⚜️Bölüm 27 - "Geçmiş ve Gelecek"⚜️
"Gladius legis custos."
⚜️⚜️⚜️
25 Yıl Önce- Tabassa
Lauron, gece yarısından sonra güçlükle daldığı uykusundan sıklıkla olduğu çığlıklar ve ağlama sesleri ile uyanmıştı. Sıçrayarak doğrulduğunda gözleri aynı odayı paylaştığı kardeşine dönmüştü. Aralarında beş yaş olan, sekiz yaşındaki Devon anneleri Iréna'nın bizzat ördüğü ince battaniyeyi başına kadar çekmişti. Lauron, sıklaşan nefesi ve kendini sıkarak durdurmaya çalıştığı kısık hıçkırıklarından onun da ağladığını anlayabiliyordu. Gece, uyumak için odalarına girdiklerinde durum içinde bulundukları andan daha farklı değildi. Babaları Theron, anneleri Iréna'nın hazırlattığı akşam yemeğini beğenmemiş ve ortalığı birbirine katmıştı. Kadına bağıra çağıra ev ile ilgilenmek dışında başka bir işi olmadığını söylemiş, ağlayarak güçlükle konuştuğunda ise karşılık verdiği için yüzü kan içinde kalana kadar dövmüştü. Devon ağlayarak annelerinin bacağına sarıldığında, yüzüne sıkı bir tokat yiyerek yere devrilmişti. En küçükleri olan üç yaşındaki kız kardeşleri Scarla ise korku ile ellerini kulaklarına kapatıp masada Lauron'un kucağını bulmuştu.
Lauron, tüm geceyi ağlayan Devon'u avutmakla geçirmişti. Ağlayan kardeşinin yüzünü yıkamış, yatağına yatırıp uyuyana kadar her şeyin ileride düzeleceğini anlatmıştı. Fakat kendi içinde, bunun koca bir yalan olduğunu biliyordu. On üç yaşında olmasına rağmen, ailelerine dair mutlu bir anısı olduğu söylenemezdi. Yüzünü güldüren, sıcak anların hepsi annesi ve kardeşleri ile baş başa oldukları zamanlarda yaşanmıştı. Babaları Theron'un varlığı her birinin kalbine önüne alamadıkları bir korku salıyordu.
Bu ona ne kadar suçluluk hissettirse de babası tarafından sevilmediğini söyleyemezdi. Adam ailelerinde belki de en çok ona değer veriyordu. Onun için Lauron ailenin devamı demekti, Theron Amadeus üç kız kardeşin arasında yetişen tek erkek çocuğuydu. Amadeus soy ismi onunla devam etmişti ve o kendine yüklenen bu misyonu Lauron'a bırakmaya kararlıydı. Bu yüzden, onu özel hocalar eşliğinde yetiştiriyor, sadece tüccarlık gerekli olan edinimleri kazanmasını değil tıpkı bir soylu efendinin oğlu gibi felsefe, edebiyat ve sanat hakkında da eğitimli olmasın istiyordu. Theron, babasından aldığı çiftlik topraklarını genişleterek gelirlerini neredeyse ikiye katlamıştı. Doru atına binip büyük bir gururla topraklarını gezerken yanından ayırmadığı Lauron'a yaptıklarını anlatıyor, ondan daha fazlasını beklediğini, kaderinde daha fazlasının yazılı olduğunu söylüyordu.
Lauron, bu ilgiden mütevellit beş kişilik ailelerinin adeta kıymetlisi, dokunulmazıydı. Akşam yemeklerinde eğer et olursa, payın çoğu Theron ve Lauron arasında bölüştürüyordu. Bu düzen kurulan her sofrada, kıymetli olan ne varsa aynı şekilde geçerliydi. Lauron, birkaç kez kendi payını kardeşleri ile paylaşmak istediğinde babası tarafından yumuşak kalpli olmakta suçlanmıştı. Yediğine içtiğine dikkat etmezse cılız kalacağını söyleyen adam her zaman güçlü kuvvetli olması gerektiğini tembih ediyordu. Bu işi onun gözünün önünde yapamayacağını gören Lauron, yemek masasında daha fazla yiyemeyeceğini söyleyip yardımcıları Harmitt'e payını daha sonrası için saklamasını söylüyor, sonrasında ise tabağını ondan alarak gizli gizli kardeşlerine bölüştürüyordu.
Ailelerine hâkim olan ayrımcılık sadece yemek masası için de geçerli değildi. Lauron'a herhangi kimsenin sesini yükseltmesi yasaktı. Onu uyarmak sadece öğretmenleri ve babası Theron için serbestti. Lauron, daha küçük olduğu yaşlarda bunu bir avantaj olarak kullanmıştı. Ağaçtan ağaca tırmanarak çiftliğin bahçesinde oradan oraya koştuğu bir gün annesi terlediğini söyleyerek durdurmaya çalışmış, başaramayınca da sesini yükselterek azarlamıştı. Henüz yedi sekiz yaşlarında olan Lauron kadına aldırmayıp durmayacağını söylediğinde aralarındaki münakaşayı babası Theron işitmişti. Oğluna sesini yükselttiği için annesini yere yığılana kadar dövmüştü. Burnundan akan kanla yere yığılan annesinin eteğine sarılan Lauron ağlayarak belki de yüzlerce kez özür dilemişti. O an, göğsünün ortasına adeta bir kaya gibi yerleşip kalmıştı.
Sıklıkla olduğu gibi, annesine ait ağlama sesleri ve çığlıklarla uyanmışken ne yapması gerektiğini bilmiyordu. Devon'un aksine babası bu kadar öfkeliyken aralarına girmemesi gerektiğini öğrenmişti. Adam bir tokat atıp geri çekilecekse, araya biri girdiğinde daha fazla öfkelenip tokatın yerini tekmelere bırakıyordu. Bu yüzden, olan bitene kulağını tıkayarak yatağından kalkıp odalarının kalın perdesini aralamıştı. Güneş henüz doğmak üzereydi, sıcak bir yaz günü onları bekliyordu. Üzerini değiştirip, işini kimseye bırakmadan yatağını toplamıştı. Hala ağlayan Devon'a yaklaştığında, uzanıp yüzünü kapattığı battaniyesini üzerinden çekmişti.
"Hadi Devon, kalk artık korkmana gerek yok."
Yüzünde, gözünün altında yediği tokattan küçük bir yara taşıyan Devon'un bakışları hırçındı. Lauron, içten içe onu suçladığını biliyordu. Kardeşi ona göre hem kısa hem de cılızdı fakat babaları ne zaman annelerine saldırsa ne olacağını düşünmeden kendini öne atıyordu. Aynı refleksi ondan göremediği için öfkelense dahi babasından korktuğu için ona herhangi bir şey söyleyemiyordu. Bir keresinde, yemek masasında babaları annelerine tokat attığında Devon sesini çıkarmadığı için ona korkak olduğunu söylemiş, sonrasında ise ince, ağaçtan yontulmuş bir çubukla bacakları çizik içinde kalana dek dövülmüştü.
"Sesleri işitmiyor musun?"
"İşitiyorum."
Uzandığı yerden hınçla doğrulan Devon dudaklarının arasından yalaka köpek diye fısıldamıştı. Lauron buna aldırış etmemişti, eğer yapabilse kardeşinin bu sözleri bağıra çağıra söyleyeceğini biliyordu. Paylaştıkları oda, çiftliğin ortasına kurulan üç katlı köşkün ilk katındaydı. Birlikte odalarından çıktıklarında hizmetçilerinin yardımı ile yüzlerini yıkayıp bahçeye kurulan kahvaltı masasına geçmişlerdi. Yaprakları yere kadar değen söğüdün altında ne kadar beklediklerini ikisi de kestiremiyordu. Devon'un karnından açlık gurultuları yükselirken, üzerine rengi ceviz kabuğunu andıran ince bir pantolon ve beyaz gömleğini giymiş olan babaları verandada gözükmüştü. Diz kapaklarına kadar gelen siyah çizmeleri öylesine parlaktı ki oldukları yerden dahi yeni cilalandığı anlaşılıyordu. Güneşle rengi sarıya dönen kahverengi saçlarını arkaya doğru taramıştı. Henüz tıraş edildiği belli olan köşeli yüzü tertemizdi, gölgeden çıktığı her an ya şapka taktığı ya da saman saplarından ördürdüğü iri şemsiyelerden kullandığı için beyaz teni güneşe maruz kalmamıştı. Lauron, böyle düzgün görünümlü bir adamın içinde taşıdığı canavar karşısında şaşkına düşüyordu. Babaları Theron'u dışarından gören biri karısını ya da çocuklarını dövdüğünü asla söyleyemezdi. Öfkesinin gözünü kör etmediği anlarda adamın eğlenceli birine dönüştüğü dahi görmüştü.
Ağır adımlarla ilerleyerek masanın başındaki yerine geçtiğinde Harmitt'e servisi yapmasını emretmişti. Hem Lauron hem de Devon meraklı gözlerle etraflarına bakarak annelerini arasalar dahi herhangi bir ses çıkmamış ne kardeşleri Scarla ne de anneleri Iréna gözükmemişti. Lauron, adamın gömleğinin yakasına bulaşan kan lekesini görebiliyordu. Bu başlı başına her şeyi açıklaması olsa dahi, kendini tutamayıp sormadan edememişti.
"Annem kahvaltıya gelmeyecek mi?"
"Hayır."
Adamın cevabı bu kadar kısa ve özdü, daha fazlasının sorulmasını istemediği kasılan yüzü ve ses tonundan anlaşılıyordu. Lauron sadece başını sallayarak önündeki tabağa bırakılan haşlanmış sosisleri bıçağı ile bölmüştü. Canı istemese dahi masadan hiçbir şey yemeden kalkma lüksü yoktu. Sabah pişirilen sıcak ekmekle sosislerden birini güçlükle bitirmişti, Devon ise onun aksine tabağındakilere dokunmuyordu. Lauron, içinden inat etmemesi için dua etse dahi durum babalarının dikkatini çekmişti.
"Devon, karnın aç değil mi?"
Devon, eğdiği başını kaldırmadan iki yana doğru sallamıştı, avucunda birleştirdiği ellerini sıkı sıkıya birbirine kenetlenmişti. İşiteceği azarın o da farkındaydı, daha şimdiden yeşil gözleri dolu dolu olmuştu.
"Tabağındakileri bitir. Yoksa bu akşamki payınla köpekleri beslerim."
"Yemek istemiyorum. Annem nerede?"
Theron aldığı karşılıktan pek memnun olmamıştı. İçini çekerek arkasına yaslanıp oturdukları küçük masada Devon'a dönmüştü. Bakışları bahçenin yaz sıcağı ile kavrulup sarıya dönen otları üzerinde gezdikten sonra onu bulmuştu.
"Tepemin tasını attırmadan ye önündekileri."
Devon babalarının çıkışması ile birlikte ağlamaya başlamıştı. İlk anda sessizdi, yanakları ıslanmaya başlasa dahi tabağında duran haşlanmış yumurtaya uzanmıştı. İlk ısırığını aldığında, kendini tutamamış, yutkunmasıyla birlikte boğazından hıçkırık yükselmişti. Isırdığı yumurtasını hala elinde tutuyordu, göz yaşları ise sıklaşmaya başlamıştı. Boğazından bir başka hıçkırık yükseldiğinde babaları Theron homurdanarak oturduğu yerden kalkıp Devon'un üzerine yürümüştü. Lauron daha ne olduğunu anlamadan yakasını kavradığı kardeşini sandalyesinden adeta sürükleyerek kaldırmıştı. Karşısına diktiğinde, diğer eliyle de yakasını tutarak cılız bedenini havaya kaldırmıştı. Öfkeyle bağırırken vücudunu kemik torbasıymış gibi sallıyordu.
"Kız kılıklı küçük fare! Ağlamaktan başka bir şey bilmez misin sen ?!"
Korkan Devon çığlık atarak ağlamaya başlamıştı. Hal kahvaltı masasında oturan Lauron ne yapması gerektiğini bilmiyordu. Araya girmek istese bile bu babalarını daha çok sinirlendirip kardeşinin feci bir dayak yemesine yol açabilirdi. Önünde duran bıçağı avucuna almış sıkıyorken olan biteni izlemekten başka bir şey elinden gelmiyordu.
"Korkuyorum! Bırak beni korkuyorum!"
"Midemi bulandırıyorsun! Bir erkek olacaksın, tek bildiğin annenin eteğine saklanıp ağlamak!"
Theron gömleğini tuttuğu çocuğu savurarak yere indirdiğinde Devon titreyen bacaklarının üzerinde duramayıp sırtüstü devrilmişti. Ayaklarıyla kurumuş otları biçercesine teperek kendini geri çekmeye çalışırken babaları üzerine yürüyordu. İlk tekmesini yere düşmüş çocuğun bacaklarına geçirmişti. Üzerine eğilmiş tiksintiyle homurdanırken adeta gözü dönmüştü.
"Hastalıklı şey! Senden utanıyorum! Oğlan çocuğundan başka her şeye benziyorsun!"
Babası kardeşinin karnına bir tekme daha salladığında Lauron yerinde daha fazla duramamıştı. Oturduğu yerden adeta fırlayarak yere eğilip babasının önüne geçmişti. Devon'a siper olurken durması için elini havaya kaldırıyordu.
"Onunla ben ilgilenirim baba, gözünün korkması gerek dayaktan anlamıyor görmüyor musun?"
Öfkeyle nefes nefese olan babası o araya girdiğinde duraklayarak bir adım geri çekilmişti. Sıcak güneşin altında alnında biriken teri silerek elini beline yaslamıştı. Lauron'a miras bıraktığı kısık mavi gözlerini ikisinin üzerinde gezdiriyordu.
"Şunu gözümün önünden al, yoksa elimden bir kaza çıkacak."
Lauron karşılık olarak sadece başını sallamıştı. Gömleğinin arkasını kavradığı kardeşini kendisi ile birlikte ayağa kaldırıp karşısına dikmişti. Artık çığlık atmıyordu, hıçkırdığı da söylenemezdi. Yine göz yaşları dinmek bilmiyordu. Onun bu hali canını sıksa dahi belli etmemek zorunda olduğunun farkındaydı. Sahte bir huysuzluğa bürünerek ensesinden tuttuğu kardeşini öteye itelemişti, aynı zamanda çıkışıyordu.
"Odaya geç, bir yere ayrılmadan beni bekle."
Devon eğdiği başını kaldırdığında ağlamaktan kızarmış, ıslak yüzünü ona dönmüştü. Yeşil gözlerinde korku yoktu, bilakis öfke ve nefret vardı. Ona bakarken kısık bir sesle, tıpkı odalarında olduğu gibi yalaka köpek diye söylenmişti. Lauron arkasına kaçamak bir bakış atıp babalarının fısıltısını duyup duymadığını kontrol etmişti. Eğer işitirse kardeşinin adamın elinden kurtulamayacağını biliyordu. Herhangi bir şey söylemeden iteleyerek onu kendinden uzaklaştırmıştı.
Devon ağlayarak gözden kaybolduğunda, o da masadaki yerine dönmüştü. İstemeyerek de olsa önündeki sosislerden birini hizmetçilerinin dilimlediği ekmekle birlikte yemişti. Babası Theron kahvaltısına devam ederken aynı zamanda onu izliyordu. Bakışları huzursuz olsa dahi memnuniyetsizliğinin sebebi o değildi. Elinin altında duran katlı mendille ağzını silerken aynı zamanda söyleniyordu.
"Sen bana benziyorsun, Lauron. Kalbin hala yumuşak fakat yine de göz yaşı ve sızlanmanın gözünü boyamasına izin vermiyorsun. Tavrımı acımasızca bulabilirsin, inkâr etmeyeceğim ona gereğinden fazla yükleniyorum çünkü bu çiftliğin dışında acımasız ve vahşi bir hayat var. Kardeşinin buna alışması gerek. Şöyle düşün; atlar acı karşısında en dayanıksız hayvanlardır. Bacakları sakatlandığında ne kadar tedavi etmeye çalışsan da eski hallerine dönemezler, bir müddet sonra ahırda kendilerini duvardan duvara çarparak öldürmeye çalışırlar. O yüzden, bir at sakatlandığında, onu bekletmeden öldürürsün. Atın gözünde katil olsan dahi yaptığın merhametli bir davranıştır, hayvanı çekeceği acıdan kurtarırsın. Bazen daha büyük bir iyiliğe sebep olmak için önce kötülük yapmak gerek."
Babasını pür dikkat dinleyen Lauron herhangi bir karşılık vermeden gözlerinin içine bakarak usulca başını sallamıştı. Onun aksine, kimsenin dayakla eğitilebileceğine inanmıyordu. Babası Devon'u hırpaladıkça onu daha korkak, içine kapanık bir çocuk haline getirmişti. Fakat yine de acı, iyilik ve kötülük üzerine olan sözleri onu etkilemeyi başarmıştı. Lauron, adamın yanında geçirdiği zaman boyunca hep bu kavramlar üzerine düşünmüştü. İyiliğin, kötülüğün, gerçek cesaret ve sevginin tanımlamasını yapmak ona her zaman güç gelmişti. Babası onu herkesten çok sevip değer verse dahi bu ona kendini iyi hissettirmiyordu. Bilakis, adamın ilgisi sırtında taşıdığı bir yük gibiydi, utanç duymasına sebep oluyordu. Onun için yaptıklarını düşündüğünde, babasına minnet duyması gerekirken itiraf edemese dahi içinde adama karşı beslediği tek his sessiz ve derin bir tiksintiydi.
"Birazdan cevizliğe gideceğim. Hazırlan, sen de yanımda olacaksın."
"Üzerimi değiştirmem gerek, çizmelerimi giymedim."
"Git giy o halde, güneş tepeye çıkmadan gidip gelmek istiyorum."
Lauron, tıpkı onun gibi masadaki mendille ağzını sildikten sonra izin isteyerek kalkıp köşke geçmişti. Üzerini değiştirmeden önce üst kata çıkıp anne ve babasının paylaştığı yatak odasını bulmuştu. Kadının hala ağladığını koridorda ilerlerken dahi işittiği hıçkırıklarından anlamıştı. Bu dahi onu üzmeye yetmişken, odanın aralık kalmış kapısından annesinin titreyen sesiyle yakındığını fark etmişti. İçeri girmek yerine elini kulpa yerleştirip onu dinlemeye koyulmuştu.
"Bilmiyorum, ne yapmam gerektiğini bilmiyorum. Gidecek hiçbir yerim yok, olsa bir an düşünmem giderim ama yok."
Kadının onları bırakıp gidebileceğini düşünmek dahi Lauron'u dehşete düşürmüştü. Kapının arkasında, dudaklarını sıkarak öylece kalakalmışken annesinin tekrar ağlamaya başladığını işitmişti. Ağlamamak için kendini zorlayarak kulpu ileri ittiğinde, dağınık yatakta oturan kadınla yüz yüze gelmişti. Üzerinde hala gecelikleri vardı, kalın askılarından biri omzundan düşmüştü, yakası da yırtılmıştı. Dudağının kenarından kan sızıyordu, boynu morarmıştı, ıslak yanakları kıpkırmızı haldeydi. Lauron'u gördüğünde oturduğu yerden kalkmış, yanı başındaki hizmetçisine elini uzatarak sabahlığını getirmesini istemişti. Üzerini giyip önünü kapattığında ıslak yüzünü silerek ileri çıkıp ona yaklaşmıştı. Lauron henüz on üç yaşında olmasına rağmen pek de kısa bir kadın olmayan annesiyle neredeyse aynı boydaydı. Kadın eğilmesine gerek kalmadan uzanıp yanağını kavradığında gözleri hala ıslak olsa dahi gülümsemeye çalışmıştı.
"Lauron, senin burada ne işin var? Kahvaltını ettin mi?"
Annesi Iréna'nın yüzüne bakan Lauron elinde olmadan utanıyordu, yanakları kızarmıştı. O an, Devon ile aynı yaşta olmayı belki de her şeyden daha çok dilemişti. Kardeşi babalarının annelerine yaptığı tek kötülüğün hakaret edip dövmek olduğunu sanıyordu. Uzun bir müddet, Lauron da durumun bundan ibaret olduğuna inanmıştı. Fakat kadının birçok gece işittiği yardım çığlıklarının bundan daha fazlasını ihtiva ettiğini büyüdükçe çözmüştü. O an, karşısında dikilen annesinin hırpalanmış geceliği ona midesini bulandıran gerçeği gösteriyordu. Erkeklik bu mu? diye düşündü, bu adam bizi birer canavara dönüşmemiz için mi eğitiyor?
"Lauron, bunu senin yapmaman gerek. Korkulacak bir şey olmadığını biliyorsun, sadece babanla kavga ettik. Artık alışman gerek, eğer sen böyle yaparsan kardeşlerin daha çok üzülmez mi?"
Titreyen dudaklarını canını yakmak pahasına sıkmasına rağmen ağlamasına engel olamamıştı, annesinin şikâyet ettiği durum buydu. Eliyle yüzünü silip başını sallamasına rağmen kendine engel olamamıştı. Kadının sesi sürekli zihninde yankılanıyordu; beni öldürecek, eğer gidecek bir yerim olsa bir an düşünmem giderim.
Lauron o an neye ağladığını bilmiyordu. Kahvaltıda yedikleri dahi boğazına dizilmişken, annesine yapılanlara mı yoksa kardeşleri ile terk edilme ihtimallerine mi üzüldüğünü kestiremiyordu. Dişlerini kapan gibi birbirine geçirmiş, kendisini sıkmasına rağmen göz yaşlarını durduramamıştı. Nefes alamadığını hissettiğinde, ileri çıkıp tüm gücüyle annesi Iréna'ya sarılarak boğazındaki hıçkırığı serbest bırakmıştı. Lauron için tüm güzel anıları annesinden ibaretti, eğer onu kaybederse ne yapacağını bilmiyordu.
"Lauron lütfen, lütfen ağlama. Beni üzüyorsun, korkacak bir şey yok."
Annesinin sözlerine aldırış etmeden, kollarının arasında tıpkı Devon gibi hıçkırıklarla ağlamıştı. Bu halinin onu da şaşırttığını biliyordu. Lauron, ağlamamak, tepki vermemek, üzülmüyormuş gibi davranmak için kendini o kadar uzun süredir sıkıyordu ki artık tahammülü kalmamıştı. Buna bir son vereceğim diye düşündü, annemi bizden alamayacak, artık kimseye işkence edemeyecek.
Kendini biraz olsun kontrol edebildiğinde, içini çekerek geri çekilmişti. Annesine bırakmadan ıslanan yüzünü silerken neden olduğunu bilmediği bir şekilde utanıyordu. Gür kirpiklerinin gölgelediği yeşil gözlerine bakmadan, genizden gelen sesi ile mırıldanmıştı. Hala ağlamamak için kendini zorluyordu.
"Söz veriyorum, artık sana zarar veremeyecek. Hiçbirinize dokunamayacak."
"Hayır, bu senin karışabileceğin-"
Lauron inatla başını iki yana doğru sallamıştı, devirdiği gözlerini kaldırdığında hala annesinin gözlerine bakamıyordu. Uzanıp, canını yakmaktan korkarak koluna dokunduğunda sözlerini bir kez daha tekrar etmişti.
"Bunun hesabını verecek, artık susmayacağım."
Islanmış yüzünü ovarak arkasını dönüp yatak odasından çıkmıştı. Annesinin seslendiğini işitse dahi geri dönüp söylediklerini dinlememişti. Alt kata uzanan merdivenleri koşarak indiğinde, kızaran yüzünü tekrar yıkamış, ince yeleğini giyerek uzun çizmelerini bacağına geçirmişti. O verandadan çıktığında atları eyerlenmişti, hasır şapkasını takmış olan babası yanındaki kâhya ile konuşurken geldiğini görmüştü.
"Lauron, şapkan nerede?"
"Takmayacağım, güneş tepede değil."
Daha fazla konuşmadan ilerleyip yardım etmek için bekleyen seyise aldırmadan hızla atının üzerine çıkmıştı. Onu böyle aceleci yapan hissettiği öfke ve nefret olsa dahi, yardım almadan çevikçe atına binmesi babası Theron'u mutlu etmişti. Gülen adam atına bindiğinde, birlikte yol almaya başlamışlardı. Cevizlik çiftlik topraklarının içinde değildi, birlikte güneşle kavrulan kırların içinden geçip toprak yoldan ince patikaya sapmışlardı. Yolculukları boyunca pek konuştukları söylenemezdi. Lauron annesine bakmaktan nasıl utanıyorsa, mavi gözlerini babasının üzerinden alamıyordu. Ölse hayatımız nasıl olurdu diye düşünmüştü. Bu fikir aklına ilk kez düşmüş değildi, ağlayan kardeşleri ve annesini izlediği çoğu akşam babaları olmadan hayatlarının nasıl olabileceğini hayal ediyordu. Önceden bu ihtimali düşündüğünde engel olamadığı bir suçluluk duyarken o an hiçbir şey hissetmiyordu.
Eğreti çitlerle çevrelenmiş cevizliğe geldiklerinde, Lauron attan inip eğik duran göstermelik kapıyı açmıştı. Atının yularını tutarak ilerlemiş, ağaçlardan birinin gövdesindeki çıkıntıya deri kayışı bağlayarak düğüm atmıştı.
Tıpkı onun gibi atından inen babasının etrafında ince kırışıklar birikmeye başlayan mavi gözleri önce ağaçların tepelerinde dolaşmıştı. Başını memnuniyetle salladıktan sonra yere düşen cevizlerden birini avucuna almıştı.
"Bu hasadı erken yapacağız gibi duruyor, cevizler olgunlaşmış."
Lauron herhangi bir cevap vermemişti, gözlerini hala babasının üzerinden alamıyordu. Adam yerden aldığı cevizin kabuğunu avucunda kırmış, temizledikten sonra yarısını ona uzatmıştı. Lauron, başka bir günde olsalar tereddüt etmeden adamın uzattığı cevizi alırdı fakat o an sadece yüzüne bakıyordu. Bu hali Theron'un da dikkatini çekmişti.
"Al hadi, sen taze cevizi seversin."
"İstemiyorum."
Onu şöyle bir süzen babası sen bilirsin diye mırıldandıktan sonra uzattığı cevizi ağzına atmıştı. Hala etrafına bakıyorken yere düşen cevizleri ayağı ile itelemişti. Hala onu izleyen Lauron'a birkaç adım ötede duran tırmık ve küreği getirmesini buyurmuştu. Babasının söylediğine uyan Lauron, malzemeleri getirdiğinde tırmığı kendi eline almış, küreği ona vermişti.
"Etraftaki cevizleri kenara çek. Yere düşenleri böylece bırakırsak toprak çürütür, toplanması gerek. Bunları biz çiftliğe götürelim, iki üç gün sonra insanları getirip silkelemeye başlarız."
Lauron tekrar herhangi bir cevap vermemişti, elinde tuttuğu kürekle öylece babasının yüzüne bakıyordu. Tırmıkla önündeki cevizleri çekerek toplayan Theron, hareketlenmediğini gördüğünde başını kaldırmıştı. Yüz yüze geldiklerinde onu tekrar süzmüş, sonrasında ise huysuzca söylenmişti.
"Senin karın ağrın ne?"
Lauron tereddüt etmeden bir anda konuşmayı, tıpkı onun gibi çıkışmayı çok istese dahi başaramamıştı. Yutkunmuş, cesaret almak istercesine tuttuğu küreği sıkı sıkıya kavramıştı. Ne kadar çabalarsa çabalasın adamla konuşurken sesi istediği kadar gür çıkmıyordu.
"Neden anneme bunu yapıyorsun?"
Sorusu babasının hiç hoşuna gitmemişti, elindeki tırmığın dişlerini hırsla toprağa saplamıştı. Ona bakarken gözlerine tıpkı Devon'a saldırırken olduğu gibi vahşi bir parıltı yerleşmişti.
"Bu seni ilgilendirmez, Lauron."
"Devon'u terbiye ettiğini söylüyorsun, peki onun suçu ne? Anneme neden sürekli işkence ediyorsun? O bize iyi bakıyor, tüm köşkle ilgileniyor. Yanlış yaptığı hiçbir şey yok."
Sözleriyle birlikte adam öfkeli bir kahkaha atmıştı. Cevizliğe yayılan sesi Lauron'u kendinden bir kez daha tiksindirmişti. Karşısında dikilen adama, babasına bakarken midesinin bulandığı hissediyordu.
"Annenin yanlış yaptığı, senin henüz aklının yetmediği şeyler var. O yüzden çeneni kapa ve cevizleri toplamaya devam et. Bu terbiyesizliği yapmadığını varsayacağım."
Lauron cevap olarak tuttuğu küreği adamın önüne fırlatmıştı. Babasının onunkilere benzeyen mavi gözleri önce yere düşen küreği sonrasında ise onu bulmuştu. Beyaz teni öfkeyle kızarmaya başlamıştı, bağırırken alnındaki damar şişerek kendini göstermişti.
"Lauron!"
"Artık susmayacağım. Eğitilmesi gereken biri varsa o sensin, herkese işkence ediyorsun."
"Nankör! Sen nasıl benimle böyle konuşabilirsin ?!"
Tuttuğu tırmığı tıpkı onun gibi yere fırlatan babası üzerine yürümüştü. Lauron, kardeşi Devon gibi ufak tefek bir tip değildi. Yakasını kavrasa dahi silkelemesi zor olmuştu. İttirerek sırtını yaprakları güneşi gölgeleyen ağaçlardan birinin gövdesine yaslamıştı. Konuşurken kavradığı gömleğini çekiştirerek vücudunu sarsıyordu, ağacın kabuğu yelek giymesine rağmen canını yakmıştı.
"Onunla konuştun, değil mi? Bunu yapmamanı söylemiştim! O kadın seni zehirliyor, şu haline bak! Kendi gücü yetmediği için seni doldurarak bana, babana düşman etmeye çalışıyor!"
Lauron adamın yakasındaki ellerini kavrayarak güçlükle üzerinden itmişti. Babası ondan uzundu, pek kilolu bir adam olmasa dahi gücü yerindeydi. O ise gücünü toplamak için dişlerini sıkmak zorunda kalmıştı. Konuşurken belki de ilk kez babasına karşı sesini bu kadar yükseltiyordu.
"Asıl sen beni zehirliyorsun! Ne kadar uğraşırsan uğraş, böyle bir adam olmayacağım!"
"Lauron! Bu sözleri o orospudan mı öğreniyorsun ?!"
"O benim annem!"
Kendini tutamayıp bağırdığı an adamın nereden geldiğini bilmediği sert tokadını yüzünde hissetmişti. Kardeşi Devon'un aksine sarsılsa dahi ayakta kalmayı başarmıştı. Bir anda, gelecek diğer bir darbeden kaçmak için kendini geri çektiğinde, babası tekrar yakasını kavrayarak onu kendine çekmişti. Sarsılmasıyla dengesini kaybetmişken, yediği ikinci tokatla birlikte tökezleyerek yere düşmüştü. Başını biraz önce elinde tuttuğu küreğin odundan yontulma sapına çarptığında inleyerek bağırmıştı. İlk anda, öfke ile ne yaptığını bilmeyen Theron, o eliyle başını tutmuş kıvranıyorken endişe ile söyleniyordu.
"Lanet girsin, bana yaptırdığın şeye bak! Hepsi o kadının suçu! Seni zehirliyor, seni bana düşman etmek istiyor! Ama buna izin vermeyeceğim! Ondan kurtulacağım, tamamen kurtulacağım! Bir daha hiçbirinize dokunamayacak!"
Ona arkasını dönmüş, küfreden adamın sözleri ona annesinin ağlamasını hatırlatmıştı; öldürecek, biliyorum öldürecek. Bugün değilse bile bir gün bu adam beni öldürecek. Bununla birlikte dudaklarından öfke dolu bir inleme yükselmişti. Canının yandığını düşünen babası omzunun üzerinden ona baktığında düştüğü yerden adeta sıçrayarak kalkmıştı. Nasıl yaptığını, aradığı gücü ve cesareti nereden bulduğunu bilmiyordu. Fakat babasının üzerine atılarak gömleğini kavradığında onunla konuştuğu ilk anın aksine tereddüt etmemişti, sesi tüm cevizlikten duyulabiliyordu.
"Ona bir daha dokunmayacaksın! Seni buna pişman ederim!"
"Lauron!"
Adını haykıran adam bileklerini kavrayıp onu kendinden uzağa itmişti. Kendini zor tuttuğunu sıktığı dişlerinden görebiliyordu. Lauron, sendelese dahi ayakta kalmayı başarmıştı.
"O kadını öldüreceğim! Bu yaptığının bedelini ödeyecek! Oğlumu bana düşman etmenin bedelini ödeyecek!"
Babası tekrar arkasını döndüğünde, Lauron bir an bile düşünmemişti. Eğilip yerdeki küreği eline almasıyla bağırarak adamın kafasına vurması bir olmuştu. Adeta kendini kaybetmiş gibiydi, tuttuğu kürek bir anda tıpkı eli, parmakları gibi bir uzvuna dönüşmüştü. Babası canının acısıyla başını tutarak ona döndüğünde kalın demiri bu kez alnına geçirmişti. İlk darbesinin aksine, keskin ucu adeta bir bıçak gibi adamın başına saplanmıştı. Acıyla bir kurt gibi uluyorken yarılan etinden gelen kan yüzüne akıyordu.
"Lauron!"
Üzerine yürüyen Theron elinde tuttuğu küreğe saldırmıştı. Kavrayıp kendine çekmeye çalışsa dahi Lauron bırakmıyordu, parmakları adeta kapana dönüşmüştü. Birbirlerini ittiriyorlarken dengesini kaybetmişti. Yere düştüğünde, yüzü kan içinde olan babası üzerine çullanmıştı. Hala, tuttuğu küreği elinden almaya çalışıyordu, onu yeterince hırpaladıktan sonra amacına ulaşmıştı. Ucunda kendi kanı olan küreği elinden alıp uzağa savurduğunda yüzüne sıkı bir yumruk geçirmişti. Canının acıyla inleyen Lauron, ağzına dolan kanı hissedebiliyordu.
"Her şeyin sorumlusu o! Iréna! O orospuyu öldüreceğim! Oğlumu bana düşman etmeni bedelini ödeyecek!"
Annesini öldüreceğini söylediğinde Lauron ağzında biriken kanı adamın suratına tükürmüştü. Boğazından çektiği elini yüzüne siper ettiği andan faydalanarak tüm gücüyle onu ittirip yerde yuvarlanarak üzerine çıkmıştı.
"Dokunamayacaksın! Artık hiçbirimize dokunamayacaksın!"
Babasının onunla savaşan elleri yüzünü bulmuşken, önünde duran iri taşa güçlükle ulaşan Lauron bağırarak adamın başını bir kez daha hedef almıştı. Kendinden geçmiş gibi tekrar ve tekrar adamın başına vururken bize dokunamayacaksın diye bağırıyordu. Onunla savaşan adamın kolları zamanla yavaşlamıştı. İlk anda acıyla bağırırken, sesi kısılarak inlemeye dönüşmüştü. Üzeri kan içinde olan Lauron, biraz olsun kendine geldiğinde duraksayarak geri çekilmişti. Altındaki adamın onunkilere benzeyen gözleri baygınlaşmıştı. Yüzü kandan seçilemiyordu, alnı ezilmişti. Nefes nefese kalan Lauron ne yaptığının farkına vardıkça midesi bulanmaya başlamıştı. Üzerine çıktığı babası gözlerinin içine bakıyordu, onun aksine nefesi yavaşlamıştı.
"Lauron, sen bana benziyorsun oğlum."
Yüzü kan içinde olan babası güçlükle de olsa gülümsemişti fakat gittikçe donuklaşan gözleri ıslanmaya başlamıştı. Ağlıyor mu diye düşündü, adamı daha önce bir kez bile ağlarken görmemişti. Ne yaptığının farkına vardıkça vücudu titremeye başlamıştı. Elindeki kana bulanmış taşa bakarken ayaklarını yere vurarak geri çekilmişti. Kendi kendine ben ne yaptım böyle diyorken hala olduğu yerde uzanan babasının gözleri onu takip ediyordu. Sürünerek sırtını ağaçlardan birinin gövdesine yaslamışken omzunun üzerine yuvarlanarak ona dönmüştü. Hala inatla gözlerinin içine bakıyordu, güçlükle konuşurken sesi titremişti.
"İnsanlara dağ haydutlarından birinin saldırdığını söyle, yoksa seni suçlarlar."
Dişlerini sıkan Lauron başını iki yana doğru sallamaya başlamıştı. Hala kendi kendine ben ne yaptım diye söyleniyordu. Vücudu hummaya tutulmuş gibi titremeye başlamıştı, yüzü ıslanmasa ağladığının farkında bile değildi. İki üç adım ötesinde uzanan babası elini ona doğru uzatmıştı, parmakları tıpkı onun gibi titriyordu.
"Lauron, korkma buraya gel."
Lauron ilk anda ne yapması gerektiğini bilememişti, kan içindeki taşı hala avucunda tutuyordu. Gözlerinin içine bakan babası adını tekrar fısıldadığında boğazından tutmayı beceremediği bir hıçkırık yükselmişti. Avucundaki taşı adeta canını yakıyormuşçasına kendinden uzağa fırlatmıştı. Ağacın gövdesine yaslanmış titreyerek ağlıyorken midesi hiç olmadığı kadar bulanıyordu. Kendi kendine tekrar ben ne yaptım dediğinde adını sayıklayan babası hala ona elini uzatıyordu. Dişlerini sıkarak olduğu yerde sürünüp yanına yaklaşmıştı. Adamın titreyen parmakları koluna dokunmuş, sonrasında ise elini avucuna almıştı. Nefesi gittikçe kesikleşerek yavaşlıyordu, gözleri gittikçe kapanırken güçlükle fısıldamıştı.
"Oğlum, bunu neden yaptın?"
Gözleri kapanan Theron daha fazla konuşamamıştı. Ağlayarak onu izleyen Lauron, adamın avucu gevşediğinde elini kendine çekmişti. Kısa bir an onu izlemiş, sonrasında ise omzuna dokunmuştu. Babasının vücudu adeta çuval gibi yana devrildiğinde irkilerek sıçramıştı.
"Baba?"
Herhangi bir cevap yoktu. Kendinden geçmiş gibi titreyen eli ile adamın omzuna tekrar dokunsa dahi karşılık alamamıştı. Ölmedi diye düşündü, onu ben öldürmedim. Tekrar, bu kez daha güçlü bir şekilde omzunu kavrayıp sarmıştı.
"Baba!"
Çığlığına herhangi bir karşılık alamamıştı, sesi cevizlik boyunca yankılanıp ona geri dönmüştü. Yerde uzanan babasının ezilmiş alnına, kanlı yüzüne bakan Lauron kendini daha fazla tutamamıştı. Bağırarak ağlıyorken midesinden yükselen safra bir anda ağzından dökülmüştü. Kendi iteleyerek uzaklaştırırken sırtı ağacın gövdesine değmişti. Dizlerinin üzerine doğrulmuşken, gölgesinde babasını öldürdüğü ceviz ağaçlarından birine sarılarak midesinde ne varsa kusmaya başlamıştı.
DC 138 – Güncel Zaman / Calabar
"Soylu efendi! Beş gündür açım, bu yaşlı adama merhamet edin! Yalvarırım merhamet edin!"
Atının üzerinde başkentin yağmur ile ıslanan sokaklarında ilerleyen Lauron, bir anda önüne çıkan dilenci ile birlikte irkilmişti. Adamın üzerinde sırılsıklam olmuş, onlarca kez yamanmış eski püskü bir ceket vardı. Saçlarının tepesi dökülmüştü, keçeye dönen birkaç beyaz teli de pislik içindeydi. Kirli yüzünde yanakları içe çökmüştü, konuşurken sesi hırıltılıydı. En az altmış yaşında olmalı diye düşündü, bu kadar yaşlı birinin evinde oturmak yerine sokakta dilenmesi içini acıtmıştı.
Duraklayarak elini pelerinin içine diktirdiği küçük cebe götürmüştü. Avucunu daldırıp çıkardığında şöyle bir saymıştı, on iki altın ediyor ya da etmiyordu. Yanında daha fazlası olsa dahi bir kese dolusu altını dilenciye vermek saklamak istediği kimliğini açığa çıkarabilirdi. Atının dizginlerini tutarak yanına gelen adama doğru döndü, eğilip avucundaki altınları ona uzatırken aynı zamanda mırıldanmıştı.
"Şehrin yabancısıyım eğer bana dinlenebileceğim bir hana kadar eşlik edersen karnını doyurabilirim."
Teklifi ile birlikte adamın yüzü aydınlanmıştı. Uzattığı altını alarak cebine yerleştirmişti, aynı zamanda neşe ile söyleniyordu.
"Şükürler olsun, elbette size eşlik etmek isterim! Kendinize yaşlı Coltar'dan daha iyi bir rehber bulamazsınız! Jaremo'nun yeri buraya çok yakın, kendisi başkentin en büyük hanına sahiptir!"
Küçük bir baş hareketi ile teklifini kabul eden Lauron atının önünde ilerleyen Coltar'ı takip etmeye başlamıştı. Bahsettiği hanı biliyordu, tıpkı söylediği gibi başkenttekilerin en büyüğüydü. Adamdan onu bir hana götürmesini istemeden önce Jaremo'nun sahip olduğu mekânı seçeceğini tahmin etmişti.
Hızını kesen yağmurun altında yolculukları pek uzun sürmemişti. Hanın avlusuna girdiklerinde atından inen Lauron dizginleri onu karşılayan genç seyise bırakmış, avucuna birkaç gümüşlük sıkıştırarak atına yem ve su vermesini istemişti.
"Soylu efendi, cömert bir kalbe sahipsiniz."
Birlikte avluyu geçerek ahşaptan inşa edilmiş, u şeklindeki iki katlı geniş hanın içine ilerledikleri Coltar'ın sözleri onu güldürmüştü.
"Ben soylu bir adam değilim Coltar."
"Bu zavallı yaşlıyla alay etmeyin. Tavrınız, konuşmanız hiç de sıradan bir adama benzemiyor."
Söyledikleri yüzündeki ifadeyi değiştirmemişti. Aksanım yüzünden olmalı diye düşündü. Krallıkta kültürün ve entelektüelitenin en büyük göstergelerinden biri dili dilin kullanımıydı. Tüm krallıkta Cãstelion dili birçok farklı aksanda konuşuluyordu fakat doğup büyüdüğü Tabassa bu konuda diğer şehirlerden farklı bir konumdaydı. Konuşma dilinde güneye özgü vurgulu ve ağır aksan avam bulunurken kökü Tabassa'ya dayanan Batıkent'e ait tonlama Cãstelion dilinin esas kullanım şekli olarak görülüyordu. Ülkedeki soyluların çoğu Tabassa aksanıyla konuşurken Lauron bu özelliğe çocukluğundan beri sahipti.
"O halde seni hayal kırıklığına uğratacağım. Maalesef eğitimli bir çiftçiden daha fazlası değilim."
Birlikte hana girdiklerinde tıpkı seyis gibi on yedi yaşlarında bir genç karşılarına çıkmıştı. Lauron Coltar'ı süzdüğünü fark ettiğinde adamın onunla birlikte olduğunu söylemişti. Geceyi geçirmeyeceğini, sadece karnını doyurmak istediğini anlattığında genç adam onları hanın yemek salonuna götürmüştü.
Gösterişsiz ve pis kokulu olsa dahi neredeyse sarayın davet salonu kadar büyük olan yemek salonuna girdiklerinde Lauron pelerininin başlığını geriye itmişti, etraf hanın holüne oranla oldukça kalabalıktı. Kendilerine duvar dibine yakın boş bir masa bulduklarında Lauron iki tavuk ve bir sürahi bira sipariş etmişti. Tepelerinde dikilen, onunla yaşıt iri yarı adam ıslık çalarak istediklerini yamağına ilettikten sonra rengini seçemediği gözlerini kısarak onu süzmüştü. Yanlarından ayrılmamakta ısrar ediyordu.
"Yüzünüz hiç yabancı değil, sizi bir yerden tanıyor gibiyim."
"Sanmam, Calabar'ı ilk kez ziyaret ediyorum. Benden önce büyük kardeşim aile işlerimizle ilgilenirdi, belki onunla karşılaşmışsınızdır."
"Batıkent'ten mi geliyorsunuz?"
"Evet. Tabassa'da bir aile çiftliğimiz var. Saray mutfağına sebze ve meyve satıyoruz."
"Şaşmamak gerek. Bu zamanda mahsulünüzü almaya ancak saraydakilerin gücü yeter."
Adam başını eğerek selam verip yamağının getirdiği bira sürahisi ve ahşap bardakları masaya bırakarak yanlarından uzaklaşmıştı. Arkasından bir müddet bakan Lauron, sürahiye uzanıp içkilerini bölüştürmüştü. Bardağı burnuna yaklaştırması ile birlikte sidiği andıran ağır koku midesini alt üst etmişti. Böyle bir handa içebileceği en ucuz şey arpa birasıydı, yağan yağmur tarlaları, bağları alt üst etmişken bir çiftçinin gidip karnını doyurduğu dilenci ile şarap içmesi dikkat çekebilecek garip bir durumdu.
O duyduğu tiksintiyi saklamaya çalışırken karşısında oturan Coltar doldurduğu birayı adeta günlerdir susuz kalmışçasına kana kana içmişti. Ağzını gömleğinin koluna silerken kirli dişlerini gösterip gülümseyerek ona dönmüştü.
"Bana adınızı bahşeder misiniz?"
"Albon Cavanna."
"Efendi Cavanna-"
"Bana adımla hitap edebilirsin, soylu bir adam olmadığımı söyledim."
"O halde size Efendi Albon demem gerek. Benden daha azını istemeyin, beceremem. İnanın bana yollardan arabaları ile geçen birçok soylu adam gördüm, hiçbiri sizin sahip olduğunuz inceliği göstermedi."
Usulca birasını içen Lauron nasıl istersen diye mırıldanmıştı. Aradan pek vakit geçmeden tavukları masaya getirilmişti. Eline aldığı etli budu ısırdıktan sonra çıkardığı mendili ile ağzına gelen yağı siliyorken Coltar'ın gözleri üzerine dönmüştü. Tavuğunu büyük bir iştahla çiğnerken aynı zamanda gülümsüyordu.
"Efendi Albon, cebinizde bir mendil taşıyacak kadar özenlisiniz."
"Özenli olmak zorundayım. Hanım arkadaşım kirli erkeklerden pek hazzetmiyor."
"Kabalığımı mazur görün fakat kendinize metres mi edindiniz?"
"Eski bir dost demeyi tercih ederim, şehre gelmişken refakatinden istifade ediyorum."
Yaşlı adam gülerek başını iki yana doğru sallamıştı. Yağlı parmakları ile tavuğun kemiklerini sıyırıyordu.
"Sizi anlamak ustalık istiyor, farklı kelimeler kullanıyorsunuz. Gerçekten de eğitimli bir çiftçisiniz."
Lauron elindeki mendili katlarken adamın sözlerine gülmüştü. Tavuğunu yerken aynı zamanda meraklı davranmamak için çabalayarak etrafını izliyordu. Birasından bir yudum alıp lokmasını yuttuktan sonra arkasına yaslanmıştı.
"Bu şekilde sonumuz pek parlak değil Coltar. Yağmur herkesi perişan etti, birkaç ay sonra ailemi doyurabileceğimden şüphe ediyorum. Tek sıkıntı bu olsa ümitli davranabilirdim fakat başkente geldiğimden beri her köşeden başka sözler işitiyorum. Saraydaki herkes Prenses Alita'nın zehirlendiğini, suçlunun da Dük Dùpont olduğunu konuşuyor. Yine de ben buna pek inanmıyorum."
Tavuğunu kemiren Coltar sözleriyle birlikte elindeki butu tabağına bırakarak etraflarında oturan insanları kontrol etmişti. Kimsenin onları dinlemediğinden emin olduğunda etrafı buruşan gözlerini üzerine dikerek masaya yaslanmıştı, konuşurken pürüzlü sesini kısıyordu.
"Efendi Albon, burası Tabassa değil. Waldorflar hakkında konuşurken dikkatli davranmanızı öneririm."
"Sadece sohbet ediyoruz, onları desteklemediğim için başım kendiliğinden omuzlarımdan düşecek değil."
"Bence arkadaşınızı dinlemelisiniz Efendi Albon. Başkentte karşınıza ne zaman bir kraliyet casusu çıkacağını bilemezsiniz."
Lauron, arkasından gelen erkek mırıltısı ile şaşırmıştı. Omzunun üzerinden baktığında, kırklı yaşlarının ortalarında iyi giyimli bir adam duruyordu. Tıpkı onun gibi, oturduğu sandalyede arkasını dönmüştü. Zengin ya da soylu değilse bile fakir olmadığı kesindi. Gözleri üzerine döndüğünde kendini açıklamak zorunda kalmıştı.
"Rahatsız etmek istemezdim fakat konuşmalarınıza kulak misafiri oldum. İyi bir adama benziyorsunuz, başınız belaya girsin istemem."
"İnce düşünceniz için teşekkür ederim. Lütfen masamıza buyurun, içkimizi sizinle paylaşmamıza izin verin."
Adam onu şöyle bir süzdükten sonra elindeki bardakla oturduğu yerden kalkmıştı. Boyu pek uzun değildi fakat iri kalıplıydı, nasırlı ellerinden zanaat ustası olduğu belliydi. Üzerindeki ağır demir ve is kokusunu alan Lauron kendi içinde gerekli çıkarımı yapsa dahi o an için kendine saklamaya karar vermişti.
"Çiftçilerin hepsi kan kusuyor, sizse kimsesiz bir adamı doyuruyorsunuz. Ya aptalsınız ya da gerçekten cömertsiniz."
"Eğer mallarımı pazara getirmiş olsaydım sözlerinize hak verebilirdim. Fakat ben sarayla iş yapıyorum, kraliyet mutfağına Calabar'da yetişen elmanın girdiğini sanmıyorsunuzdur umarım. Sokaklarda insanlar ekmek için dilenirken balıkları dahi fıçılarla Karaburun'dan getirtiliyor."
Demirci olduğunu tahmin ettiği adam yanında otururken hala şüpheli gözlerle onu süzüyordu. Sahip olduğu korku ülkenin birçok insanın göğsünde yer edinmişti. Lauron fazla ileri giderse kendini açık edebileceğinin farkındaydı. Yine de bu onu aynı masayı paylaştığı adamları provoke etmekten alıkoymuyordu.
"Eğer saraya çalışıyorsanız kesenizi iyice doldurmuşlardır. Şikâyet edebilecek durumda olduğunuzu sanmıyorum. Birkaç gümüşlük için elleri nasır içinde kalana kadar çalışan adamlar susarken eğitimli çiftçilere pek laf düşmüyor."
"Sorun da bu değil mi zaten? Benim kesem dolu olduğu halde konuşabiliyorum fakat asıl işkenceyi çeken herkes susuyor. Tanrıların öfkesini hissedemiyor musunuz? Yanlış yolda olduğumuzu göstermek için daha ne yapmaları gerek? Felaketlerin sonu gelmiyor, krallığımızın başında hiçbir ahlak anlayışı olmayan bir avuç kafir var."
Masaya doğru eğilerek fısıldadığı sözler hala tavuğunu yiyen Coltar'ı irkiltmişti. O korkak bakışları ile etrafını izliyorken birasını içen demirci sandalyesini çekiştirerek masaya yaklaşmıştı. Aralarında beyazlar olan sakalları ile çevrelenmiş yüzüne yavaşça yayılan sırıtışı Lauron'un pek hoşuna gitmemişti.
"Kim olduğunuz anlaşıldı Efendi Albon. Siz şu Rabat'tan gelen rahibin müritlerinden olmalısınız. İtiraf edin, bugün buraya bu adamı doyurmak için değil onun vaazını dinlemek için geldiniz."
Demirci kim olduğunuz anlaşıldı dediğinde Lauron bir an için nefesini tutmuştu. Bahsettiği rahibi biliyordu, adı Òlatt olan adam ünü herkesçe bilinen birçok hatip gibi Batıkent'ten çıkmıştı. Ne zamandan beri Waldorf hanedanına muhalif hareket ettiğini tam olarak bilmiyordu. Fakat Kral Hagen ve oğlunun ölümüyle birlikte insanların arasında büyük bir üne kavuşmuştu. Rahiplerin tapınaklara kapanmasına karşıydı, halkın arasına karışıp dertlerini dinleyerek onlara yardımcı olmaları gerektiği anlatıyordu.
Rahip Òlatt'ın manifestosu sadece bununla sınırlı olsa, Lauron büyük bir saygı duyardı. Fakat bulunduğu her kalabalığın içinde sapkın ve inançsız bulduğu Waldorf ailesini kötüleyen adam taç giymeye hazırlanan Alita için tehlike oluşturuyordu. Bu yüzden, o gün bulundukları hana gelip konuşma yapacağını işittiği rahibi bizzat dinlemek için kılık değiştirerek saraydan çıkmıştı. Onları bekleyen tehlikeli ile yüzleşmek istiyordu.
"Biraz inanca sahip olan herkes Rahip Òlatt'ı takip etmeli. O, bizi yöneten yozlaşmış insanların aksine tanrıların sözlerini konuşuyor. Kendisinin namını duydum fakat bizzat hiç karşılaşmadım."
"Ben karşılaştım, bir hafta önce pazar yerindeydi. İnsanlara ekmek dağıttıktan sonra konuşma yaptı. Benim gibi bunağın pek anlayabileceği şeyler değildi fakat saraydakileri pek sevmediği açıktı."
Tabağındaki tavuğu neredeyse bitiren Coltar onlara doğru eğilip kokan nefesini aralarına bırakarak fısıldamıştı. Burnunu tıkamamak için kendini zor tutan Lauron önünde duran tabağı ona doğru itmişti. Kemirdiği buttan geriye iri bir kemik bırakan yaşlı adam bir kez daha ne kadar minnettar olduğunu söylerken geri çekilerek sadece başını sallamıştı.
"Görüyorsunuz ya Efendi Albon, ben pek sizinle kıyaslandığında pek görgülü bir adam değilim. Karnım doyduğumu müddetçe tahtta kimin oturduğunu umursamıyorum. Açlıktan bahsediyorsunuz, haklısınız da. Fakat Waldorflar'dan önce de sokakta insanlar dileniyordu. Beni tek düşündüren, başa geçen iki kralın da pek uzun ömürlü olmaması. Kral Adon tahtı aldığında genç bir adam değildi fakat oğlu Hagen'ın ölümünü kimse beklemiyordu. Doğan prens bir gün dahi yaşamadı. Şimdi de Dük Dùpont'un prensesi zehirlediği söyleniyor. Bu dinmek bilmeyen uğursuz yağmuru da düşünürsek tanrıların bizleri lanetlemiş olduğuna inanmamak mümkün değil."
Birasını içen Lauron demirciye katıldığını göstermek istercesine dudaklarını sıkmıştı. Yanındaki adamlarla pazar yeri ve fiyatlar hakkında konuşurken yemek salonunun kapısında dikkat çeken bir hareketlenme olmuştu. Başını kaldırdığında, beyaz cübbesi ile uzun boylu bir adamın insanların arasından geçerek içeri girdiğini görmüştü.
İşte geldi.
Lauron, Rahip Òlatt'ın o gün hanı ziyaret edeceğini biliyordu, haberini daha önceden almıştı. Kılık değiştirerek saraydan çıkmasının asıl sebebi o an birkaç adım ilerisinde duran adamı kendi gözleriyle görmek istemesiydi.
Rahip uzun boylu, kalıplı fakat kilolu olmayan bir adamdı. Köşeli yüzünün yeni tıraş edildiği belliydi, rengi kestaneyi andıran düz saçları kısaydı. Elmacık kemikleri belirgindi, gülümsemesiyle kenarı kırışan renkli gözleri pek iri durmuyorlardı. Kırklı yaşlarında olduğunu tahmin ettiği rahibin görünüşü sokakta karşılaşılabilecek birçok adamdan dikkat çekiciydi.
Rahip Òlatt yemek salonuna girdiğinde etrafını saran insanlar krallara yapıldığı gibi elini, cübbesinin eteğini öpmeye çalışmışlardı. Oturduğu yerde gözlerini kısarak onu huzursuz eden manzarayı izleyen Lauron adamın yüzündeki dingin gülümsemeyi tanıdığını hissetmişti. Birçok rahibin aksine Òlatt hantal ve yaşlı gözükmüyordu, kemikli yüzüne yayılan ifadesiyle kendinden emindi. Gülümsemesi adamı ilk kez gören birçok kişiye sıcak gelse dahi Lauron bir an için karşısında bir Waldorf olduğunu düşünmüştü. Peşin yargılı davranmak istemese dahi salonun içinde ilerleyen adamın insanlara olan dokunuşu ne gözlerine ne de yüzüne yansımayan, sadece dudaklarında asılı kalan gülümsemesi ona içten gelmemişti.
"Kıymetli arkadaşlarım, benim için rahatsız olmayın lütfen yerlerinize oturun. Gösterdiğiniz ilgi için minnettarım, mahcup olsam dahi sebebinin kendi içimde saklı olmadığını biliyorum. Ben sadece tanrıların sözlerini konuşan basit bir adamım. Sizler, gerçeğe, doğruya ve en çok da yüce tanrıçanın bize bahşettiği sevgiye özlem duyduğunuz için bu basit adamın söyledikleri karşısında teveccüh gösteriyorsunuz."
Òlatt'ın sözlerinden sonra Coltar oturduğu yerde Lauron'a dönmüştü. Kirli elleriyle ağzını silerken yanı zamanda mırıldanıyordu.
"Görüyor musunuz Efendi Albon? Tıpkı sizin gibi konuşuyor, söyledikleri hoş ama benim gibi biri için anlaması güç."
"İhtiyar, alınma fakat senin tahtaların cilası eskiyeli epey olmuş."
Lauron'un yanında oturan demirci fısıldayarak Coltar'a çıkışmıştı. Onlar kendi aralarında konuşuyorlarken ilerleyen Rahip Òlatt masalarına biraz daha yaklaşmıştı, gür sesi artık daha rahat duyulabiliyordu.
"Burada size katılmadan önce pazar yerine uğradım. Birçok dostumun bildiği gibi ziyaretlerimi aksatmamaya gayret gösteririm. Bu sayede hem iş sahipleri ile hem de yardıma muhtaçlarla sohbet etme şansı yakalıyorum. Fakat kıymetli dostlarım, inanın bana her seferinde durumun bundan daha kötüye gidemeyeceğini düşünsem dahi yanılıyorum ve gördüklerim karşısında kedere boğuluyorum. Genç kadınlar kucaklarında çocuklarıyla ağlayarak bir parça ekmek için dileniyorlar, hizmet edilmesi gereken yaşlı erkekler bu yağmurun altında birkaç gümüşlük için soylu efendilere avuç açıyorlar. Artık bir gerçeği fark etmemiz gerek, insanlarımız fakirleşiyor. Sizden istirham ediyorum, hiçbir şey almak niyetinde değilseniz dahi pazar yerine uğrayın ve şehrimizin ne hale geldiğini görün. Açılan tezgahlara dolgun ökçeli, parlak çizmeler giyen soylular dışında yaklaşabilen yok. Biçilen fiyatları sıradan birinin karşılayabilmesi mümkün değil. Bu durum karşısında mal sahibi dostlarımı da suçlamıyorum. Çiftçi dostlarımızı düşünün. Yağmur mahsullerini hiç etmişken, önlerini göremeyen bu adamların fiyat yükseltmek dışında çaresi var mı? Tüm bu sözlerimin ardından hepinizin içinden geçirdiği soruyu biliyorum; peki sorumlu kim?"
Lauron elinde tuttuğu biradan içerken dikkatle Òlatt'ı dinliyordu. Tüm yolu onun için kat etmişti fakat eğer dinlemek istemiyor olsa dahi adam konuşurken gözlerini ondan öteye çevirmesini mümkün gözükmüyordu. İyi bir hatip diye düşündü. Rahibin seçtiği kelimeler, tok sesi ve aurası ile birleştiğinde onu beyaz cübbe giyen diğer meslektaşlarından ayırıyordu. O an duraklayarak etrafındaki insanların gözlerine bakıyorken işaret parmağını hafifçe yukarı kaldırmıştı, sesinin tonu hiddetlenerek yükselmişti.
"Kıymetli dostlarım, sorumluyu aramızda değil, tepede aramamız gerek; en tepede. Aranızdan birçoğunuzun Beyazkaya'daki aileyi tanımadığını tahmin ediyorum. Sadece adlarınızı biliyoruz; Waldorflar. Peki kim bu insanlar? Dostlarım, bu insanlar bizimle aynı dili konuşmuyorlar, onlarla aynı kanı paylaşmıyoruz. Lütfen bu sözleri ederek sizi kindarlığa sürüklediğimi sanmayın. Bu kibirli ifade bana değil, ailenin kendisine ait. Waldorf soy ismi ile doğan her çocuğa ilk öğretilen diğer insanların ırklarına eşit olmadığı; bu öğreti onlara doğdukları andan itibaren aşılanıyor. Kendilerini her birimizden üstün görerek yetişiyorlar. Kibir, tanrıların insanlara yasak kıldığı büyük günahların başında gelirken bizi adaletle yönetmesi gereken insanlar bu habis duyguyu hamurlarında taşıyorlar."
Òlatt konuşurken ilk anda salonda çıt dahi çıkmıyordu. Fakat son söyledikleri ile birlikte birkaç çekingen homurtu yükselmeye başlamıştı. Seslendiremeye cesaret edemeseler dahi insanlar sözlerine katılıyorlardı.
"Dinleyin dostlarım, kibir birçoğumuzun içine düştüğü karanlık bir tuzak olabilir. Yüce Tanrıça Tierra merhametlidir, kendisine inanan samimi kullarını affetmeyi sever. Diz çöküp af dileyen onun sonsuz lütfuna mahzar olur. Fakat birçoğunuz vakıf olduğu gibi, Waldorflar bizimle aynı inanca sahip değiller. Adına Skurk dedikleri sapkın bir iblise tapıyorlar. İnandıkları bu sözde tanrının onları tüm günahlardan azat ettiğini söyleyerek onları özgür kıldığını iddia ediyorlar. Dostlarım, lütfen siz söyleyin; her türlü ahlaksızlığı meşru kılan bir iblise tapmak meşru mudur? Bu anlayış hırsızlığa, cinayete, zinaya, tefeciliğe ve dile getirmekten hicap duysam dahi enseste kapı açıyor. Ne demek istediğimi görebiliyor musunuz? Waldorflar tüm bu sapkın günahların meşru olduğuna inanıyorlar. Ve biz onlardan bizleri adaletle yönetmelerini bekliyoruz. Şimdi siz söyleyin dostlarım, tanrılar bize gazap dolu öfkeli yüzlerini göstermekte haksızlar mı?"
Rahip Òlatt konuşmasına devam ettikçe hanın yemek salonunu dolduran kalabalıktan homurtular yükseliyordu. Lauron, gözlerini etrafta gezdirmekten kendini alamamıştı. İnsanlar çekinseler dahi hoşnutsuzluklarını dile getirmekten eskisi kadar korkmuyordu. Saraya ulaşan söylentilerin bu denli ete kemiğe büründüğüne ilk kez şahitlik etmişti.
"Dilinizin ucunda birikenlerin kalplerinizi korku ile doldurduğunu biliyorum. Fakat bunu söylemek benim görevim, apaçık önümüzde duran gerçeği inkâr etmek biz inançlı insanları da sapkınlığa götürür dostlarım. Sizlerin adına gerçeği konuşmam gerekirse, bunu seve seve yaparım. Her zaman söylediğim gibi, ben basit bir adamım, yüce tanrıçanın hizmetkarıyım. Bakmam gereken bir ailem, kaybetmekten korktuğum yüklü bir varlığım ya da korumam gereken bir mirasım yok. Eğer gerekli görülürse, inandığım yolda bugün can verebilirim. Gerçeğe hizmet edenlerin korkuları olmaz, dostlarım. Benim hiçbir korkum yok ve sizlere aslında kalbinizin derinliğinde her birinizin bildiği gerçeği söylüyorum. Krallığımızın tahtında bu sapkın aile olduğu müddetçe tanrılar merhametlerini biz kullarından esirgeyeceklerdir. Ne düşündüğünüzü tahmin edebiliyorum, kendi içinizde krallığın gördüğü en zengin insanlara kafa tutmanın imkânsız olduğunu söylüyorsunuz. Kıymetli dostlarım, bana inanın bu sapkın kafirlerin tıpkı kendileri gibi sahip oldukları altınları da lanetli; sonlarını hazırladıklarının farkında dahi değiller. Bir böcek gibi oturdukları tahtta teker teker ölüyorlar. Kral Adon öldü, Kral Hagen öldü, doğan prens güneşi göremeden öldü. Şimdi de katil prensesleri can çekişiyor, çok yakında şehrimiz öldüğünü haber veren çan sesleri ile şenlenebilir."
Rahip Alita'dan bahsettiğinde dudaklarını sıkarak içini çeken Lauron çenesinin kasılmaması için kendini zorlamıştı. Rahibin seçtiği kelimeler cüretkârlaşarak gittikçe tehlikeli bir hal alsa dahi etrafı saran güruh bunu umursamıyordu. Bilakis, Òlatt onların söylemekten korktuğu düşünceleri dile geçirdiği için gözlerinde kahramanlaşmıştı. Aralarından herhangi biri ayağa kalkıp adamın sözlerini tek başına tekrar edemese dahi toplu halde desteklerini göstermekten çekinmiyorlardı.
"Yazık olacak desenize. Ben rahibin bahsettiği prensesi evlendiği gün tapınağa girerken kalabalığın içinde uzaktan görmüştüm. Parlak bir ay gibiydi, daha önce karşılaştığım hiçbir kadına benzemiyordu."
Coltar'ın fısıltısı birasını içen Lauron'u güldürmüştü. Alita'yı ilk kez gören birçok erkekten aynı sözleri defalarca kez işitmişti. Eğdiği mavi gözlerini karşısında oturan adama çevirerek boşalan bardağını doldurmuştu.
"Kendinden utanmalısın Coltar, prenses kızın dahi olamayacak kadar küçük."
"Elbette, elbette haklısınız Efendi Albon. Fakat beni suçlayamazsınız, prensesle bir kez dahi karşılaşmış olsanız emin olun gözünüz hanım arkadaşınızı yadırgardı."
"Maalesef, o kadar talihli bir adam olduğumu sanmıyorum."
Lauron gülümseyerek elinin altında tuttuğu mendili ile bir kez daha ağzını silmişti. Masaların arasında insanların omuzlarına dostça dokunarak ilerleyen Òlatt konuşmaya devam ediyordu, aralarındaki mesafe neredeyse üç adıma kadar inmişti. Oturduğu yerde arkasına yaslanan Lauron, başını kaldırarak vaaz eden rahibe odaklanmıştı.
"Yanlış duymadınız, bugün can çekiştiği söylenen o prenses taht hırsı için öz yeğenini öldüren bir katil, daha fazlası değil. Dostlarım, bir suç işlendiğinde ortaya çıkan sonuçtan kim en çok kar sahibi oluyorsa bana inanın sorumlu odur. Size soruyorum, o küçücük bebeğin ölümü kimin önünü açtı? Cevabın Prenses Alita olduğunu her birimiz biliyoruz. Saray, bu gerçek dile getirildiğinde olayların yaşandığı gece prensesin zehirlendiğini söyleyerek her birimizi aptal yerine koyuyor. Kimsenin, hele ki bir prensesin, adam öldürmek için eline bizzat bıçak almasına gerek yok. Sapkınlıkları kendi kuyruğunu ısıran bir yılan gibi sonlarını getiriyor, lanetlendiklerinin farkında bile değiller. Sahip olmak için her yolu mubah gördükleri bu taht onların sonunu getiriyor."
Rahibin söyledikleri hitap ettiği kalabalığı coşkuya sürüklemişti. İnsanlar homurdanmayı bırakarak adamın haklı olduğu gayet işitilebilir bir sesle dile getirmeye başlamışlardı. Birkaçı kendi aralarında hararetli bir tartışmaya dahi tutuşmuştu; saray tarafından vatan haini ilan edilen Dük Dúpont'un masum olduğunu anlatıyorlardı. Onlara göz gezdiren Lauron önüne döndüğünde, iki adım uzadığında duran rahibin onu izlediğini fark etmişti. Adamın gözleri sakin bir eda ile onu süzüyordu. Sadece bu bile onu tedirgin etmeye yetmişken, Òlatt aralarındaki mesafeyi kapatarak masalarına yaklaşmıştı. Yüzüne dingin gülümsemesini yerleştirirken, konuşmasına Lauron'un omzunu kavrayarak devam etmişti.
"Dostlarım, bizler beşerî mahluklarız. En masumumuz dahi şahsi hırsları yüzünden ilahi adaletin tecelli edeceği gerçeğini göz ardı edebilir. Fakat tanrılar, ebediyetin efendileridir. Kendilerine yapılan saygısızlığı ne unutur ne de affederler. Beyazkaya'daki tahta oturan kim olursa olsun tanrıların iradesini temsil etmekle yükümlüdür. O tahta bir sapkını, bir kafiri oturtmak yaratıcılarımıza karşı gelmeye eşdeğerdir. Size umut dolu sözler etmek isterdim fakat gazap henüz başlıyor. Bu dinmek bilmeyen yağmuru takip edecek felaketleri tahmin etmek hiçbir fani için mümkün değil. Hepimiz işlediğimiz günahlardan ötürü tövbekâr olmalı ve merhamet dilemeliyiz. Fakat sıkıntı dolu bugünlerde inancımızı diri tutarak krallığımızı karanlığa sürükleyen sapkınlara karşı birlik olmak hepimizin esas görevidir. Size söz veriyorum, yüce tanrıça nefes bahşettiği müddetçe ben sizlerin sesi olmaya devam edeceğim. Sabır ve şecaatle doğru bildiğim yolda ilerleyip sapmayacağım. Yanlış olanın karşısında durmaktan canım pahasına olsa dahi vazgeçmeyeceğim. Peki siz, kıymetli dostlarım, gün gelip sorulduğunda bu adamın doğru yolda olduğuna şahitlik edecek misiniz?"
Yemek salonunda bir anda büyük bir gürültü kopmuştu. Her bir masadan coşkuyla evet sesleri yükseliyordu, insanların rahibe olan desteği Lauron'u hiç olmadığı kadar ürkütmüştü. Adamın omzunu kavrayan eli içine düştüğü garip korkuyu katmerliyordu.
İçine düştüğü garip hissi belli etmemeye çalışarak birasından geriye kalanı bir dikişte bitirdikten sonra bardağını hırsla masaya çarpan Lauron kalabalığın geri kalanı gibi evet diye çıkışmıştı. Başını kaldırdığında, gözleri hala omzunu tutan Rahip Òlatt ile kesişmişti. Bu gülüşü tanıyorum diye düşündü, rahip ile ilk kez karşılaşmış olsa dahi yüzündeki gülümseme onun için oldukça alışılmıştı. Yemek salonunu dolduran kalabalık için rahip gerçeği takip eden bir kurtarıcı olabilirdi. Fakat Lauron sapkın ilan ettiği Waldorflar'dan pek de farkı olmadığını hissediyordu.
* * *
Alita, içinde kaybolduğu sıcak ve huzurlu uykudan işittiği kumaş sesleri ile birlikte sıyrılmıştı. Gözlerini açmadan önce, sırtüstü uzanıyorken üzerindeki yorganın altından parmaklarını Alois'in olduğu kısma uzatmıştı. Pek de sıcak olmayan yumuşak boşlukla karşılaştığında, uykuyla şiş olan mavi gözlerini aralayarak sessizce esnemişti. Alois, yataklarının ucundaki divandaydı. Başını eğmiş, üzerine giydiği gömleğin kollarını bağlıyordu.
Hamileliği onu bu garip duruma sokmadan önce Alita adam yatağın içinde hareketlendiğinde dahi hissedip uyanırken, artık güçlükle gözlerini açar hale gelmeye başlamıştı. Kendini hiç olmadığı kadar yorgun hissediyordu, mide bulantıları hızını kesmemişti, geceleri kesintisiz uyumasına rağmen vücudu sürekli daha fazlasını istiyordu. Tüm bunların hastalığı ile birleşince Alita tamamen bitkin bir hal almıştı.
Yine de durumundan ilk günlerde olduğu kadar şikayetçi değildi. Yatak istirahati onu biraz olsun toparlamıştı. Alois ile birlikte, mide bulantılarının yoğun olduğu zamanları takip ederek ilaç düzenini değiştirmişlerdi. Alita sabahları uyandığı ilk an bir bardak su dahi içse olduğu gibi kusuyordu. Bu yüzden ballı yulaf lapası ile yaptığı kahvaltısını öğlen öncesine kadar sarkıtmışlardı. Peynir ya da yumurta gibi kokulu hiçbir şeyi sabahları tüketemiyordu. Vakit öğleni geçtikten sonra bulantılarının azalmasıyla az fakat sık sık atıştırıyor, bol bol et yediği akşam yemeklerinden sonra ise ilaçlarını içip uyuyordu.
Alita, eliyle ağzını kapatarak bir kez daha esnediğinde Alois omzunun üzerinden ona doğru dönmüştü. Uyandığı fark ettiğinde dizindeki ceketini bırakıp ayağa kalkarak yatakta yanına oturmuştu. Rengi güneşle açılmaya başlayan kahverengi saçları nemliydi, yıkandığı belli oluyordu. Alita onu izlerken, birbirlerine sarılarak uyandıkları sabahları düşünmüştü. Alois'in yüzünü karşılaştıkları ilk günden beri beğeniyordu fakat erken uyanıp sabah güneşi kirpiklerine, saçlarına yansırken onu izlemeyi hiç olmadığı kadar özlemişti. Birlikte geçirdikleri basit anlar, gün geçtikçe onun için daha fazla anlam kazanıyordu.
"Günaydın."
İçini çekerek gülümseyen Alita elini kaldırarak Alois'in nemli saçlarına dokunmuştu. Yıkandıktan sonra kontrolsüz bir hal alan bukleleri ensesine ulaşmışlardı. Saçlarının rengi siyah olsa, bu halini ölen kardeşi Magnus'a benzetebilirdi. Yüzlerinin birbiri ile alakası olmasa dahi bu hali ona kardeşini anımsatıyordu.
"Çocukken saçlarının rengi sarı mıydı?"
"Bu nereden çıktı şimdi?"
"Bilmem, aklıma geldi."
"Sanırım, bilmiyorum, galiba öyleydi."
Alita bir an için çocukları ona benzerse nasıl gözükeceğini düşünmüştü. Neredeyse herkesin siyah saçlı olduğu bir ailede büyümüşken sarışın bir bebek isteyip istemediğinden emin değildi, Alois'i dahi sarışın hayal edemiyordu. Bir an için düşündüklerinden bahsedecek olduysa da cesaret edememişti. Alois, açıkça herhangi bir şey söylemese dahi hala karnındaki bebek hakkında konuşmaktan hazzetmiyordu. Kavga ettikleri gün dahil olmak üzere hiçbir zaman çocuğun babası olmadığını dile getirmemişti. Fakat hakkında tek bir kelime dahi etmekten kaçınıyordu.
"Kendini nasıl hissediyorsun?"
"Prenses gibi."
Aldığı karşılık Alois'i güldürmüştü. Nemli saçlarının arasında gezen elini kavrayıp öptükten sonra kucağına çekmişti.
"Ben hastalığının nasıl gittiğini sormak istemiştim."
"İyiyim, sen bana hastaymışım gibi bakmaktan vazgeçersen daha iyi olacağım."
Alois ona cevap vermek yerine gülümseyerek elini tekrar öpüp tıpkı onun saçlarını okşamıştı. Parmakları saç diplerini geçerek alnını bulmuş, yanaklarına inmişti. Alita, adamın bunu neden yaptığını biliyordu. Amacı onu sevmek değil, ateşi olup olmadığına bakmaktı. Günlerdir, geceleri uyurken dahi parmaklarını yüzünde hissediyordu. Bunun için minnettar olsa dahi, ateşi olup olmadığını kontrol ederken değil gecenin bir yarısı beline sarılıp geceliğini çekiştirirken onu uyandırdığı zamanları özlemişti. Hasta kadın olmaktan adeta nefret ediyordu, Alois'in gözlerinde korku ve acıma görmekten bıkmış usanmıştı.
"Peki, o halde belki bana Bergnan'ın her sabah getirip hizmetçilerine teslim ettiği şu deri dosyanın içinde ne olduğunu söyleyebilirsin."
Alita kocasının yüzünde gezen elini kendinden uzaklaştırarak yattığı yerde omzunu silkmişti. Midesinin kötü olmaya başladığını hissediyordu, uyanması ile birlikte huzursuzluğu başlamıştı.
"O dosyanın içinde okumam gereken şeyler var."
"Alita, saygısızlık etmek istemediğim için dokunmuyorum fakat eğer istersem sen uyurken okuman gereken şeylere göz atabilirim, biliyorsun değil mi?"
"Bunu istiyor musun? Demek istediğim, gerçekten bana ayak uydurmak istiyor musun? İyi düşünmeni öneririm, gördüğün gibi huzur içinde ölemiyorum bile."
Alois sözlerine cevap vermek yerine sadece gözlerinin içine bakmıştı. Alita bu anlarda aklından ne geçtiğini okuyabilmek için bir servet verebilirdi. Huzursuz zihni onu herkesten ve her şeyden daha çok yorarken adama güvenmeyi istese dahi bunu beceremiyordu. Evlendiklerinde Alois'in zararsız genç bir adam olduğunu düşünürken güçlerinin üzerinde işe yaramaması onu iliklerine kadar korkutmuştu. Kendini karşısında savunmasız hissederken güven sorunu gittikçe derinleşmişti; ta ki kara büyünün onu ölümün eşiğine getirdiği o geceye kadar. Alita kan kusarak fenalaştığı gece herkes ölmesini beklerken Alois'in başından bir an olsun ayrılmayıp krallıkta kolay kolay kimsenin karşısına geçemeyeceği amcası Gustav'a kafa tuttuğuna şahit olmuştu. Ölmesinden korkarak nasıl ağladığını gördüğünde ondan şüphe ettiği için kendinden utanmıştı. Evliliklerinin başından beri ikisini de zorlayan güven sorununu aştıklarını düşündüğünde bu kez aralarına taht girmişti. Alois haklarını devretmekte tereddüt etmesiyle Alita'nın içine kurt düşmüştü. Victor ile olan eski ilişkisinin ortaya çıkması ise her şeyi kör düğüm haline getirmişti. Artık ne Alois ona ne de o Alois'e güvenmiyordu ve bu dile getirmekten çekindikleri bir durum olmaktan çıkmıştı.
"Ben senin kocanım, aramızda sırlar olmamalı. Bunu defalarca kez konuştuk."
"Alois ben bu dairenin içinde senin karınım. Ama kapıdan dışarı adım attığım an başka biriyim, sen de biliyorsun. Bana ayak uydurmak isteyip istemediğini sorduğumda söylemek istediğim şey buydu. Karın olarak senden sır saklamam doğru değil, bunu biliyorum ve dersimi aldım. Fakat prenses olarak saklamam gereken sırlar olabilir, bunları öğrenmemek seni güvende tutar. Geleceğimizi düşünürken tüm bu ayrıntıları göz önünde bulundurmalısın."
Sözleri karşısında kocası gözlerini devirerek belli belirsiz gülümsemişti. Alita bu ifadeyi biliyordu, altında kinaye saklıydı. Ne olduğunu sormasına gerek kalmadan, Alois mırıldanarak hoşnutsuzca konuşmuştu.
"Güzel, demek sen de beni tehdit ediyorsun."
Alita uzandığı yerde dirseğini yatağa yaslayarak belini kaldırmıştı, alnı kırışmışken Alois'e şaşkınlıkla bakıyordu.
"Ne?"
"Ben geleceğimiz hakkında düşündüm ve kararımı seninle paylaştım, Alita. İstediğini yapmakta özgürsün, bu sarayada kalmak için can atmadığımı en iyi sen biliyorsun. Zihninde kurduğun evlilik nasıl bilmiyorum fakat karı-koca olarak istesek de istemesek de birbirimize ayak uydurmak zorundayız. Eğer sen buna gönüllü değilsen, sıkıntı yaşacağız demektir."
"Sıkıntı ? Sıkıntıdan kast ettiğin nedir ? Bana sorarsan asıl tehdit bu, sürekli beni arkanda bırakmakla tehdit ediyorsun."
Alois'in yeşil gözleri irileşmişti, geri çekilerek kısa bir kahkaha atmıştı. Onu izlerken başını iki yana doğru sallıyordu.
"Gökler aşkına. Biliyor musun, sadece bir kez dünyaya senin gözünden bakmak için her şeyimi verirdim. Ne düşündüğünü, kelimelerimden ne çıkardığını asla anlayamıyorum. Seni sevdiğimi söylediğimde bile içerisinden rahatsız olacak bir şey bulabiliyorsun. Artık ne konuşmam gerektiğine karar veremiyorum."
İçini çeken Alita herhangi bir şey söylemeden tekrar yataklarına uzanmıştı. Anlamsız bulduğu bu korkuya bir kez daha yenik düştüğü için kendini suçluyordu. O an gayet sessiz olan Keia'nın sözleri kulaklarında tekrar çınlamıştı ; Neden bu kadar korkuyorsun? O tacı tak ya da takma, sen hala krallıktaki en güçlü kadınsın. Alita güç için karşısına çıkan herkesle savaşabilirdi, bunu nasıl yapacağını biliyordu. Fakat söz konusu sevgi olduğunda, ne kadar uğraşırsa uğraşsın dürtülerinin önüne geçemeyen toy bir genç kıza dönüşüyordu. Onun gözünde, bir kalpte yer edinmek krallığın tahtına ulaşmaktan daha güçtü. Huzursuz zihni sevildiğini hissetmesine izin vermiyordu.
O gözlerini devirmiş, dudağını kemirerek kendi içinde düşünüyorken üzerine eğilen Alois'in parmakları yüzüne değmişti. Yanağını geçip, bir kediyi severcesine çenesinin altını okşamaya başlamıştı. Onu izlerken aynı zamanda gülümsüyordu.
"Korkarım beni seviyor musun yoksa nefret mi ediyorsun hiçbir zaman çözemeyeceğim."
"Eğer senden nefret etsem emin ol bundan şüphe duymazdın."
Gülümseyen Alois karşılık vermeden çenesini okşayıp ayağa kalkmıştı. Divandaki ceketini giyerken bir kez daha yanına gelerek ondan herhangi bir şey isteyip istemediğini sormuştu. Üzerini örten yorgana sarılan Alita onu baştan aşağı süzdükten sonra usulca başını sallamıştı. Saçlarını okşayan Alois dairelerinden çıkmaya hazırlanıyorken bir anda söyleyecekleri aklına gelmişti. Uzandığı yerde doğrularak elini kavradığında kocası tıpkı uyandığı ilk an olduğu gibi omzunun üzerinden arkasına dönmüştü.
"Alois, kontrol edilmeyen herhangi bir şeyi sakın ağzına sürme. Ben çalışma odandaki mumların her gün değiştirilmesini söyledim fakat sen yine de kontrol edildiğinden emin ol. Artık attığın her adıma dikkat etmen gerek."
Tutttuğu elini eğilip öpen Alois endişelenmemesini tembih ettikten sonra dairelerinden çıkmıştı. Alita, adamın sahip olduğu bu cesareti cehaletinden aldığına inanıyordu. Kocası karşısında durduğu gücün farkında bile değildi. Amcası Gustav, hastalandığı günden beri iyi anlaşmalarına rağmen onu dahi korkutuyordu. Alois'e karşı her zamankinden daha fazla bilendiğinin farkındaydı.
Alois dairelerinden çıktıktan sonra o da yatakta pek fazla kalmamıştı. Üzerindeki kalın geceliği çıkararak hizmetçileri ile birlikte banyo bölmesine geçmişti. Sıcak suyun içindeki basamağa oturup kendini bir güzel yıkattıktan sonra ayaklarına ve alnına masaj yaptırmıştı. Üzerini giymeden önce, hekimin verdiği keskin kokulu merhemle göğsünü ve sırtını ovdurmuş, asla adeti olmasa dahi kalın bir içliğe sarınmıştı. Uzun kollu, siyah elbisesini giydikten sonra başına örttüğü tül şalı omuzlarına yerleştirerek nemli saçlarını ördürmüştü. O gün, kahvaltı etmeden önce iki kez, kahvaltıdan sonra ise bir kez kusmuştu. Aynanın karşısına geçmiş, kendini izliyorken elinde olmadan yan dönmüştü. Hastalığı onu zayıflatmışken karnında herhangi bir çıkıntı yoktu, uzaktan bakan biri hamile olduğunu tahmin edemezdi. Aynadaki yansımasını izlerken ilerideki halini zihninde canlandırmaya çalışsa dahi başaramamıştı. Evlendiği günden beri hamileliği için hayaller kurarken o an kendini mutlu hissetmiyordu. İtiraf etmekte zorlansa dahi iyi bir anne olabileceğinden emin değildi. Ağlayan bir çocuğun sarılmak için koşacağı sıcak kucak olabileceğini düşündükçe heyecanlansa dahi kendine güvenemiyordu. Aynada gördüğü kadın ona sıcak ve şefkat dolu bir anneyi andırmıyordu.
"Rita, çayımı hazırlayın."
Alita, üzerindeki elbisenin kıvrımlarına dokunduktan sonra hizmetçisine seslenerek şöminenin karşısında duran sandalyesine oturmuştu. Rinda, Bergnan'ın getirdiği dosyanı yanında duran küçük sehpaya bırakmıştı. Rita ise ökse otundan kaynatılan çayını fincanına dökerek içine bal karıştırıp servis etmişti. Alita, ayaklarını alçak taburesine uzatarak arkasına yaslanmıştı. Deri dosyayı kucağına açarak içindeki kağıtları okumaya koyulmuşken aynı zamanda çayını içiyordu . Alois yatağından çıktığını görse ona kızabilirdi, adam yıkanması için dahi yatağın ucuna küvet getirilmesinde ısrar ediyordu. Şikayet etmese dahi, altı gün boyunca yatağa çakılı kalmak onu hiç olmadığı kadar bunaltmıştı.
Sıcak şömine ateşinin önünde bizzat istediği yazıları okuyan Alita, kağıtları bitirdiğinde dosyanın içine yerleştirerek ayağa kalkmıştı. Dairelerinin içindeki küçük masaya oturmuşken mürekkebe batırdığı kalemiyle defterine notlar alıyordu. Alois ile konuşmam gerek diye düşündü. Başkente geldiği günden beri tapınağı ziyaret edip yardımlarda bulunan kocası radikallerle arasında köprü oluşturabilirdi.
O ikinci fincanını istediği çayını içerek kendi kendine düşüyorken dairenin kapısı çalmıştı. Başını kaldırmadan girilmesini söylediğinde, gürültülü, ağır zırhı ile kendini gösteren baş muhafızı Bergnan başını eğerek selam vermişti.
"Majesteleri, Lord Amadeus burada, huzurunuza çıkmayı talep ediyor."
Bir an için duraklayan Alita elindeki tüy kalemi masanın üzerinde duran hokkanın içine bırakmıştı. Ellerini nakışlı beyaz mendiline silerken soğuk gözleri Bergnan'a dönmüştü.
"İçeri alın."
Bununla birlikte Bergnan başını eğerek ona arkasını dönmeden dairesinden çıkmıştı. Adamın bir muhafız ordusunun nöbet tuttuğu koridorun başında bekletildiğini biliyordu.
Oturduğu sandalyeden tutunarak ayağa kalktığında hizmetçileri Rinda ve Rita'ya dışarı çıkmalarını söylemişti. Alois ile paylaştığı dairede tek başına kaldığında, oturduğu masanın önüne geçerek çift kanatlı ana kapıyı karşısına almıştı. Elbisesinin dökümlü inen eteğinin kıvrımlarını düzeltiyorken yaklaşan ayak seslerini işitmişti. Gülümsememek için dudaklarını sıkıyorken bakışlarını kaldırmıştı. Günler sonra, Lauron Amadeus karşısında duruyordu.
"Sen çıkabilirsin Bergnan."
Muhafızı dairenin çift kanatlı kapısını örterek dışarı çıktığında, baş başa kaldıkları daireye sessizlik çökmüştü. Siyah, kalın bir pelerin giyen Lauron'un aralarına beyazlar düşen kısa saçları ıslanmış, kocasında olduğu gibi buklelerini belli etmişti. Alita, uzun zaman sonra onu gördüğü için heyecanlı olsa dahi bunu kendine saklamayı düşünüyordu. Ellerini önünde birleştirerek yüzündeki mesafeli ifadeyi bozmamaya özen göstermişti.
"Lord Amadeus."
Alita, sebebini bilmese dahi gözlerinin içine bakan Lauron'un öfkeli olduğunu anlamıştı. Sakladığı sır onları birbirlerinden uzaklaştırmışken buna hakkı olmadığını düşünse dahi herhangi bir şey söylememişti. Ağır adımlarla ileri çıkarken yağmurla neredeyse sırılsıklam olmuş adamı izliyordu. Üşümüş olduğunu düşünürken eklemleri kızaran parmakları dikkatini çekmişti. Uzanıp eline dokunduğunda, soğuk parmak uçlarından adeta içine işlemişti.
"Niyetin kendini öldürmek mi ? Bu yağmurda dışarıda ne işin vardı ?"
Alita kendini tutamayıp söylense dahi kelimeler kulağına değdiği an bundan pişman olmuştu. Ellerini önünde birleştirerek bir adım geri çekilmişti. Ondan uzaklaşsa dahi tıpkı dışarıda yağan yağmur gibi soğuk olan gözleri hala üzerinde geziyordu.
"Bu daha ne kadar bu şekilde devam edecek ?"
Alita adama ne hakkında konuştuğunu sormaya dahi ihtiyaç duymamıştı. Lauron'un sesi sakin olsa dahi kendini zor tuttuğunu hissedebiliyordu. Karşısında duruyorken buna aldırmamıştı, öfkesi etrafındaki birçok kişinin aksine onu korkutmuyordu.
"Karar verecek olan sensin."
Lauron gürültülü bir şekilde içini çekmişti. Pelerininden düşen damlalar dairenin seramik zeminini ıslatıyordu. Bu Alita'ya hastalandığı geceyi hatırlatmıştı. Kendinde değilken gördüğü kabusta, tıpkı o an olduğu gibi karşısında duran Lauron'un göğsüne sapladığı hançerin soğukluğunu gerçekmiş gibi hala hissedebiliyordu. Bir hayale, kabusa dahi katlanamıyorken adamın ona gerçekten ihanet edebileceği ihtimalini düşünmek onu aklından edebilirdi.
"Dışarıda neler olduğunu biliyor musun ? Bir an önce harekete geçmezsek her şey için geç kalacaksın. Oldukça maharetli bir rahip insanları sana karşı ayaklandırıyor. İsyan eden halk sarayın kapısını sökmeden o adamı durdurmamız gerek."
Tekrar geri çekilen Alita, ağır adımlarla arkasında kalan masayı bulduğunda üzerine bıraktığı deri dosyayı kaldırarak Lauron'a göstermişti. Adamın bu kadar tedbirsiz davranabileceğini düşündüğüne inanamıyordu.
"Bilmem gereken her şeyi biliyorum, teşekkür ederim. Yakında gerekli adımları atacağım."
Lauron konuşurken yapacaklarına ikisini de dahil etmişken Alita tek başına olacağını vurgulamıştı. Bunu bilerek yapıyordu, elindeki her kartı oynamış, aralarına bir duvar örmesine rağmen sakladığı sır her ne ise öğrenememişti. Bu kez şansını onu öfkelendirmekten yana kullanacaktı. Birlikte geçirdikleri yıllar, ona adamın sinir uçları hakkında birkaç şey öğretmişti. Fiziksel olarak birbirlerini aylarca görmeseler dahi, tartışıp birbirlerinden hiç bu kadar uzak kalmamışlardı. Konuşurken kontrol etmekte zorlandığı sesinden, yüzünün aldığı ifadeden Lauron Amadeus'un artık sınıra ulaştığını görebiliyordu.
"Bilmen gereken her şeyi biliyorsun, öyle mi ? O dosyada insanların hep bir ağızdan senin katil olduğunu haykırdığı yazıyor mu ?"
"Lauron."
"Yönetmek istediğin halk senden nefret ediyor. Ben bunu senin gibi kağıttan okumadım, kendi gözlerimle gördüm. Sana söyledim, bunun tehlikeli olduğunu söyledim. Şimdi herkes Hagen'ın oğlunu senin öldürdüğüne inanıyor."
Lauron öfkeyle çıkışarak üzerine yürüyorken gözlerini devirerek başını yana çeviren Alita elini kaldırıp durmasını işaret etmişti, konuşurken karşısındaki adamın yüzüne bakmıyordu.
"Daha fazla yaklaşma."
Aralarında iki ya da üç adım kalmışken olduğu yerde duran Lauron'un mavi gözleri parlamaya başlamıştı. Alita, kasılan çenesinden dişlerini sıktığını anlayabiliyordu. Lauron Amadeus, yaşamı boyunca ona en kolay yaklaşabilen adam olmuşken o an sıradan biriymiş gibi durdurulmak ağırına gitmişti.
"Sana asla ihanet etmeyeceğimi biliyorsun. Bu yaptığın saçmalık kendini tatmin etmeni mi sağlıyor ?"
"Bilmem, siz beni suçladığınızda kendinizi tatmin olmuş hissediyor musunuz Lord Amadeus ?"
Sözlerine herhangi bir karşılık alamadığında, devirdiği gözlerini kaldırarak usulca Lauron'un üzerine çevirmişti. Ne için bu kadar inat ettiğini anlamıyordu, adama olan bağlılığı öyle güçlüydü ki onu hiçbir zaman hayatından silip atamayacağını sadece Alita değil çevresindeki herkes biliyordu. Lauron'un işleyebileceği en büyük suç güvenine ihanet etmekti, ki olur da bu ihtimal gerçekleşirse Alita'nın ne yapması gerektiğine dair en ufak bir fikri yoktu. Bu, belki de başına gelebilecek büyük felaket olabilirdi.
Göğsünü kaplayan ağır hisle birlikte içini çekmişti. Sırtını doğrulttuğunda, sadece bir an önce uzak durmasını söylediği Lauron ile aralarındaki mesafeyi kapatmıştı. Ellerini önünde birleştirmiş, karşısında dururken gözlerinin içine bakıyordu. Hamile olduğu haberini henüz ona vermemişti. Kocası dahi çocukları olacağını duyduğunda sevinmemişken, Lauron'un ona sıkı sıkıya sarılıp duymak istediği şeyleri söyleyeceğini biliyordu. Bunu düşündüğünde, sakladığı sır için adama bir kez daha öfkelenmişti.
"Sadece söyle, ne olduğumu umurumda bile değil ; affederim."
Lauron gözlerini ondan kaçırdığında dudaklarını sıkıyordu. İçine çektiği soluğu gittikçe hızlı bir hal almaya başlamıştı. Sakladığı şey her ne ise onu yorduğu, utandırdığı her halinden anlaşılıyordu.
"Beni daha fazla zorlama, bilmen gereken bir şey olsa çoktan söylerdim."
"Seni bu kadar korkutan ne ? Anlamıyorum, birinin sana dokunabilmesi için beni geçmesi gerek. Amcam aileni mi tehdit etti ? Eğer gerekirse onları kendi ailem gibi korurum, biliyorsun."
"Hayır, bunun ne ailemle ne de başka biri ile alakası yok."
Öfkeyle bir kez daha içini çeken Alita kendini tutamayacağını hissettiği anda elini adamın göğsünün üzerine yerleştirerek ıslak pelerinini kavramıştı. Tutuşu ile birlikte Lauron'un gözleri üzerine dönmüştü. Daireye girdiği ilk anda sahip olduğu öfke yerini utanca bırakmıştı. Alita'nın ona olan gardını düşüren, bakışlarından yüzüne yansıyan his buydu.
"Affedemeyeceğim hiçbir şey yapmış olamazsın. Sadece söyle, yoksa olabilecekleri düşünerek aklımı kaybedeceğim."
"Alita-"
"Söyle ! Ne saklıyor olabilirsin ? Söyle !"
"Kes şunu lüt-"
"Söyle dedim sana !"
Soluğunu dışarı vererek adeta inleyen Lauron bileklerini kavrayarak onu kendinden uzağa itmişti. Öylesine öfkelenmişti ki yüzü tıpkı elleri gibi kırmızıya dönmüştü, gözlerinin içine bakarak bağırırken kendini kaybetmiş gibi duruyordu.
"Babamı öldürdüm ! Duydun mu, babamı öldürdüm !"
Alita duydukları ile birlikte adeta donup kalmıştı. Hissettiği duygu şaşkınlığın ötesindeydi, adeta dumura uğramıştı. Lauron'un öfkeli sesini zihninin içinde kaç kere dinlediğini bilmiyordu. Haykırışı kulaklarında art arda çınlamıştı. Her seferinde, çıplak ayaklarına vuran soğuk bir dalga gibi onu ürpertiyordu.
Karşısında dikilen Lauron ise ona kendini kaybettiren öfkesini oldukça çabuk arkasında bırakmıştı. Üst üste kırpmaya başladığı mavi gözlerinin buğulandığı görebiliyordu. Ona zarar vermekten korkarcasına ellerini kendine çekerek geriye doğru bir adım atmıştı. Nerede olduğunu bilmiyormuşçasına etrafına bakıyorken göğsüne yasladığı elini ovuyordu.
"A-anneme işkence ediyordu, bir şey ya-yapmasam onu öldürecekti. Yemin ederim onu öldürecekti. Üzerime geldi, nasıl olduğunu anlamadım, ben..."
Lauron konuşmaya devam edememişti, yaşadıkları dün olmuş gibi korkarak anlatıyordu. Alita hala duyduklarının etkisini üzerinden atamamıştı. Adamın söylediklerini anlayabilmiş dahi değildi. Yine de, hareket edebildiğinden emin olduğunda ileri doğru bir adım atmıştı. Aralarındaki mesafeyi usulca kapatırken Lauron hiç olmadığı kadar tedirgin gözlerle onu izliyordu. Alita, ilk önce elini uzatarak omzuna dokunmuştu. Nasıl bir karşılık alabileceğini hesap etmemişti. Lauron'dan korkmuyordu, sadece duydukları onu belki de hayatında hiç olmadığı kadar şaşırtmıştı.
"Eğer beni yanında istemezsen, bunu anlarım."
Alita, onu olduğu kişi haline getiren Lauron Amadeus'un daha önce bu tonda konuştuğuna hiç tanıklık etmemişti. Sesindeki tını, adeta bir kaya gibi göğsüne yerleşerek onu eziyordu. Omzuna dokunuyorken, yıllardır olduğu gibi kollarının arasına sokulup ıslanacağını umursamadan sıkıca sarılmıştı. Başka herhangi bir şey söylemek niyetinde değildi, aralarındaki iletişim her zaman bu kadar basit olmuştu. Üzerindeki pelerinin ıslaklığını kendi vücudunda hissederken, Lauron ilk anda tereddüt ederek ona dokunmuş, sonrasında ise tıpkı onun gibi kollarını vücuduna sarmıştı. Alita adamın aklından ne geçtiğini tahmin edemiyordu, o an kendisinin dahi düzgün düşünebildiğini söyleyemezdi. Ne hissettiği ya da ne hissetmesi gerektiğini dahi kestiremiyordu. Adama sarılırken, kolları adeta ondan bağımsız hareket etmişti.
Her şeyden öte, kalbinin derinliklerinde bunu Lauron'a borçlu olduğunu biliyordu.
Yazan ; İlknur DUMAN
* * *
https://youtu.be/xzAV5Z1LA5o
Hikayenin başından beri Lauron ve Alita kısımlarını yazarken ve kurgularken bu şarkıyı istisnasız dinliyorum. Avuçlarım kaşınsa bile paylaşmak için bu bölümü bekledim. İlişkilerini Lauron'un bakış açısından öylesine kusursuz anlatıyor ki, bu kadar denk gelmiş olması mümkün değil. Herkesin dinlemesini ısrarla istiyorum, sözlerine baktığınızda ne demek istediğimi anlayacaksınız.
* * *
Selam ! Çok özür dilerim 20 gündür yoktum fakat görüyorsunu tam 10.000 kelimelik bir bölümle geldim, benim standartlarında iki bölüm, Wattpad standartlarında 2000 kelimeden beş bölüm falan eder 😂♥️ Öncelikle bu bölümü büyük bir iç rahatlığı ile sevgili Vesairevesaire77 'ye ithaf ettiğimi söylemek istiyorum, baştan sonra Lauron Amadeus'un olduğu bu bölümü kendisine ithaf etmemek bence haksızlık olurdu 💁♀️ Ama ne yalan söyleyeyim, bu bölümü yazmak beni yordu. Lauron'un ailesi anlatmak ve babasının ölümünü yazmak beni duygusal olarak rahatsız etti, yordu, üzüldüm, bilmiyorum 🤦♀️ Aslında daha yazmak ve dertleşmek istediğim birçok şey var ama kendimi yorumlara saklayacağım 🤧Bilgisayarım hala serviste, bölümün %70'i telefondan yazıldı hatam varsa affedin 🤕 Okuyan herkes oy verir ve küçük de olsa fikrini belirtirse çok mutlu olurum. Fikirlerinizi, yorumlarınızı okumak benim en büyük ilham kaynağım ♥️ Hepinizi kocaman öpüyorum, kendinize iyi bakın 😽😽♥️♥️
Not ; 20 oyu geçiyoruz canlarım, tekrar öptüm. ♥️♥️
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top