⚜️Bölüm 25 - "Işığın Gölgesinde"⚜️

"Errare humanum est,perseverare diabolicum."

⚜️ ⚜️ ⚜️

Küçük ve oldukça gösterişsiz bir at arabası ile başkentin sokaklarında ilerleyen Saline, ıslanan küçük camdan dışarıya izliyordu. Son bir haftadır yağmur hızını kesmeden yağmaya devam etmişti. Dışarı çıkmak zorunda olan insanlar üzerlerine Karaburun'da görmeye alışkın olduğu başlıklı pelerinler giyiyorlardı. Her biri koşuşturarak yağmurdan kaçıyor, kaçamayanlar ise taştan yapılan evlerin korunak sağlayan cumbalarına ya da kiremitten örülen sundurmaların altına sığınıyorlardı. Başkent yaz mevsiminde böylesi bir yağmura alışkın değildi, Karaburun hariç ülkenin hiçbir bölgesi yazları böylesine sık yağış almazdı.

     Yağmurun gün boyu aralıklarla yağması sel felaketinin önüne geçmişti. Fakat tarlaların, ekip biçilen bağ ve bahçelerin durumu gün geçtikçe kötüye gidiyordu. Yağmur, olgunlaşan ekinin biçilip depolanmasını zorlaştırmış, tarladakileri ise yere sermişti. Daha birkaç gün önce, tek başına yaşadığı evinin eksikleri için pazar yerine çıktığında tezgâh başında konuşan birkaç adamın harap olan üzüm bağlarından bahsettiklerini işitmişti. Yağmur tek başına bağdan, bahçeden çıkacak ürünün canını okuyorken rüzgâr gücüne güç katıyordu.

     İçini çekerek günlerdir sıklıkla olduğu gibi yağmurun bir önce durması için dua ediyorken, kiremit sundurmaların birinin altında kendisiyle yaşıt bir kadın görmüştü. Bir iskemlenin üzerinde oturuyordu, üzerinde kalın, yün ve geniş bir şal vardı. Kucağında, üç ya da dört yaşında gözüken oğlunu göğsüne yaslayarak şalına sarıp sarmalamıştı. Bir eli ile onu sıkı sıkıya tutarken diğer elini açarak insanlardan yardım dileniyordu. Her yeri saran çamur yırtık ayakkabılarından yamalı elbisesinin uçlarına kadar işlemişti. Saline, yağmurun dinmesini en çok da bu çaresiz insanlar için istiyordu. Pazarda yağmur ile birlikte ekmekten meyveye kadar her şeyin fiyatı artmıştı. Elinde taş çatlasın üç gümüşlük olan bu kadının ne yiyip ne içebileceğini düşündüğünde içi ezilmişti. Kendini o kadının yerine koyamasa dahi kucağındaki çocuğun ne hissettiğini gayet iyi biliyordu. Walut'ta, tıpkı o gün olduğu gibi bardaktan boşalırcasına yağan yağmurun altında aç gezdiği günler aklına gelmişti. Anneleri, en küçük kardeşlerini göğsüne sarıp kız kardeşi ile onun elini tutarak pazar meydanının yakınlarında dilenmek avucunu açardı. Bazıları sadece acıyarak bakar, bazıları gördüğü genç kadında olduğu gibi alışverişlerinden artan gümüşlükleri avucuna bırakır, bazıları ise ekmek ve meyve verirdi. Saline, küçük bir çocukken meyveyi altından ya da gümüşten daha değerli bulurdu. Bir keresinde, pazar yerinden dönen bir adam onlara torbasından iki elma vermişti. Kesecek bir bıçakları olmadığı için anneleri elmalardan birini duvara vurarak kardeşi Adeliné ile paylaşabilmesi için ikiye bölmüştü. Saline elmasının yarısı o gün parça parça yemiş, kalan kısmını yıkadığı mendiline sarıp ertesi güne saklamıştı. Torbasından elma çıkaran o yaşlı adam, onun gözünde bir azize dönüşmüştü.

     Ne zaman ve nasıl böyle bir sefaletin içine düştüklerini o hatırlamasa dahi, anneleri küçük kardeşleri Máddis'i uyuttuktan sonra bir yanına onu bir yanına da Adeliné'i alarak felaketlerini bir masalı tekrar canlandırır gibi uysal bir tonla anlatıyordu. Demirci olan babaları sert geçen bir kış mevsiminde ciğerlerini üşütmüş ve hastalığı atlatamayıp ölmüştü. Saline, kendini zorladığında sakalları olan güleç bir adam hayal edebiliyordu. Ondan geriye dükkânı ve oturdukları küçük ev kalmıştı. Birikimleri bir müddet onlara yetse dahi sonu gelmişti. Ne yapabileceğini düşünen annesi önce dükkânı satmış, eline geçen para ile yün ve ip alarak örgülerini ve nakışlarını pazar yerine götürmüştü. Fakat bu iş onlara pek kar getirmemişti, üzerine Adeliné'in hastalanmasıyla ellerindeki birikim tükenip yok olmuştu.

     Eski bir büyücü olan ve bunu herkesten bir sır gibi saklayan anneleri Aslyn tamamen parasız kaldıklarında ailesinden miras kalan bu gücü kullanmaya karar vermişti. Gizlice, güvendiği birkaç dostu aracılığıyla altın karşılığı büyü yapabileceğini duyurmuştu. Başlangıçta iyi bir müşteri sayısı ve gelir elde etmişlerdi, o kadar ki babalarının ölümü ile girdikleri dar boğazı aşmışlardı. Lakin bir gün annesinden hamile kalması için büyü yapmasını isteyen soylu bir kadın, çocuğu ölü doğduktan sonra onu ihbar etmişti. Büyü tüm Cãstelion'da yasaktı, kötülüğün kaynağı olarak görülüyordu. Annesi Aslyn eğer Karaburun şehri olan Walut'ta değil de Calabar'da ya da Genevan'da büyüden ihbar edilse yargılanmadan infaz edilirdi. Şehirlerinde ise pazar yerinin bitişiğindeki infaz meydanında suçu ilan edilerek yüz kez kırbaçlanmıştı. Biriktirdikleri altınlara el konulsa dahi evlerine dokunulmamıştı.

     Sefaletleri bu şekilde başlamışken yaşı büyüdükçe Saline annesinden ayrı dilenmeye başlamış, taşıdığı bir kova su ve bez ile pazar yerinde zengin ve soylu insanların ayakkabılarını temizlemiş, altın karşılığı çamaşır yıkamaya koyulmuş ve on dört yaşına geldiğinde yatılı hizmetçiliğe başlamıştı. Orta halli bir tüccarın evindeki ikinci hizmetçiydi, temizlikten çamaşır yıkamaya, çocuk bakıcılığından aşçılığa kadar her işe koşturuyordu. Haftanın bir günü, öğleden sonra ailesini ziyaret etme hakkı vardı. Onun dışında, iki katlı evin avlusundaki küçük kulübede diğer hizmetçi ve kocası ile birlikte kalıyordu.

     Kazandığı altın çok değilse bile düzenliydi ve ailesine yardım etmesini sağlıyordu. Bulunduğu evde kendine ait pek bir gideri yoktu. Karnını mutfaktan doyuruyordu, evin hanımı yıkanmaktan rengi atmış eski elbiselerini ona hediye etmişti. Saline, hayatını yoluna koyduğuna inanırken bir gece vakti, uykunun derinliklerindeyken işittiği tahta gıcırtısı ile yerinden sıçramıştı. Karanlığın içinde ne olduğunu anlayamaya çalışırken, hizmet ettiği elli yaşlarındaki tüccarı başucunda bulmuştu. Ne istediğini sorma fırsatı bulamadan üzerine yığılan adam ağzını sıkı sıkıya kapatarak geceliğini çekiştirip bacaklarının arasına uzamıştı. Paniğe kapılan Saline sesini duyuramayacağını anladığında, baş yanındaki su dolu küpe can havli ile uzanıp adamın kafasına geçirmişti. O gece, titreyen bacakları ile avazı çıktığı kadar bağırıp kendini nasıl avluya attığını hatırlamıyordu. Yardım için haykırsa dahi umduğu olmamıştı. Ağlayarak efendisinin ona tecavüz ettiğini anlattığında insanlar onun yerine tüccarı haklı bulmuştu. Adam, onu suçunu örtmek için iftira atmakla suçlamıştı. Yanında hizmet ettiği sürece büyücülük ve hırsızlık ettiğini söylemiş ve karısını şahit tutmuştu. Defalarca affetmesine rağmen habis huyunu bırakmadığı anlatmıştı. Saline büyü yeteneğine sahipti fakat korkusundan bunu hiç denememişti. Yine de söylenenler annesinin kötü ünü ile birleştiğinde, hiçbir günahı olmamasına rağmen yüksek mevkilerde tanıdığı olan tüccarın ithamlarıyla suçlu bulunmuş ve yüklü miktarda hırsızlık yaptığı ve hizmet ettiği eve ihanet ettiği için ölüm cezasına çarptırılmıştı.

     Tüm olanlardan bir hafta sonra, infaz meydanında asılmak için sıra bekliyorken içinden ismini bildiği tüm tanrılara yalvarıyordu. O kadar çaresiz kalmıştı ki, Cãstelion'da sapkınlığın tanrısı olarak görülen, Duviel sınırları dışında pek inananı olmayan Skurk'a dahi dua etmişti. Onun önündeki insanların ipin ucunda sallanıp bir yük çuvalıymış gibi üst üste bir kenara atıldıklarını gördükçe midesi bulanıyordu. Karnı günlerdir açtı, sıra ona gelmeden önce öğürerek safra suyunu kusmuştu. Adı ve suçu açıklandığında, titreyen bacakları ile kurulan düzenekte ahşap basamakları adeta sürünerek çıkmıştı. Kendinden geçmiş gibi ağlıyordu, yalvararak suçlu olmadığı haykırırken kalabalığın içinde tıpkı onun gibi ağlayan kız kardeşi Adeliné'i görmüştü. Yağan yağmurla ıslanıp kayganlaşan idam taburesine çıktığında kardeşi öne atılıp ağlayarak durmaları için yalvarmıştı. Saline için onu bu halde görmek ölüm korkusu kadar acı geliyordu. Boynuna kalın ip geçirildiğinde yutkunarak gözlerini sıkı sıkıya kapatmıştı. Nefesini tutmuş, yağan yağmurun altında devrilip boğulacağı anı bekliyorken gür bir erkek sesi işitmişti.

     Kızı tabureden indirin. Kefareti ödendi, serbest kalacak.

     Saline, duydukları ile bayılacağını sanmıştı. Üzerinde durduğu taburede dengesini kaybetmiş düşecekken onu asmak için bekleyen cellat belini kavrayarak boynundaki ipi çıkarıp sehpadan indirmişti. En sırada, infaz edilmesi için bekleyen tüccar bu haberden pek memnun olmamıştı. Yaygara çıkararak kefareti kimin ödediğini sorduğunda duyduğu isim hem onu hem de homurdanan kalabalığı sessizliğe gömmüştü.

     Karaburun Dükü Adon Waldorf'un kızı, Alita Waldorf.

     Saline daha önceleri Waldorf soy ismini duymuştu. Walut Düşesi Astrid Huber onlardan biriydi, kadını hiç canlı canlı görmese dahi güzelliği şehrin içinde bir efsane gibi anlatılıyordu. İdam sehpasından indirildiğinde, üzerlerinde kuzgun arması taşıyan iki muhafız tarafından infaz meydanının soylular için ayrılan köşesine götürülmüştü. Ön kısmı açık deri çadırın içine girdiğinde Saline kurtarıcısı ile tanışmıştı. Onunla yaşıt gibi gözüken genç kızın ördüğü saçları gördüğü en parlak siyaha sahipti. Yüzü derisinin altında ay ışığını saklıyormuşçasına aydınlık ve berraktı. Çekik gözlerinin rengi çeliği andırıyordu. Saline karşısında çıktığında öne atılıp ayaklarına kapanmaya çalışmıştı. Geri çekilerek buna izin vermemiş, muhafızlarından onu ayağa kaldırmalarını istemişti. Yağmurdan sırılsıklam olmuştu, karşısında dikilirken sıtmaya tutulmuş gibi titriyordu. Üzerine bir şey verilmesini söylediğinde, hizmetçilerinden biri öne çıkıp omuzlarına siyah bir pelerin geçirmişti. Saline, genç kızın onda ne gördüğünü bilmiyordu. Bakışlarında aşina olduğu o acıyan his yoktu, daha çok ne olduğunu anlamaya çalışıyor gibiydi. Soğuk gözleri ile onu uzun uzadıya inceledikten sonra bir adım öne çıkıp karşısında durmuştu.

     Saline, bugün beni buraya gönderdiği için Skurk'a şükran duymalısın.

     Alita bunları belki de öylesine söylemişti, bilmiyordu. Fakat o günden sonra Saline, Cãstelion tanrılarını bir kenara bırakıp Skurk'a tapmaya başlamıştı. Kefaretini ödeyen Alita, ziyaret için geldiği Walut'tan ayrılırken onu maiyeti ile birlikte Duviel'e götürmüştü. Kuzgun Tepe'de hizmetçi olarak işe başlamış, kısa bir süre sonra Kuzey İhlali Savaşı başladığında annesi ve kardeşlerini de Walut'tan Duviel'e getirmişti. Waldorf ailesi tahtı kazanıp başkent Calabar'a giderken, Alita onu da yanında götürmüştü. Beyazkaya Sarayı'nda, tıpkı Kuzgun Tepe'de olduğu gibi bizzat ona hizmet etmese dahi etraftaki gözü kulağı olarak işittiği her bir haberi ona iletiyordu. Alita'nın deyimiyle Saline onun gizli eli haline gelmişti.

     Yıllarca kurtarıcısına büyük bir sadakatle hizmet etmişken, ilk kez ondan bu kadar uzağa düşmüştü. Lord Gustav onun Prenses Alita'ya muhbirlik ettiğini öğrendiğinde görevinden azlederek saraydan sürmüştü. Saline ne yapacağını bilemeden şehirdeki hanlardan birine yerleştiğinde, prensesten haber almıştı. Alita onun için küçük bir ev tutmuş, bir miktar da altın yollamıştı. Mühürlü mektubunda bir müddet sessiz kalacaklarını, harekete geçeceği zamanı ona bildireceğini söylemişti. Ve Saline yıllardır olduğu gibi kurtarıcısının emrine uymuştu.

     O gün kahvaltısını yapmış, yanan ateşin başında pazardan aldığı yünlerle kalın bir şal örüyorken prensesin adamlarından biri kapısının önünde belirmişti. Elinde Alita'ya ait, onu saraya çağırdığını yazan mühürlü, küçük bir mektup taşıyordu. Üzerine Duviel'e en son gidişinde aldığı kalın pelerinini giyerek başlığını geçirmiş ve kapının önünde bekleyen at arabasına binmişti.

     Saraya geldiklerinde, üzerine çelik zırh yerine kalın deriden bir ceket giyen muhafız doğu kanadındaki küçük kütüphaneye kadar eşlik etmişti. Kapının önünde prensesin baş muhafızı Bergnan nöbet tutuyordu. İleri çıktığında haber vermeye gerek duymadan prensesin onu beklediği söyleyip kenara çekilerek kapıyı açmıştı.

     Saline, dört duvarı raflarla çevrili küçük odaya girdiğinde, üzerinde yere kadar değen kadife, siyah bir pelerin olan Prenses Alita'nın sırtı ona dönüktü. Kemerli pencerenin önünde dışarıyı izliyordu. Saçlarını yasta olduğunu göstermek için tül bir şalla kapatmıştı. Henüz vakit öğleni bulmamasına rağmen içinde bulundukları oda karanlık ve loştu. Toz ve eskimiş kâğıt kokusu her yer sarmışken, öksürmemek için kendini zor tutan Saline ellerini önünde birleştirip başını eğerek selam vermişti.

"Majesteleri."

     Alita, selam vermesi ile birlikte olduğu yerde usulca ona dönmüştü. Başını kaldırıp yüz yüze geldikleri an Saline dehşete kapılmıştı. Karşısında gördüğü kadın, kurtarıcısı olarak bildiği Prenses Alita'nın siluetini andırıyordu fakat kesinlikle o değildi. Yüzü onu son gördüğünden daha zayıf duruyordu, rengi saman kâğıdı gibi sararmıştı. Ağladığını belli eden gözleri kırmızı ve şişti fakat altlarına koyu halkalar çökmüştü. Saline, tüm şehre yayılan prensesin zehirlendiği haberini işitmişti fakat aslında gerçeğin ne olduğunu biliyordu. Alita'yı bu hale getiren Dük Harvey Dúpont'un zehri değildi, kara büyüydü. Annesinden birçok kez gücünü işitmişti, denerken ölenlerin olduğunu dahi duymuştu.

"Saline, sana hesap ettiğimden daha geç haber göndermek durumunda kaldım. Görüyorsun, burada işler biraz karıştı."

     Kadın konuştuğunda elinde olmasa dahi içi ezilmişti. Sesi boğuktu, cümlesine devam ettikçe çatallanarak çatlamıştı. Yutkunduğunda belli etmek istemese dahi yüzünün acıyla nasıl kasıldığını görmüştü. Elinden bir şey gelmeyeceğini biliyordu, prenses ödeyeceği bedeli bilerek tüm bunlara kalkışmıştı. Fakat Alita ölüme bu kadar yaklaşmışken içindeki minnet duygusu onu bir şeyler yapmaya zorluyordu.

"Sormaya korkuyorum fakat durumunuz nasıl? Sizin için yapabileceğim bir şey varsa lütfen söyleyin, elimden ne gelirse canım pahasına yardım ederim."

"Teşekkür ederim, gayet iyiyim. Benim gibi birini öldürmek için bundan daha fazlası gerek."

     Alita sözlerini tamamladığında sıkı bir öksürüğe tutulmuştu. Pek uzun sürmese dahi solgun yüzünü kırmızıya çevirmeye yetmişti. İleri çıkan Saline yazı sıralarından birine oturması için ona yardım edecekken Alita elini kaldırarak onu durmuştu. Kısa bir an sonra ise, hiçbir şey olmamışçasına toparlanıp üzerindeki pelerini düzeltmişti.

"Ivar yola çıkalı altı günü geçiyor. Onunla buluştunuz mu?"

"Evet, kendisi beni Genevan sınırından çıkarken karşıladı. Ne emrettiyseniz harfiyen yerine getirdim."

     Ellerini önünde birleştiren Prenses Alita, işaret parmağındaki hanedan yüzüğü ile adeta canını yakıyormuşçasına oynuyordu. Sözleri karşısında dudaklarını sıkarak memnuniyetini göstermişti. Fakat soruları bununla sınırlı kalmamıştı.

"Peki annen için yazdığım mektup ?"

"Dük hazretlerine ilettim, Duviel'e gittiğinde adresini bulacaktır."

     Sözleriyle birlikte Alita gözlerini kapatarak içine derin bir nefes çekmişti. Bir müddet öylece kaldıktan sonra usulca başını sallamış, gözlerini araladığında elini pelerinin içine götürmüştü. İrice bir altın kesesi çıkardığında ağır adımlarla ilerleyip onu karşısına almıştı. Parmakları tenine değdiğinde soğukluğu adeta Saline'in içine işlemişti. Elini kaldırıp, ağır altın kesesini avucunun içine bırakmıştı.

"Hizmetine paha biçiyor değilim fakat hala önümü göremiyorum, ortalık bu kadar karışmışken seni saraya aldıramam. Bir müddet daha şehirde kalman gerek. Benden tekrar haber alana kadar pek ortalıkta gözükme, dikkat çekmemeye çalış."

     Saline bir an bu kadar altının çok fazla olduğunu söyleyecek olduysa da yol üstünde gördüğü kadın aklına geldiğinde vazgeçmişti. Aradan yıllar geçmesine rağmen, avucuna bir şey tutuşturulduğunda hissettiği tanıdık utançla yüzü ısınmaya başlamıştı. Elinde olmadan kısılan sesiyle Alita'ya lütufkârlığı için teşekkür etmişken, kadın kavradığı elini sıkarak onu kendine bakmaya zorlamıştı. Saline başını kaldırdığında, soğuk çeliğe benzettiği gözlerinde hala yıllar önce karşılaştığı kurtarıcısını görüyordu.

"Sakın unutma, bu sonsuza dek sırrımız olarak kalacak Saline."

     Saline konuşurken bir an dahi tereddüt etmemişti. Sözler dudaklarından değil, göğsünün ortasında dökülüyordu.

"Şüpheniz olmasın, ruhumu özgür kılan Skurk şahit sırrınız ancak benimle birlikte toprağa gider."

*  *  *

"Beni burada bekle Boldmin. Yalnız kalmak istiyorum."

     Alois, herhangi bir arma taşımamasını özellikle istediği at arabasından indiğinde, üzerindeki deri pelerinin başlığını örtmemişti. Yağmur, son birkaç gündür olduğu gibi hızını kesmeden yağıyordu. Başını kaldırıp önünde yükselen tapınağa baktığında gökyüzünden adeta öfkeyle dökülen damlalar yüzünü ıslamıştı. Uzunluğu ensesini geçmeye başlayan saçlarının bukleleri yağmurla karşılaştığı gibi belirginleşmişti.

     Ayaklarını arabacılarından birinin önüne bıraktığı kıl pas pasa sildikten sonra çamura basmamaya dikkat ederek tapınağa ait mermer basamakları tırmanmaya başlamıştı. İlk anda örtmediği başlığını iri sütunları geçerek içeri girdiği an alnına kadar indirmişti. Tahmin ettiği gibi, yağmurdan ötürü tapınakta pek kimse yoktu. Alois kalabalıktan kaçan biri değildi, çocukluğundan beri insanlarla birlikte olmayı seviyordu. Fakat o gün, yüzü hala yara izlerini taşırken pek kimseyle karşılaşmak istememişti.

     Tapınağın sıcak mum ateşi ile aydınlanan geniş, sessiz ve tenha koridorlarında ilerlerken birkaç rahip ve rahibe ile karşılaşmıştı. Başını eğerek onlara selam verdiğinde karşılık olarak onlar da başlarını eğmişlerdi. Alois bakışlarındaki merakı çözebiliyordu, kılığı serseri andırmasa dahi o an yüzünü kapatan başlığı ile pek tekin gözükmediğinin farkındaydı.

     Olabildiğince az insanı rahatsız etmeye çabalayarak tapınakta sunakların olduğu ana ibadethaneye ilerlemişti. Etrafı çevreleyen mermer sütunların arasından geçip devasa bir daireyi andıran alana girdiğinde saçlarını örten başlığı çıkarmıştı. Bunu neden yaptığını bilmiyordu. Alois hiçbir zaman tanrılara ya da dini ritüellere bağlı bir adam olmamıştı. Drindall'da tapınakları sadece annesinin zoru ile ziyaret ederdi. Başkente geldiğinde de bu durum pek farklı olmamıştı, o an içinde olduğu Tierra Tapınağı'na ilk kez düğünü ile girmiş, sonra annesi Inge ile birlikte adakları için ziyarette bulunmuştu.

     Ellerini ıslanarak gittikçe kıvırcıklaşan saçlarının arasında gezdirip ağır adımlarla mermerin oluşturduğu loş beyazlığın içinde ilerlemişti. Yanında adeta bir sehpa kadar küçük kaldığı Tanrıça Tierra'nın heykeli önüne geldiğinde yere oturup dizlerini kendine doğru çekmişti. Tapınak devasa büyüklükteydi, her bir yerini bilmese dahi annesi ile birlikte dua ettiği ibadethane onu ilk anda etkilemişti. Etrafında Beyazkaya Sarayı'nda olduğu gibi altın süslemeler, ünlü ressamların elinden çıkan pahalı tablolar, fildişi heykeller yoktu. Her yer alabildiğine beyazdı, arada sadece birkaç bronz leke görebilmişti.

     Sonu olmayan bir boşluğu andıran devasa dairenin içinde ne kadar oturduğu hakkında hiçbir fikri yoktu. Dışarıda rüzgârla birlikte şiddetlenen yağmurun sesi onu rahatsız etmemişti. Bir yerden yükselen ateşin çıtırtılarını işitse dahi nereye saklanmış olduğunu bulamamıştı. Kollarını, kendine doğru çektiği dizlerinin üzerine yerleştirmiş, önünde oturduğu devasa Tierra heykelini izliyorken arkasında yumuşak ayak sesleri işitmişti. Başını çevirip omzunun üzerinden baktığında, en son ziyaretinde tanıştığı Rahibe Lucilla ile göz göze gelmişti. Tıpkı hatırladığı gibi, üzerinde kolları uzun fakat daha kalın beyaz bir elbise vardı, beline altın sarısı, parlak bir ip geçirmişti. Fakat bu kez saçlarında herhangi bir taç ya da şal yoktu. Beline kadar uzanan sarı saçlarını örerek omzundan göğsüne sarkıtmıştı. 

     Alois gözlerini üzerine çevirdiğinde, ilk karşılaştıkları anda olduğu gibi yanakları kızarmıştı. Ellerini önünde birleştirdiği ellerinde kadife bir minder taşıyordu. Başını eğmişti, konuşurken bakışlarını ondan kaçırıyordu.

"Lord Hallstein."

     İnce sesi öyle çekingendi ki Alois kendini gülmekten alıkoyamamıştı. O üzerindeki kahverengi, deri pelerin ile oturduğu yerde göze batıyorken Lucilla altın sarısı saçlarından üzerindeki elbiseye kadar varlığına ait her bir özellikle tapınağa ait duruyordu.

"Rahibe Lucilla."

     Kısa bir anlığına bakışlarını yerden kaldıran Lucilla, gözleri birbirine değdiği an elinde tuttuğu kadife minderi sıkı sıkıya kavrayarak ona doğru çekingen bir iki adım atmıştı. Alois, ne yapmaya çalıştığını görebiliyordu. Tanrıçanın huzurunda sadece baş eğilerek diz çökülebilirdi, onun gibi arkasına yaslanarak oturulması saygısızlık olarak kabul ediliyordu. Bu yüzden, dizlerinden güç alarak oturduğu yerde yavaşça ayağa kalkmıştı. Yüzüne yerleşen zarif gülümseme ile Lucilla'ya dönmüştü.

"Özür dilerim, sanırım bu şekilde dua edilmiyor."

"Ha-hayır, be-ben sadece sizi gördüm ve teşekkür etmek istedim."

     Saygısızlığından ötürü uyarılmayı bekleyen Alois Lucilla'nın söyledikleri ile birlikte şaşırmıştı. Teşekkürü hak edecek ne yaptığını kestiremiyordu.

"Ne için ?"

"Tapınağa bağışladığınız altınlarla şehirdeki kimsesiz çocuklara yemek verildi, kalanı ile de pazardan kumaş ve birkaç ayakkabı aldık. Yağmur göz açtırmıyor, üstlerine diktiğimiz pelerinleri onlara götürdüğümüzde ne kadar mutlu olduklarını görmeliydiniz. Farkında olmasanız bile o çocuklara dünyaları bahşettiniz."

     Alois dudaklarını sıkarak belli belirsiz gülümsemişti. Onun felaketinin başlangıcı olan gün, tapınağa annesi Inge adına tapınağa bağışta bulunmuştu, hatırlıyordu. Kimsesiz çocuklara yardım edilmesini bilhassa istemişti.

"Sahipsiz bir çocuğa dünyaları birkaç kese altın değil ancak sıcak bir el bahşedebilir. İçten sözlerin için teşekkür ederim ama bu övgüyü ben değil sizler hak ediyorsunuz."

     Lucilla hala başını hafifçe öne eğiyordu, ürkek mavi gözlerini kaldırıp ona baktığında kızaran yanaklarıyla birlikte gülümsemişti. Elindeki, yumuşak kadife minderi ona doğru uzatırken gözlerine güçlükle bakıyordu.

"Lütfen buyurun, dizlerinizi acıtmayın."

     Alois genç kızın ona uzattığı minderi almıştı fakat diz çöküp dua edeceğini sanmıyordu. Bu konu da pek yetenekli olduğu da söylenemezdi. Manevi eksikliğini hiçbir zaman kafasına takmamışken, o an Lucilla'nın karşısında bu durum onu utandırmıştı.

"Özür dilerim hayal kırıklığına uğrayabilirsin ama ben bu konuda pek bilgili değilim."

     İtirafı ile birlikte karşısındaki genç kızın ince kaşları şaşkınlıkla havaya kalkmıştı, yüzü hala sıcak gülümsemesinin kıvrımlarını taşıyordu.

"Nasıl dua edeceğinizi mi bilmiyorsunuz ?"

"Evet. Demek istediğim, pek çok kez diz çöktüm fakat ne söylemem ya da ne yapmam gerektiğini hiçbir zaman tam anlamıyla çözemedim."

     Lucilla kıkırdamamak için dudaklarını sıkarak eğdiği başını yavaşça kaldırmıştı. Gözleri üzerindeyken hala bir kuş kadar çekingendi. Ona doğru yaklaştığında, aynı zamanda geri çekilmek için kendine mesafe bırakıyordu.

"Eğer isterseniz size yardım edebilirim."

     Alois genç rahibenin gülüşünün bulaşıcı olduğunu düşünmüştü, sıcacıktı, etrafına yayılıyordu. Ona bakarken gülümsememek imkânsızdı. Elindeki minderle bir adım geri çekilerek ileri çıkması için yol vermişti. Aynı zamanda saygı ile başını eğiyordu.

"Memnuniyet duyarım, Rahibe Lucilla."

     Lucilla gülümseyerek, ağır adımlarla yanına geldiğinde Alois elindeki minderi onun önüne bırakmıştı. Bunu yaptığı an Lucilla'nın gözleri üzerini bulmuştu, telaşlı bir heyecanla ona dönmüştü.

"Lord Hallstein, ben bunu sizin için getirmiştim."

"Benim dizlerim hem soğuğa hem de sertliğe alışık, teşekkür ederim."

     İçini çeken genç kız tekrar ısrar edecek olduysa da Alois onu beklemeden dizlerinin üzerine çöktüğünde bundan vazgeçmişti. Üzerindeki beyaz elbisenin eteklerini tutarak yavaşça dizlerini kadife minderin üzerine bırakmıştı. İlk karşılaştıklarında ona Alita'yı hatırlatan mavi gözleri üzerine döndüğünde ellerini birleştirip göğsünün üzerine yerleştirmişti.

"Bunu yapmak zorunda değilsiniz, ellerimi kast ediyorum. Ben genelde dua ederken kendimi kaptırırım, ellerim kucağımda olsa bile bir şekilde birbirine kenetlenir."

"Tanrıçadan istediklerinde ısrarcı olmalısın."

"Hepimiz olmalıyız. Yüce Tierra cömerttir, temiz bir kalbin isteğini asla geri çevirmez. Önünde diz çöktüğünüzde ona içinizden geçenleri söyleyebilirsiniz. Merak etmeyin, sessiz fısıltıları hepimizden iyi duyar. O bize yaşamı verdi, karşılığında tek istediği sadakat ve samimiyet. Gözlerinizi kapatın, sahip olduklarınız için şükredin, tanrıçaya sevginizi sunun ve ona size bahşetmesini istediklerinizi söyleyin. İnancınız samimi olduğu müddetçe o size sırtını dönmeyecektir."

     Sadakat ve samimiyet. Bu iki kelime bir müddet Alois'in zihninde asılı kalmıştı. Yüzündeki gülümsemenin solup gitmesini istemiyordu fakat beş gündür Alita'yı düşündüğü her an olduğu gibi göğsünde o garip sancıyı hissetmişti. Yutkunarak içini çekmiş, ellerini Lucilla'nın aksine kucağında birleştirerek ona dönmüştü.

"İstediğim her şeyi dileyebilirim, değil mi ?"

"Ne isterseniz dileyebilirsiniz. Fakat dikkat edin, Aziz Kifas insan neye düşkünse zamanla ona benzer der."

     Alois elinde olmadan kıkırdayarak gülmüştü. Bu onun için geç kalınmış bir uyarıydı.

"Sanırım bu konuda haklı."

     Sözleri Lucilla'yı da güldürmüştü. Ellerini kucağında birleştirmişken, boğazını temizleyerek gözlerini kapatmıştı. Bir müddet hiçbir şey düşünememişti, kafasının içi bir anda boş bir kazana dönüşmüştü. İçine derin bir nefes çektiğinde, Lucilla'nın tembih ettiği gibi şükretmesi gerektiğini hatırlamıştı. Onlara yaşamı bahşeden Tanrıça Tierra'ya ilk olarak annesi Inge için şükretmişti. Alois, onun varlığı olmasa kardeşleri ve babasının arasında tek başına ne yapacağını tahmin etmek bile istemiyordu.

     Annesinin ardından zihninde beliren diğer isim karısı Alita'ya aitti. Beş gün öncesinde, onunla tanıştığı için tanrıçaya adaklar dahi adayabilecekken o an ismi aklına geldiği için dahi kendine kızıyordu. Sen iflah olmaz bir aptalsın diye düşündü, her şeyi hak ediyorsun s*k kafalı Alois

     Kızmasına, kendi kendine küfür etmesine rağmen gözlerini kapadığında karşısında beliren yüz Alita'ya aitti. Güzel yüzü hastalığından önce olduğu gibi aydınlık ve parlaktı, sonu olmayan bir girdaba benzeyen gözleri adeta içinde yıldızları saklıyordu. Baş başa kaldıklarında, sadece ona gösterdiği sıcak gülümsemesi yüzüne yerleşmişti. Alois bu hayale o kadar hasret kalmıştı ki kendini içini çekmekten alıkoyamamıştı.

     Sadece onu istiyorum. Ben iflah olmaz bir aptalım ve sadece onu geri istiyorum.

     Alois kendi içinde bunu düşündüğü an, Victor'un alay eden kahkahasını işitmişti. Sözleri tekrar zihninde yankılanmıştı.

     Ben ateşe dokundum, sana bir avuç kül kaldı.

     Öfkelenen Alois dişlerini sıkarak nefesini bir anda dışarı vermişti. Gözlerini aralayıp eklemlerini beyazlatırcasına sıktığı elleriyle yüzünü ovmuştu. Onun bu hali Lucilla'yı irkiltmişti. Yanı başında diz çökmüşken gözlerini aralayıp ona dönmüştü. Alois genç kızı korkutmuş olabileceğinin yeni farkına varmıştı.

"Bugün doğum günüm, tanrıçadan nadide bir kitap istedim fakat adına karar veremedim. Arada kaldığımda buhran geçiren garip bir adamım."

     Lucilla doğum günü olduğunu işittiğinde şaşırmıştı. Yüzüne kocaman bir gülümseme yerleşmişti, bunu ilk anlarda olduğu gibi çekinerek ya da mahcubiyetle yapmıyordu.

"Bugün doğum gününüz mü ?"

"Evet, sabah uyanıp gökyüzüne baktığımda ben de inanmakta güçlük çektim ama yaz mevsiminin ikinci ayında doğmuşum, yirminci gününde."

"Bence bu iyiye işaret, tanrıça size en büyük hediyesini verdi, huzuruna çıkmanızı sağladı. Eminim yeni yaşınız size hak ettiğiniz tüm güzellikleri getirecek."

    Güzel dilekleri için Lucilla'ya teşekkür eden Alois yavaşça ayağa kalkmıştı. Yardım etmek için Lucilla'ya da elini uzattığında kız irkilerek geri çekilmişti. Alois rahibelere dokunmanın yasak olduğunu her seferinde unutuyordu, geri çekilerek genç kızdan özür dilemişti.

"Özür dilerim özür dilerim, hala öğreniyorum."

     Lucilla herhangi bir karşılık vermeden sadece başını eğerek diz çöktüğü yerden kalkmıştı. Karşı karşıya geldiklerinde gözleri birbirini bulmuştu. Yüzünde o mahcup fakat sıcacık olan gülümseme hala asılıydı. Ona bakmaya çekinse dahi artık gülümsemekten o kadar da utanmıyordu. Alois onu izlerken kendisinin de güldüğünü fark etmişti. O gün onu tapınağa getiren dürtünün ne olduğunu bilmiyordu. Fakat Lucilla ile geçirdiği zaman son günlerde, ona hiç olmadığı kadar iyi gelmişti.

*  *  *

"Kendimi tekrar etmekten nefret ediyorum fakat söylemek durumundayım; Alita birazdan burada olacak. Günlerdir kan kokusu almış köpek balığı gibi seni görmek istiyor. Ne yaparsan yap, sakın dik laflar etme Ruyka. Aranızdaki bu saçmalık yeterince yaygaraya sebep oldu, daha fazlasını istemiyorum."

     Ruyka, amcası Gustav ile birlikte sarayın kuzey cephesinde kalan, resmi görüşmeler için ayrılmış küçük bir salondaydı. Oturdukları masa aynı anda altı kişiyi ancak kabul ederdi. Bu Beyazkaya geleneklerine göre oldukça küçüktü. Bulundukları koridorların tenhalığı, dikkatini çeken başka bir ayrıntı olmuştu. Alita onu görmek için ısrar etse dahi ziyaretinin görülüp duyulması istenmiyordu.

     Masanın başında yerini alan Gustav'ın sol tarafına oturmuşken, arkasına yaslanarak elini usulca iri karnının üzerinde gezdirmişti. Adamın tedirginliğini anlaması için hislerini kelimelere dökmesine gerek duymamıştı. Amcası Gustav soğukkanlılığı ve tepkisizliği ile ün salmışken, karşısında oturmuş sıkıntıyla ellerini ovuşturuyordu.

"Seni tehdit mi etti? Korkunun sebebi bu mu ?"

"Kimse beni tehdit edemez, Ruyka. Peşine düştüğün saçmalığın seni bir yere götürmeyeceğini anlaman gerek."

"Öyle mi? Nasıl bu kadar emin konuşabiliyorsun? Benimle birlikte Victor'un yatağını paylaştığını sanmıyorum."

"Ruyka !"

     Gustav öfkeyle çıkıştığında, arkasına yaslanmış onu izleyen Ruyka elinde olmadan gülmüştü. İçinde bulundukları durum onun için oldukça trajikomikti. Victor'un onu aldattığını uzun bir zamandır tahmin ediyordu. Bu ihtimal bir zehir gibi aklına ilk düştüğünde onu uykularından etmişti. Günübirlik, basit bir gönül ilişkisinin kocasını onlardan bu kadar uzaklaştırmayacağını düşünüyordu. Victor'un başka bir kadına âşık olma ihtimali onu bir kurt gibi kemirerek adeta tüketmişti. Gün geçtikçe, ne olduğunu görmeye çalıştıkça içindeki öfke büyümüştü. Önünü alamadığı kıskançlık sanrılarının birinde çalışma odasını karıştırırken, üzerinde kuzeni Alita ile isimlerinin nakşedildiği mendili bulduğunda göğsüne bir ok yemişçesine canının yandığını hissetmişti. Elindeki mendille masanın ucuna yığılıp kalmıştı. Hayatında tecrübe etmediği bir hayal kırıklığını yaşarken ağlamak elinden gelmemişti. Bağırmak istese dahi sesi bir türlü çıkmamıştı. Elindeki mendille kocasının çalışma masasının önüne yığılıp kalmışken, bir avuç kızgın közü andıran öfkesi kararak göğsünün ortasında kuzgun gibi katmerlenmişti. Aldatıldığını uzun zamandır hissediyordu, sadece bu düşünce bile gururunu kırmışken tercih edildiği kadının Alita olduğunu öğrenmek onu adeta çılgına çevirmişti. Tüm hayat kuzeninin bir benzeri olmakla geçirmişken, evliliğinde dahi onun gölgesinde kalmak Ruyka'nın gözünü döndürmüştü.

     Bu yüzden, yaptığından bir an dahi pişman olmamıştı, hala da değildi. Onun evliliği içi kurtlanmış bir ağaç gibi çürüyorken Alita'nın kök salmasına izin vermeye niyeti yoktu, baltasını zevkle gövdesine saplayarak çatırdamasını sağlamıştı ve bundan en ufak bir pişmanlık duymuyordu.

     Küçük görüşme salonunda bekleyişleri pek uzun sürmemişti. Önce Bergnan'a ait olduğunu tahmin ettiği zırh seslerini duymuştu. Kısa bir an sonra kuzenine hizmet eden muhafız kapıyı açtığında Alita onu bir adım geriden takip eden ikiz hizmetçileri ile içeri girmişti. Siyah, yere kadar değen kadife bir pelerin giymişti. Üzerinde ne bir işleme ne de başka bir renk vardı, broş ya da aile armalarını dahi taşımıyordu. Saçlarını tül bir şalla örtmüş, uçlarını pelerinin altına saklamıştı. Ruyka, yastayken bile mücevherlerinden vazgeçmeyen kuzenini yıllardır ilk kez onu bu kadar sade görüyordu.

     Sıklıkla görmeye alışkın olduğu Alita'dan farklı olan tek durum kıyafetlerinde gizli değildi. Harvey Dúpont tarafından zehirlendiği tüm başkentte konuşuluyordu, ana rahminden yeni düşen bebek dahi Prenses Alita'nın ölümden döndüğünü işitmişti. Onu hastalıklı görmek, Ruyka'yı şaşırtmamıştı. Her zaman tam anlamıyla bir prenses olarak görmeye alışkın olduğu kuzenini karşısında böylesine solgun ve çökmüş görmek ona garip gelse dahi takıldığı asıl ayrıntı gözlerinde saklıydı. Alita'nın onunkilere göre oldukça açık bir maviye sahip olan gözleri kızarmış ve şişmişti. Ağlamış diye düşündü, bu garip bir şekilde ona keyif vermişti. Ruyka, yatağında yalnız uyurken tıpkı onun gibi gecelerce ağlamıştı, Alita'nın hastalığına üzülebilirdi fakat ağlamış olması, acı çekiyor olması ona tarif edemediği bir zevk veriyordu.

     İçindeki bu his öyle güçlüydü ki ifadesine dahi yansımıştı. Ağlamaktan şişmesine rağmen hala öldürücü bir katılığa sahip olan gözlerini ona diken Alita salonun içinde ilerleyip karşısına geçtiğinde hizmetçileri sandalyesini onun için çekmişlerdi. Pelerinin yere değen eteklerini toplayarak gözlerini üzerinden çekmeden karşısına oturmuştu. Ruyka, üzerinden sıcak su buharı gibi yükselen öfkesini hissedebiliyordu. Bu onu gülümsettiğinde, Alita kendini tutamayıp çıkışmıştı.

"Beni bu halde görmek seni eğlendiriyor mu Ruyka ?"

     Kuzeninin sesi boğuk ve çatal çataldı. Konuştuğunda, Ruyka adeta kulaklarının acıdığı hissetmişti. İrkilse dahi, bunu belli etmemek adına yoğun bir çaba harcamıştı.

"Neden eğlendirsin? Hem halinde ne var? Sen güçlü bir kadınsın, kolay kolay yıkılmayacağını hepimiz biliyoruz."

     Alita'nın içine çektiği nefes göğsünde ince bir hırıltıya dönüşmüştü. Masanın üzerine koyarak önünde birleştirdiği ellerini birbirine kenetlemişti. Parmağındaki, bir zamanlar Hagen'a ait olan yüzükle öyle hırslı oynuyordu ki parmağını kızartmıştı. Ruyka, ona saldırmamak için kendini güçlükle tuttuğunu görebiliyordu. Arkasında bekleyen hizmetçilerine dışarıya çıkmalarını söyledikten sonra sağında oturduğu Gustav'a dönmüştü.

"Amca, sevgili yeğenine olan biteni sen anlat."

Alita."

"Yıllar önce beni bu bataklığın içine el birliği ile sürüklediniz. O zaman hayatıma karışma hakkını kendinde nasıl bulduysan şimdi de aynısını yapacaksın."

     Gustav, Alita'nın sözleri karşısında bıkkınca içini çekip arkasına yaslanmıştı. Gergin bakışları ikisinin arasında gidip geliyordu. Ruyka onu bu kadar endişelendiren durumun Alita ile aralarındaki sürtüşme olmadığının farkındaydı. Kocasının Alois ile kavga ettiği tüm saray tarafından duyulmuştu, o kadar ki fısıltılar şehre kadar yayılmıştı.  Amcası için Victor Mascarián yeğenlerinden daha önce geliyordu. Ruyka'nın kocasını köşke kabul etmediğini duyduğunda küplere binerek onu azarlamıştı. Kırılan gururu ya da aptal yerine konması umurunda dahi değildi, Victor'un adına leke gelebilecek olması Gustav'ı onun çektiği acılardan daha çok endişelendiriyordu.

"İkinizi de inanamıyorum. Kafa kafaya verip bu konu küflenmeye yüz tutmuşken parlatarak ortaya çıkardınız. Aile düşmanlarımız ortaya böyle dâhice bir imha planı koyamazdı. Beni gerçekten gururlandırıyorsunuz." 

"Sana olan saygım sonsuz amca. Fakat bence vakıf olmadığın meseleler hakkında bu kadar keskin laflar etmemelisin."

"Ortada vakıf olunması gereken bir mesele yok Ruyka. Sana kızgın olmamın sebebi zaten bu; ortada hiçbir şey yok. Alita ve Victor yıllar önce evlenmek istediler fakat amcan Kral Adon buna izin vermedi ve ikinizin birlikteliğini uygun gördü, hepsi bu kadar. Bulduğun o lanet mendil nereden çıktı bilmiyorum ama kocanın seni Alita ile aldattığı yok."

     Duydukları Ruyka'ya kendini daha iyi hissettirmemiş, bilakis küllenen öfkesini uyandırmıştı. Tüm bunları, birlikte yaşadıkları köşkün kapısına dayanan kocasından da dinlemişti. Yüzü tanınmaz halde karşısına çıkan Victor belki de hiç olmadığı kadar öfkeliydi, özür dilemek bir yana mendili bulduğunda ona gelmeden Alois'le görüştüğü için onu azarlamıştı. Kuzenine duyduğu aşkı itiraf ederken dahi çekinmemişti, geçmişte kaldığını söylese dahi Ruyka buna inanmıyordu. Evliliğinin temelleri böylesine çürük bir zemine kurulmuşken, kimin doğru kimin yanlış konuştuğunu çözmesi imkânsız hale gelmişti.

"Nasıl bu kadar emin olabiliyorsun ?"

"Birincisi bu sarayda yaşıyorum, ikincisi de aptal değilim. Victor yıllardır Alita ile karşı karşıya geldiğinde ona bakmaktan imtina ediyor, kuzenin de aynı şekilde. Hayatım boyunca kimse beni Alita kadar yormamıştır fakat onun böyle bir şey yapacağına ihtimal dahi vermiyorum. Ben dikkatli bir adamım Ruyka, böyle bir şeyi sezsem senden önce hem kocanı hem de kuzenini karşıma alırdım."

     Ruyka adamın sözlerine herhangi bir karşılık vermeden karnını okşamıştı. Doğumunda son aya yaklaşıyordu, bebeği artık karnında hiç olmadığı kadar hareketliydi. Sabah uyandığından beri kasığına yaslandığını hissederken, baskısı zamanla artmıştı. Oturduğu yerde dişlerini sıkarak doğrulduğunda Alita hala onu izliyordu. Bir müddet aralarında hoşnutsuz bir sessizlik hâkim olmuş, sonrasında ise öksüren Alita amcasına dönerek kendin has üslubuyla müsaade istemişti.

"Teşekkür ederim amca, şimdi bizi yalnız bıraksan daha iyi olacak. Bu noktadan sonra konuşacaklarımıza şahitlik etmek istemezsin."

     Gustav bu teklife şiddetli bir şekilde karşı çıkmıştı. Tepkisizliğe ile ün salmış birinin bu kadar tedirgin ve keskin davranması Ruyka'nın dikkatini çekmişti. Alita'nın onu bu kadar korkutacak ne yaptığını merak ediyordu.

"Hayır, ne konuşacaksanız benim yanımda konuşacaksınız."

"Eğer onu öldürmek istesem bunu senin yanında da yaparım, beni durduramazsın. Mahrem konular hakkında konuşacağız, o yüzden lütfen bizi yalnız bırak."

     Tekrar büyük bir bıkkınlıkla içini çeken Gustav oturduğu yerden gürültü ile kalkmıştı. Üzerindeki ceketi düzeltirken bakışları ikisinin arasında gidip geliyordu. Konuşurken herhangi bir isim vermemiş ya da özellikle birine bakmamıştı. Fakat uyarısının kime olduğunu hem Ruyka hem de Alita biliyordu.

"Bu koridorda olacağım."

     Söylenen Gustav ağır adımlarla dışarı çıktığında, küçük görüşme salonunda baş başa kalmışlardı. Bununla birlikte aralarındaki hava bir anda yoğunlaşıp gerginleşmişti. Ruyka kendi kendine korkamamasını tembih etse dahi kuzeninin kötü ününü biliyordu.

     Bir müddet odada sadece şöminedeki taze ateşin çıtırtıları ve dışarıdaki sağanak yağmurun cama vuran sesi işitilmişti. Altları çöken soğuk gözleri ile onu izleyen Alita canı acıyarak yutkunduğunda önündeki su bardağına uzanarak bir yudum almıştı. Masanın üzerinde duran süslü meyve tabaklarına el dahi sürülmemişti.

"Tek bir şey soracağım. Bunu neden yaptın ?"

     Arkasına yaslanmış, karnını okşayarak kasığına giren krampın geçmesi için bacaklarını esnetmeye çalışan Ruyka, gözünü kan bürümüş gibi duran kuzeninin böyle basit bir soracağını düşünmemişti. Baş başa kaldıkları an ona lanetler okuyup bağırıp çağıracağını umarken Alita konuşmasına gayet sakin başlamıştı.

"Doğru cevabı veremezsem beni öldürecek misin ?"

     Alita başını öne eğerek dişlerini sıkıp içini çekmişti. İşittiği, ıslığı andıran ince hırıltı göğsünden yükseliyordu, hastalığı her ne ise ciğerlerine işlediği belliydi. Ruyka, bir an için kendini ona üzülürken bulmuştu. Gün doğduğunda karşısında oturan kadının ölüm haberini alsa, bu onu şaşırtmazdı.

"Ruyka, istersem elimi hafifçe havaya kaldırarak seni boğabilirim. Masaya oturduğumdan beri içimdeki sapkın ses bunu yapmam için yalvarıyor. O yüzden lütfen, her şeyi benim için daha fazla zorlaştırma."

"Peki. Ben seninle konuşmak istemiyorum, böyle bir zorunluluğum da yok. Buraya amcam istediği için geldim, istediğin açıklama yapıldı. Öyle sanıyorum ki artık evime geri dönebilirim."

     Ruyka evime geri dönebilirim dediği an Alita eğdiği başını kaldırmadan gülümseyerek gözlerini tekrar üzerine çevirmişti. Yüzündeki o tekinsiz ifade yavaşça alaya dönmüştü. Oturduğu yerde doğrularak arkasına yaslamış, birbirine kenetlediği ellerinden birini ileri uzatarak dudaklarını aralamıştı. Konuşacak gibi olmuş, duraklamış fakat bir türlü becerememişti. Havaya kaldırdığı elini sıkarak kucağına bıraktığında boynunu bükmüş, dudaklarına yayılan gülümseme ile ona bakıyordu.

"Günlerdir bunu neden yaptığını düşünüyorum. Bir tür hastalığa dönüştü, sebebini kendi içimde biliyor gibiyim fakat inanmak istemiyorum. Kendimi senin yerine koydum, haksız olduğunu asla söyleyemem. Tüm bunlar benim başıma gelse bu sarayı yerinden oynatırdım. Fakat buna senden başlardım Ruyka. Karşına geçer, gerekirse yakana yapışır bunun hesabını sana sorardım. O mendili bulduğunda bana gelseydin inan bana hiçbir suçum olmamasına rağmen senden özür dilerdim. Fakat sen Alois'e gittin. Bunun neye hizmet ettiğini ikimiz de biliyoruz. Amacın hesap sormak değildi, amacın Victor'dan intikam almak da değildi. Sen benim canımı yakmak istedin." 

     Ruyka, o gün saraya gelmeden önce görünmez bir zırh giymişti. Söylenebilecek her söze, alabileceği her yaraya hazırlıklıydı. Yeterince ağladığına, yeterince üzüldüğüne ve yeterince kandırıldığına emindi. Daha fazlasına izin vermek gibi bir niyeti yoktu.

"Bu şekilde konuşarak bir azizeye dönüşeceğini sanıyorsan yanılıyorsun. Vicdanını rahatlatmayacağım. Hatalısın, suçlusun ve bunu kabul edeceksin. Ben yaptığım şeyden pişman değilim. Yıllarca el ele verip beni aptal yerine koydunuz. Alois'in gözlerini benden erken açmasını istedim, hepsi bu."

"Ruyka, ne dememi bekliyordun? Victor'un benim eski sevgilim oluğunu öğrendiğinde ondan boşanacak mıydın ?"

"Anlamıyorsun değil mi? Bunu bana en başta söylemen gerekirdi. Yanımda olduğunu düşünüp senden yardım istedim. Hepiniz beni aptal yerine koydunuz. Böyle bir gerçeği yıllarca sakladıktan sonra söylediklerine inanmamı mı bekliyorsun ?"

     Ruyka konuşmasına gayet sakin başlamıştı. Fakat sona doğru elinde olmadan sesi yükselmişti. Oturduğu yerde öne çıkıp Alita'ya doğru eğildiğini ise ancak fark ediyordu. İçini çekerek tekrar arkasına yaslandığında, tıpkı kuzeni gibi başına örttüğü siyah şalı düzeltmişti.  Burnundan solusa dahi sakinleşmek için kendini zorluyordu.

"Konuşmak için herhangi bir fırsatım oldu mu sanıyorsun? Babama Victor ile evlenmek istediğimizi söylediğimde beni apar topar Duviel'e yolladı, seni de Walut'tan buraya getirdi. Herkese hasta olduğumu söyleyip başıma Ivar'ı dikerek beni Kuzgun Tepe'ye tıktı."

     Alita konuşurken duraklamıştı. Soluğu ona yetmiyormuş gibi gözüküyordu, öksürüp boğazını temizledikten sonra önündeki bardaktan ağzını ıslatacak kadar su içmişti. Yorgundu ve hastaydı, Ruyka onu daha önce hiç böyle gördüğünü hatırlamıyordu. Karşısındaki kadın, gölgesinde kalmaktan şikâyet ettiği prensesin solgun bir hayaleti gibiydi.

"İstediğin kadar beni suçlayabilirsin. Umurumda bile değil, tüm bu saçmalıklar yüzünden gereğinden fazla acı çektim. Benim içimden bir parça yıllar önce çürüdü ve öldü, kimsenin karşısına geçip senin gibi hesap sormadım. Ne hissedersem hissedeyim çenemi kapalı tutmayı bildim. Bu sarayı birbirine katabilirdim, her şey tıpkı şimdi olduğu gibi küçücük bir söylentiye bakardı. Ama yapmadım, neden biliyor musun? Çünkü seni düşündüm, ailemi düşündüm. Karşımda, hayatındaki tek başarın olan iri karnını okşayıp gerinerek oturuyorsun ama farkında değilsin, sen sadece bana değil ailene ihanet ediyorsun."

     Ruyka, sadece bir anlığına da olsa Alita'ya acıdığı için kendine kızmıştı. Karşısında oturan kuzenini dişlerini sıkarak ancak dinleyebilmişti. Sözleri, içindeki közlenmiş öfkeye adeta bir kucak odun bırakmıştı. Hak ediyor diye düşündü, yaptığım her şeyi ve daha fazlasını hak ediyor.

"Öyle mi dersin? Kimse beni kardeşimin çocuğunu öldürmekle suçlamıyor."

     O ana kadar sözleri iğneleyici olsa dahi sakin kalan Alita oturduğu yerden Ruyka diye haykırarak hışımla ayağa kalkmıştı. Çektiği sandalyesini öylesine güçlü savurmuştu ki yuvarlanarak yere devrilmişti. Elleri öfkeyle titriyordu, bu hali Ruyka'yı ürkütmüştü. İrkilmemek, geri çekilmemek için kendini zorlarken Alita kendinden geçmiş gibi bağırmaya başlamıştı.

"Sakın! Sakın buna cesaret etme !"

"Benim cesaret ettiğim bir şey yok. Sadece bir söylenti, neden seni bu kadar öfkelendiriyor ?"

"Ruyka! Kes sesini!"

     Aradan pek fazla zaman geçmeden baş başa oldukları salonun kapısı muhafızlar tarafından açılmıştı. Amcaları Gustav içeri girdiğinde telaşlı bakışları ikisinin arasında dönmüştü. Nefesi daralan Alita bir yırtıcı gibi hırıltılarla soluyordu. Alnındaki damar ortaya çıkmıştı, solgun yüzü gittikçe öfkeyle kızarıyordu. İçeri girdiği an kapının örtülmesini emreden Gustav masaya doğru ilerlerken Alita titreyen elini hırsla masaya çarpmıştı.

"Bunu sana söylemeyecektim ama madem artık kandırılmak istemiyorsun, bilsen iyi olur! Victor seni yıllardır aldatıyor! Herkesin dilinde olmamasının tek sebebi orospularına iyi para dağıtıyor olması!"

     Gustav ileri atılarak Alita'nın kolunu kavrayıp kendine doğru çekmeye çalışmıştı. Susması için azarlasa dahi yeğeni onu duyuyormuş gibi durmuyordu. Boğazını tutarak öksürmüş, doğrulduğunda ise silkelenerek kendini geri çekmişti.

"Bırak ! Dokunma bana !"

     Ruyka dişlerini sıkmış, hala olduğu yerde oturuyorken Alita ellerini masanın üzerine yerleştirerek üzerine doğru eğilmişti. Aralarında hala hatırı sayılır bir mesafe vardı fakat ikisinin birbirini andıran gözleri adeta birer keskin bıçağa dönüşmüştü. O gün, birbirlerini kanatmaya adeta and içmişlerdi.

"Şansın var ki kuzenimsin, şansın var ki sana acıyorum! Yoksa öyle şeyler söyler, öyle şeyler anlatırdım ki gecelerce uyku uyuyamazdın!  Sakın, sakın bir halt başardığını zannetme! Senin gibi yüzlercesi gelse Alois ile arama giremez !"

     Gustav hala yanı başında durduğu yeğenine çıkışarak azarlamaya başlamıştı. Sözleri kibar olmaktan fersah fersah öteydi, onu edepsizlikle suçluyordu. Bunu yaparken sesini yükseltmese dahi keskin kelimeler kullanmaktan sakınmamıştı.

     Dişlerini sıkan Ruyka ise Alita'nın gözlerinin içine bakarken yutkunmamak için tüm gücünü kullanmıştı. Ellerini karnından çekip oturduğu sandalyenin kulplarından destek alarak doğrulmuştu. Kuzeninin aksine kontrolünü kaybetmiş değildi, elleri titremiyordu. Ağır adımlarla masanın etrafında dolanıp yanını bulduğunda tam karşısına geçmişti. Birbirlerine hiç olmadıkları kadar yakınlarken üzerine eğilip gözlerinin içine bakarak sakince konuşmuş, sonrasında ise arkasına dahi bakmadan görüşme salonunu terk etmişti.

"Bence bundan o kadar da emin olma."

*  *  *

     Alois, karısı ile paylaştığı daireye girdiğinde güneş neredeyse batmak üzereydi. Tüm gün kendini pek göstermemiş, yağmur getiren kara bulutlarına arkasına saklamıştı. O an ise arkasında alışageldiği kızıllığı bırakmadan varolmamışçasına ortadan kaybolmaya hazırlanıyordu.

     Hizmetçi kızlardan hiçbiri etrafta gözükmüyordu. Yağmur sesi sıklıkla olduğu gibi ateşin çıtırtılarına karışmıştı. Alita, sırtına yastık yerleştirerek yanan şöminenin önündeki geniş sandalyeye oturmuştu,  çıplak ayaklarını önündeki kumaş döşenmiş tabureye uzatmıştı. Ağır adımlarla yanına yaklaşan Alois uyuduğunu fark etmişti. Başı yana düşmüştü, kucağında okuduğu kitap açık kalmıştı. Üzerinde, yasta olduğu gösteren uzun kollu siyah bir elbise vardı. Kuzgunun kanatlarını andıran gür saçları omuzlarından dökülüyordu. Alois, sadece yüzünün ne kadar solgun olduğunu düşündükçe bile endişeleniyorken, alnında biriken ter onu korkutmuştu. Yavaşça, ürkütmemeye çalışarak elini yanağına yerleştirdiğinde Alita irkilerek bir anda bileğini kavramıştı. Yüzüne yayılan korkuyu görmemek mümkün değildi. Nefes nefese kalmış, uyku mahmuru gözlerle ona bakıyorken Alois bileğini kendine çekerek ondan uzaklaşmıştı.

"Korkma, bir şey yok sadece benim."

     İçini çeken Alita gözlerini kapatıp tekrar arkasına yaslanmıştı. Günlerdir hiç olmadığı kadar yorgun gözüküyordu. Alois, aldığı kararı onunla o akşam paylaşamaya karar vermişti. Fakat ateşin karşısında oturan karısını izledikçe doğru yapıp yapmadığı tekrar sorguluyordu. Alita boncuk boncuk terlemesine rağmen vücudu buz gibiydi. Gün geçtikçe iyileşmesi gerekirken gittikçe kötüleşiyordu.

"İlaçlarını içtin mi ?"

     Hala gözleri kapalı olan Alita yüzünü sıkarak yutkunup başını iki yana doğru sallamıştı. Konuşurken sesi oldukça boğuktu, sabaha göre daha fazla çatallaşmıştı.

"Daha yemek yemedim."

"Neden? Geç kalmışsın."

"Seni bekledim."

     Alois herhangi bir karşılık vermeden önce üzerindeki siyah ceketi çıkarmıştı. Üzeri pelerini yüzünden deri kokuyordu. Divana yönelip elindekini bırakarak karısına arkasını dönmüştü. Omzunun üzerinden baktığında, Alita kapalı gözleri ile hala şöminenin karşısında oturuyordu.

"Benim karnım aç değil, yıkanacağım."

     Tekrar hırıltılı bir şekilde içini çeken Alita günlerdir olduğu gibi sadece peki diyebilmişti. Çıplak ayaklarına dairelerinde kullandığı içi yünlü terliklerini giyerek, oturduğu sandalyeden destek alıp ayağa kalkmıştı. Alois, arkası ona dönük olsa dahi soğuk bakışlarını sırtında hissedebiliyordu. Beyaz gömleğini çekiştirerek çıkardığında, yemek masasının hazır olduğu bölmeye doğru ilerleyen karısının boğuk sesini tekrar işitmişti.

"Masanın üzerindeki paket senin, açabilirsin."

     Ne olduğunu anlamayan Alois Alita'nın arkasından bir müddet bakakalmıştı. Balkon kapısının yanındaki küçük masada, tıpkı söylediği gibi mavi ve turuncuya boyanmış saman kâğıdına sarılı bir paket duruyordu. İlk anda ne yapacağını bilemese dahi kendini tutamayıp ağır adımlarla masaya sokularak başına geçmişti. Üzerinde herhangi bir isim ya da yazı yoktu, mavi renkle dalgalar, turuncu ile de güneş ışıkları çizilmişti. Sokularak eline aldığında ağırlığının olmadığı anlamıştı, pek büyük de durmuyordu. Özenle hazırlanmış paketi üzerindeki krem rengi ipi çözerek açtığında, yaldızlı bir cildi olan kalın bir kitabı ellerinin arasında tutuyordu; Işığın Gölgesinde, Mavon Romulus. Bu isim dahi onu şaşırtmaya yetmişken, paketin arasından kırmızı Waldorf mührünü taşıyan, dörde katlanmış bir kâğıt düşmüştü. Örneğine az rastlanan el yazması kitabı dikkatle masaya bıraktığında, küçük kâğıdı eline almıştı. Mührü kırıp kâğıdı araladığında karşılaştığı kıvrımlı, düzgün el yazısı oldukça iyi tanıyordu.

Sevgilim, güzel gözlerin ışığını hiç kaybetmesin.

Seni seviyorum.

Alita.

     Alois bir an için ne söylemesi gerektiğini bilememişti. İçindeki duygular karmakarışıktı, boğazına canını yakan bir yumru oturmasına rağmen öfkelendiğini hissediyordu. Olanların üzerinden sadece beş gün geçmişti. Alita'nın hiçbir şey yokmuşçasına ona doğum günü için hediye alıp not yazmış olması onu mutlu etmiyor bilakis öfkelendiriyordu. Benimle dalga mı geçiyor diye düşündü, zihinde bu fikir yankılandığı an kendi kendine kızmıştı. Alita'dan ne beklediği hakkında hiçbir fikri yoktu. Sessiz kaldığında onu savaşmadığı için suçluyordu, kendini savunduğunda üste çıkmaya çalıştığını düşünerek öfkeleniyordu. O gün, doğum gününü annesi dışında kimsenin hatırlamamasına şaşırmasa dahi içerlenmişti. O an, karısının onun için aldığı hediyeye bakarken ise göğsünden anlam veremediği bir öfkenin yükseldiği hissediyordu. Karısının sevgisi, onun için pahalı el yazması kitaplardan ya da süslü paketlerden çok daha değerliydi. Alois Alita'ya inanabilmeyi hayatında hiçbir şeyi istemediği kadar çok istiyordu. Bunun için kendi benliği ile savaşa girmişti fakat gün geçtikçe tükenmesine rağmen bir arpa boyu yol kat edemiyordu.

"Her şey haftalar öncesinde hazırlanmıştı, heba etmek istemedim."

     Alois kendiyle kavga ediyorken, Alita yemek masasının olduğu bölmeden seslenerek durumu onun için açıklamıştı. Aralarında birbirlerini görmelerini engelleyecek herhangi bir kapı yoktu. Alois olduğu yerden hazırlanan yemek masasındaki sandalyesinde oturan karısını rahatlıkça seçebiliyordu. Bir an için üzerinde dönen solgun gözlerini devirerek hastalandığı günden beri içtiği balık çorbasına kaşığını daldırmıştı. Alois karısını az çok tanıyordu. Eğer istemese, üç yıl önce hazırlanmış olsa bile bu paketi bir an dahi düşünmeden şöminenin içine fırlatırdı. O an, bunları söyleme sebebi gururuydu. Birbirleri ile konuşmayı dahi reddediyorlarken ona doğum günü hediyesi hazırlamış olmayı kendine yediremiyordu.

     Karşılık olarak ne teşekkür eden ne de herhangi bir şey söylemeyi tercih eden Alois, katladığı kâğıdı masanın üzerine bırakarak kıyafetlerini çıkarıp banyoya geçmişti. Su umduğu kadar sıcak olmasa dahi kokusunu Alita'nın vücudundan almaya alışkın olduğu sabunla uzun uzadıya tek başına yıkanmıştı. Çıktığında, karısı daireye ilk girdiğinde olduğu gibi yanan şöminenin önünde oturuyordu. Alois onu umursamadan kurulanıp üzerini değiştirmişti. Divana oturmuş, elindeki havlu ile çığırından çıkmış ıslak saçlarını ovuyorken Alita'nın boğuk sesini tekrar işitmişti.

"Bu daha ne kadar böyle devam edecek ?"

     Alois, böyle bir soru duymayı beklemiyordu. Eğdiği başını kaldırarak yeşil gözlerini karısına çevirmişti. Arkasına yaslanmış, gittikçe gücünü kaybeden ateşi izliyordu.

"Bilmiyorum."

     Alita cevabı karşısında usulca başını sallamıştı. Onu karşısında âcize çeviren buz mavisi gözleri ağlamaktan şişmişti, gözlerinin beyazına kırmızılıklar çökmüştü. O an dahi kendini zor tuttuğunu konuştuğunda sesinden anlayabiliyordu.

"Bugün tapınağa gittiğini duydum. Eğer niyetin beni boşamaksa ve nabız yokluyorsan, bunu açıkça söyleyebilirsin."

     Alois bunu yapabilecek kadar güçlü olmayı çok isterdi. Öfkeliydi, kırgındı, hayal kırıklığına uğramıştı, aptal yerine konulduğunu düşünüyordu. İtiraf edemese dahi aldatılıp aldatılmadığından dahi emin değildi. Alita'yı arkasında bırakabilecek gücü kendinden bulamıyordu. Birbirlerinin yüzlerine bakmamalarına, konuşmamalarına hatta zehirli kelimelerle canlarını yakmalarına rağmen geceleri uyanıp onu yanı başında gördüğünde garip bir hisse kapılıyordu. Alita onun için adeta bir uzva dönüşmüştü, oldukça hırpalanmıştı ve kan içindeydi fakat kesip atması imkânsızdı.

"Tapınağa sadece dua etmek için gittim. Boşanmayı düşünmüyorum fakat başka kararlar aldım."

     O ana kadar ateşi izleyen Alita, oturduğu sandalyeye kolunu dayayarak ona doğru dönmüştü. Gittikçe küçülen çekik gözleri üzerinde geziyordu.

"Ne kararından bahsediyorsun ?"

"Feragatname ve krallık unvanı hakkında düşündüm. Ailemin taht üzerindeki haklarından tek bir şartla vazgeçerim; aynı şey senin ailen içinde geçerli olacak. Bir feragatname imzalamayacağım. Doğacak çocuk sadece benim değil senin de soy ismini taşıyacak. Tahta sadece Waldorf-Hallstein soy ismini taşıyan bir varis geçebilecek. Ne Waldorf ne de Hallstein aileleri hak iddiasında bulunamayacak."

     Alita söyledikleri ile birlikte adeta donup kalmıştı. Uzunca bir müddet herhangi bir tepki verememişti. Rengi solan dudaklarını güçlükle araladığında, kelimeler ağzından kesik kesik dökülüyordu.

"Alois, sen benimle dalga mı geçiyorsun ?"

"Hayır, hiç olmadığım kadar ciddiyim. Ayrıca konsort kral olmayacağım. Eğer bana güvenmiyorsan sen bilirsin, umurumda değil. İnsanların gözünde bir kuklaya dönüşmeyeceğim."

     Soluğu sıkışan Alita bir anda iki büklüm öksürük nöbetine tutulmuştu. Öyle kuvvetli öksürüyordu ki Alois ciğerlerinin söküleceğini düşünüyordu. Oturduğu yerden kalkıp masanın üzerinde duran sürahiden onun için su oldurmuştu. Yanına geldiğinde, eğilerek bardağı ona doğru uzatmıştı. Güçlükle doğrulan karısı, suyunu yavaşça içtikten sonra nefes nefese arkasına yaslanmıştı. Gözlerinin içine bakarken aynı zamanda başını iki yana doğru sallıyordu.

"Sana söyledim, bunun seninle alakalı olmadığı söyledim."

"Umurumda değil, kabul edip etmemek sana kalmış. Benim şartlarım bunlar."

     Hala soluğunu düzenlemeyen Alita elini göğsünün üzerine yerleştirmişti. Alois, onun bu halini izledikçe kendi nefesinin kesildiğini hissediyordu. İçine düştüğü karmaşayı tarif etmek imkânsızdı. Ona dokunmayı hiç olmadığı kadar çok istiyordu. Fakat bu gücü karısı kendi elleriyle ondan almıştı.

"Tüm bunların benim gücümün üzerinde olduğunu biliyorsun değil mi? Kabul edilmeyeceğinin farkındasın, amacın benim tahta geçmemi engellemek."

"Yaklaşmakta olan bir savaş var. Babam ülkenin en büyük ordularından birine sahip, yağışlar bu şekilde devam ederse herkes ambarlarımızdan bir avuç pay alabilmek için kapımızı aşındırmaya başlayacak. Bence geriye kalan matematiği tek başına yapabilirsin. Kabul edilip edilmeyeceği pek umurumda değil. Ama olur da tahta çıkamazsan, bu sarayda bir gün dahi kalmam. Drindall'a geri dönerim, ister peşimden gelirsin ister kıymetli ailen ile burada kalırsın."

     O konuşurken, Alita'nın mavi gözleri dolmuştu. Oturduğu yerde doğrulup elini hırsla kavramıştı. Ağlamamak için kendini zor tutuyordu, konuşurken dudakları dahi titremişti.

"Tüm bunları beni cezalandırmak için mi yapıyorsun? Bu adam sen değilsin Alois."

     Kelimeler Alois'in ağzında ardı ardına birikmişti, her biri çıkmak için en zayıf anını kolluyordu. Alita'nın ıslanan gözleri bıçak gibi göğsüne batsa da ne yapacağını bilmiyordu. Onu affedemezdi, ne kadar uzanıp yüzü silmek, ona sarılmak istese dahi bunu yapamazdı, hissediyordu. Onu buna iten sıcak dürtüye kapılıp yaptığı an, kendinden belki de hiç olmadığı kadar nefret edecekti.

     Boğazına canını yakan bir yumru oturmuştu, göğsünde birkaç gündür aşina olduğu o sancıyı tekrar hissederken bileğini kendine doğru çekerek geri çıkmıştı. Gözlerini devirmişti, ne kadar istese dahi konuşurken ıslanan gözlerine bakamıyordu.

"Ben kararımı verdim, gerisi sana kalmış."

Yazan ; İlknur DUMAN

* * *

https://youtu.be/P3cffdsEXXw

Selam ! Bu bölüm yengeç burcu olduğunu öğrendiğimiz - 20 Temmuz doğum günü - Alois'in memleketi Drindall'daki yaz tatiline göz atmak ister misiniz 👀😂 Şaka bir yana Golden benim için her zaman Alois'i anlatıyordu. E şarkıyı Harry Styles'ın bizatihi söylemesi de ayrı bir şahane tabi ♥️♥️ Ben kendisini solo kariyeri boyunca hep beğendim, Alois'in ortaya çıkmasından sonra ise onunla bağım bayaaa bir arttı 🥵🥵 Rivayet o ki beyefendi bu şarkıyı kendi çeşitli psikolojik sıkıntılar çektiği teenage yılları için yazmış - adam 26 yaşında 50 gibi konuştum be tüü 🤕🤦‍♀️ Neyse özet geçiyorum, Alois'in hiç resmini koymadığımı fark ettim hazır bu klip yeni yayınlamışken bunu patlatmak istedim, ikisi bir arada oldu 💁‍♀️ Umarım beğenirsiniz 😽♥️♥️

* * *

Tekrar selam ! Bana inanın bu bölüm Alita&Ruyka ve Alita&Alois kısımlarını istediğim gibi işleyebilmek için en az elli kere silip silip tekrar yazdım, en son bu versiyonlara karar verdim umarım olmuştur. Özellikle Alois'in kırılmışlığını, kendi içindeki çatışmasını ve aslında içten içe Alita'yı affetmek için kıvranmasına rağmen bunu gururuna yedirememesini geçirmek istedim. Başıma gelen talihsizliklerden dolayı biraz beklettim üzgünüm ama her zamankinden bir tık uzun yazarak bence gönlünüzü aldım 😸 Oy sınırı +20, okuyan herkes küçük de olsa yorum yaparsa çok ama çok mutlu olurum. Ayy bu arada unutmadan üstte multimedyada Lucilla var. Hepinizi kocaaaman öptüm, kendinize iyi bakın 😽♥️♥️

Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top