita, Dük Hallstein'ın en küçük oğlu Alois ile evlenecek, son kararım budur. Sizin de bilmenizi isterim."
Duvarları antik mozaiklerle süslenmiş büyük salona bir anda ölüm sessizliği çökmüştü. Yağan yağmur tüm şiddetiyle pencereleri dövüyorken, ardı ardına gökyüzünü aydınlatan şimşeklerin ışığı aralarında süzülüyordu. Büyük bir gök gürültüsü patladığında, Helma elinde olmadan sıçramıştı. Korktuğunu fark eden Hagen uzanıp elini tutmuştu, lakin bakışları bir masanın etrafına toplanan aile üyelerinin üzerindeydi. Kararına ilk başkaldıran, annesi Brenna olmuştu.
"Hagen, bunun ne kadar uygunsuz olduğunun farkında mısın ?"
"Hangi açıdan uygunsuz olduğunu düşünüyorsun ?"
"İki gün önce, bu masada Dün Hallstein ile Aksel ve Alita'nın evliliği konusunda anlaştınız. Bu şey, vergi tartışması değil oğlum, bir anda fikrini değiştiremezsin. Bahsettiğiniz insanlar iki kardeş, seni değil ötekini istiyorum demek yakışık almaz."
Hagen usulca başını sallamıştı. Önündeki balıktan aldığı lokmayı uzun uzun çiğnemiş, sonrasında ise ağzını silerek annesine dönmüştü.
"Belki de sözlerinde haklısın. Lakin ben lütfedip ailelerini kız kardeşimle şereflendirmeyi uygun görmüşken, aralarından birini seçmemize kırılmak gibi bir lüksleri olacağını sanmıyorum."
"Hagen, lütfen makul ol. Alois dediğin çocuk henüz on dokuz yaşında, Alita ile aralarında altı yaş var. Bu görülmüş şey mi ?"
"Görüldüğü ya da görülmediği ile ilgilenmiyorum anne. Benim kardeşim adına verdiğim karar bu, sizlere düşen tek şey saygı duymak."
Brenna elindeki uzun çatalı bırakıp tabağını önünden itmişti. Onaylamayan bakışları Hagen ve Alita'nın üzerinde geziyordu. Amacı evlenmek değil diye düşündü Helma, istediği gibi kullanabileceği bir köle arıyor. Onun gözünde, prensesin Aksel yerine Alois'i seçmesinin altında yatan yegâne sebep buydu. Konuşup kardeşi Hagen'ı da planına ikna etmişti.
"Tabi ki kararına saygı duyuyorum, ben de herkes gibi senin tebaanım. İki kardeşin arasına husumet sokmak, ya da kardeşini kendinden altı yaş küçük biri ile evlendirmek senin nazarında sorun olmayabilir. O zaman annen olarak bir de şu açıdan düşünmeni öneririm; bu evliliğin amacı ailemizin Hallstein gücünden faydalanmasını sağlamak. Dük Hallstein öldüğünde Drindall'ın başına oğlu Aksel geçecek, Alois değil. Güney Kapı'nın askeri, siyasi ve ekonomik tüm gücü Aksel'e aktarılacak."
Hagen dudaklarını kıvırarak gülümsemişti. Aynı gülümsemeyi yanı başında oturan kardeşi Alita da paylaşıyordu. Annelerini küçümsüyorlar diye düşündü Helma. Her an yüzüne vurulan gerçeği bir kez daha fark etmişti; Onlarla evlenebilir, hatta onlardan birini doğurabilirdiniz. Fakat bir Waldorf olarak doğmadıysanız asla onlardan birine eşit olamazdınız.
"Hala anlamadığın bir şey var anne, güç ben kime bahşedersem ona aktarılır."
⚜️ ⚜️ ⚜️
"Alois."
Karanlık geceyi keskin bir mızrak gibi ikiye bölen şimşekler ardı ardına kendini gösteriyordu. Yumuşak ve sıcak yatağının içinde derin bir uykuda olan Alois, gök gürültüsünün arasında kendi ismini işittiğinde bilinçsizce homurdanmıştı. Aksel ile girdikleri kavgadan sonra hem yüzünde hem de vücudunda birçok morluk ve yara birikmişti. İki gün geçmesine rağmen et çürükleri canını yakarken hala kendini yorgun hissediyordu. Bundan mütevellit uykusunu bölmeye pek niyetli değildi.
"Alois, hadi uyan."
Kulağına dolan neşeli fısıltı ile birlikte kucağına sıcak bir ağırlık çökmüştü. Altında iri morluklar olan yeşil gözlerini yavaşça araladığı ilk anda, gördüklerine inanamamıştı. Hénec'e gittiği ilk akşam tanıştığı Keia, ince askıları olan şeffaf geceliği ile kucağında oturuyordu. Omuzlarından kıvrımlı beline doğru dökülen uzun, altın sarısı saçlarını açık bırakmıştı. İri dudaklarını ısırıp sırıtarak onu izliyordu.
"Senin burada ne işin var ?"
"Çok yakında tekrar görüşeceğimizi söylemiştim."
İçine derin bir nefes çeken Alois, uzandığı yerde yavaşça doğrulmuştu. Keia'nın elleri belinden göğsüne yükselerek yüzünü bulmuştu. Parmak uçlarını, canını yakmaktan korkarcasına yaralarının üzerine değdirmişti. Aralarındaki mesafe oldukça azdı, Alois kadının kahverengi gözlerindeki hareleri seçebiliyordu.
"Güzel yüzüne ne oldu böyle ?"
"Keia, burada olmaman gerek."
Gülümseyen Keia yaklaşıp üzerine doğru eğilmişti. Sıcak dudaklarını dudaklarının üzerine örttüğünde, Alois geri çekilmesi gerektiğini biliyordu. Fakat kucağında oturan bu kadına hayır demek düşündüğü kadar kolay değildi. Dudakları arasından bal sızıyormuşçasına tatlıydı, karşı koyamıyordu. Islak dili, kasıklarına oturan kalçaları, gövdesinde hissettiği iri göğüsleri içindeki erkeksi dürtüyü uyandırmıştı.
"Buradan başka bir yerde olmak istemiyorum."
"Kes şunu."
"Neden bana dokunmuyorsun? İşte, sonunda baş başa kalabileceğimiz sessiz bir yerdeyiz."
Tekrar içini çeken Alois dudaklarını ısırmıştı. Keia'nın neyi ima ettiğini biliyordu, kendi sesi kulağında çınlamıştı.
"Baş başa kalabileceğimiz sessiz bir yer olabileceğini düşünmüştüm."
Keia, onu öpmek için tekrar sokulduğunda başını çevirmişti. Vücudundaki her bir zerre onu arzulasa dahi karşı koyması gerektiğini biliyordu. Fakat tavrı, hala kucağında oturan kadını durdurmamıştı. Parmakları göğsüne inmiş, geceliğinin düğmeleri tek tek çözüyordu. Fısıldarken dudaklarını kulağına yaslamıştı.
"Kimse bizi bilmiyor Alois."
Alois'in bir şeyler söylemek istediği anda, geceliğini çözen Keia çenesine uzanıp yüzünü kendine çevirmişti. Karanlık odaya gök gürültüsü ile birlikte olan gümüş şimşeklerin ışığı kadının beyaz teninde parlıyordu. Geceliğinin üzerinden seçtiği iri göğüsleri Alois'i baştan çıkarmak için yeterken, Keia'nın dudakları önce yanağını bulmuş, arkasında ıslak bir iz bırakarak boynunun girintilerine inmişti. Yapmamalıyım diye düşündü Alois, bunun yanlış olduğunu biliyordu. Fakat o an, böylesine yoldan çıkmışken kendine hâkim olması onun için neredeyse imkânsızdı. Kendi içinde kimse bizi bilmiyor diye tekrar etti. Bununla birlikte, adeta onunla savaşan elleri sertleşen erkekliğinin üzerinde oturan kalçalarını kavramıştı. Dudakları, gem vurmaya çalıştığı açlıkla kadını öperken, kalçalarını okşayan elleri yükselip geceliğinin ince askılarını çözmüştü. Keia'nın onu baştan çıkaran göğüsleri sonunda serbest kalmıştı. İçini çekerek parmaklarını üzerinde gezdirdi. Kendi kendine kimse bizi bilmiyor diye mırıldanırken, kadının ince belini kavrayarak yatağına uzanmasını sağlamıştı. Bacaklarının arasına sızmış, Keia'nın ıslak sıcaklığında kendini kaybederken aynı cümleyi hiç durmadan tekrar ediyordu.
Kimse bizi bilmiyor.
* * *
"Alois, uyan artık bok torbası."
Omzunun sarsılması ile irkilen Alois, uykusundan sıçrayarak uyanmıştı. Şiş olan yeşil gözlerini kırpıştırdığında, baş yanında dikilen Abel'i seçebilmişti. Rüyaydı diye düşündü, hepsi lanet olası bir rüyaydı. Bu, zevkle uyuşan vücuduna başka bir rahatlama getirmişti. Üzerindeki kürk işlenmiş örtüyü sıyırmış, kollarını açarak geriniyorken aynı zamanda minnetle mırıldanıyordu.
"Şükürler olsun."
"Alois, inan bana hayatımda birçok sapık gördüm, kardeşim. Fakat boşaldığı için şükreden biriyle ilk kez karşılaşıyorum."
Ne olduğunu anlamayan Alois, başını kaldırıp baktığında geceliğindeki beyaz ıslaklığı fark etmişti. Bu onu ne utandırmış ne de şaşırtmıştı. Yaşadığı şey öyle gerçekçiydi ki, Keia'nın dudaklarının baskısını hala üzerinde hissediyordu. Ellerini saçlarının arasında gezdirerek uzandığı yerden kalktı.
"Elbette şükredeceğim, bu benim en büyük yeteneğim."
"Kardeşinin evleneceği kadını elinden aldığına göre, kesinlikle öyle olmalı."
Geceliğinin üzerini çıkarıp yatağının üzerine fırlatan Alois, herhangi bir cevap vermemişti. Kollarını kaldırdığı an, kaburgasının üzerindeki morluk canını yakmıştı. Elini üzerinde gezdirip usulca okşadı. Acıyla buruşan yüzünü arkasında kalan Abel'e dönmüştü.
"Asıl gösteriye şahit olmak istemiyorsan çıkabilirsin, görevini başarıyla yerine getirdin, uyandım."
Homurdanan Abel s*k kafalı diye söylenerek odasından çıkmıştı. Bununla birlikte geceliklerini çıkaran Alois, üzerini değiştirip saçlarını düzelttikten sonra misafir oldukları taş binanın salonuna geçmişti. Babası hariç, ailesinin tüm üyeleri kahvaltı masasının etrafına toplanmıştı. Annesinin omzuna dokunup yanağını öpen Alois günaydın diye mırıldandıktan sonra yanına oturmuştu. Karşısında kalan Aksel'in nefret dolu bakışlarını üzerindeydi. Kavgalarından kalan birkaç yarayı o da yüzünde taşıyordu. Fakat Alois'e oranla oldukça iyi durumdaydı. Aksel'in alnında, yanağında ve çenesinin üzerinde kabuk tutmuş yaralar vardı, var olan morlukları ilk günden solarak ortadan kaybolmuştu. Alois'in sol gözünün altında ise iri bir mor halka vardı. Darbeyi ilk aldığında, gözü kanlanmış ve şişmişti. Patlayan dudağında ara ara kan sızan kabuklu bir yara vardı, bir benzerini aynı zamanda kaşının üzerinde taşıyordu. Aksel ile ikisini birbirinden güçlükle ayırdıklarında, yüzü kan içindeydi. Kısa bir an sonra yediği tekme ve yumruklar onu kusturmuştu. Odasına götürüp yüzündeki kanı temizlediklerinde, suratının her yerini alan şişlik, yara ve morlukları fark etmişlerdi. Alois, kendinden geçmişçesine yatağına uzandığında, Aksel kendi yüzündeki kana ya da yaralara aldırmadan hala kükrüyordu, babaları Alva ve Abel onu zor tutmuşlardı.
Bırakın beni, o piçi öldüreceğim!
Kardeşinin, o an kulağında çınlayan gür sesine rağmen, kavga ettikleri günden beri aralarında kin dolu derin bir sessizlik vardı. Aksel, kelimelere dökemediği nefretini bakışlarında taşıyordu. Attığı her adım, göğsünden dışarı bıraktığı her nefes tehditkârdı. Karşı karşıya oldukları her an çenesi kasılıyordu. Yumruğa dönüşen ellerinin üzerine atılmaması için kendiyle savaştığı oldukça belliydi.
Alois'in Aksel'e karşı beslediği duygular ise karmakarışıktı. Alita'ya ait olan kurdeleyi kaldırıp gösterdiği ilk an, onunla alay eden kardeşine ağzının payını verdiği için kendi ile gurur duymuştu. Sonrasında, birbirlerine girdikleri kavga onu bir öfke yumağına çevirmişti. Etrafına küfürler savurarak Aksel'e olan nefretini kusmuştu. Fakat o an, karşısında oturan adama baktığında, ince bir sızı onu rahatsız ediyordu.
Kardeşinin evleneceği kadını elinden aldın.
Bu düşünce, bir mürekkep gibi zihnine düşüp içini karartmıştı. Kendi kendine, haklı olduğunu öğütlese dahi suçluluk duygusunu aşamıyordu. Anlaşamasalar dahi, Alois geçen onca zaman boyunca Aksel'in heyecanını paylaşmıştı. İlk günden beri Alita'yı hayal ettiğini biliyordu, prensesle evlenme fikri onu adeta etekleri zil çalan genç bir kıza çevirmişti. Tüm bu olanların onun için nasıl bir yıkım olduğunu tahmin edebiliyordu.
O kendini vicdan azabına sürükleyen bu düşüncelere kapılmışken, babası Alva salona girip kahvaltı masasındaki yerine oturmuştu. Onun gelişi ile birlikte, ailelerine tahsis edilen hizmetçileri servise başlamışlardı. Alois, tabağında duran keçi peynirini tırtıklasa da canı pek bir şey istemiyordu. Başını kaldırıp yere kadar uzanan kemerli pencereye baktı. Yağmur, dün akşamdan beri hızını kesmeden yağmaya devam ediyordu. Duviel'de hava sıklıkla kasvetli ve kapalıydı. Göz açtırmayan bu yağmur, adeta boynuna bir kement vurulmuşçasına canını sıkıyordu.
"Şatodan herhangi bir haber var mı? Bu yer artık beni boğmaya başladı."
Aksel dişlerinin arasından keşke boğulup gebersen diye mırıldanmıştı. Alois bunu duymamazlıktan geldi. Elinin altındaki ekmeğe tereyağı süren babası konuşurken yüzüne bakmaya tenezzül etmiyordu. Aksel'in elinden evleneceği kadını aldım diye düşündü, babama ne kötülük yapmış olabilirim?
"Kahvaltıdan sonra seninle kralın huzuruna çıkacağız. Biraz önce haber geldi, bizi görmek istiyormuş."
Alois elinde olmadan gülümsemişti. Gümüş bir yüzük taktığı işaret parmağını yüzünün etrafında gezdirerek babası Alva'ya gösteriyordu.
"Affına sığınarak soruyorum baba, bu şeyi insanlara nasıl açıklayacağım? Yüzüm usta bir ressamın en renkli tablosuna benziyor."
Abel bir an kardeşinin sözlerine gülmüş, etrafındaki onaylamayan bakışları fark ettiğinde ise arkasına yaslanıp ağzını eliyle kapatmıştı.
"Olan biten ortada, kimsenin bir şey soracağını sanmıyorum. Şatoya gittiğimizde, gerekmediği müddetçe ağzını açmayacaksın. Her şeyi berbat ettin, ben ortalığı toplayana dek başka bir sorun çıkarmanı istemiyorum."
Alois'in yeşil gözleri şaşkınlıkla irileşmişti. Suçsuz olduğunu iddia etmiyordu fakat bulundukları noktada her şeyin sorumlusu olarak gösterilmesi ona pek de adil gelmemişti. Tıpkı Abel gibi arkasına yaslandı, yüzüne yayılan şaşkın gülümsemeden kurtulamıyordu.
"Benimle evlenmek istediğini söyleyen Alita, bunun yüzünden suratımı dağıtan da kıymetli oğlun Aksel. Fakat yine de senin gözünde her şeyin yegâne suçlusu benim, öyle değil mi ?"
Adını andığı an, Aksel elini kahvaltı ettikleri masaya vurmuştu. Yüzündeki kaslar gerilmişti, yapabilse o an üzerine atlayacağı her halinden belli oluyordu.
"Seni yatırıp bir güzel becermediğime dua et, sürtük."
"Aksel, inanmayacağını biliyorum ama Alita benimle konuştuğunda ona senin daha iyi bir seçenek olabileceğini söyledim. Merak ediyorum, yer değiştirmiş olsak acaba aynı nezaketi sen bana gösterir miydin ?"
Aksel küfürler savurarak yerinden kalkmış, üzerine yürümeye hazırlanıyorken yanında oturan Abel onu güçlükle tutmuştu. Amacı olası bir kavgayı önlemekti. Yine de Aksel'i yerine oturtmaya çalışırken, Alois'e kendini beğenmiş bir züppe olduğunu haykırıyordu. Üçü arasındaki kavganın hızı kesilmediğinde, Alva yumruğunu masaya geçirerek bağırmak zorunda kalmıştı.
"Kesin şu rezaleti! Üçünüz de yerinize oturun !"
Kahvaltı masasındaki kargaşa, Alva'nın gür sesiyle birlikte son bulmuştu. Hem Aksel, hem Abel hem de Alois yerlerine oturmuşlardı. Masaya öfke dolu bir sessizlik çökmüştü. Aralarındaki kavga o an içi bitse dahi, üçü de burnundan soluyordu. Fakat babaları Alva'nın hiddeti hepsinden daha fazlaydı. Odadaki hizmetçileri dışarı çıkarmış, aralarında gezen herhangi bir muhbir olmadığından emin olduğunda ise kısık fakat öfke dolu sesiyle söylenmişti.
"Aranızdaki bu saçmalıktan bıktım usandım artık. Şunu o küçük kafalarınıza iyice sokun; Prenses Alita denilen o kadın eğer isterse üçünüzle de evlenebilir, umurumda bile olmaz. Bu şey size bir oyun gibi gelebilir fakat karşınızda ülkenin en zengin adamı ve kız kardeşi var. Fark ettiyseniz tahtı elde etmiş olduklarına değinmiyorum bile. O yüzden, eğer aranızdan biri, bilerek ya da bilmeyerek ailemin Waldorflarla olan birleşmesine mani olursa, onu mahvederim. Hanginizin olduğunun bir önemi yok, o ya da bu şekilde, aranızdan biri o prensesle evlenecek."
Kollarını göğsüne bağlamış, yaslandığı yerde babasını dinleyen Alois gülmemek için dudaklarını ısırıyordu. İçine düştükleri bu durum onun için oldukça trajikomikti. Alva Hallstein Drindall düküydü, ülkedeki en büyük ordulardan birine sahipti ve Güney Kapı'yı elinde tutuyordu. Hâlihazırda yeterince güçlü bir adamken, daha fazlası için sarf ettiği bu çaba Alois'e acınası geliyordu. Küçük ve tatlı orospularıymışız gibi bizi pazarlıyor diye düşündü, bu fikir ona neredeyse kahkaha attıracaktı.
Gergin ve gürültülü kahvaltıları bittiğinde, tıpkı Alva'nın söylediği gibi onlar için kapıda bekleyen arabaya binip Kuzgun Tepe'nin uç noktasındaki şatoya çıkmışlardı. Kısa süren yolculukları boyunca babası Alois'e ne konuşması ne konuşmaması gerektiğini tembihlemişti. Eğer biri yüzündeki yaraları sorarsa, Abel ile sıklıkla güreştiklerini, bu kez ise sınırı biraz aştıklarını söyleyecekti. Babası biricik oğlu Aksel'in bu skandala daha fazla karışmasını istemiyordu. Alita ile evliliği hakkında söz sırası ona geldiğinde ise sadece memnuniyeti dile getirecek ve bunun onun için büyük bir şeref olduğunu anlatacaktı. Alva, tüm bunların dışında başka bir konuşmaya katılmamasını tehditkâr bir dille sıkı sıkıya öğütlemişti.
Şatoya çıktıklarında, onları ilk ziyaretlerinde refakatçileri olan görevlilerden Flagg karşılaşmıştı. Meraklı gözleri Alois'in yüzünde gezse dahi herhangi bir şey söylememişti. Şatonun karanlık ve birbirine geçen koridorları boyunca onlara eşlik etmiş, kabul salonunun olduğu, duvarları Waldorf hanedanın hikâyelerini anlatan antik mozaiklerle süslenmiş geniş hole çıktıklarında ise kapıdaki görevlilere Dük Hallstein ve oğlunun geldiğini söylemişti. Aralarında kısa bir konuşma olmuştu, yanlarında geldiğinde ise durumu onlar için açıklamıştı.
"Dük Hallstein, özürlerimi kabul edin lütfen, majesteleri şu an önemli bir konuğunu ağırlıyor. Sizden bir müddet için beklemenizi rica edeceğim. Görüşme uzun sürmeyecektir."
"Kral cenaplarının omuzlarında oldukça ağır bir yük var, o bize değerli vaktini ayırmışken, tebaası olarak elbette kendisini bekleyeceğiz."
Flagg gülümseyerek anlayışı için teşekkür etmişti. Baba-oğul, şatonun nispeten sakin ve gösterişli olan holünde ellerini önlerinde birleştirip kralın onları kabul etmesini beklemeye başlamışlardı. Alois, merakla etrafını süzüyorken, solunda kalan koridorun ucunda tanıdık bir siluet seçtiğini fark etmişti. Yeşil gözlerini kısıp başını uzattığında, parlak sarı saçları omuzlarından dökülen Keia ona doğru gülümsüyordu. Bu gerçek olamaz diye düşündü. Morluğun yarattığı acıya aldırmadan parmakları ile kapadığı gözlerini uzun uzadıya ovmuştu. Elini yüzünden yavaşça çektiğinde, rüyasında gördüğü genç kadın hala koridorun ucundaydı. İşveyle gülümsediğini olduğu yerde seçebiliyordu, eliyle yanına gelmesini istediğinde Alois irkilerek etrafına bakınmıştı. Holde Flagg, babası ve onun dışında başka kimse yoktu. Kaşlarını kaldırarak gelemeyeceğini işaret ettiğinde, kabul etmediği gösterircesine omuzlarını silkmişti. Olduğu yerde hareketlenmiş, koridora doğru yürüyorken Alois daha büyük bir belanın üzerine doğru geldiği hissediyordu. Bununla birlikte gözlerini büyülterek durmasını istemişti. Yanı başındaki babasına döndüğünde, içten içe durumu fark etmesi için yalvarıyordu.
"Kendimi kötü hissediyorum, biraz hava alacağım. Hemen dönerim."
"Alois."
"Merak etme baba, uzun sürmeyecek."
Alva durumdan memnun olmasa dahi herhangi bir şey söylememişti. Aksel ile kavga ettikleri gün yere yığılan Alois'in nasıl kustuğunu biliyordu. Böyle bir rezaletin kralın huzurunda yaşanması isteyeceği en son şeydi.
Hızlı adımlarla holü arşınlayan Alois, koridorun sonunda Keia ile karşılaştığında, aklında sıraya dizilen onlarca soru vardı. Fakat genç kadın herhangi bir şey söylemesine fırsat tanımamıştı. Yüzündeki muzip ifadeyle uzanıp elini kavrayarak onu peşinden sürüklemişti. Taş duvarların arasına sabitlenmiş küçük, ahşap bir kapıyı araladığında, Alois kendini gün ışığının içeri güçlükle sızdığı loş bir boşluğun ortasında bulmuştu. Etrafına kısa bir bakış attığında, bir merdiven dizisinin üzerinde durduklarını fark etmişti. Burası, Amadeus'un onu Alita'ya götürdüğü gizli merdivenlerdi. Küf kokusu burnuna doldukça, anılar zihninde canlanıyordu.
"Alois, neredeydin ?"
Keia, kollarını boynuna dolayıp ona sarıldığında sırtı soğuk taş duvara yaslanmıştı. Göğsü, korku mu yoksa heyecan mı olduğunu kestiremediği garip bir hisle yavaşça doluyordu. Saçlarının arasında birkaç damla ıslaklık hissettiğinde başını kaldırdı, duvarda pencere olması amacıyla bırakılmış, yumruğundan biraz daha büyük boşluktan yağan yağmur sızıyordu. Esen soğuk rüzgârı içine çekerek, Keia'nın elbisesinin açık bıraktığı çıplak omuzlarını kavrayıp kendinden uzağa itmişti.
"Senin burada ne işin var ?"
Alois'in tavrı karşısındaki kırmış gibi durmuyordu. Keia'nın yüzündeki, onu baştan çıkarak gülümsemeden tek kıvrım silinmemişti. Sadece biraz önce uzaklaştırılmış olmasını umursamadan tekrar sokulup vücudunu Alois'e yaslamıştı. Konuşurken gözlerini dudaklarının üzerinden ayırmıyordu.
"Alois, hiç konuşmadık değil mi? Ayrılırken, sana evime gidiyorum demiştim, hatırlıyor musun ?"
Alois yutkunmak dışında bir karşılık verememişti. Ellerini, ıslanmaya başlayan saçlarının arasında gezdirirken Keia onu gülerek izliyordu.
"Şato benim evim, ben burada çalışıyorum."
"O halde karşılaştığımız akşam benim kim olduğumu biliyordun."
Dudağını ısıran Keia gülümseyerek başını sallamıştı. Ellerinden biri yükselip, tıpkı rüyasında olduğu gibi yüzündeki yaraları bulmuştu. Parmak uçları dudağını bulduğunda canı yanıyormuşçasına içini çekmişti.
"Kim yaptı bunu güzel yüzüne? Kardeşin mi ?"
Alois, uzanıp yüzünde gezen elini kavrayarak yavaşça indirmişti. Sakin ol Alois diye teskin etti kendi kendini, henüz ortada bir sorun yok.
"Saçmalık, kardeşim neden böyle bir şey yapsın ?"
"Evleneceği kadını elinden aldın, öfkelenmiş olmalı."
Keia'nın sözleri, ona karşı kurduğu savunma mekanizmasını bir anda yerle bir etmişti. Nasıl bilebilir diye düşündü, daha ben bile emin değilken nasıl bilebilir?
"Sen bunu nereden biliyorsun ?"
"Aslında emin değildim, sadece fısıltılar duymuştum. Fakat seni böylesine korkuttuğuma göre gerçek olmalı."
"Keia, bak-"
"Şaşırmadım Alois, biliyordum. Sen kardeşinin sunabileceği şeylerden daha fazlasına sahipsin."
Gülümseyen Keia, yavaşça kollarını beline sarmıştı. Alois, elbiselerine rağmen vücudundan yükselen sıcaklığı hissedebiliyordu. Bu ona rüyasını hatırlatmıştı. Elinde olmadan içini çekip başını arkasına yasladığında, Keia aklından geçenleri biliyormuşçasına sırıtmıştı. Parmak uçlarında yükselip öpmek için ona doğru sokulduğunda, Alois kadının dudaklarını eliyle örtüp kendinden uzağa itmişti.
"Keia tatlım, ikimizin de iyiliği için kes şunu, lütfen."
Keia, dudaklarının üzerindeki parmaklarına uzanıp sıcak avucunun içine almıştı. Yüzündeki hiç kaybolmayan gülümseme solup gitmişti. Yavaş yavaş, bir pelerin gibi büründüğü yeni tavrı Alois'e ürkütücü geliyordu.
"Prenses ile evlenecek misin ?"
"Bilmiyorum, bunu birazdan öğreneceğim."
Keia yavaşça başını sallamıştı. Parmaklarını, Alois'in avucunda tuttuğu elinin parmaklarına geçirmişti. Gözlerinin içine bakarken dudaklarını kıvırarak gülümsüyordu. Sadece bir an önce sahip olduğu o baştan çıkaran cazibe yok olup gitmişti.
"Prensesle aynı şeyi istemenin cezası nedir biliyor musun? "
Alois sıkıntıyla içini çekti. Göğsündeki anlamlandıramadığı his artık yoğun bir korkuydu. Elini yavaşça Keia'nın parmaklarından kurtardı. Sırtını tamamen taş duvara vermişken saçlarından akan yağmur damlaları alnından yanağına yuvarlanıyordu.
"Keia, bu söylediğin oldukça tehlikeli hayatım."
"Farkındayım. Tıpkı prensesi değil beni arzuladığının farkında olduğum gibi. Aradığın kadın o değil, bunu biliyorsun. Sen özgür bir adamsın, bileklerine geçirecekleri prangayı hissedemiyor musun? Alita soğuk bir heykelden daha fazlası değil, oysa benim sıcaklığımı biliyorsun."
Keia'nın sözleri gözünün önüne rüyasından parçalar getirmişti. Hayal ettiğinde, sıcak ve yumuşak olan çıplak tenini hala parmak uçlarında hissedebiliyordu. Tekrar yutkunduktan sonra elini kaldırıp uzun parmaklarını saçlarının arasında gezdirdi. İçine düştüğü bu tehlikeli oyuna bir son vermesi gerektiğini biliyordu
"Keia, sen oldukça güzel bir kadınsın. Birlikte gerçekten muhteşem vakit geçirdik. Kumar oynadık, sarhoş olana kadar brendi içtik ve seni kucağıma alıp öptüm. Fakat şunu bilmen gerek, her öptüğüm kadınla evlenecek olsaydım, başım gerçekten belaya girerdi. O yüzden, ben sıcak öpücüğünü güzel bir anı olarak kendime saklayacağım, sana da aynısı tavsiye ediyorum."
Parmaklarını Keia'nın üzerinden çeken Alois, eğilip saçlarını usulca öptükten sonra taş duvara sürtünerek kendini kenara çekmişti. Ahşap kapıyı araladığında, başını dışarı uzatıp etrafına bakınmıştı. Kimsenin olmadığından emin olduğunda, koridora ilk adımını atıp üzerindeki siyah ceketi düzeltmişti. Arkasındaki kapının örtüldüğünü duyduğunda, omzunun üzerinden Keia'ya bakmıştı. Sıcak kadifeyi andıran iri kahverengi gözleri üzerinden ayrılmıyordu. Uzanıp kolunu kavrayarak parmak uçlarında yükselmişti. Elleri ile ıslanan saçlarını düzeltmiş, sonrasında ise sokulup yanağına küçük bir öpücük bırakmıştı.
"Bu akşam benimle Hénec'te buluş, yoksa prensese zorla bekâretimi aldığını söylerim. İnan bana, sinirlendiğinde gözü feci halde kararır, buna şahit olmak istemezsin."
Kadının kulağına fısıldadıkları ile neye uğradığını şaşıran Alois olduğu yerde donup kalmıştı. Ne demesi ya da ne yapması gerektiğini bilmiyordu. Zihni bir anda koca bir paniğe kapılmıştı, tek düşünebildiği başının belada olduğuydu. İçinden kendi kedine küfür ediyorken, yüzüne kaybettiği gülümsemesini tekrar yerleştiren Keia kolunu okşayarak geri çekilmişti. Koridorda, ağır adımlarla yavaş yavaş ortadan kayboluyorken bir an sadece arkasından bakakalmıştı.
"Lord Hallstein."
Alois, irkilerek başını soluna çevirdi. Kabul holünün bağlandığı diğer koridorun ucunda duran Flagg ona sesleniyordu. Gittikçe uzaklaşan Keia'ya göz attıktan sonra başını sallayarak ilerlemişti. Birlikte hole geçtiklerinde, nöbetçiler tarafından kralın onları beklediği duyurulmuştu. Alois içine derin bir nefes çekti. Titrememesi için uzun parmaklarını yumruk haline getirip serbest bırakıyordu. Tavrındaki garipliği babası Alva da fark etmişti. Yan yana duruyorlarken, kulağına fısıldayarak iyi olup olmadığını sormuştu.
"İyiyim, iyiyim elbette. Neden sordun ?"
"Alnından ter damlıyor Alois, yüzün kireç gibi. Gökler aşkına, sakın bayılıp kusmaya kalkma."
Alois söz veremem diye mırıldanmıştı. Ziyaretleri öncesi, Duviel ve Waldorf ailesi hakkında birçok kitap okumuştu. Şehirlerine, kültürlerine ve dinlerine hâkimdi. Tüm Cãstelion'a üç tanrı inancı hâkimken, Waldorf ailesi kökü göç ettikleri ülke Hénec'e dayanan Skurk isimli bir tanrıya tapıyordu. İnsan ırkının yaratıcısı olarak bilinen tanrı Wardruna'nın bir bakireye tecavüz etmesi ile doğan Skurk, kötülüğün efendisi olarak nam salmıştı. Hénec kültüründe kıyamet günü kabul edilen Jebediah'a kadar babası Wardruna ile savaş içinde olan Skurk'un kurduğu ahlak düzeninde herhangi bir yasak bulunmuyordu. Ona inananlar özgür iradesi ile karar verdiği her hareketi yapmakta özgürdü; buna büyücülük, sahtekârlık, hırsızlık, adam öldürme ve daha nice suç dâhildi. Karanlığın tanrısı Skurk'un kullarına yasak kıldığı tek bir istisna vardı; tecavüz. Annesinin intikamını güden Skurk'un, tecavüzcülerin ciğerini söktüğü ona inanmayanlar tarafından dahi kabul ediliyordu. Hénec'te herhangi bir kadına isteği dışında sahip olan birçok erkeğin kan kusarak öldüğü yaygın olarak anlatılan bir mitti. Skurk'a inanan hiçbir erkek bir kadına isteği dışında dokunamıyordu. Topluluklarında bir tecavüzcü olduklarını öğrendiklerinde ise, Skurk'un lanetinden korunmak için onu kendileri öldürüyorlardı. Fakat bu ölüm, asılıp boğulmak ya da kılıçtan geçirilmek kadar kısa ve acısız değildi. Skurk inancında, suçu işleyenin sırtı kesilerek açılıp kaburgaları çıkarılıyor, sonrasında ise ciğerleri lime lime edilip kuzgunlara yem ediliyordu.
Sınır Savaşından sonra özerk ilan edilen Duviel'de, iç meselelerde Waldorf ailesinin getirdiği kanunlar uygulanıyordu. Skurk'a inanan Waldorflar, kötülüğün mubah görülmesini gibi bir durumu liman incisi olarak görülen şehirlerine kargaşa getireceği için kabul etmemişlerdi. Lakin tek bir kural sabit kalmıştı; tecavüz suçlusu her kimse tutuklanıp ciğerleri sökülerek öldürüyordu.
Ve Keia sadece biraz önce onu tecavüzle suçlayacağını ima etmişti.
Nöbetçilerin isimlerini söylemeleri ile birlikte kabul salonuna giren Alois, sakin kalmak adına vücudundaki tüm gücü kullanıyordu. Kral Hagen, beş basamaklık bir yükselti üzerinde duran, volkan camından yapılmış siyah ve parlak tahtında oturuyordu. Resmi görüşmeler için ayrılmış bu salon, daha önce yemek yedikleri ve davet verilen diğer salonlara göre küçüktü. Volkan kayasından örülen, karşılıklı sıra sıra dizilmiş taş sütunların arasında, üzerlerinde siyah, mat metalden ağır zırh gitmiş ikişer asker bekliyordu, bu toplamda yirmi asker demekti. Kralın huzuruna yürürken askerler adeta size etten bir duvar örüyorlardı. Gösterişli, parlak tahtın arkasında ise devasa bir Waldorf flaması asılıydı; kan kırmızı zemin üzerine kanatlarını açmış bir siyah bir kuzgun. Waldorf ailesi, Skurk'un soyundan geldiklerine inanıyordu. Bu yüzden, flamalarında onun sembolü olan siyah kuzguna yer vermişlerdi.
Alois, geçen tüm süreç boyunca adeta kendisinde değildi. Babasıyla birlikte diz çökmüş, kralın emriyle ayağa kalkmıştı. Konuşmaları dinliyor gibi çalıştıysa da kendini verememişti. Kral Hagen, evlilikleri üzerine kararını açıkladığında, tıpkı daha önce öğütlendiği gibi prenses ile evlenmenin onun için büyük bir şeref olduğunu söylemişti. Hayatında ilk kez, babasına minnettar olduğunu hissediyordu. Alva, şatoya çıkarken konuşması gerekenleri kelimesi kelimesine anlatmamış olsa, kralın karşısında dili tutulmuşçasına öylece kalabilirdi.
Görüşmeleri bittiğinde, tekrar yerlere kadar eğilerek nöbetçiler eşliğinde salondan çıkmışlardı. Hole adım attığı ilk an, Alois'in eli boynundaki beyaz bağa gitmişti. Parmağını yerleştirmiş, gevşetmeye çalışıyorken, babası sertçe omzunu kavramıştı. Alois'in endişe ile çevresinde gezen yeşil gözleri o an üzerine dönebilmişti.
"Alois, suratına sıkı bir tokat yemeden karın ağrını söyleyecek misin ?"
Bunu babasına söyleyemeyeceğini biliyordu. Eliyle yüzünde biriken teri silip derin bir nefes aldı. Aynı zamanda kendi kendini teselli etmeye çalışıyordu.
Sakin ol Alois, bu kadar kolay ölmeyeceksin.
"Sadece gerginim. Kralın kız kardeşi ile evleneceğim, sanırım buna hakkım var."
"Umarım eline yüzüne bulaştırmazsın."
Çok geç baba, sanırım bulaştırdım bile.
Aklından geçen düşünce bu olsa bile herhangi bir şey söylememişti. Dudaklarını sıkarak gülümsemeye çalıştı. Omzundaki elini kavrayıp indirmişken, tam arkasında uzun zamandır tanıdığı o kadın sesini işitmişti.
"Dük Hallstein."
Omzunun üzerinden başını çeviren Alois, buz mavisi gözleri ile onları izleyen Alita ile karşılaştığında titrememek adına tüm vücudu sıkmıştı. Önünde dikilen babası onu geçerek müstakbel gelinine doğru ilerlemişti. Ellerini önünde birleştirip selam verdikten sonra, Alois'in duyduğu en seven tonla konuşmuştu.
"Prenses hazretleri, göz kamaştıran çehrenizi görebilmek ne büyük şeref."
"O şeref bana ait lordum. Haber vermeden karşınıza çıktığım için lütfen beni bağışlayın. Şatoda olduğunuzu öğrenince, sizinle konuşmak istedim. Benim yüzümden oluşan nahoş durumun farkındayım. Bunu konuşmaktan hicap duysam dahi, eğer tevazu gösterip özürlerimi kabul ederseniz ruhumu huzura kavuşturursunuz."
"Majesteleri, yüce gönlünüzle siz ben aciz kulunuzu utandırıyorsunuz. Ortada nahoş bir durum olduğu kesin fakat bunun mağdur tarafı sizsiniz. Böylesine nazik bir konu tartışılırken en başta sizin fikrinizi almak lazım gelirdi. Düşüncesizliğimizden ötürü ailem ve benim özürlerimi lütfen kabul buyurun."
Alita'nın gözleri, ona doğru henüz dönmüş olan Alois'le kesişmişti. Bununla birlikte soğuk tebessümü yüzüne yayılmıştı. Babasına aralarındaki sorunu çözdükleri teşekkür etmiş, ayaküstü usulen halini hatırını sormuştu. Kısa sohbetlerinin sonuna geldiklerinde ise, sesini olabildiğince kısarak ricasını dile getirmişti.
"Dük Hallstein, eğer saygısızlık olarak addetmezseniz Alois ile baş başa konuşabilir miyim? Oğlunuzu pek uzun tutmayacağım, söz veriyorum."
"Siz nasıl isterseniz majesteleri."
Alva, eğilerek selam verdikten sonra Flagg'ın eşliğinde holü terk etmişti. Adamın aralarından çekilmesinden sonra, Alois ve Alita karşı karşıya kalmıştı. Alois, önce babasının gidişini izlemiş, sonrasında ise evleneceği kadın olan prensese dönmüştü. Üzerinde, sık taşlarla işlenmiş, krem rengi bir elbise vardı, üst kısmı boğazına kadar vücudunu sarıyordu. Siyah saçlarını o gün sımsıkı bir topuz yaptırmıştı, incilerle süslenmiş zarif bir taç takıyordu. Baş başa kaldıkları ilk an, ona doğru bir adım atıp aralarındaki mesafeyi kısaltmıştı. Adeta renksiz gibi duran gözleri endişe ile yüzünde geziyordu. Soğuk parmak uçları uzanıp yanağını okşamıştı.
"Aksel mi yaptı bunu ?"
Alita'nın dokunuşu içini adeta bir yaprak gibi titretmişti. Alışık olmadığı o heyecana tekrar kapıldığını hissediyordu. Bir an için, olduğu adamdan utanmıştı. Ona layık değilim diye düşündü. Aksel ile kavgalarının üzerinden iki gün geçmişti ve kral dâhil şatodaki çoğu insan yüzünü görmüştü. Bu, Alois'in kendinden geçene kadar yediği ilk dayak değildi, aşağılanmaya alışkındı. Fakat o an, Alita'nın karşısında eli yüzü yara ve morluk içinde dikilirken iliklerine kadar utanıyordu.
"Özür dilerim, karşına bu şekilde çıkmak istemezdim."
"Lütfen, özür dileme."
Alita'nın parmakları yüzünü okşayıp kolunu kavramıştı. Gözleri tek odak noktası oymuş gibi üzerinden ayrılmıyordu. Onu ilgiyle izliyorken aynı zamanda mırıldanmıştı.
"Kabul edersen Aksel'i bu yaptığı için cezalandırırım."
"Hayır, ben bunu hak ettim. Hem senin için de iyi oldu, evlenmek istediğin adamın bu yönünü gördün. Ben parlak kılıcı olan, senin için her an ölmeye hazır cengâver şövalyelerden değilim. Hala zamanın varken kararını gözden geçirebilirsin."
Sözleriyle birlikte, Alita gülümsemişti. Bu, her zaman takındığı kibirli tavırdan uzaktı, içten ve buruktu. Üzerinden ayırmadığı gözlerini ilk kez devirmişti. Kolunu kavrayan ince parmakları ellerine uzanmıştı.
"Benim için ölmeye hazır binlerce adamım var, aradığım bu değil. Beni anladığını sanıyordum."
Abel haklı, ben s*k kafalının tekiyim diye düşündü kendi kendine. Yaşadığı korkuyu, Keia'yı ve tehdidini bir an için unutmuştu. Sözlerinde küçücük bir kötü niyeti yokken, Alita'yı üzmek onu bir anda telaşlandırmıştı. İçini çekerek kabuk bağlayan dudağını dişledi. Üzerine doğurup eğilip, kendini yanına yakıştıramadığı kadına günlerdir içinde yoğurulduğu çaresizlikle fısıldamıştı.
"Alita, ben seni hak etmiyorum, göremiyor musun? Sen hayatımda gördüğüm en muhteşem şeysin ve ben zavallı bir yaratığım."
Alois ben zavallı bir yaratığım diye mırıldandığında, Alita devirdiği gözlerini yerden kaldırmıştı. Ellerini tutuyorken, bir adım daha atıp aralarındaki mesafeyi yok etmişti. Üzerine doğru eğilip, yanağını öptüğünde, dudaklarının sıcaklığı Alois'i şaşırtmıştı. Nefesinin kesildiği hissetti. Hızla atan kalbi adeta vücuduna harlı bir ateş pompalıyordu.
"Muhteşem gözlerin var. Seninle sadece bunun için bile evlenirim."
Kulağına fısıldayan Alita'nın nefesi boynunda gezerken, elinde olmadan gözlerini kapatmıştı. Hangisi daha hoş diye düşündü, sözleri mi yoksa tatlı nefesi mi? Bilmiyordu, dudağını ısırarak gülümsemek o an yapabildiği en iyi şeydi. Alois çapkındı, ünü Drindall ve Güneykapı'da herkes tarafından biliniyordu. Kendinden küçük, büyük ya da yaşıtı olan birçok kadınla birlikte olmuştu. Bunların arasında bakireler, dullar, nişanlısı ya da sevgili olan kadınlar vardı. Kolay baştan çıkarılabildiği doğruydu. Fakat daha öncesinde kalbinin bu kadar hızlı attığı tek bir anı hatırlamıyordu.
Alita'nın parmağının dudağında gezdiğini hissettiğinde gözlerini aralamıştı. Dişi, yarasının kabuğunu sökmüş ve kanatmıştı, yeni fark ediyordu. Alita, parmak ucunu dudağının üzerinde gezdirmiş, sonrasında ise damlayan kana aldırmadan kendi dudaklarının arasına almıştı. Bunu yaparken gülümsüyordu. Onun bu hali, Alois'e karşılaştıkları akşam söylediği sözleri hatırlatmıştı.
Biz birbirimiz için mükemmeliz. Başka hiçbir şeye inanma.
Alois dudaklarını kıvırarak gülümsemişti. Artık bu gerçeğe tüm kalbiyle inanıyordu. Alita Waldorf onun ruh ikiziydi, ikisinin kaderi ayrılmamak üzere bir yazılmıştı. Tüm bu olanları, başka bir şeye yoramıyordu. O an, içinden yükselen tek dürtü Alita'nın kan bulaşan dudaklarına sokulup öpmekti. Fakat bunun yerine, tereddütle uzanıp yanağını okşamıştı. Cennetteyim diye düşündü, fakat Alita'nın dudağından dökülenler, ona her an cehenneme yuvarlanabileceğini tekrar hatırlatmıştı.
"Bu akşam seni alacağım, sakın başka bir plan yapma."
Yazan ; İlknur DUMAN
⚜️ ⚜️ ⚜️
İşte yeni bölüm ! Çok fazla konuşup kafanızı şişirmek istemiyorum, hepinize zaman ayırıp hikayemi okuduğunuz için çook teşekkür ederim 😽♥️🙏 İlginizi görmek beni inanılmaz mutlu ediyor. Kuzguni yolun çok başında olan bir hikaye, hele de benim gibi 2-3 senede bir gelip hikaye yazan biri için çok çok yolun başı 😸 Ama eklediğim ikinci bölümle #tarihi hashtag'inde günlerce birinci kaldı ve bu bile beni deli gibi mutlu etti 😸🥳 Hepsi sizin sayenizde, o yüzden tekrar tekrar teşekkür ederim. Bölüm hakkındaki fikirlerinizi okumak için sabırsızlanıyorum, hep dediğim gibi fantastik ve karmaşık bir kurgu olduğu için aklınıza takılan her şeyi sorabilirsiniz, hepinizi kocaman öpüyorum, kendinize iyi bakın 😽♥️
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top