⚜️Bölüm 23 - "Gölge"⚜️
"Cave ne cadas."
⚜️ ⚜️ ⚜️
Beş Sene Önce – Kuzgun Tepe Şatosu / Duviel
"Bana geç kalacağım için söyleniyordunuz. Prenses Alita hazretleri nerede ?"
Ruyka, yanında kuzeni Igor ile birlikte, Kuzgun Tepe'nin büyük davet salonun bir köşesinde brendi içerek kıkırdıyorken Ivar birden belirerek aralarına girmişti. O akşam, Waldorf ailesinin Cãstelion'a gelişi şerefine ihtişamlı bir davet veriliyordu. Ülkenin dört bir yanından saygıdeğer konuklar aylar öncesinden, bizzat kral tarafından mühürlenmiş davetiyeler ile bu büyük kutlamaya davet edilmişlerdi. Ruyka, her kış düzenlenen bu davetlere çocukluğundan beri annesi Astrid ile birlikte geliyordu. Duviel, onun için her zaman gizemli ve ürkütücü bir şehirdi fakat yılın bu zamanı neredeyse her yeri saran süslemeler, kapılardan taşan müzik, fıçılarla taşınan brendi ve kutlamalarla karşı konulamaz bir cazibeye bürünüyordu. Waldorflar kraliyeti ele geçirdikten sonra bu kutlamalar daha kapsamlı bir hal almıştı. Artık davetliler Karaburun soylularından ibaret değildi, tüm ülkeden insanlar davet edildikleri Kuzgun Tepe'de, isteyerek ya da istemeyerek, Waldorf ailesinin ülkeye ayak basmasını kutluyorlardı.
"Hagen ile dans ediyor, anlaşılan bu akşam hepimizin ayaklarına işkence edecek."
Alayla söylenen Igor çenesi ile ileriyi gösterdiğinde Ruyka başını kaldırıp salonun ortasında dans eden çiftlerin arasında olan iki kardeşi görmüştü. Alita'nın üzerinde buz mavisi, taşlarla süslenmiş, belinden eteğine doğru genişlese dahi vücut hatlarını belli eden gösterişli bir elbise vardı. Ne yakası ne de kolları açık değildi, siyah saçlarını çoğu zamanın aksine ensesinin üzerinde topuz yaptırmıştı. Başında pek iri olmasalar dahi ışığı göz kamaştıran elmaslarla süslenmiş, zarif bir taç taşıyordu. Hagen ise baştan aşağı simsiyah giyinmişti, omuzundan göğsüne inen, siyah kemerine geçirilmiş kan kırmızı bir kuşak taşıyordu. Ailesinin renklerine bürünmüş diye düşünmüştü Ruyka. Kuzgun işlemeleri kırmızı-siyah flamalar insanlara nerede olduklarını hatırlatmak istercesine her bir sütuna asılmıştı.
Ruyka, o gün vakit öğleyi geçmişken davet için hazırlanmaya başlamıştı. Şatonun hizmetçileri yıkanmasına yardım etmişlerdi. Dalgalı saçlarını tarayıp kurutmuşken, Walut'tan getirdiği sandıklardan kadifeden dikilen kahverengi elbisesini çıkartmıştı. Kendi kendine hangi küpesini takması gerektiğini düşünüyorken, Alita ziyaretine gelmişti. Onun aksine, kuzeni ne giyeceğini ayakkabılarından tacına kadar günler öncesinde özenle hazırlamıştı. Akşam için seçtiği kahverengi elbiseyi gördüğünde şiddetle karşı çıkmış, sandığındaki diğer elbiseleri de gösterişsiz bulmuştu. İtiraz etmesi için herhangi bir şans bırakmadan onu adeta kendi dairesine sürüklemişti. Ruyka, bir köşede asılı duran elbisesini gördüğü an bayılmıştı. Rengi mavinin en berrak tonuydu, üzerindeki taşlar küçük su damlalarını andırıyorlardı. İçinden prensese yakışır bir elbise diye geçirmişti. Alita, ona ait, başkente ait olduğu belli olan birçok elbiseyi önüne yığarak hangisini daha çok beğendiğini sormuş, kararsızlığı fark ettiğinde ise aralarından omuzları açık olan, parlak, gri ipliklerle işlemesi yapılmış olanı onun için seçmişti. Alita ondan iki üç parmak daha uzundu, bedeninin de kıvrımlı olduğu söylenemezdi. Fakat Ruyka elbiseyi hizmetçilerin yardımı ile üzerine giydiğinde beklediğinden çok daha iyi durmuştu. En başta pek hevesli olmasa bile, o akşam için beyaz elbiseyi kuzeninden ödünç almıştı.
Ruyka elbiseyi denediği ilk an heyecana kapılmıştı, Alita ile gülüşmüşlerdi, kuzeni ona ne kadar güzel gözüktüğünü söyleyip durmuştu. İlk anda sahip olduğu tüm duygular sıcak ve sevimliyken, tek başına kaldığı ilk an üst kısmına gümüş bir toka yerleştirdiği, omzundan dökülen koyu kahverengi saçlarını taradıktan sonra ona tahsis edilen dairede aynanın karşısına geçmişti. Üzerindeki elbise nefes kesecek kadar güzel olsa dahi gördüğü yansıma ona Alita'nın kötü bir kopyasını andırıyordu. İçini, zaman geçtikçe daha yoğun hissetmeye başladığı huzursuz bir duygu kaplamıştı. Buna kıskançlık demek istemiyordu, Alita ile neredeyse kardeş gibi büyümüşlerdi. Küçüklüklerinden bu yana, birbirlerine olan benzerliklerinden dolayı insanların onları ikiz sandığı dahi olmuştu. Bu habis hissi hiçbir şekilde kendine yakıştıramasa bile kapıldığı garip duygunun önüne geçemiyordu.
O an çevrelerindeki soylu kalabalığın arasında ağabeyi ile dans eden Alita'yı izlediğinde, aynı his göğsüne tekrar çöreklenmişti. İkisi de oldukça gösterişli elbiseler giyiyorlardı, yüz hatları birbirine karıştırılacak kadar benzerdi, uzaktan siluetleri dahi birbirini andırıyordu. Fakat yine de, insanların gözü onun değil Alita'nın üzerindeydi. Prenses olan o diye düşünüp kendi kendine kızsa dahi, birbirlerine bu kadar benzemelerine rağmen olumlu ivmenin kuzeninde birikmesine içten içe kızıyordu.
"Özel hayatına burnunu sokmak istemem sevgili kardeşim fakat sen nereye kayboldun ?"
"Halletmem gereken bir iş vardı."
"Halletmen gereken bir iş? Öyle sanıyorum ki halletmen gereken bu iş iki uzun bacağa ve dolgun göğüslere sahipti."
"O kısmı seni pek ilgilendirmiyor sevgili kardeşim."
Ivar ve Igor'un arasındaki atışmayla düşüncelerinden sıyrılan Ruyka, gülerek başını kaldırıp etrafına bakındığında, gözleri tekrar aynı adama takılmıştı; Victor Mascarián. Adını, onunla ilk karşılaştığında öğrenmişti. Başkentten gelen birçok davetli gibi Victor da birkaç gündür Kuzgun Tepe'de ağırlanıyordu. İki gün önce, şatoda verilen akşam yemeği için büyük salona ilerleyen Ruyka, geniş holde arkasından gür bir erkek sesinin prenses hazretleri diye seslendiğini işitmişti. İlk anda aldırış etmese dahi, omzunun üzerinden arkaya baktığında birkaç adım ötesinde duran Victor ile karşılaşmışlardı. Düşündüğünde, adamın yüzüne yayılan şaşkınlık ifadesi onu hala eğlendiriyordu. Utanarak onu Prenses Alita ile karıştırdığını söyleyip özür dilemişti. Ruyka, bu duruma neredeyse çocukluğundan beri alışık olduğu için aldırmamıştı. Önemli bir durum olup olmadığını sormuş, eğer isterse onu kuzeni ile görüştürebileceğini söylemişti. Victor ise buna gerek duymadığını, başkentten himayesi altında, prenses adına getirilen bir paketin eline ulaşıp ulaşmadığını sormak istediğini anlatmıştı. Sohbetleri oldukça kısa sürmüştü, uzattığı elini kavrayan adam dudaklarına götürüp öptükten sonra iyi akşamlar dilemiş ve ondan uzaklaşmıştı.
Ruyka, birine gözlerini dikip bakmanın hoş olmayacağını biliyordu. Elindeki brendiden içerek yanı başındaki kuzenlerine dönmüştü. Hoş bulduğu misafirlerine olan ilgisinin fark edilmesini istemiyordu.
"Söylenmeyi bırakın da söyleyin, altın keselerinizi hazırladınız mı? Bu akşam hepsini boşaltacağım."
Sözleri Ivar'a erkeksi bir kahkaha attırmıştı. Teklifsizce elindeki bardağa uzanıp brendisinden içmişti. Şimdiden sarhoş olmuş diye düşündü, öyle değilse bile çakır keyif olduğu açıktı.
"Sevgili Ruyka, sizler mürebbiyelerinizle kitap okuyorken ben kulenin masalarında tahsil gördüm. O yüzden, bu kadar iddialı olmasan iyi edersin."
"Kardeşin Igor'a sor, senin gibi beylik laflar ediyordu. Ondan kazandığım altınlarla kendime eşsiz bir inci kolye aldım."
Igor ikizi Ivar'ın omzunu kavrayarak ona doğru eğilmişti, siyah perçemlerinin değdiği alnı sahte bir huysuzlukla kırışmıştı.
"Birincisi o akşam çok fazla içmiştim, ikincisi fazlasıyla şanssızdım ve üçüncüsü, o inci kolyeyi beni rezil etmeden de alabilirdin."
Ruyka elinde olmadan kıkırdayarak gülmeye başlamıştı, tıpkı kuzeni gibi konuşmadan önce öne doğru eğilmişti.
"Lütfen böyle konuşma, seni ağlarken görmek kalbime dokunuyor."
Ruyka Igor ile uğraşıyorken, ağabeyi Hagen ile olan dansını bitiren Alita davetlilerin arasından geçerek yanlarına gelmişti. Etrafına bakınmış, içki servis eden hizmetçilerden herhangi birini göremeyince Ivar'ın elindeki bardağa uzanıp ona ait olan brendiyi bir kerede içmişti. Ruyka istemsizce yüzünü buruşturmuştu, kendini söylenmekten alıkoyamamıştı.
"Hyvä Skurk, siz iki sapık kendi bardağınızı kullanmak nedir bilmiyor musunuz ?"
Alita söylediklerine aldırış etmemiş, komik bir şakaymışçasına kahkaha atmıştı. Ivar da onunla birlikte kıkırdıyordu. Ruyka, bir kuzeninin daha sarhoşluğun kıyısında gezdiği fark etmişti. Alita ne kadar eğlenceli bir tip olsa da insanların arasında pek fazla kıkırdayıp gülücük saçmazdı. O an ise hayatındaki en komik şakayı duymuşçasına katılıyordu.
"Ruyka, elimde değil beni affetmen gerek. Sevgili kuzenimin aurasına karşı koyamıyorum, Ivar'ın karşısına ne zaman geçsem elim ayağıma karışıyor. Ah, aşk bu olsa gerek !"
Ne olduğunu anlamayan Ruyka'nın alnı kırışmıştı. Ivar hala kıkırdayarak gülüyordu, Igor ise dertle içini çekerek gözlerini devirmişti.
"Yüce efendimiz ruhlarımıza merhamet etsin, bu ikisi süslü brendi fıçılarına dönüşmüşler."
"Hayır hayır, haksızlık ediyorsun sevgili kardeşim. Beni sarhoş eden içtiğim brendiler değil, prenses hazretlerinin kalbimdeki aşkı. Hem artık ikimiz de hislerimize karşı koyamıyorsak bu bizim suçumuz mu ?"
Alita kuzeninin sözleri karşısında tekrar kahkaha atmıştı. Ivar ise gülmekten konuşamamış, cümlesini çoğu kez yarıda kesmişti. Ruyka, hem Alita'nın hem de onun sarhoş olduğunu görebilse dahi bu sözleri etmelerindeki manayı çözememişti. İrkilmiş, soran gözlerle Igor'a bakıyorken, kuzeni durumu onun için açıklamıştı.
"Brenna ikisini birbirine yakıştırmış, aralarında bir şeyler olabileceğini düşünüyormuş."
"Aklını kaybetmiş olmalı. Ensest sayılabileceğini bir kenara bırak, bu ikisini birleştirmek bir felaket olur."
Gülerek akıllı kız diye mırıldanan Alita sokulup koluna girmişti. O, elindeki boş brendi bardağını yanından geçen hizmetçilerden birinin tepsisine bıraktığında geç kaldıklarını konuşmuşlardı. Böylece dördü birlikte davet salonundan mümkün olduğunda dikkat çekmemeye çalışarak çıkmışlardı. Süslü elbiselerinin üzerine siyah, başlıklı pelerinlerini geçirip onları bekleyen at arabalarına binerek şatonun geniş arazini geçmişlerdi. Kanaldaki kayıkları onları Hénec Kulesi'ne götürmek için hazır bekliyordu. Tepelerinden dökülen yağmur olağan bir kış akşamı için sakindi. Ruyka, Alita ve Igor ile birlikte Waldorf flaması taşıyan kayığın ahşap direklerle deri çekilen kısmına oturmuştu. Ivar ise onların aksine pruva kısmında ayakta duruyordu. Kanalın içinde ilerliyorken, şarkı söyleyerek dans etmeye başlamıştı. Ruyka, Alita ile birlikte onun bu halini gülerek izliyorken Igor kayıklarını salladığı fark edip durması gerektiğini söylemişti. Fakat Ivar bu duruma pek de oralıymış gibi durmuyordu.
"Ivar, şuradaki kargıyı görüyor musun ?"
"Büyük olanı mı? Evet."
"Bir an önce yerine oturmazsan g*tüne sokacağım."
"Söylenmeyi bırak suratsız piç, biraz olsun eğlenmeyi dene."
"Hepimizi kanala dökeceksin s*k kafalı."
Kıkırdayan Alita, Igor ve Ivar küfür ederek birbirlerine sataşıyorken sallanan kayıkta ayağa kalkmıştı. Elbisesinin yere değen eteğini tutarak Ivar'ın yanını bulduğunda birlikte dans etmeye başlamışlardı. Igor ruh hastaları diye söylenirken Alita dans ettiği kuzenine sokulup beline sarılmış, başını omzuna yerleştirmişti.
"Igor, sözlerine dikkat et. Böyle konuşmaya devam edersen düğünümüze davet edilmeyeceksin."
"Eğer böyle bir seçenek mümkünse onur duyarım."
"Igor, sürtüğün tekisin. Tam da kardeşim olmadan asla evlenmem diyecektim, şu söylediklerine bak."
Igor homurdanarak söylenmeye devam etmişti. Ruyka ise bir müddet kıkırdasa dahi arkasına yaslanıp yağmurun altında gülüşerek dans eden kuzenlerini izlemeye koyulmuştu. Ivar ve Alita'nın ne kadar iyi anlaştığını çevrelerindeki herkes bilirdi. Tekinsizlikleri, uçarılıkları, neşeli halleri birbirine benziyordu. Ruyka, daha önce onları hiç sevgili olarak hayal etmemişti. Bu fikri duyduğu ilk anda garip ve mide bulandırıcı bulsa da, o an dans eden Ivar ve Alita'yı izlerken aslında birbirlerine yakıştıklarını düşünmüştü. Aralarındaki uyum yadsınamazdı, ilişkilerini hiçbir zaman bu yöne yormasa dahi Brenna'yı ortaya attığı fikre neyin ittiğini görebiliyordu.
"Bu arada, kalbini kırmak istemem Ivar fakat evlenebileceğimizi sanmıyorum. Sol kulağın yamuk, gördükçe içimi kaldırıyor."
"Konuşana bakın. Sen hiç aynada kendine baktın mı? Igor'un göğüsleri bile seninkilerden büyük."
"Büyük meme sadece inekleri çekici kılar, budala."
Ivar ve Alita dans etmeyi bırakıp sıkı bir kavgaya tutuşmuşken kayıkları kanalda ilerlemeye devam etmişti. Yağmur sıklaşmaya başladığında, ikisi de inatlarını bir kenara bırakıp yanlarına gelerek deri brandanın altına oturmuşlardı. Ruyka, hala tuhaf bakışlarla onları izliyordu. Olabilir mi diye düşünmekten kedini alıkoyamamıştı, gerçekten birbirilerine karşı bir şeyler hissediyor olabilirler mi? Bilmiyordu, bunun için kesin bir cevabı yoktu. Fakat o akşam, yağmurla sırılsıklam olan Ivar ve Alita'yı yan yana oturmuş, fısıldaşarak kıkırdıyorken izlemişti. Bunun uygun olmadığını biliyordu. Yine de, içten içe aslında birbirlerine ne kadar yakıştıklarını düşünmeden edememişti.
DC 138 / Güncel Zaman – Calabar
Lauron, kendine ait olan dairedeki küçük masada oturuyordu. Önünde, yazmayı biraz önce bitirdiği mektup vardı. Mühürlemek için mürekkebin kurumasını beklemişti. Arkasına yaslanmış, yağan yağmurun sesini dinlerken yardımcısı Rufus'un onun için getirdiği elma çayını içiyordu.
Tüm geceyi ne yapacağını bilmeden, oradan oraya koşturarak geçirdikten sonra ne kadar yorulduğu o an daha iyi anlıyordu. Sırtı adeta bir keçeye dönüşmüş gibiydi, aralıklarla omuzlarından boynuna canını yakan bir sancı yükseliyordu. İçini çekerek, elindeki sıcak fincanı masanın üzerine bırakıp ensesini ovmaya başlamıştı. Gözlerini kapatmışken daha fazla uğraşmayacağım diye düşündü. İçini bir kurt gibi kemiren huzursuz his onu adeta tüketmişti.
Yağmurun sesini dinliyorken, aklına Duviel'de geçirdiği günler gelmişti. Yağmur şehre neredeyse tüm yıl yağardı. Bazen vahşileşir, bazen merhametli bir kadının eline dönüşürdü. Buna alışması uzun zaman almıştı. Duviel, zengin, gizemli ve etkileyici bir şehirdi. Fakat sabahları uyandığında, gözünü alan güneş yerine köpük köpük tüm şehre yayılan sisle karşılaşmak onu zorlamıştı.
Arkasına yaslanmış, kendi içinde tüm bu zamanın nasıl geçtiğini düşünüyorken dairenin ahşap kapısı çalmıştı. Yorgun gözlerini aralayarak oturduğu yerde doğrulmuştu. Mektubunu götürmesi için geç kalmadan geri gelmesini tembih ettiği Rufus'u bekliyordu. Önündeki kâğıdı eline alarak mürekkebinin kuruyup kurumadığını kontrol ederken, muhafızlara özgü zırh sesini işitmişti. Başını kaldırdığında, hizmet ettiği prenses için kapıyı açan Bergnan'ı görmüştü. Adam, iri vücudunu kenara çekerek kapının sol kanadını sonuna kadar aralamıştı. Bununla birlikte Lauron, onunla görüşmeyi reddeden Prenses Alita ile karşı karşıya gelmişti.
"Dışarıda bekle."
Alita muhafızına emrini verdikten sonra ahşap eşikten içeri girmişti. Konuşurken sesi boğuktu ve çatallaşmıştı. Üzerine uzun kollu, kalın ve siyah bir elbise giymişti. Saçlarını ise yasta olduğunu göstermek için şalıyla örtmüştü.
Bergnan geri çekilip kapıyı örterek daireden çıktığında baş başa kalmışlardı. Lauron, Alita ile karşılaşmadan önce sandalyesinde oturuyorken onu tüketen, kontrolünü kaybettiren korkudan kurtulduğunu düşünmüştü. Bunun koca bir yanılgı olduğunu, nasıl olduğunu bilmediği bir halde ayağa kalktığında anlamıştı. Bir an bile düşünmeden dairenin içinde ilerleyip hala kapının üç dört adım ötesinde duran Alita'ya sarılmıştı. Düşünmeyi beceremediği ilk an, kolları vücudunu gereğinden sıkı kavramıştı. Tüm gece, kabul edilmediği dairesinin önünde beklerken korkuyu iliklerine kadar hissettiği düşünmüştü. Kalbine işleyen hissin derinliğini o an ancak kavrayabiliyordu.
Zihni tekrar kendine geldiğinde, fark ettiği ilk ayrıntı kollarının arasındaki Alita'nın ona sarıldığında irkildiğiydi. Korkuyormuş gibi sıçrayarak geri çekilmiş, sarılmak yerine geri çekilmek istercesine elini göğsüne yaslamıştı. Hata ettiğini anladığında bir adım geri çekilmişti.
"Özür dilerim."
Üzerindeki elbisenin önünü düzelten Alita eğdiği başını usulca kaldırmıştı. Gözleri yıllar sonra karşılaşmışlarcasına onu inceliyordu. Kısa bir an konuşmamış, herhangi bir şey söylememişti. Lauron, içini kemiren şüpheyi bakışlarında arıyordu. Öğrenmiş olabilir mi diye düşündü, her şeyi öğrendiği için mi beni görmek istemiyor?
"İşte buradayız, sevgili Lord Amadeus. Hayallerimize hiç olmadığımız kadar yakınız. Bunun bizi mutlu etmesi gerekmez miydi ?"
"Karamsar konuşmak istemem fakat bu sarayda tahta oturmak mutlu olmaktan çok daha kolay."
"Haklısınız, belki de en başında farklı hayaller kurmamız gerekirdi."
Lauron, Alita'ya bu sözleri söyleten hissi biliyordu; vicdan azabı. Planı sözde kaldığı müddetçe onu korkutmamıştı. Fakat o an, pişman olmasa dahi peşini uzun yıllar bırakmayacak olan huzursuzluğun tesirine girmişti. İleride, tekrar ve tekrar yaptığının doğru olup olmadığını sorgulayacağını biliyordu.
"Solgun gözüküyorsun, bu kadar ayakta kalmamalısın."
Masaya doğru ilerlediğinde Alita da onu takip etmişti. Yazdığı mektubu katlayarak kitaplarından birini arasına sıkıştırmıştı. Omzunun üzerinden arkasına baktığında Alita onu izliyordu. Kendisi küçük masanın başına geçerken oturması için sağ tarafında kalan sandalyeyi çekmişti. Alita'nın bakışları mürekkep hokkası ve kitapları üzerinde geziyordu.
"Kâbuslar görüyorum, ardı ardası kesilmiyor. Kulağa acımasızca gelse bile küçücük bir bebeğe yaptıklarım için değil, kardeşime ihanet ettiğim için acı çekiyorum."
"Sen sıradan bir kadın değilsin, hiçbir zaman olmadın, bunu biliyorsun. Seçimlerin hayatın boyunca seni zorlayacak. Tıpkı şimdi olduğu gibi, nasıl hissedersen hisset doğru olanı yapmak zorundasın."
"Aynı sözleri kendi kendime ben de tekrarlıyorum; doğru olanı yaptın Alita, başka seçeneğin yoktu Alita. Yine de bu bir hain olduğum gerçeğini değiştirmiyor. Hagen da aynısı söylüyor Magnus da, sürekli kendi kanına ihanet eden bir hain olduğumu fısıldıyorlar."
Ellerini masanın üzerine yerleştiren Alita, işaret parmağında taşıdığı Hagen'a ait olan yüzükle oynuyordu. Bunu yaparken öyle kuvvetle bastırıyordu ki tenini kızartmıştı. Başını önüne eğmesine rağmen gözleri kitaplarının üzerindeydi. Lauron, onu gördüğü ilk anın aksine tereddüt ederek eline uzanmıştı. Parmakları birbirine değdiğinde, Alita yüzüğü ile oynamayı bırakmıştı. Fakat hala gözlerine bakmayı reddediyordu.
"Yıllar önce acı üzerine konuşmuştuk, hatırlıyor musun? O zamanda hissettiğin acının seni tüketmesinden korkuyordun. Kaçmamanı, yüzleşmeni, ne kadar canını yakarsa yaksın acıyı hissetmen gerektiğini söylemiştim. Canına kıymaktan dahi korkmuştun fakat iyileştin, güçlendin. Çünkü hissettiğin iyileşme acısıydı, bacağı kırılan bir çocuk gibi kaynayan kemiklerinin ağrısını çekiyordun."
"Bunu bana neden şimdi anlatıyorsunuz ?"
"Anlatıyorum çünkü çektiğin acı yıllar öncekine benzemiyor. Bu iyileşme acısı değil Alita, bu bacağı kırılan bir çocuğun iyileşme sancısı değil. Teslim olmaman gerek, eğer teslim olursan bu kez iyileşmeyeceksin."
Sözleriyle birlikte Alita renksiz dudaklarını sıkmış, boğuk sesiyle çünkü bu ölüm sancısı diye fısıldamıştı, beni tüketmekten başka hiçbir işe yaramıyor.
Ellerini kendine çekerek uzun parmakları ile solgun yüzünü ovmuştu. Yanı başında oturan Lauron, nefeslerinin sıklaşmaya başladığını fark etmişti. Alita başına örttüğü şalın göğsüne gelen ucunu kenara çekip elbisesinin boynundaki düğmeleri ile savaşmaya başlamıştı. Titreyen parmakları onu zorluyorken, Lauron ayağa kalkıp masanın diğer ucunda duran sürahiden su doldurmuştu. Tekrar yanına geldiğinde, bu kez sandalyesine oturmak yerine önünde diz çökmüştü. Aralarında onu rahatsız etmeyecek, güvenli bir mesafe bırakarak suyunu uzattığında Alita inleyerek elindeki bardağı yere fırlatmıştı. Kontrollü ve soğuk tavrını bir anda kaybetmişti, sandalyesinde otururken ona doğru eğiliyordu. Biraz önceki yakındığı halinin aksine gözlerini gözlerinden kaçırmıyordu, bilakis hesap sorarcasına üzerine dikmişti.
"Hagen'ı öldüğü gün değil, dün gece kaybettim. Bunun suçlusu benim, ona ihanet eden benim. Ama bir gün seni kaybetmek zorunda kalırsam, suçlusu ben olmayacağım."
Biliyor, her şeyi biliyor.
Lauron göğsündeki kurtla savaşmayı bırakmıştı. Şüpheleri artık ete kemiğe bürünmüştü. Fakat konuşurken, en azından söylemesi gerekeni, söylemek istediğini dile getirirken en ufak bir tereddüdü yoktu.
"Beni asla kaybetmeyeceksin."
"Sorman gereken tek bir soru var. İlk andan beri sormanı beklediğim tek bir soru var. Neden sormuyorsun ?"
Çünkü cevabı biliyorum diye düşündü Lauron. Geceden sabaha kadar, hatta tüm gün boyunca öğrencisi olan prenses ile görüşmek için çabalasa dahi reddedilmişti. Kendi içinde bunun iyiye işaret olmadığı ilk andan beri biliyordu. Alita'nın sözleri onun için şüphelerini reddedilemez bir berraklığa ulaştırmıştı.
"Çünkü cevabı biliyorum."
Alnı kırışan Alita kısa bir an gözlerinin içine bakmış, sonrasında ise içini çekerek sırtını tekrar ahşap sandalyeye vermişti. Soğukluğunu hissettiği elleriyle tekrar yüzünü ovmuş, dirseklerini masaya dayamışken ağzını kapatmıştı. Pencereden dışarıya bakan gözlerine yayılan hayal kırıklığını görebiliyordu. Dizlerinin üzerine doğrulduğunda konuşmak istese dahi ne söylemesi gerektiğini tam olarak bilememişti. Cama çarpan yağmur damlaları aralarındaki sessizliği doldururken sandalyesini çekerek masanın başındaki yerine tekrar oturmuştu.
Uzunca bir müddet konuşmadan, birbirlerine bakmadan, sadece yağmurun sesini dinleyerek aynı masada oturmuşlardı. Alita derin bir nefes alarak ellerini ağzının üzerinden çektiğinde Lauron devirdiği gözlerini kaldırabilmişti. Alita ona bakmayı reddediyordu, pencereye vuran yağmuru izliyorken çatallaşan sesi ile güçlükle konuşmuştu.
"Amcam senden ne istiyor? Muhbiri olmanı mı? Beni istekleri için ikna etmeni mi ?"
"Her ikisini de."
Alita onun arkasından her ikisini de diye mırıldanmıştı. Parmakları tekrar kardeşi Hagen'ın yüzüğünü bulmuştu, çevirerek oynuyorken aynı zamanda dudaklarını sıkarak gülümsemişti. Mutlu değildi, alay etmiyordu, kibrini yansıtmıyordu. Gözlerine çöken hayal kırıklığı gülümsemesinde tekrar can bulmuştu.
"Babam için satın alınamayacak hiçbir şey yoktu. Bizlere sürekli olarak, her şeyin ve herkesin bir fiyatı olduğunu söylerdi. Ona inanmazdım, biliyorsun. Fakat hata etmişim, görünen o ki haklı çıktı."
"Bu dünyada beni satın alabilecek kadar altın yok, bunu en iyi sen biliyorsun."
"Altın teklif ettiğini kim söyledi? Bu kadar bayağı bir adam olsan sanırım şimdiye kadar yollarımız çoktan ayrılırdı. Ne yaptığını tahmin etmek zor değil, amcamı tanıyorum. Birini yanına çekmek isterse onu altın, mevki, ayrıcalık, ihya edebileceği her imkân ile baştan çıkarmaya çalışır. Bu işe yaramazsa ya sevdikleri ile tehdit eder ya da sakladığı sırlarını önüne serip şantaja başlar. Öyle ya da böyle, altınla ya da şantajla, birini gözüne kestirdiyse onu satın alır. Ben bunu yeni öğrenmedim, uzun zamandır gelip benimle konuşmanı bekliyorum. İyi niyet gösterip gönüllü davranmanı istedim fakat bu olmadı. Şimdi söyle lütfen, seni tehdit mi ediyor yoksa benden bir şey mi saklıyorsun ?"
Lauron, belki de hayatı boyunca hiç olmadığı kadar kendini köşeye sıkışmış hissediyordu. Hâlihazırda hissettiği suçluluk duygusuyla kendi kendini hırpalamışken, Alita'nın söyledikleri canını yakmıştı. Bunun için ona kızamıyordu, olan bitenin iç yüzü bilinmedikçe dışarıdan nasıl gözükebileceğinin farkındaydı. Fakat yine de, hakkı olmadığını bilse dahi incinmişti, bunun önüne geçemiyordu.
"Kimse beni satın alamaz. Şartlar gerektirirse bu sarayı, krallığı arkamda bırakabilirim. Bu bir çözüm olmazsa, işi kimseye bırakmadan kendi canıma kıyarım. Ama asla, asla sana ihanet etmem. Hiç kimse, hiçbir şey beni buna zorlayamaz."
Hala pencereden dışarı izleyen Alita'nın gözleri kendi canıma kıyarım dediği an üzerine dönmüştü. Söyledikleri onu yatıştırmamış, bilakis öfkesini körüklemişti. Sesinin boğulması bir yana, konuşurken dudakları titriyordu.
"Aklımı kaybetmemi mi istiyorsun? Amacın bu mu? Nasıl bu şekilde konuşabilirsin ?"
"Böyle düşünme, tek istediğim seni asla tehlikeye atmayacağımı bilmen."
"O halde söyle, neyi saklıyorsun? Amcamın bilip benim bilmediğim ne var?"
"Alita, bu o kadar kolay değil."
"Asıl kolay olmayan ne biliyor musun? Dün gece neredeyse ölüyordum, gözlerimi açtığımda seni görmek istedim, ayağa kalktığımda seni görmek istedim, tüm gün seni görmek istedim. Fakat bunu yapamadım, ilk kez yanında olmaktan tereddüt ettim. Bunun için kimseyi suçlayamazsın. Kabul et ya da etme, ikimizi bu hale getiren sensin. Sakladığın, gizlediğin, sır tuttuğun şey her ne ise seni güçlü kılmıyor. Bilakis, sonumuzu getiriyorsun."
Alita herhangi bir şey söylemesine izin vermeden ayağa kalkmıştı. Elbisenin yakasındaki düğmeleri iliklemekle uğraşmamış, şalının ucunu göğsünü örtecek şekilde omzunun üzerine geçirmişti. Oturduğu sandalyeyi ittirerek bir adım geriye çıktığında gözleri tekrar birbirini bulmuştu. Arkasını dönmeye hazır olsa dahi, bakışları konuşması için ısrar ediyordu. Fakat Lauron, hala ne söylemesi gerektiğinden tam olarak emin değildi.
" Tabassa'ya gitmeyi aklından bile geçirme. Benimle konuşacaksın. Bugün, yarın ya da aylar sonra, benimle konuşacaksın."
* * *
Dairelerindeki boy aynasının önüne geçmiş, elindeki küçük havlu ile ıslak saçlarını kurulayan Alois aynı zamanda aynadaki aksini izliyordu. Saçlarının dalgaları, ıslanmaları ile birlikte daha vahşi bir hal almıştı. Daha önce hiç bu kadar uzadıklarını hatırlamıyordu, uçları neredeyse ensesini geçmek üzereydi.
İçini çekerek saçlarını bir kez daha alt üst ettikten sonra havlusunu omzunun üzerine bırakmıştı. Omzunun üzerinden arkaya baktığında havanın iyiden iyiye karardığını görmüştü. Hizmetçileri akşam yemeklerini hazırladıklarında çıkabileceklerini söyleyip kendini banyodaki havuzun sıcak suyuna bırakmıştı. Buna ne kadar ihtiyaç duyduğu o an daha iyi anlıyordu. Vücudu tüm gün adeta bir yay gibi gerilmişken, sıcak su ona hiç olmadığı kadar iyi gelmişti.
O aynanın önünden çekilmiş, omzundaki havlu ile kollarını kuruluyorken Alita sessiz sedasız dairelerine girmişti. Yüzü sabahkinden çok daha yorgun gözüküyordu. Alois tam da bunun için ona çıkışacakken, karısı yanına gelip bir kedi edasıyla kollarının arasına sızmıştı. Başını omzuna yaslamışken ona iyice sokulup kokusunu içine çekmişti, Alois elbisesinin üzerinden dahi vücudunun ne kadar soğuk olduğunu hissedebiliyordu.
"Çok güzel kokuyorsun."
"Su ve sabun, pek özel bir yanı yok."
"Biliyorum. Özel olan su ve sabun değil, sensin."
Alois elinde olmadan gülmüştü. Kolunun altındaki Alita'nın saçlarını şalının üzerinden öpmüş, kendisiyle birlikte balkonun önünde duran masaya ilerlemesini sağlamıştı. Hekimin akşam yemeği hazır olmadan önce getirdiği, boğazı için hazırlanan macun küçük, ahşap bir kâsenin içinde duruyordu. Sorgulamasına fırsat vermeden eline alıp, rengi safranı andıran yapışkan karışımı içindeki düz çubuğa sarmıştı.
"Sana güzel bir hediyem var, ağzını açman gerek."
"Hyvä Skurk, sen böyle konuşunca aklıma edepsiz şeyler geliyor."
"Maalesef edepsiz şeyler için fazla hastasın."
Sırıtan Alita, uzattığı çubuğu ağzına aldığı an yüzü buruşmuştu. İrkilerek elini ağzına kapattığında masanın üzerindeki sürahiye doğru atılmıştı. Elinde hala macun kâsesini tutan Alois, önüne geçip onu durdurmuştu. Hekim, macunun işe yaraması için bir müddet üzerine bir şey yiyip içmemesini özellikle tembih etmişti.
"Hayır hayır hayır, su içmek yok."
"Alois, sen beni öldürmek mi istiyorsun? Lanet girsin, bu şeyi nereden buldun ?"
"Şikâyet etme, tadı kötü olabilir ama boğazına iyi gelecek."
Hala yüzünü ekşiten Alita homurdanarak kollarının arasından çıkıp önlerinde duran sandalyelerden birine oturmuştu. Başındaki şalı çıkartırken hala ona macun hakkında söyleniyordu. Aldırış etmeyen Alois yatağın önündeki kadife divana geçerek belindeki havluyu çıkarmıştı. Vücudunu uzun uzun kuruladıktan sonra üzerini değiştirmişti. Hala nemli olan saçlarını elleriyle düzeltiyorken masanın ucunda oturan Alita'ya dönmüştü. Arkasına yaslanmış onu izliyordu, göz göze geldiklerinde ikisi de sırıtmak zorunda kalmıştı.
"Ne? Hep sen beni izleyecek değilsin."
"Hayatım, senin muhteşem kalçaların ve güzel göğüslerin var. Maalesef benim aynı göz zevkini sunabileceğimi sanmıyorum."
Gülen Alita masadan destek alarak ayağa kalkmış, yanını bulduğunda elini kavrayıp parmak uçlarında yükselerek yanağını öpmüştü. Geri çekildiğinde, onu kendisi ile birlikte yemek masalarının olduğu bölmeye sürüklüyordu.
"Karnım kurt gibi aç, beni doyurman gerek."
"Alita, farkında mısın bilmiyorum ama şansını fazla zorluyorsun."
"Ne? Ne söyledim şimdi? Karnım açıktı, yemek yemek istiyorum. Sen her şeyi anlamak istediğin gibi anlıyorsun."
Birbirlerine sataşarak, onlar için hazırlanan yemek masasına oturmuşlardı. Alita, akşam için bilhassa istediği balık çorbasından iki kâse içmişti. Rahatsızlığı onu fazlasıyla yorup hırpalasa dahi iştahına dokunmaması Alois'i sevindiriyordu. Kâbus gibi geçen gecenin ardından akşam yemekleri oldukça huzurluydu. Birlikte olanları, günün nasıl geçtiğini konuşuyorlarken Alita sonunda onu huzursuz eden konuyu tekrar ortaya çıkarmıştı.
"Bugün amcamla ilerisi hakkında konuştuk. Sana söylediklerimi ona da anlattım. Karşı çıkmasa dahi şüpheleri var, kendince koşullar öne sürdü. Duyacakların hoşuna gitmeyebilir fakat bunları seninle konuşmam gerek."
İçine derin bir nefes çeken Alois, önünde duran tabağı ittirerek şarap dolu bardağına uzanmıştı. Girişecekleri konuşma için hiç hazır değildi. Tüm bunlar onu kötü bir şaka gibi geliyordu. Baba olma fikri dahi uzak geliyorken kral olabileceğini düşünmek tüylerini ürpertiyordu.
"Seni dinliyorum, umarım sevgili amcan beni hadım ettirmek istemiyordur."
"Sanmıyorum, durum bu kadar kişisel değil. Dediğim gibi ilk duyduğunda hoşuna gitmeyebilir fakat durup düşündüğünde neden endişe ettiğini sen de anlayacaksın."
"Lafı bu kadar dolandırdığına göre altından bir felaket çıkacak olmalı."
"Tam olarak felaket olduğu söylenemez fakat yine de nahoş bir durum. Biliyorsun, ben karın olarak senin soyadını taşıyorum. İleride doğacak çocuklarımız da Hallstein ismini alacaklar. Amcam, eğer kraliçe olarak tahta çıkarsam ileride ailenin hak iddia etmesinden çekiniyor. Bu yüzden, açık açık değilse bile Hallstein ailesinin tek başına tahtta hak iddia edemeyeceğine dair bir anlaşma imzalatmamı istedi. Bunu bir tür hak feragatnamesi olarak düşünebilirsin."
Dirseğini sandalyesinin geniş kulpuna yaslanmış olan Alois duydukları ile birlikte yavaşça başını sallamıştı. O gün, yaşananlardan sonra tedirgin olan ailesi ile görüşmüş, Alita'nın gayet sağlıklı olduğunu anlatmıştı. Bebekleri olacağı müjdesini verdiğinde annesinin neredeyse gözleri dolmuştu. Ona sıkı sıkı sarılıp defalarca kez tebrik etmişti. Fakat babası Alva pek huzurlu gözükmüyordu. Onu köşeye çekip karısının kimin zehirlemiş olabileceği ve taht için kimin düşünüldüğüne dair birçok soru sormuştu. Alois, Alita'nın kraliçe olma istediğini ona açıklamamıştı. Babasının bu tür hırslara zafiyeti olduğunu biliyordu. Karısının bahsettiği feragatname önerisi o duysa, sarayı birbirine katacağına emindi.
"Tahta çıkman bu feragatnameyi mi bağlı ?"
"Büyük ölçüde, evet. Fakat konuşmamız gereken bir husus daha var, feragatnameye göre daha kişisel ve daha hassas bir konu."
"Gökler aşkına. Ne istiyor, benden boşanmanı mı ?"
Alita hayır, saçmalama derken gözlerini ondan kaçırmış, kekelemişti. Alois ne söyleyebileceği tahmin edemiyordu fakat karısının bu hali onu hiç olmadığı kadar tedirgin etmişti. Alita'nın alelade bir konuyu konuşmakta tereddüt etmeyeceğini biliyordu.
"Tahta çıktığımda kral ilan edileceksin. Benim ailemde güç söz konusu olduğunda kadın ya da erkek ayrımı yapılmıyor. Fakat aynı şey bu krallık için söz konusu değil. Taht için meşru varis olmam, hanedan soyundan gelmem kimsenin umurunda olmayacak. İnsanlar sadece kadın olduğum için senin arkandan gelmek isteyecekler. Bu bana doğru gelmiyor, kabullenemiyorum."
"Korktuğun şey bu mu? Alita, benim nasıl bir adam olduğumu biliyorsun. Kral olmayı, insanlara hükmetmeyi bir kenara bırak, ben bu sarayda kalmak dahi istemiyorum."
"Bunun bir önemi yok Alois. O tacı başına taktığın an, iste ya da isteme insanlar seni takip edecekleri yeni önderleri olacak görecekler. Ben kimsenin umurunda bile olmayacağım."
"Ne yapmamı istiyorsun o halde? Sevgili amcan benden ne talep ediyor?"
"Bu kararı sadece amcamın üzerine yıkamam, aynı şeyi ben de talep ediyorum. Ortak yönetimden yana değilim. Birlikte tahta çıkacağız, kral ve kraliçe ilan edeceğiz. Fakat güç paylaşımında bulunmayacağız. Sen sadece kral ünvanını elinde tutacaksın. Dediğim gibi, bu sadece amcamın değil, aynı zamanda benim de isteğim."
Alois elinde olmadan bir an öncesini düşünmüştü. Gücü istememesini belki de en büyük sebebi buydu. Birbirlerine sarılıp edepsiz şakalar yapıyorlarken her şey sıcak ve samimiydi. Fakat aralarına paylaşılması gereken ülke tahtı girdiğinde, ikisi de gerilmiş ve huzursuzlaşmıştı.
Karısının büyük bir kararlılıkla dile getirdiklerini düşündü. Açıkça söylemese bile ne istediğini anlamıştı. Bu onun için hiçbir önem teşkil etmiyordu. Alois ne gücü ele geçirmekten ne de kral olmaktan yana değildi. Fakat Alita'nın önerisini kabul etmesi insanların önünde onu nasıl bir hale getirir tahmin edemiyordu.
"Beni konsort kral ilan etmek istiyorsunuz."
"Bu şekilde kulağa hoş gelmediğinin farkındayım. Sana güvenmiyor değilim Alois, bilakis bu yükümlülüklerin hiçbirini istemediğini biliyorum. Fakat sen de beni anlamak zorundasın, bu gönüllü olduğum bir durum değil. Eğer ortak yönetim söz konusu olursa, benim hükmümün bir değeri kalmayacak."
Şarabından içen Alois ilk anda olduğu gibi usulca başını sallamıştı. Düşünceleri, hisleri birbirine girmişti. Ne yapması gerektiğini bilmiyorken, öylece herhangi bir cevap vermek istemiyordu.
"Bana zaman ver, herhangi bir karara varmadan önce düşünmek istiyorum."
"Elbette, şu an bir cevap vermeni beklemek saçma olur. Fakat önümüzde uzun bir zaman yok Alois. Harvey Dúpont Calabar'dan kaçtı. Çok yakında tüm krallığa yeğenimi benim öldürdüğümü yayacak. Tahtın boş kalması hepimizi önünü alamayacağımız bir kaosa sürükleyebilir. Hızlı ve en doğru şekilde hareket etmemiz."
Alois daha o andan boğulduğunu hissetmeye başlamıştı. Gözlerini devirip içini çekerek oturduğu yerde doğrulmuştu. Şarabından geriye kalanı bir kerede içtikten sonra bardağını masanın üzerine bırakmıştı. Alita, açıkça olmasa dahi onu bir karara varmaya zorluyordu. Dile getirmese dahi bu durum hoşuna gitmemişti.
"Dük Dúpont'un buradan Reneen'e gitmesi en iyi ihtimalle on gün sürer. Korktuğun bir iç savaşsa, bir ordu toplaması çok daha fazla zamanını alır. Benim senden istediğim bir ya da iki gün."
Aldığı cevap Alita'yı memnun etmemişti. Gerilen dudakları ile gülümsemesine rağmen, Alois elindeki su bardağını nasıl sıktığını görebiliyordu. Bu lanet taht bizim sonumuzu getirecek diye düşündü, daha ilk andan sahip olduğu iç huzuru elinden almıştı.
Ağzını silerek yerinden kalkan Alita'nın hiçbir şey söylemeden dairenin içine geçmesini beklerken, karısı ona sokulup arkasından kolunu omzuna sarmıştı. Parmaklarını nemli saçlarının arasında gezdirip eğilerek sıklıkla yaptığı gibi boynunu öpmüştü. Yanaklarını birbirine yaslamışken aynı zamanda kısık sesi ile fısıldıyordu.
"İstediğin kadar düşün sevgilim, sonunda doğru olanı yapacağını biliyorum."
İki Gün Sonra
Çalışma odasında, önüne açtığı defterine notlar Victor sırtının ağrıdığını hissettiğinde içini çekerek arkasına yaslanmıştı. Normal bir günde, belinden omuzlarına doğru bir çift kanat gibi yükselen bu sancıya pek aldırış etmezdi. Zihnini bulandırmadığı sürece yorgunluk, hastalık ya da ağrı onu durdurmazdı. Fakat son günlerde, kendini hiç olmadığı kadar bitkin hissediyordu. İş yükü artmış değildi, Kral Hagen öldüğü günden beri sarayın temposu yoğundu ve o buna ayak uydurmakta zorlanmıyordu.
Onu böylesine yoran, Alita'nın ölebileceği ihtimaliydi. Üç gün önce, kadının zehirlendiği haberi tüm saraya yayıldığında Victor ne yapacağını bilememişti. Kapıldığı telaşı kendi kendine dahi tarif edemiyordu. Yıllarca herkesten sakladığı sır bir anda önemsiz bir detaya dönüşmüştü. İnsanların ne diyeceğini umursamadan Alita'nın kocası ile paylaştığı dairenin kapısına dikilmiş, inatla onu görmek istediğini tekrarlamıştı. Aldığı karşılık ise koca bir hiç olmuştu, Lord Gustav'dan Alois'e kadar herkes tarafından reddedilmişti. Tek istediği, âşık olduğu kadının iyi olduğunu kendi gözleriyle görmekken bunu başaramamıştı.
En başta bu durum onu öfkeyle yakıp tükenirken, zamanla kendi kendine iyi olduğu için sevinmesi gerektiğini tembih etmişti. Yine de bu içine düştüğü yorgunluğun önünü alamamıştı. Günlerdir, ne yapması gereken hesaplara ne de okuduğu raporlara kendini veremiyordu. Öfke ve üzüntü, tüm vücuduna kanını emen bir böcek gibi yapışmıştı.
Dirseklerini önündeki masaya dayamış, kendine gelmek için yüzünü ovuyorken tek başına olduğu odasının kapısı bir anda hırsla açılmıştı. İrkilerek başını kaldırdığında, karşısında Alois duruyordu. Neden olduğunu bir şekilde nefes nefeseydi, yüzü boynundan itibaren kızarmaya başlamıştı. Bir şeylerin yolunda gitmediği fark etmesi için daha fazlası gerekmiyordu. Önündeki defteri kapatarak ayağa kalktığında çıkışarak söylenmişti.
"Yavaş olsana be adam, ahıra mı giriyorsun ?"
Alois sözleri karşısında histerik bir kahkaha atmıştı. Kendinde değil diye düşündü, her zaman aptal bir çocuk olarak gördüğü Alois'in gözlerine daha önce hiç karşılaşmadığı tekinsiz bir ifade yerleşmişti. Ona doğru yürürken sesini kontrol etmeden bağırıyordu.
"Hatırlıyor musun bir keresinde sana yumruk atmayı denersem nereden çıktığı belli olmayan on beş adamın üzerime çullanacağını söylemiştin."
"Alois, sen sarhoş musun? Eğer öyleyse işim var, seninle uğraşamayacağım."
Sözlerine aldırmayan Alois bir anda aralarında duran masayı aşıp karşısına geçerek yüzüne tahmin edemediği sert bir yumruk atmıştı. Dengesini kaybeden Victor, eliyle ağzını kapatarak arkaya doğru sendelemişti. Kendini kaybetmiş gibi duran Alois hala kıpkırmızı yüzü ile bağırıyordu.
"Hiç olmadığım kadar kendimdeyim, şerefsiz piç."
Bir an için toparlanamayan Victor eline bulaşan kanı gördüğünde eğdiği başını kaldırmıştı. İlk yumruğun şaşkınlığını üzerinden atamamışken, ilerleyip üzerine gelen Alois diğer birini daha yüzüne geçirmişti. O acıyla inleyerek arkaya doğru sendelerken Alois küfür ederek gömleğinin yakasını kavramıştı. Kafa atmaya hazırlanıyorken, toparlanan Victor dirseğini yüzüne geçerek onu kendinden uzağa itmişti.
"Sen ne yaptığını sanıyorsun aptal herif !"
Kan sızan burnunu elinin tersi ile silen Alois karşılık olarak bağırarak tekrar üzerine yürümüştü. Victor, onu tekrar ittirmeye hazırlanırken Alois hızla gelip vücudunu ona çarparak sırtını odasındaki ahşap kitaplığa vurmasını sağlamıştı. Raflardan tutunarak ayakta kaldığında, dizini karnına geçirmişti. Acıyla bağıran Victor, doğrulabildiği an kaçmasına fırsat vermeden yumruğunu Alois'in çenesine patlatmıştı. Sersemlettiği an, yakasını kavrayarak onu kendine çekmişti. Bir dahi beklemeden kafasını yüzüne geçirdiğinde acıyla inleyen Alois sendeleyerek yere düşmüştü.
Onlar birbirine girmişken zırhlı muhafızlar ardı ardına odaya doluşmuşlardı. Her biri öne atılmak için hazır bekliyorken nefes nefese olan Victor onlara doğru dönerek kapıyı göstermişti.
"Hepiniz dışarı çıkın! Hemen !"
Ona ait olan muhafızlar tereddüt ederek de olsa odayı terk etmişlerdi. Fakat Alois'in muhafızı Boldmin olduğu yerde duruyordu. İleri çıkıp efendisine yardım edecekken, olduğu yerde doğrulup ayağa kalkan Alois durmasını işaret etmişti.
"Sen de çık Boldmin."
"Fakat efendim-"
"Sana dışarı çık dedim !"
Alois adeta tüm sarayı inletircesine bağırdığı an Boldmin başını eğerek dışarı çıkmıştı. Ahşap kapı örtüldüğünde Victor karşısında dikilen Alois'e dönmüştü. Biraz öncekinin aksine, burnundan adeta oluk oluk kan akıyordu.
"Kuduz köpek, senin derdin ne ?"
Alois öfkeyle titreyen elini ceketinin cebine götürüp üzerinde mavi işlemeleri olan beyaz bir mendil çıkarmıştı. Bu, Victor'a yüzüne attığı yumruktan daha büyük bir şaşkınlık getirmişti. Ruyka diye düşündü. Evinde, kendine ait olan çalışma odasında kilitli bir kutuda sakladığı bu mendili Alois'in tek başına bulma ihtimali yoktu.
"Demek sonunda her şey ortaya çıktı."
Dişlerini sıkan Alois öfkeyle soluyarak üzerine atlayıp gömleğinin yakasını tekrar kavramıştı. Gözlerinin içine bakarken kendinden geçmiş gibi haykırıyordu.
"Şerefsiz piç, en başından beri benimle alay ediyordun, değil mi?"
"Kendine haksızlık etme, amacım alay etmek değildi. Sadece Alita'nın senin gibi aptal bir herifte bulduğunu merak ediyordum."
Öfkeyle haykıran Alois yakasını tutarak onu kendine çekip kafasını yüzünü geçirmişti. Victor dengesini kaybedip geriye doğru sendelediğinde tıpkı Alois gibi burnu kanamaya başlamıştı. Masasından tutunarak doğrulduğunda, acıyla inlemek yerine keyifle kıkırdıyordu.
"Sana karşılık vermeyeceğim, acını anlıyorum. Ben ateşe dokundum, sana sadece bir avuç kül kaldı."
"Seni öldüreceğim, beni duydun mu? Kimse seni benim elimden alamayacak."
"Bunu yapamayacağını ikimiz de biliyoruz. Hem neden bu kadar öfkelisin? Karının hayatındaki ilk erkeğin sen olduğunu mu sanıyordun ?"
Küfür ederek atılan Alois yüzüne geçirdiği yumruk ile onu yere sermişti. Ayağa kalkmasına fırsat vermeden üzerine çıkmıştı, yumruklarını ardı ardına yüzünde patlatıyordu. Acıyla bağıran Victor, tüm gücünü topladığında dirseğini karnına geçirerek yanına yığmıştı. Nefes nefese kalmıştı, yüzü kan içindeydi. Başını çevirdiğinde, yerde uzanan Alois ondan farkı yoktu. İkisi de tanınamaz bir hale bürünmüşlerdi. İçini çektiğinde, akan kan Alois'in genzine dolmuştu. Bununla birlikte doğrulduğunda kan saçarak öksürmeye başlamıştı. Hala olduğu yerde uzanan Victor ise kıkırdayarak gülüyordu. Sonunun geldiğinin farkındaydı, bu durum onu tamamen bitirebilirdi. Fakat o an bunu neredeyse hiç umursamıyordu.
"O kadar zavallısın ki Alois, sana sadece acıyorum."
Yazan ; İlknur DUMAN
* * *
https://youtu.be/_cF377eW0nU
Bu sefer ne bir şarkı ne de bir film sahnesi ile geldim. Gelecek bölüm büyük ihtimalle Alita ve Ruyka'nın yüzleşmesini göreceğiz. Size o kısımdan küçük bir kesit getirdim kjsdfsdf İzleyip hayal ettikçe kendimi tutamıyorum, sizi de biraz eğlendirmek istedim 😂
* * *
Arkadaşlar görüyorsunuz ki iplerin koptuğu, yumurtanın kapıya dayandığı, zurnanın zırt dediği yere gelmiş bulunmaktayız 👀 Alois sonunda her şeyi öğrendi, size zamanı gelince sahneye çıkacak dediğim sevgili Ruyka kuzenine atabileceği en büyük golü atmış bulunmakta 🧨⚔️🔪 Gelecek bölüm müthiş heyecanlı, müthiş olaylı ve müthiş patlamalı olacak, çok heyecanlıyım kjsfskds Okuyan herkes oy verip bölüm hakkında küçük de olsa fikrini paylaşırsa çok mutlu olurum ♥️ Hepinizi kocaman öptüm, ortalığı karıştırdım 👀 ve kaçıyorum, kendinize çok iyi bakın 😽♥️♥️
Not ; Alois'in elindeki mendili hatırlamayan suserlerin 15.bölüme geri dönmelerini tavsiye ederim.Victor Alita'nın ona hediye ettiği,üzerinde isimlerinin olduğu mendili hala saklıyordu.
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top