⚜️Bölüm 20 "Kral"⚜️
"Dies irae."
⚜️ ⚜️ ⚜️
"Çiçekleri kimin için topluyoruz ?"
Sıcak yaz güneşinin ışıkları cam kubbeden adeta üzerlerine dökülüyorken Lauron, Alita ile birlikte Cam Köşkteydi. Sıklıkla olduğu gibi elindeki tepsi ile öğrencisini bir adım arkadan takip ediyordu. Alita'nın üzerinde omuzlarını açıkta bırakan, siyah bir elbise vardı. Üzerinde ne bir taş ne de bir işleme yoktu, elbisesinin açık bıraktığı derin dekoltesini pırlantalarla çevrelenmiş zümrüt bir kolye ile süslemişti. Bir kuzgunun kanatlarını andıran parlak saçlarının sadece üst kısmını toplatmıştı, alt kısmı çıplak omuzlarından sırtına dökülüyordu.
"Bilmem, belki bu kez sizin odanıza yerleştiririz.
Alita, elindeki iri makasla kırmızı güllerden bir dal kesip arkasını dönerek tepsidekilerin arasına yerleştirmişti. Öylesine parlak ve canlılardı ki güneşin altında gerçek değilmiş gibi duruyorlardı. Memnuniyetle gülümseyen Alita, gözlerini çiçeklerinden ayırmadan elini yana doğru uzattığında peşinden ayrılmayan dilsiz hizmetçilerinden biri iri bahçe makasını elinden almıştı.
"Bu, en son hazırladığım reçete köklerini biraz zayıflatsa dahi renklerini daha iyi hale getirdi. Bir müddet deneyelim, eğer yapraklarına zarar vermezse bence bu şekilde devam etmeliyiz."
İçini çeken Alita, deri eldivenlerini çıkarıp tıpkı makası gibi hizmetçilerine doğru uzatmıştı. Topladığı çiçekleri soğuk gözleri ile dikkatlice süzdükten sonra yanı başında bekleyen kızlara dönmüştü.
"Rita, çiçeklerle ilgilenin. Güzel bir buket haline getirdikten sonra Lord Amadeus'un çalışma odasına bırakmanızı istiyorum. Vazosuna yerleştirdiğinizde size verdiğim yağdan suyuna bir iki damla katın. Sakın daha fazla olmasın, eğer çürürlerse bunu sizden bilirim."
Saçlarından kirpik uçlarına kadar vücutlarındaki tüm tüyleri bembeyaz olan ikizlerden Rita, başını eğerek ileri çıkmıştı. Lauron elindeki tepsiyi ona uzattığında, Alita insanları ürküten o soğuk ve kibirli bakışları ile ikisini süzüyordu.
"Çıkabilirsiniz."
Başlarını eğerek selam veren ikiz kardeşler, hizmet ettikleri prensese arkalarını dönmeden geri geri çekilerek bulundukları çiçeklerle çevrelenmiş, sınırı iri mermer saksılarla belirlenen koridordan çıkmışlardı.
"Bu zavallıların üzerine fazla gidiyorsun."
"Neden? Saçlarını okşamadığım için mi ?"
"Ben ciddiyim, senden canları pahasına korkuyorlar."
"Bu da onları tüm krallıktaki en iyi hizmetkârlar yapıyor, sevgili Lord Amadeus."
Lauron içini çekerek pes etmişti, Alita'yı daha yumuşak davranmaya ikna edemeyeceğini biliyordu. Geçen yıllar içinde, birlikte olduğu genç kadını birçok konuda eğitse dahi ona hizmet edenlere karşı tutumunu değiştirmesine yardımcı olamamıştı. Alita'ya bu konuda eğitim veren babası Kral Adon'du, kızına hizmetçiler dâhil onların altında olan herkesin kendilerinden korkması gerektiğini öğretmişti.
"Sizinle konuşmam gerek, son günlerde bana kızabileceğiniz bir iki şey yapmış olabilirim."
Teklifsizce koluna giren Alita göz ucuyla ona bakıyordu, iri dudaklarına muzip bir ifade yerleşmişti. Yaptığı her neyse ona kendini pek de kötü hissettirmediği açıktı. Birlikte ilerleyip bir iki adım ötelerinde kalan mermer banka oturduklarında ellerini kucağında birleştirip ona doğru dönmüştü.
"Hatırlıyor musunuz, size Victor'la konuşacağımı söylemiştim."
Alita adamın adını ağzına aldığı an, Lauron elinde olmadan gözlerini devirmek zorunda kalmıştı. Bundan sonra duyacaklarının tıpkı itiraf ettiği gibi pek de hoşuna gideceğini sanmıyordu. Tahmin etmeliydim diye düşündü, pervasızlığı bu safhaya gelmişken elbette uslu durmayacak.
"Lord Amadeus ?"
"Devam et lütfen, dinliyorum."
"Biliyorum, suçlu olduğumu düşünüyorsunuz. Fakat bana inanın, her şey bir anda gelişti. Baştan anlatmam gerek; Victor Hagen'ın cenazesinin olduğu gün sizinle konuştuğum esnada bizi dinlemiş. Tam ne söylediğimi bile hatırlamıyorum ama sanırım onun adını da anmışım. Alois'ten uzak durmasını söylüyorken beni birden köşeye sıkıştırdı. Karşı koymaya çalıştım fakat..."
Alita sözlerine devam edememişti, yüzüne ilk anda sahip olduğu şımarık gülümseme tekrar oturmuştu. Tekrar, pişman bile değil diye düşündü. Hâlihazırda göğsü huzursuzlukla sıkışmışken onun bu tavrı önünü alamadığı bir şekilde öfkelenmesine sebep olmuştu.
"Bunu gülerek mi anlatıyorsun ?"
Lauron'un daha fazla bir şey söylemesine gerek kalmamıştı. Sesini yükselmemişti fakat dile getirdiği tek cümle Alita'nın yüzündeki gülümsemeyi alıp götürmüştü. Sadece biraz önce, iki hizmetçi kızın titremesine sebep olan bakışları cesurca üzerinde gezemiyordu, suçluluk kireç gibi yavaşça diplerine çökmeye başlamıştı.
"Ben kötü bir şey yapmadım."
"Hiç sanmıyorum, umarım beni şaşırtırsın."
"Hyvä Skurk, adamla yatmış değilim. Aceleye gelmiş, basit bir öpücük; bu kadar tepki vereceğiniz bir durum yok."
Alita isyan etse dahi sesi kısıktı, ona bakarken dahi çekiniyordu. Lauron, her şey bu kadar hassas bir dengenin üzerindeyken, Alita'nın bu kadar umursamaz davranmasını asabını daha fazla bozmuştu. Adının Victor'la anılması hem aile içinde büyük bir yıkıma neden olabilir, hem de sarayda önü alınamayacak bir dedikoduyu peşinde getirebilirdi.
"Kocana ya da kuzenine ihanet ediyor olman umurunda değil, onu anladım. Peki, kendini hiç düşünmüyor musun? Aradan yıllar geçti, adamın ikinci çocuğu doğacak, sence o kadar da umurunda mısın? Muhtemelen evliliğinden sıkıldı ve kendisi için yeni bir heyecan arıyor. Çıkacak bir dedikodu ondan pek bir şey götürmez ama seni yerle bir eder, hayalini kurduğun tahta uzaktan dahi bakamazsın. Lütfen, sen bunu göremeyecek kadar kör müsün? "
"Lord Amadeus."
"Kraliçe olmaktan bahsediyorsun, basit bir taşralı kadın bile böyle ucuz bir heyecana kendini kaptırmaz. Büyük risklerin altına giriyorsun, eğer aklında geçenleri yaparsan belki ömrün boyunca rahatça uyuyamayacaksın. Her şey bu kadar bıçak sırtıyken, karşıma geçip gülerek eski sevgilinle nasıl öpüştüğünü mü anlatıyorsun ?"
Sözleriyle birlikte Alita'nın beyaz yanakları usulca kızarmaya başlamıştı. İlk andaki eğlenen ifadesi yüzünden çoktan silinip gitmişti, utanan gözlerine öfkenin sıcaklığı yansıyordu.
"Kimseye ihanet ettiğim yok, boş bir heyecana da kapılmış değilim. Bana yapılan haksızlığı en iyi siz biliyorsunuz. O adam bana aitti, o köşk benim için yapıldı, eğer kaderim zalim bir adamın elinden yazılmasa Hilde benim kızım olabilirdi. Yıllarca tüm bunlara sessiz kaldım, şimdi Victor'un her şeye rağmen hala beni sevdiğini öğrendiğim için mutlu olmam suç mu ?"
İçini çeken Lauron, bir an için elini alnına götürüp sıkıntıyla ovmuştu. Alita hiçbir zaman katı ahlak kuralları sahip bir kadın olmamıştı. Fakat Hagen'ın ölümünü onu önce alt üst etmiş, neredeyse akıl dengesini bozmuştu. Garip sesler duyan, paranoyaya kapılmış haline hiç olmadığı kadar endişelenirken, sahip olduğu görüyle birlikte büründüğü bu sakin fakat ruhsuz, pervasız hali onu adeta çileden çıkarıyordu.
"Sadece cevabını duymak için soruyorum; diyelim ki Victor hala sana deliler gibi âşık, bunun örselenen egonu okşamak dışında kime ne yararı var?"
Alita sorusuna gözlerinin içine bakmak dışında herhangi bir cevap vermemişti. İlk anda söyledikleri onu utandırsa da zamanla öfke galip çıkmıştı. Aralarında hâkim olan, kuş seslerinin eşlik ettiği kısa sakinlik yavaşça sıcak öfkesini de alıp götürmüştü. Lauron, onunla konuşurken kontrolünü kaybetmemek, öfkesine hâkim olmak için beklediğini görebiliyordu.
"Victor Mascarián, an itibari ile devletin ikinci adamı, amcamdan sonra onun sözü dinleniyor. Hala beni unutamadığını gördüğümde, içimdeki, yok olduğunu düşündüğüm o garip heyecan tekrar canlanmadı değil, yalan söyleyemem. Yirmi yaşındaki Alita bu heyecanın peşinde koşardı. O zamanları hatırlıyorum, itiraf etmesi güç olsa bile Ruyka Hilde'yi doğururken içten içe ölmesini dilemiştim. Şimdi ise her gün rahmimde kendi çocuğumu hissetmek için yalvarıyorum."
Alita, hala gözlerinin içine bakıyorken çekinerek ellerini ona doğru uzatmıştı. Kolunu kavrarken oturduğu yerde ona doğru sokulmuştu, hala aralarında ölçülü bir mesafe olsa dahi Lauron aşina olduğu kokusunu rahatlıkla duyabiliyordu.
"Alois'e asla ihanet etmem, onun gibi birini aldatmak kendime duyduğum saygıyı tamamen bitirir. Bana kızdığınızı biliyorum ama olanlar kontrolümde gelişmedi. Siz de biliyorsunuz, ileride her şey hiç olmadığı kadar karışacak. Bu karmaşadan benim yükselerek çıkmam gerek, Victor gibi etkili bir adamın desteğini almam işime yarayacaktır. Aptal bir heyecana kapıldığım yok, onun bu zaafını lehimize kullanabiliriz."
Lauron bu sözlerin gerçekliğinden şüphe ediyordu. Söyledikleri kulağa mantıklı gelse dahi pekâlâ ket vurduğu arzularına bir kılıf olarak da kullanılabilirdi. Kendi içinde çelişkiye düşmüşken bana yalan söylemez diye düşündü. Yine de, bir türlü Alita'nın doğruyu söyleyip söylemediğinden emin olamıyordu.
"Umarım ne kendini ne de beni kandırmaya çalışmıyorsundur."
"Size olan sadakatimden mi şüphe ediyorsunuz ?"
O ana kadar hata ettiğini düşündüğü Alita'ya olabildiğince yüklenmişti. Fakat kolunu kavramış, gözlerinin içine bakarak, kısık sesiyle sorduğu sorusu demir bir yumağa dönüşüp göğsüne oturmuştu. Lord Gustav ile olan görüşmesinin üzerinden neredeyse on gün geçmişti. Ne adamın onu tehdit ettiğini Alita'ya anlatmış ne de istediği gibi evliliğini bitirmesi üzerine konuşmamıştı. Hiçbir yöne doğru adım atmamasına rağmen kendini öğrencisine ihanet ediyormuş gibi hissediyordu. Ona göre böyle bir duruma sessiz kalmak ihanete değerdi. Alita'nın karşısında sandığından daha ciddi bir sorun vardı ve o hiçbir şey yokmuş gibi davranıyordu.
"Hayır, sadece hata yapmanı istemiyorum."
"O halde bana güvenmeniz gerek. Ne Alois'e ne de Ruyka'ya ihanet etmiyorum. Evet, Victor beni öptüğünde ona karşı koymadım, koyamadım. Fakat kendimi tanıyorum; o gün Alois'in yüzüne bakarken dahi güçlük çektim. Eğer içimde Victor'a karşı bir şeyler kalmış olsaydı ya da dediğim gibi yirmi yaşındaki Alita olsaydım onun benden nefret etmediğini öğrendiğimde hiçbir güç beni durduramazdı. Ama ben artık o genç kız değilim, hayattan da aşktan da daha fazlasını bekliyorum. Yine de , Victor'a karşı saldırgan olmamam gerek, onuelimizin altında tutmalıyız."
İkisi hararetle konuşuyorlarken, Alita'nın muhafızlarına ait ağır zırhın gürültüsü işitilmişti. Bununla birlikte genç kadın ona doğru eğdiği başını kaldırmıştı. Ellerini üzerinden çekip aralarındaki mesafeyi uzattığında, kırmızı güllerin yan yana dikildiği mermer saksıların bir ucundan baş muhafızı Bergnan belirmişti.
"Bir sorun mu var Bergnan? Rahatsız edilmek istemediğimi söylemiştim."
Öne çıkan adam başını eğerek selam vermişti, konuşurken gözleri hiçbir suretle Alita'nın üzerine dönmüyordu.
"Bağışlayın prenses hazretleri, önemli bir haber gelmiş olmasa böyle bir saygısızlıkta bulunmazdım."
Alita soğuk bakışlarını gölgeleyen kaşlarını kaldırarak şaşkınlığını göstermişti. Ellerini kucağında birleştirmişken, onu rahatsız ediyormuşçasına hanedan yüzüğü ile oynuyordu. Alışması zaman alacak diye düşündü Lauron lakin bunun için uzun vakitleri yoktu. Aldıkları haber ile birlikte kum saatlerindeki son tane de yığılan tepenin üzerine düşmüştü.
"Nedir bu önemli haber ?"
"Kraliçe Helma'nın sancıları başlamış, kendilerinin ebeler ve hekimlerle birlikte doğuma girdiği söyleniyor."
⚜️ ⚜️ ⚜️
"Bil diye söylüyorum; bu oldukça utanç verici."
Annesi ile birlikte at arabasından inen Alois, sıcak öğle güneşi altında elindeki ahşap saplı, işlenmiş hasırdan yapılmış şemsiyeyi tutuyordu. Annesi Inge hemen sağ tarafındaydı, gölge ikisini de güneşin ışığından korusa dahi sıcaklığa bir çare üretemiyordu. Ailelerine ait armayı taşıyan yük arabaları ardı ardına tapınak görevlileri tarafından yönlendirilirken kadının tıpkı onunkiler gibi açık yeşil olan gözleri üzerlerindeydi, herhangi bir eksik olup olmadığını kontrol ediyordu.
"Tanrıçaya adaklarımızı sunuyoruz, bunun neresi utanç verici ?"
"Anne, artık çocuk olmadığımın farkındasındır diye düşünüyorum. Beni canın istediği zaman kulağımdan tutup dua etmek için tapınağa getiremezsin."
Daha o gün, tapınağa gelmeden önce aldıkları koyunlar tapınağın arka tarafına giden ince patikada yürütülüyorlardı. Belli etmemeye çalışarak sayılarından emin olmaya çalışan annesinin gözleri üzerine dönmemişti. Fakat sıktığı dudaklarının arasından mırıldanarak söyleniyordu.
"Şikâyet etmek yerine minnettar olman gerekir, Alois. Yüce Tierra'ya karının rahmini senin çocuklarınla doldurması için adakta bulunuyoruz."
"O konuda herhangi bir ilahi yardıma ihtiyacım olduğunu sanmıyorum, teşekkür ederim."
Kısık sesi ile Alois diyerek çıkışan Inge'in bakışları bu kez üzerine dönmüştü. Ses tonu, ifadesi gayet kızgın olsa dahi Alois kendini tutamayıp sırıtmıştı. Onun bu hali kadını daha çok kızdırıyordu.
"O halde dua edelim babalarına çekmesinler."
"Hayatım, istediğin kadar dua edip tapınağın ahırını koyunlarla, ambarını da kocanın buğdaylarıyla doldurabilirsin. Alita ve benden çıkan çocuk pek de sağlam bir şey olmayacaktır."
Sözleri Inge'nin alnını kırıştırmıştı, öfkesi bir anda huzursuz bir meraka dönüşmüştü. Etraflarında koşuşan tapınak hizmetkârları ve muhafızları kolaçan ettikten sonra ona doğru sokulmuştu.
"Bu ne demek şimdi? Yoksa aranızda bir sorun mu var ?"
Alois elinde olmadan Alita'nın aklını kaybettiğinden şüphe ettiğini günleri düşünmüştü. Kaç gece uykusundan uyandığında onu boş duvar ile konuşurken bulduğu hatırlamıyordu, karısı o dönem kimsenin görmediği şeyler görüyormuşçasına etrafını korkarak, irkilerek izlemişti. Gecenin bir vakti balkon tırabzanlarına tırmanması ya da onu duvara fırlatmak istemesi Alois için son nokta olmuştu. Alita'nın sıradan bir kadın olmadığını karşılaştıkları ilk günden beri biliyordu, bu farklılığın ihtiva ettiği tehlikeyi ve dengesizliği Hagen'ın ölümünden sonra tüm çıplaklığı ile görmüştü.
"Hayır, sadece ikimiz insanların görmeye alışkın olduğu karı-kocalar gibi değiliz."
"Alois, eğer yolunda gitmeyen bir şeyler varsa benden saklamak zorunda değilsin. Prenses hazretleri inatla bizlerle bir ara gelmekten imtina ediyor, bunu Aksel ile aranızda oluşan nahoş duruma yormak istesem bile kuşkulanıyorum."
"Bunun Alita ile bir alakası yok, anne. O her seferinde sizlerle görüşmek istiyor, gelmemesi için ben saçma sapan bahaneler bulmak zorunda kalıyorum. Maalesef karımı gönül rahatlığıyla yanımda oturtabileceğim bir aile masamız yok."
Inge sözlerine herhangi bir karşılık vermemişti, Alois bahsettiği durumdan en az onun kadar annesinin de haberdar olduğunu biliyordu. Kırklı yaşlarının sonunda olan kadın başını sallayarak dudaklarını sıkmıştı, aynı zamanda omzunu okşuyordu. İkisi ailelerine ait olan arabanın birkaç adım ilerisinde dikiliyorken, tapınağın mermer sütunları arasından, beyaz, ince cüppesi ile birlikte Rahip Remus gözükmüştü. Kısa boyuna rağmen öylesine kiloluydu ki merdivenleri inerken yuvarlanacakmış gibi duruyordu. Beyaz saçlarının tepesi açılmıştı, kenarda kalan seyrek tellerini üste doğru tarayarak kapatmaya çalışsa dahi Alois'e göre bu daha komik duruyordu. Adamın telaşlı halini izlerken gülmemek için kendini sıkmıştı. Nefes nefese önlerine geldiğinde gülümseyerek onlara bakıyordu.
"Lord Hallstein, sizleri görmek büyük şeref. Sizi karşılaması için hizmetkârlarımızı göndermiştik, yoksa şahsınıza karşı herhangi bir kusur mu işlediler ?"
Alois bir şey söylemeden önce sadece gülümsemişti. Evlenmeden önce neredeyse görünmez bir adamdı. Ailesi ile ne zaman resmi sayılan bir ziyaret gerçekleştirseler, onun adı dahi anılmıyordu. Drindall'da tanınan bir ismi olsa dahi pek bir saygınlığa sahip yoktu. Her şey bu haldeyken, bir prensesle evlenip sarayda kolay elde edinilmeyecek bir mevkiiye getirilmesi onu başka bir kılıfa sokmuştu. O an, rahibin annesinden önce ona hitap etmesi kendini garip hissettirmişti.
"O şeref bana ve aileme ait, kıymetli zamanınızı ayırdığınız için minnettarım. Düşes hazretleri huzurunuza çıkmadan önce adaklarının yolculukta zarar görüp görmediğinden emin olmak istedi. Eğer sizleri sıkıntıya soktuysak lütfen özürlerimizi kabul edin."
Rahip Remus'un iri gözleri Inge'nin üzerine dönmüştü. Kadın bununla birlikte başını eğerek adama selam vermişti, başını kaldığında tıpkı Alois gibi hoşnut gülümsemesini gösteriyordu.
"Rahip hazretleri."
"Düşes Hallstein, cömert kalbinizin tanrılar katında karşılığını bulması için dua edeceğim."
Bununla birlikte Alois, annesi Inge ve Rahip Remus ile birlikte tapınağa geçmişlerdi. Asıl karşılama, ibadethanenin giriş kısmına hazırlanmıştı. Fakat Inge'in kontrol ısrarı Remus'u güneşe çıkma zahmetine sokmuştu, boncuk boncuk terleyen adamın bundan pek de hoşnut olduğu söylenemezdi.
Alois, Tierra Tapınağı dâhil ülkedeki tüm tapınakların başındaki isim olan, kraliyet konseyi üyesi Rahip Nigel'ı o gün orada göremeyeceğini biliyordu. Dük Dúpont iki gün önce maiyeti ile birlikte başkente gelmişti. Bununla birlikte taht için naip seçecek olan yüksek konseyin tüm üyeleri başkente toplanmıştı. Kraliyet konseyi, kralın bizzat seçtiği adamlardan oluşuyordu. Tedbir ve düzenden sorumlu olmanın yanında krala danışmanlık ettikleri söylenebilirdi. Fakat ülkedeki beş bölgenin düklerinden oluşan yüksek konseye kral karışamıyordu. Savaş, barış ve naiplik seçimi gibi hayati konuların oylandığı yüksek konseyde Kraliyet Toprakları bölgesini kralın kendisi değil elçi sıfatıyla kraliyet konseyinde oturan rahip temsil ediyordu. Bu yüzden, o gün yapılacak olan oylamada Waldorf ailesi için oyu Duviel ve Karaburun Dükü Ivar Waldorf kullanacaktı. Alita'nın ya da Lord Gustav'ın oy hakları yoktu, başkentin de içinde bulunduğu bölge Kraliyet Topraklarını temsilen oyu Rahip Nigel verecekti.
Sarayda böylesine büyük bir gün yaşanırken, Alois annesini kıramayıp tapınağa gelmiş olsa dahi vakit kaybetmek istemiyordu. Rahip Remus ve annesi Inge ile birlikte tapınağın sunakların olduğu ana ibadethanesine geçip toprağın efendisi, varoluşun sahibi olarak kabul edilen Tanrıça Tierra'nın devasa heykeli önünde diz çöküp dua etmişlerdi. Alois, yanı başında fısıldayarak dua eden annesinin tanrıçaya Alita ile olan evliliğinin kutsanması için yakardığını işitebiliyordu, kadın tıpkı söylediği gibi o gün, oğlunun sağlıklı çocukları olması için adak adadığını özellikle belirtmişti. Gözlerini kapatmış, kadife bir minderin üzerine diz çökmüşken birleştirdiği ellerini yüzüne yaslamıştı, Alois gibi öylesine değil içtenlikle yakarıyordu. Dua etmeyi bırakan Alois, yanı başındaki annesini dinliyorken elinde olmadan gülümsemişti. Kadının sözleri onu hem mutlu ediyor hem de hüzünlendiriyordu.
Yüce Tierra, ışığınla oğlumun yolunu aydınlat, onu karanlıkta bırakma, kutsal yoldaşlarını yanından ayırma, yalnız kalmasına izin verme. Huzurunda kutsanan evliliğini mutlu bir aileye dönüştür, karşında diz çöken oğlumu sağlıklı çocuklar ve uzun bir ömür ile kutsa.
Alois, dizlerinin üzerine yükselip ayağa kalktığında dua eden annesinin gözleri bir anlığına üzerine dönmüştü. Gülümseyerek üzerine eğilip saçlarını öptü, devam etmesini istercesine omzunu sıktı. Tamamen mermerden inşa edilen tapınağın uzak bir köşesinde onları izleyen Rahip Remus'a yaklaştığında bakışları ile hala tanrıça heykeli önünde dua eden annesini göstermişti.
"Rahip Remus, bugün akşam olmadan size belli bir miktarda altın göndereceğim. Bununla şehirdeki kimsesiz çocukları doyurup beslemenizi istiyorum. Yalnız hayır benim adımla değil Düşes Inge Hallstein adıyla yapılacak. Eğer ilgilenebilirseniz beni gerçekten çok mutlu etmiş olursunuz."
"Elbette lordum, tapınağımız yıl içinde birçok ihtiyaç sahibine yardımcı olmaya çalışıyor. Fakat tahmin edersiniz ki imkânlarımız bize uzanan her ele yetişecek kadar geniş değil. Sizin gibi hayırseverleri aramızda görmekten her zaman mutluluk duyarız."
Alois minnettarlığını göstermek istercesine başını eğmişti. Arkasını dönüp bir müddet daha dua eden annesini izlemiş, daha sonrasında tapınağın içinde küçük bir gezintiye çıkmıştı. Mermer sütunlarla çevrili binanın duvarları en az sarayınkiler kadar yüksekti. İnsan böyle bir yerde kendini küçücük ve önemsiz hissediyordu. Etrafındaki din adamları ve rahibelere selam vererek ilerlemeye devam etti. Tapınağın arka bahçesine çıkan hole ulaştığında, yüzüne ferah bir esinti çarpmıştı.
Memnuniyetle gözlerini kapatmış, iri mermer sütunların arasına girmişken, bahçedeki çimenlerin üzerinde seken kuzuyla oynayan bir genç kız fark etmişti. Üzerinde beyaz, uzun kolları rüzgârla birlikte uçuşan beyaz bir elbise vardı. Serbest bıraktığı uzun sarı saçları güneşin altında altından gibi parıldıyordu. Haleyi andıran, başındaki altın rengindeki yuvarlak taca tutturduğu beyaz şal saçlarını örtmüyor adeta süslüyordu. Rahibe olmalı diye düşündü. Tierra'nın rahibeleri saçlarını tamamıyla örtmemekle birlikte yuvarlak taçlarına sabitledikleri beyaz şal takıyorlardı.
Söğüt ağaçlarının gölgelediği çimenlerin üzerinde koşan kuzuyu sonunda yakalayan genç kız, olduğu yere oturup hayvanı kucağına alarak adeta bir çocuk seviyormuşçasına öpmeye başlamıştı. Kuzu meledikçe kıkırdayarak gülüyordu, sesi bahçedeki kuş seslerine karışmıştı. Ellerini ceplerine yerleştirmiş, mermer sütunların arasından onu izleyen Alois elinde olmadan gülmüştü. Karşısındaki kız onunla yaşıt duruyordu, daha küçük olduğunu söylese şaşırmazdı bile. Böylesine genç bir rahibe ile ilk kez karşılaşıyordu. Genç kız hem ilgisini hem de merakını cezbetmişti.
Ağır adımlarla merdivenleri inmeye başladığında, çimenlerin üzerinde oturan kız onu fark etmişti. Göz göze geldikleri ilk an kucağındaki kuzuyu indirerek ayağa kalkmıştı. Hâlihazırda yanakları kızarmışken, Alois utançla birlikte nasıl tüm yüzüne yayıldığını görebiliyordu. Ellerini önünde birleştirip başını eğmişti. Henüz ona yaklaşmamış olan Alois eliyle oturmasını işaret ederek zıplamaya başlayan kuzuya dönmüştü.
"Lütfen rahatsız olma, oturabilirsin."
Hala başını kaldırmayan rahibe çekingen bakışlarını bir an için üzerine çevirse dahi dediğini yapmamıştı. Alois, hareketli kuzuya sokulup kucağına aldığında ona doğru dönmüştü, yeşil gözleri bir an için üzerinde gezmişti. Belinde, tıpkı rahibelerin hepsinin taktığı altın rengi ip vardı. Ondan oldukça kısa duruyordu, başını ancak göğsüne yaslayabilirdi. Kilolu olduğunu söyleyemese dahi karısı Alita ile kıyasladığında hem yüzü hem de vücudu daha dolgundu. Düşük kapakları olan gözleri hareli bir maviye sahipti, dudakları tıpkı yanakları gibi kırmızıydı. Alois karşısındaki genç kızı rahibe olmak için fazlasıyla gösterişli bulmuştu. Lakin yüzündeki sıcak ışık ve masumiyet önünü alamadığı bir şekilde ilgisini çekmişti.
Elindeki kuzunun başını okşayarak yere eğilip çimlerden bir avuç koparmıştı. Bakışlarının karşısındaki rahibeyi utandırıyordu. Bu yüzden konuşurken tüm dikkatini eliyle beslediği kuzuya vermişti.
"Umarım tapınağının bahçesindeki çimlerle kuzu beslediğim için tanrıça beni lanetlemiyordur."
Alois'in kucağında tuttuğu kuzu çimi büyük bir keyifle yiyip bitirmişti. Avucunu yalamaya başlayınca kıkırdamıştı. Hayvanın beyaz ve yumuşak tüylerle çevrelenmiş gerdanını okşuyorken başını kaldırdığında, birkaç adım ötesinde duran rahibenin hala tam olarak üzerine dönmeyen çekingen gözlerle onu izlediğini fark etmişti. Kızaran yanaklarına saklamaya çalıştığı bir gülümseme yayılmıştı.
"Yüce Tierre merhamet taşıyan her eli affeder."
Rahibenin sesi ince ve hoştu, konuştuğu aksan ise ülkenin güneyinden geldiğini belli ediyordu. Bu Alois'in daha fazla dikkatini çekmişti. Hala kucağında tuttuğu hayvanı okşuyorken bir adım yaklaşıp aralarındaki mesafeyi kısaltmıştı.
"Calabar'da Güneykapı'dan bir rahibe göreceğim aklıma gelmezdi."
Sözleri genç kızı şaşırtmıştı. Ellerini önünde birleştirmişken, mavi gözleri ilk kez tamamıyla gözlerini bulmuştu.
"Lordum, bunu nasıl bilebilirsiniz ?"
"Drindall'dan geliyorum, karşıma bir güneyli biri çıktığında tanımak pek de zor olmuyor."
Rahibe gülümseyerek tekrar başını eğmişti. Alois, kucağında tuttuğu kuzuyu tek koluna iyice sararak temiz elini ona doğru uzatmıştı. Genç kız, güneşle birlikte parlayan yüzüklerin olduğu eline bakmış, sonrasında ise gözlerini çekinerek Alois'in yüzüne çevirmişti.
"Ben Alois, tanıştığıma memnun oldum."
Cevap vermeyen kızın bakışları hala eliyle yüzü arasında gidip geliyordu. Alois, yaptığı hatayı geç de olsa o an fark etmişti. Kendini Tierra'ya adayan rahibelerin evlenmeleri ve başka bir erkeğe dokunmaları yasaktı. Elini tekrar kendine çekerek özür dilemeye koyuldu.
"Özür dilerim, benim aptallığım. Bir an aklımdan çıktı, lütfen bağışla."
Rahibe özrüne karşılık sadece başını yavaşça sallamıştı. Sarı saçları esen rüzgârla birlikte hareketleniyordu. Yanakları hala utançla kırmızı olsa dahi bakışları ilk andaki ürkek halini bir nebze de olsa kaybetmişti. Alois düşünmeden edemiyordu; böylesine genç ve güzel biri kendini neden bir tapınağa adar ki?
"Senin adın ne ?"
"Lucilla."
"Tanıştığıma memnun oldum, Lucilla."
"O şeref bana ait lordum."
Alois, kucağındaki kuzunun başını okşadıktan sonra eğilerek yavaşça yere bırakmıştı. Zıplayarak etrafta koşmaya başladığında, Lucilla gülerek gözlerini onun etrafında çevirmişti. Onunla birlikte tekrar koşturarak oynamak için ne kadar hevesli olduğu bakışlarına yansıyordu. Kızın bu hali ona Drindall'daki günlerini hatırlatmıştı. Drindall Dükü olan babası hem tarım hem de hayvancılık ile ilgileniyordu. Yün ticareti gelir kalemlerinde önemli bir katkıya sahipti. Çoğu kez ahırda hayvanlarla ahırda uyumak zorunda kalan Alois koyunlar ve kuzularla iyi geçinmeyi henüz çocukken öğrenmişti.
"Tüm tapınak adağınız için size minnettar. Bu yıl kurak geçti, buğday fiyatlarının yükseldiği söyleniyor. Ne yapacağımızı düşünürken hepimizin imdadına yetiştiniz."
"Kendime hisse edinmek istemem. Adak fikri sevgili annemden çıktı, dualarınızda onun ismini geçirirseniz hem hak yerini bulur hem de beni mutlu edersiniz."
Gülümseyen Lucilla bakışlarını etrafta gezinen kuzudan onun üzerine çevirmişti. Kaşları ve kirpikleri de tıpkı saçları gibi altındandı. Kızın güzelliği baştan çıkarıcı olmaktan öteydi, bakışlarından mimiklerine kadar taşıdığı masumiyeti yansıtıyordu. Konuşurken sesi dahi kaşmir kadar yumuşaktı.
"Her ikinizin ismini de geçireceğimden şüpheniz olmasın."
"Hangi şehirden başkente geldin Lucilla ?"
"Waldriff lordum, Calabar'a on altı yaşındayken getirildim. İki yıldır buradayım."
Başını sallayan Alois, o an bakışlarını ondan kaçırmadan konuşan Lucilla'nın gözlerini daha net görebilmişti. Güneşle birlikte açılan rengi ona Alita'ya hatırlatmıştı. Bir rahibe bile böyle gülerek sohbet ettiğini görse bundan kesinlikle hoşlanmayacağını düşündü. İçinden geçirdiği beğenisi öğrense olacakları düşünmek dahi istemiyordu.
"Sen benden bile güneylisin. Yine de gözlerin ülkenin en kuzey ucunda yetişen karımı anımsatıyor, bakışlarınız farklı fakat o da senin gibi mavi gözlere sahip."
"Majestelerine herhangi bir şekilde benzemek benim için ancak bir lütuf olur, kendisinin güzelliği bir masal gibi anlatılıyor."
Lucilla'nın söyledikleri Alois'e Duviel'de Alita ile karşılaştığı ilk akşamı hatırlamıştı. Yemek salonundan içeri giren karısını gördüğü anda adeta nutku tutulmuştu. Alita'nın güzelliği alışılmışın dışındaydı, soğuktu, tüyler ürpertiyordu. Hali, tavrı öylesine mesafeliydi ki tüm akşam aynı masada, birkaç adım ötesinde oturmasına rağmen ulaşılmaz olduğunu düşünmüştü. Onu serseme çeviren keskin gözleri üzerine döndüğünde ne konuşması, ne söylemesi gerektiğini şaşırmıştı. Ki Alois, kadınlar konusunda her zaman kendine güvenirdi. Fakat Alita ile karşılaştığında dünyanın en güzel kadının karşısında olduğunu düşünmüştü, kalbi daha önce aşina olmadığı çaresiz bir heyecana kapılmıştı.
Aklı bir an için dört ay öncesine gitmişken, adının seslenildiğini işitmişti. Omzunun üzerinden arkasına döndüğünde annesinin biraz önce onun durduğu mermer sütunların arasında olduğunu görmüştü. Elini kaldırarak geleceğini işaret ettikten sonra güneşle kısılan gözlerini Lucilla'ya çevirmişti. Genç kız annesinin gelmesi ile birlikte başını eğmiş, bakışlarını tekrar ondan kaçırmıştı.
"Tanıştığımıza memnun oldum, Lucilla."
Lucilla cevap vermek yerine kızaran yanakları ile sadece gülümseyerek başıyla selam vermişti. Üzerindeki ceketin düğmelerini düzelten Alois, onu arkasında bırakarak tapınağa açılan merdivenleri tırmanmıştı. Onu bekleyen annesi Inge ile karşılaştığında, kadının onaylamayan bakışları üzerinde geziyordu.
"Sen adam olmayacaksın, değil mi ?"
Alois, annesinin kolunu kavrayıp kendisi ile birlikte iri mermer sütunun arkasına çekmişti. Ne için kızdığını gayet iyi tahmin etse dahi bunu kolayca itiraf etmek istemiyordu.
"Gökler aşkına, ne oldu? Daha biraz önce benim için dua ediyordun."
"Hata etmişim, boşuna uğraşıyorum. Buraya evliliğinin ve doğacak çocuklarının kutsanması için adak adamaya geldik, sen kalkıp rahibeleri ayartmaya çalışıyorsun."
"Anne, ne kadar kötü kalplisin. Rahibe Lucilla ile tapınak hakkında sohbet ediyordum, hepsi bu."
Dişlerini sıkarak içini çeken annesi tıpkı onunkilere benzeyen yeşil gözleri ile etrafı kolaçan etmiş, sonrasında ise kolunun etini parmaklarının arasına sıkıştırarak bükmüştü. Aynı zamanda öfkeyle mırıldanarak söyleniyordu.
"Sohbet etmek için o kadar rahibe arasından bu zavallı genç kızı mı buldun ?"
"Hayatım, eğer etimi sıkmayı bırakırsan belki konuşabilirim."
Inge sıktığı etini serbest bıraktığında Alois inleyerek geri çekilmişti. Henüz Alita'nın yarattığı çürüğün izinden kurtulamamışken bir yenisinin eklendiğini tahmin ediyordu. Uzun parmakları ile hala acıyan kolunu ovarken annesi tekrar üzerine eğilmişti.
"Artık evli bir adamsın, eğer kan bağın yoksa başka bir kadınla bu şekilde gülüşerek sohbet edemezsin. Hele de kötü bir şöhretin varsa, bunu asla yapamazsın Alois."
"Biraz abartıyor olabilir misin? Kız rahibe, yatağıma alacak değilim."
"İnan bana bu, dedikodu seven biri için durumu daha iştah açıcı hale getirir; Lord Hallstein, Tierra Tapınağında hizmet eden bir rahibenin bekâretini kirletti. Yüce Tierra, düşünmek dahi karnıma ağrılar sokuyor !"
Alois annesi ile fısıldaşarak tartışıyorken, diğer muhafızlarla birlikte tapınağın dışında bekleyen Boldmin ağır zırhının yarattığı gürültü ile birlikte köşede gözükmüştü. Annesi tarafından sıkıştırılan Alois adama daha fazla minnet duyamazdı. Oğlunu azarlayan Inge, yaklaşan muhafızı fark ettiğinde geri çekilerek duruşunu düzeltmişti. Boldmin, karşılarına çıktığında başını eğerek selam durmuştu.
"Lord Hallstein."
"Boldmin, sen insanların görüp görebileceği en yetenekli muhafızsın. Yanımda değilken dahi yardım çığlıklarımı işitebiliyorsun."
Alois'in sözleriyle birlikte Inge gözlerini tehditkâr bir havayla üzerine çevirmişti. Onun bu hali Alois'i güldürüyordu.
"Teslimatta bir sıkıntı mı çıktı? Umarım sevgili annemin adaklarının başına herhangi bir talihsizlik gelmemiştir."
"Buğdaylar ve küçükbaşlar sıkıntısız bir şekilde tapınağa taşınıyor. Saraydan önemli bir haber geldi, bir an önce size iletmem gerektiğini düşündüm."
"Sakın bana taht naibinin seçildiğini söyleme, o kadar geç kaldığımızı sanmıyorum."
"Haber Kraliçe Helma'yı ilgilendiriyor efendim. Kendileri doğuma girmişler, Davis size haber verilmesini söylemiş. Eğer isterseniz, hemen yola çıkabiliriz."
Alois bu haberi beklemese dahi büyük şaşkınlık yaşamamıştı. Kraliçenin doğumunun yaklaştığı saraydaki herkes tarafından biliniyordu. Yine de, tahtına naip seçileceği gün hükümdarın dünyaya gelmesi ona göre garip bir ironiydi. Yanı başındaki annesinin omzuna dokunup kendi ile birlikte ilerlemesini sağlamıştı. Yeşil gözlerini devirmişken aynı zamanda mırıldanıyordu.
"Umarım kraliçe hazretleri sağlıklı bir kral doğurur ve hepimizin başını büyük bir beladan kurtarır."
⚜️ ⚜️ ⚜️
Gustav, onu her adımında takip eden iki muhafızıyla birlikte görüşmelerin gerçekleştirilmesine bizzat karar verdiği Beyazkaya Sarayı'na ait büyük salona girdiğinde, yüksek konsey üyesi beş soylu dük ve yeğeni Prenses Alita kakmalarla süslenmiş, gösterişli ahşap masanın etrafında oturuyorlardı. İlk anda, herhangi birine selam vermek yerine masanın başucundaki yerine geçmiş, sandalyesini çekip oturduktan sonra önünde duran bardağa uzanmıştı. İçerisinde şarap olduğunu fark ettiğinde, bakışlarını çevirmeden elini arkasına uzatıp seslenmişti.
"Su içmek istiyorum."
Yüksek mermer duvarın dibinde bekleyen hizmetçilerden biri ileri çıkıp elindeki bardağı alarak onun için su getirmişti. Gustav, karşısında onu bekleyen insanlara aldırış etmeden suyunu içmiş, ceketinin cebinde taşıdığı mendili ile ağzını sildikten sonra içini çekerek bakışlarını kaldırmıştı. O an masada Batıkent ve Rabat Dükü Matta Káde, Güneykapı ve Drindall Dükü Alva Hallstein, Gölvadi ve Reneen Dükü Harvey Dúpont, Karaburun ve Duviel Dükü oğlu Ivar Waldorf, Kral Toprakları ve Calabar'ı temsil eden Rahip Nigel ve son olarak yeğeni Prenses Alita oturuyordu. Ülkenin en güçlü insanları uzun bir müddet sahibinin oturamayacağı ülke tahtına naip seçmek için bir araya gelmişlerdi. Görüşme, hâlihazırda sahip olduğu bu başlıkla bile yeteri kadar önemliyken Helma'nın vakit henüz öğleyi bulmadan doğuma girmesi her şeyi biraz daha gergin hale getirmişti. Doğacak bebeğin cinsiyeti, sağlığı, boyu, kilosu; her ayrıntı bir anda merak edilir olmuştu. Kraliçe neredeyse sabahtan beri doğumdaydı. Tahtı için naip seçilen hükümdar her an doğabilirdi.
Gustav, saraya hâkim olan şeffaf gerginliğin içerisinde denge kurmaya çalışıyordu. İtiraf etmesi güç olsa dahi bu durum sinirlerini yıpratmaya başlamıştı. Damadı Kral Hagen'ın ölümünden neredeyse bir ay sonra saraya gelen Harvey Dúpont onu rahatsız eden unsurların başında geliyordu. Adamın Hagen'ın ölümünden sonra yüklü miktarda buğday ithalatı yaptığı kulağına çalınmıştı. Bunu kurak ve verimsiz geçen mevsimlere bağlamak istese dahi içgüdüleri onu altında başka sebep aramaya itiyordu. Bir ordu beslemeye hazırlanması, başlarına gelebilecek en kötü ihtimaldi.
Alita ise canını sıkan bir başka durumdu. Parmağında hükümdarlık nişanı olan hanedan yüzüğünü taşıyan yeğeni kendi kabuğuna çekilen sessiz bir yılana dönüşmüştü. Hakkı olanı almaktan geri durmayacağını söylemesine rağmen, naip seçiminde aday olmayıp onu destekleyeceğini dolaylı bir şekilde ona iletmişti. Bu tavrı anlasa dahi mantıklı bulmuyordu, Alita'nın bebeğe bir şey olması halinde tahta çıkmakta ısrar edeceği oldukça açıktı. Fakat her şey bu kadar belirsizken, bu kadar cüretkâr davranması onu endişelendiriyordu. Kendi yeğenine, özellikle de Hagen'ın çocuğuna herhangi bir şekilde kast edeceğine ihtimal vermese de, Helma'nın dairesine girmesini yasaklamıştı. Onun adına casusluk yapan Saline'i de aynı şekilde kraliçenin hizmetinden çıkarıp saraydan sürmüştü. Bu hamlelerin karşılıksız kalmayacağını biliyordu, yine de yapması gerekeni yapmaktan geri durmamıştı.
"Saygısızlık olarak addetmezseniz uzun bir konuşma yapmayı planlamıyorum. Siz soylu misafirlerimizi görmek her zaman için büyük şeref fakat kabul edersiniz ki pek de mutlu bir durum için bir araya gelmiş değiliz. Sevgili yeğenim Kral Hagen'ı kaybettik. İçten taziyeleriniz için ailem adına bir kez daha teşekkür ediyorum. Yüce Skurk, aramızdan kıymetli bir nefes aldı, Kral Hagen'ın izini taşıyan bir başka kıymetli nefes ile bizleri şereflendirecek."
Gustav inandığı Skurk'un ismini andığında, masanın bir ucunda oturan Rahip Nigel oldukça rahatsız olmuştu. Bunu homurdanarak nefes alıp belli etmekten de çekinmemişti. Hem Alita hem de Ivar'ın soğuk gözleri aynı anda yaşlı adamın üzerine dönmüştü. Yan yana oturan kuzenler başka herhangi bir tepki vermeseler dahi bakışları hoşnutsuzluklarını gösteriyorlardı.
Aynı masayı paylaşıp hoşnutsuz olan isimlerin arasında Harvey Dúpont da dâhildi. Gustav, salona girdiği ilk andan beri Alita'nın üzerinde gezen bakışlarının farkındaydı. Helma'nın yeğeninden nasıl korktuğunu, nasıl çekindiğini biliyordu. Titreyerek ağlayıp Alita'dan nasıl korktuğunu anlattığında onu bizzat dinlemişti. Aynı şikâyetleri babasına da ilettiğinden neredeyse emindi. Dük Dúpont, Alita'ya karşı duyduğu rahatsızlığı dillendirmekten de geri durmamıştı.
"Sevgili Lord Gustav, eğer hata ediyorsam lütfen beni bağışlayın fakat Prenses Alita'nın bu masada hangi vasıfla oturduğunu sorabilir miyim? Kendisinin herhangi bir dukalığı temsil ettiğini sanmıyorum."
Harvey'in çıkışı ile birlikte, tam karşısında oturan Alita mavi gözlerini kaldırarak gülümsemişti. Gustav, ne kadar korksa dahi genç kadın bu sözler karşısında olabildiğince tehditkâr duran gülümsemesi dışında herhangi bir tepki koymamıştı. Gözlerinin içine bakan Ivar'ın konuşmamak için kendini güçlükle tuttuğunu görebiliyordu. Hâlihazırda masanın gerilimi oldukça fazlayken ilk anda zirvesine ulaşmıştı.
"Bir naip seçmek için buradayız. Prenses Alita Kral Adon'un kızı ve Kral Hagen'ın kız kardeşi, doğması beklenen hükümdar yeğeni olacak. Kendileri kraliyet ailesine mensup, oy hakkı olmayabilir fakat naip olabilmek için her türlü hakka sahip."
"Sözlerinizde elbette haklısınız. Fakat hepimizin bildiği üzere prenses hazretleri artık Hallstein soy ismini taşıyor, bir kadın olduğuna değinmeye gerek dahi duymuyorum."
"Maalesef, ailemiz böyle bir geleneğe sahip değil. Kadın ya da erkek fark etmeksizin Waldorf kanı taşıyan herkesin hakları aynıdır."
Sözleri karşısında Harvey sessizliği korumuştu, devirdiği gözleri durumdan pek de memnun olmadığını belli ediyordu. Karşısında oturan Alita ise hala aynı gülümsemeye sahipti, dikkatle onu izliyordu.
"Dük Dúpont."
Harvey Dúpont, o ana kadar sessiz kalan Alita'nın adını seslenmesi ise bakışlarını kaldırmıştı. Aralarındaki gerilim ağır bir koku gibi etrafa yayılıyordu. Birbirine kenetlenen gözleri birer silaha dönüşmüştü.
"Adım Alita Waldorf-Hallstein, öğrenseniz iyi edersiniz."
"Kulağa uzun geliyor, sanırım Alita Hallstein olarak hatırlamayı tercih edeceğim."
Gülümseyen Alita'nın üst dudağının kenarı seğirmişti. Masadaki herkes bunu gayet insani bir tepki olarak görse dahi Gustav altında yatan anlamın farkındaydı; Alita oldukça öfkelenmişti ve kendini zor zapt ediyordu. Çocukluğundan beri Alita'nın yüzündeki seğirmeler bir şeylerin yolunda gitmediğinin en büyük göstergesiydi.
"Şükürler olsun ki bu masanın dışında değerli fikirleriniz pek de önem teşkil etmiyor."
"Masa genelinde bakarsak; evet haklısınız, sözlerim önem teşkil etmiyor olabilir. Fakat unutmamak gerek, tüm ülke bu soylu efendilerden oluşmuyor."
Gustav, herkesi geren bu tartışmanın devam etmesinden yana değildi. Bu yüzden, boğazını temizleyerek araya girip dikkatleri üzerine toplamıştı. O konuşmasına başlamışken, Alita adeta karşısında oturan adamın boğazına sıkıyormuşçasına hırsla önündeki bardağa uzanıp şarabından içmişti.
"Saygısızlık etmek istemem fakat bugün çok daha önemli bir görev için buradayız. Cãstelion tahtına bir naip seçilmesi gerek. Kraliçe Helma doğuma girdi, öyle umuyorum ki gün batmadan bir hükümdara sahip olacağız. Lakin hepimizin bildiği üzere kendisinin tahta oturup ülkesini yönetmesi oldukça uzun bir zaman alacak. Bu durum, bugün burada varacağımız kararı hayati kılıyor."
"Oylayacağımız adaylar belli mi? Masada sevgili oğlunuz ve yeğeniniz oturuyorlar, onlar ve sizin aranızda mı seçim yapmamız gerekecek ?"
Rahip Nigel'ın sözleri ile birlikte Gustav'ın bakışları oğlu Ivar'a dönmüştü. Genç adam, ona daha öncesinde ne kendisinin ne de Alita'nın aday olmayacağını açıklamıştı. Fakat o an, masada bunu kendisinin duyurmasını istiyordu. Ivar, bu isteğini anlayarak oturduğu yerde doğrulup söze girmişti.
"Prenses Alita dâhil olmak üzere Waldorf ailesi bir aday çıkarmayacak. Her birimiz bu önemli görev için babam Lord Gustav'ı destekliyoruz."
Ivar'ın sözleri masadaki durumu oldukça kolaylaştırmıştı. Taht Waldorf hanedanına aitti ve bu soy ismi taşımayan hiç kimse naip olmak için adaylığını koyamazdı. Devlet geleneği, eğer hükümdar ülkeyi yönetemeyecek konumdaysa bir naip seçilmesini, bu naibin de ya mevcut kral danışmanı ya da hanedan üyesi herhangi bir kişinin olmasını öngörüyordu. Tüm bu koşullar göz önünde bulundurulduğunda, Lord Gustav Waldorf görev için biçilmiş kaftandı.
"Bu durum hepinizin görebildiği üzere bizlere tek bir seçenek bırakıyor. Mevcut kral danışmanı ve kraliyet hanedanı üyesi olarak naiplik görevini üstlenmek durumundayım. Tek aday olduğum için herhangi bir oylama yapılmasını gerekli bulmuyorum. Fakat eğer karşı çıkan biri varsa fikirlerini dinlemek isterim."
Masaya kısa bir sessizlik hâkim olmuştu. Çıkan sonuç hiç kimse için sürpriz değildi, herhangi bir aday ortaya çıksa dahi seçilecek olan ismin Lord Gustav olacağı uzun zamandır kulislerde konuşuluyordu. Masada, onun tam karşısında oturan Rahip Nigel, masada oturan soylu düklerin manevi lideri olarak her biri adına konuşmayı tercih etmişti. İfadesi, ses tonu, kullandığı kelimeler durumdan pek de hoşnut olmadığını açıkça ortaya koyuyordu. Ona göre Waldorf Hanedanı bir avuç dinsizden oluşuyordu ve tahtta oturmaları küfürden başka bir şey değildi.
"Karşı çıkılacak herhangi bir durum yok, Lord Gustav. Olması gereken yerine getirildi, devlet deneyiminiz sizi en uygun aday kılıyordu. Yeni görevinizde başarılarınız daim olsun, zira herkesin beklentisi bu yönde olacak."
Kibirli gülümsemesini gösteren Gustav başını yavaşça eğerek adamın tebriğini kabul ettiğinde bulundukları salonun çift kanatlı ahşap kapısı açılmış ve yardımcılarından biri içeri girmişti. Genç adam, ellerini önünde birleştirerek yanına sokulmuş, kulağına beklediği haberi fısıldamıştı. Masada oturan herkesin gözü bir anda üzerlerine dönmüştü.
"Peki, çıkabilirsin."
Yardımcısı başını eğerek ona selam verdikten sonra arkasını dönmemeye dikkat ederek salondan çıkmıştı. Bir müddet onu izleyen Gustav, kapı kapandıktan sonra önünde duran bardağa uzanıp suyunun geri kalanını yavaşça içmişti. Masada, elinin altında duran mendiline ağzını tekrar sildikten sonra oturduğu yerde arkasına yaslanmıştı. Soğuk, mavi gözleri masadaki misafirlerinin üzerinde geziyordu. İçine derin bir nefes çektikten sonra, kulağına fısıldanan müjdeyi gülümseyerek onlara da iletmişti.
"Kraliçe Helma'nın bir erkek çocuk dünyaya getirdiğini sizlerle paylaşmaktan mutluluk duyuyorum. Ruhumuzu özgür kılan Skurk'a şükürler olsun, yeni bir Waldorf kralına sahibiz."
* * *
Alois, Alita ile paylaştıkları dairenin balkonuna oturmuş, avucunda tuttuğu ahşap mahfazanın içindeki safir yüzüğü izliyordu. İşlenen altın halkanın iki kenarında küçük, oval elmaslar vardı, tam ortasında ise batmaya yüz tutan akşam güneşi ile birlikte iri safir parlıyordu. Kenar kısmında kalan altın işçiliği öylesine ustacaydı ki, iki küçük elmas kenarda işlenen yılan motifinin ağzına yerleşmişti. Şehirdeki ünlü bir sarrafın dükkânına girdiğinde, aklında sadece Alita'ya herhangi bir hediye almak vardı. İlk dikkatini çeken safirin parlaklığı olmuştu fakat yüzüğün kenara işlenmiş yılan motifleri onu seçeceği hediye konusunda tamamen ikna etmişti.
O kendi başına oturmuş, şarabını içerek aldığı yüzüğü inceliyorken dairenin kapısı açılmıştı. Bununla birlikte mahfazanın kapağını kapatan Alois, omzunun üzerinden arkasına baktığında Alita'nın geldiğini fark etmişti. Yüzük kutusunu yerleştirerek ayağa kalkmıştı, duyamasa dahi, yüzü oldukça asık olan karısının peşindeki hizmetçilerini yemek masasının hazır olduğu bölmeye kovaladığını seçebiliyordu. Boş olan şöminenin önünde dikiliyorken, balkondan çıkan Alois ağır adımlarla karşısına geçmişti. Gözleri birbirini bulduğunda, temkinlice ona doğru sokulup ellerini beline yerleştirerek usulca yanağını öpmüştü.
"Kim benim güzel karımı bu kadar sinirlendirdi ?"
Sözlerini kulağına doğru fısıldamışken, Alita tıpkı onun gibi beline sarılarak geri çekilip yüz yüze gelmelerini sağlamıştı. İfadesi ilk andan pek de farklı değildi, bakışları hala soğuk öfkesini koruyordu.
"Sinirli olduğum o kadar mı belli oluyor ?"
"Ben bu konuda biraz tecrübeli olabilirim fakat dışarıdan bakan biri de pek mutlu gözükmediğini söyleyebilir."
"Harvey Dúpont ile aynı masada oturmak zorunda kaldım. O adamı gördüğümde midem bulanıyor, hala ailemiz adına karar verebildiğine inanamıyorum."
Alois herhangi bir cevap vermek yerine belini kavradığı Alita'yı kendine çekerek sarılmıştı. Bunun onun için ne kadar zor olduğunu tahmin dahi edemiyordu. Magnus'u ondan defalarca kez dinlemişti, ölen kardeşi hakkında konuşurken sesindeki hüznü ayırabiliyordu. Alois, ne Aksel ne de Abel ile hiçbir zaman sıkı bağlara sahip olmamıştı. Onlardan ayrı olmaktan mutluluk duysa dahi öldüklerini düşünmek göğsünü sıkıştırıyordu. Katilleri ile sürekli karşılaşmak durumunda kalsa ne yapacağını, nasıl hissedeceğini düşünemiyordu bile.
"Tebrik ederim, artık bir yeğenin var. Halası olarak yeni kralı ziyaret ettin mi ?"
Alois bu sözleri Harvey Dúpont bahsini kapatmak için söylese dahi, yeni doğan yeğeninden bahsettiği an kollarının arasındaki Alita'nın bir yay gibi gerildiğini fark etmişti. Yanlış mı yaptım diye düşünüyorken, karısı omzuna yasladığı başını kaldırmıştı. Gözleri gömleğinin üzerindeydi, eliyle ceketini düğmesini sıkıyordu.
"Henüz kimsenin görmesine izin verilmiyor."
Bir an için senin bile mi diyecek olduysa da vazgeçmişti. Alita'nın kraliçe ile arasının açık olduğunu biliyordu. Helma'nın çocuğunu ondan kaçıracağını sanmasa bile ilk anda Alita'yı görmek istememesini anlayabilirdi. Lakin bu durumu karısının pek hoşnut karşılayacağını sanmıyordu. Sahip olduğu bu soğuk öfkenin bir kısmının da yeğenini ondan saklayan Kraliçe Helma'ya ait olabileceğini düşünmüştü.
"Hadi gel, yemek yiyelim. Seni bilmem ama ben kurt gibi acıktım."
Başını sallayarak onu takip eden Alita, masadaki her zamanki yerine otursa dahi pek bir şey yememişti. Hizmetçileri Rinda ve Rita et ve sebze servisini yapmışlardı, masaları türlü çeşit meze ve garnitüre sahipti. Lakin Alita kenarda duran üzümlerden bir iki tane atıştırıp sert brendisini içmiş, tabağındakilere neredeyse hiç dokunmamıştı. Birlikte yüksek konsey toplantısından ve onun tapınak ziyaretinden sohbet etmişlerdi. Alois de eline şarap bardağını aldığında, birlikte balkona çıkmışlardı. Gün, gökyüzünü kızıla boyayarak batıyorken, aralarına kuş seslerinin eşlik ettiği huzurlu bir sessizlik çökmüştü. Bunu fırsat bilen Alois, elindeki şarabı aralarında duran sehpanın üzerine yerleştirip elini ceketinin cebine sokmuştu. Yüzük kutusunu çıkarıp bardağının yanına bıraktığında, işaret parmağı ile Alita'ya doğru itmişti. Bununla birlikte karısının bahçeyi izleyen gözleri üzerine dönmüştü. Bakışları ilk önce yüzük kutusunu sonrasında ise onu bulmuştu. Şaşkınlığı yüzüne yansımışken mırıldanmadan edememişti.
"Alois, bu nedir?"
"Güzel karıma küçük bir hediye."
Güzel karıma dediğinde, Alita kaşlarını eğerek gülümsemişti. Yüzük kutusunu avucuna almış, içine derin bir nefes aldıktan sonra kilidini çevirmişti. Kapağı açıldığında, kutudaki safir yüzüğe uzun uzun bakmış, sonrasında ise kolunu sandalyesinin kulpuna dayayarak ona doğru dönmüştü.
"Alois, bu çok güzel, bayıldım."
Alita tuttuğu kutuyu uzatarak yüzüğünü parmağına onun takmasını istemişti. Yüzüğü yerleştirildiği kadife kumaşın içinden çıkaran Alois, boş olan sol elinin yüzük parmağına takarken aynı zamanda mırıldanıyordu.
"Eminim daha güzel yüzüklerin olmuştur, ben sadece sana bir hediye almak istedim. Bu yüzüğü görünce de aklıma gözlerin geldi, gerçi bu pek sağlıklı bir durum olmamaya başladı çünkü baktığım çoğu yerde artık gözlerini görüyorum."
Gülümseyen Alita, elini kaldırıp parlayan yüzüğüne baktıktan sonra oturduğu yerde üzerine eğilerek yanağını kavramıştı. Gözlerinin içine bakıyorken, dudağının kenarını üst üste üç kez öpmüştü. Geri çekildiğinde, hala sandalyesinin üzerinden ona doğru sarkıyordu.
"Daha önce hiç bu kadar güzel yüzüğüm olmadı. Bugünden sonra parmağımdan hiç çıkarmayacağım. Kim bilir, belki ileride bir kızımız olur, gün gelir ona hediye ederim. Ona babasının nasıl bir adam olduğunu anlatırım, evlenmek için kendine tıpkı onun gibi birini bulmasını öğütlerim. Gerçi pek şansı olacağını sanmıyorum. Sadece bir tane Alois Hallstein var, ona da ben sahibim."
Alois elinde olmadan kıkırdamış, yüzündeki elini kavrayıp dudaklarına götürerek öpmüştü. Balkonda günü batırdıktan sonra sıklıkla yaptıkları gibi birlikte yıkanıp geceliklerini giyerek yataklarına geçmişlerdi. Alita, ona doğru sokulup beline sarılmıştı. Başını omzuna yerleştirmişken Alois'in çenesi nemli saçlarına değiyordu. Aldığı yüzük onu mutlu ettiyse dahi bu pek uzun sürmemişti. Alita'nın gözleri açık balkon kapısından gökyüzünü süzüyordu, yüzü en az onu ilk gördüğü anki kadar asıktı. Onun bu hali Alois'i de üzüyordu. Parmaklarını ıslak saçlarının arasında gezdirip okşuyorken, kendini tutamayıp uzun zamandır aklında olanları ona da söylemişti.
"Tüm ömrümüzü bu sarayda harcamak zorunda değiliz, biliyorsun değil mi ?"
Alita hala omzunda yatıyorken başını yukarı doğru çevirmişti. Onunla yüz yüze gelmeye çalışıyordu, belini saran elini göğsünden geçirip çenesini kavramıştı. Başını eğdiğinde, ay ışığı ve birkaç mumla aydınlanan loş dairede gözleri birbirini bulmuştu.
"Bu nereden çıktı şimdi ?"
"Çok üzgünüm, çok çok üzgünüm ama maalesef kardeşin Kral Hagen'ı kaybettik. Bugün Lord Gustav kraliyet naibi seçildi, tahtın gerçek sahibi olan kral doğdu. Kabalık etmek istemem fakat ben artık burada bize pek fazla görev düştüğünü sanmıyorum. Bu saray, insanlar, olanlar sana iyi gelmiyor, bize iyi gelmiyor. Sen ve ben, belki de bu ülkenin gördüğü en zengin evli çiftiz, canımız nerede isterse orada kendimize bir hayat kurabiliriz, sevgilim. Bunu hemen yarın yapalım demiyorum elbette, ama düşün, olur mu? Dilediğimiz her şeyi yaşayabildiğimiz, sadece sana ve bana ait bir hayat; muhteşem olmaz mıydı ?"
Gözlerinin içine bakan Alita bir an duraklamış, sonrasında ise dudaklarını sıkarak gülümsemişti. Başını eğerek, saklanmak istiyorcasına yüzünü boynunun girintilerine yaslamıştı. Tekrar ona sarılıp fısıldadığında, soğuk nefesi içini ürpertmişti.
"Düşüneceğim, söz veriyorum."
Aralarında daha fazla konuşma olmamıştı. Açık balkon kapısından gelen bahçe sesleri ile birlikte, birbirlerine sarılarak kendilerini uykuya teslim etmişlerdi. Gecenin geç bir vaktinde, Alita'nın kollarını hissetmeyen Alois yatağın içinde gözlerini açmadan onun tarafına doğru dönüp sarılmak için elini uzattığında, yumuşak yatağın içindeki boşluğu fark etmişti. Bu, uyku mahmurluğunu bir anda kenara bırakmasına yol açmıştı. Yeşil gözlerini araladığında, genizden gelen kalın sesi ile dairenin içinde seslenmişti.
"Alita ?"
Herhangi bir karşılık alamadığında, uzandığı yerde doğrulmuştu. Henüz yatağından çıkmamışken, balkon kapısının solunda kalan küçük masanın önünde oturan Alita'nın karanlık siluetini seçebilmişti. Bu onu bir an için rahatlatsa da, bacaklarını sarkıtarak içine derin bir nefes aldıktan sonra ayağa kalkmıştı. Ağır adımlarla sandalyesinin ucuna geldiğinde, bacaklarını kırarak önünde diz çökmüştü. Uykuyla şiş olan gözlerini birkaç kez kırparak tamamen karısına döndüğünde, irkilmemek için kendini hiç olmadığı kadar zorlamıştı. Kendinde değilmiş gibi balkon yönüne bakan sandalyeden gökyüzünü izleyen karısının burnu kanıyordu. Sadece bir iki damladan ibaret değildi, dudağının üstü, dudakları, çenesi, geceliğinin yakası kan olmuştu. Bu dahi aklını başından almaya yetecekken, ifadesiz yüzünden dökülen damlaları fark etmişti. Yüzü gözyaşlarıyla ıslanmıştı, hala ağlıyordu fakat ne bir ses çıkarıyor ne de bir mimik gösteriyordu.
Korkan Alois, yutkunarak tekrar içine derin bir nefes çekmişti. Ne yapacağını bilmese dahi, elini kaldırarak, büyük bir tereddütle karısının geceliğinin açık bıraktığı kolunu kavramıştı. Alita hiçbir zaman sıcak olmasa dahi, o an teni adeta buz kesmişti. Dokunduğunda, soğuk adeta parmak uçlarını sarmıştı. Bunun normal olmadığını biliyordu, Alois'in içindeki korku katmerlenmişti.
"Alita, sevgilim iyi misin ?"
Alita ilk anda herhangi bir tepki vermemiş, Alois'e bir ömür kadar uzun gelen yoğun bir sessizlikten sonra ilk tepkisini vererek yutkunmuştu. Bakışlarını, adeta zorlanıyormuşçasına güçlükle üzerine çevirmişti. Kibri, öfkeyi, mutsuzluğu, sevinci gördüğü gözlerinde ilk defa aşina olmadığı bir hisle karşılamıştı. Gördüğü şeyin ne olduğunu söylemesi mümkün değildi, Alita ona adeta kim olduğunu unutmuş gibi bakıyordu.
"Bir kâbus gördüm."
Alita konuştuğunda, dudaklarının kenarından kan sızmıştı. Alois paniğe kapılmak istemiyordu fakat kanın burnundan gelmediğini fark ettiğinde elinde olmadan dehşetle içini çekmişti. Yutkunup konuşması ile birlikte Alita'nın ağzından da kan gelmeye başlamıştı. Yüzü ay ışığının altında, adeta bir ölü kadar solgundu. Burnundan ve ağzından sızan kan yüzünden boynuna doğru kırmızı bir yol çizmeye başlamıştı.
Bacakları titremeye başlayan Alois dişlerini sıkarak yavaşça başını salladı. Hala Alita'nın kolunu tutuyorken gözlerinin içine bakıyordu. Onu korkutmamam gerek diye düşündü. İçine güçlükle nefes çektikten sonra, sesinin titrememesi için inandığı tüm tanrılara yalvararak konuşmaya başlamıştı.
"Hepsi geçti güzelim, bak buradasın. Hadi ayağa kalk, yüzünü yıkayalım, olur mu ?"
"Magnus oradaydı, Hagen da yanında duruyordu. Beni istemediler, beni aralarında istemediler. Artık onlardan biri değil miyim ?"
"Alita, gördüğün sadece bir kâbustu. Sen onların kardeşisin, hep öyle olacaksın."
Alois bunu söylediğinde, Alita'nın yüzü acı çekiyormuşçasına buruşmuştu. Boğazından acı dolu bir hıçkırık yükselmişti, sesi kısıktı fakat adeta canı yanıyormuş gibi inliyordu. Birden hıçkırığıyla birlikte ağzından kan püskürdüğünde neye uğradığını şaşırmıştı. Elleri, o ana kadar hiçbir şeyin farkında değilmiş gibi yüzünü bulmuştu. Kan olan parmaklarını gördüğünde bir anda paniğe kapılmıştı. Onu geçerek birden ayağa kalktığında dengesini kaybedip yere düşmüştü. Ağzından hala kan sızıyordu, renksiz gözleri dairenin tavanını bulmuşken Alois olduğu yerden üzerine atılmıştı. Yüzünü kavrayarak onu sarssa dahi duyuyormuş gibi durmuyordu. Çığlık çığlığa bağırıp muhafızlara seslendiğinde, tavanı izleyen Alita ağzına dolan kandan güçlükle konuşuyordu, yanağından akan göz yaşı mermere biriken kanın içine düşüyordu.
"Ölmek istemiyorum."
Yazan ; İlknur DUMAN
* * *
İşte yeni bölüm ! Hiçbir yorum yapmayacağım - şu noktada yapamam 🤷♀️ Sizlerin yorumlarınızı okumak için sabırsızlanıyorum ama yalan söylemiş olmayayım 😈🔪 Kanayan yaramıza gelirsek geçen bölüm 300 kişi tarafından okundu - hadi tekrarlar falan diyelim 250-230 kişi okudu. Ve 30 kişi bile beğenmedi. Beğenmedi diyorum çünkü bazı iyi niyetli arkadaşlarımız başka hesapları ile de oy veriyorlar. Bu beni inanın tahmin edemeyeceğiniz kadar üzüyor. Ne diyebilirim, Kuzguni'yi yazmayı çok seviyorum, beni hiç olmadığı kadar heyecanlandırıyor ama aynı zamanda bu durum da hevesimi hiç olmadığı kadar kırıyor. Son kez, tüm iyi niyetimle okuyan herkesin yıldıza dokunarak oy vermesini rica ediyorum. Hepinizi çok öpüyorum, bir dahaki bölümde görüşene dek kendinize çok iyi bakın 😽♥️♥️
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top