⚜️Bölüm 2 - "Av"⚜️



"Qualis artifex pereo !"

⚜️⚜️⚜️

"Alois! Uyan seni ayyaş sülük !"

Kükremeyi andıran gür sesle birlikte rüyasından sıyrılan Alois, yeşil gözlerini yavaşça araladığında babasının yanı başında dikildiği seçebilmişti. Uzun parmakları ile yüzünü ovarak doğruldu, üzerinde hala dün akşamdan kalma kıyafetleri vardı.

"Sana da günaydın kıymetli babacığım."

"Senin gibi bir bela başıma sarılmışken gün benim için aydın olabilir mi ?"

     Silkelenen Alois yataktan hızlıca kalkıp adamın karşısına dikilmişti. Göz kapaklarının düşük olmasından mütevellit normalde de baygın bakarken, yeşil gözleri o an daha tekinsiz duruyordu. Babasının bağırması ya da öfkesi pek de umurunda değildi.

"Zavallı annem sana danışmadan beni rahminden çıkardığı için özür dilerim. Dinlememi istediğin başka bir şikâyetin yoksa üzerimi değiştirmek istiyorum." 

     Alva hâlihazırda oldukça öfkeliydi. Genç adamın sözleri ise onu tamamen çileden çıkarmıştı. Kendini sakınmamış, sorumsuz bulduğu oğlunun yüzüne sıkı bir tokat geçirmişti. Gür sesi sadece odayı değil, adeta tüm binayı dolduruyordu.

"Seni daha yola çıkmadan önce uyardım! Hayatında bir kere olsun bulunduğun yere layık olmanı istedim!  Şu karşılaştığıma bak! Şehre ayak bastığımız akşam kendini kumar masalarına, fahişelerin kollarına bırakıyorsun !"

     Alois, kan sızan dudağına dokunarak başını yukarı kaldırmıştı. Bu adamdan yediği ilk tokat değildi, bilakis aşağılanmaya ve şiddet görmeye alışkındı. Babasının onu ağzından ve burnundan kan gelene kadar dövdüğü, yemek yemesine izin vermeden günlerce aç bıraktığı, hatta ileri gidip ahıra kilitlediği zamanları biliyordu. Eskiden, tüm bunlar zoruna giderdi, gecelerce ağlamasına neden olurdu. Fakat yaş aldıkça, şiddet görmek ona garip gelmemeye başlamıştı. Ailesi tarafından istenmediğini biliyordu, Alois onlar için çürük elmaydı. Bu gerçekle barıştığı günden beri şiddet değil ilgi garibine gidiyordu.

"Sanırım Aksel'in prensesi s*kmesine engel olmamdan korkuyorsun, özür dilerim."

"Alois !"

     Alva elini kaldırmış, tekrar ona saldıracakken annesi Inge kapıdan hızla girip önüne siper olmuştu. Kolunu kavradığı adamı arkasında duran oğlundan öteye itmişti.

"Alva, ne yaptığını sanıyorsun? Sesin her yerden işitiliyor."

"Bu lanet olasıca maskaranın ne haltlar yediğini biliyor musun ?"

"Biliyorum, lakin bu halinle senin de Alois'ten bir farkın yok."

     Inge, kocasını yatıştırmayı başarmıştı. Burnundan soluyan Alva, öfke dolu gözleriyle oğlunu süzdükten sonra küfür ederek odayı terk etmişti. Adamın ayak sesleri koridor boyunca uzaklaştığında, hala arkasında duran Alois'e dönüp çıkışmıştı.

"Eğer kendini öldürtmek istiyorsan bunu daha kolay yollardan söyleyebilirsin Alois."

"Ben kötü bir şey yapmadım, kocanın canı birilerini dövmek istemiş olmalı."

     Sıkıntıyla içini çeken kadın elini uzatıp kanayan dudağına dokunduğunda Alois kendini geri çekmişti. Acıyı umursamadan beyaz gömleğinin kolunu yaranın üzerinde gezdirip üzerinde hayvan postu serili olan yatağına oturmuştu.

"Dün gece o sapkın kulede ne işin vardı ?"

"Bana inanmanız gibi bir lükse sahip değilim, biliyorum ama yine aynısı söyleyeceğim; ben kötü bir şey yapmadım. Birkaç bardak içki içip geri döndüm, kumarda da para kaybetmedim."

"Haklısın sevgili oğlum, çünkü içki, kumar ve zina yüce azizlerin sahip olduğu alışkanlıklar, öyle değil mi ?"

     Sözleri Alois'i güldürmüştü, ellerini uzatıp parmaklarını kıvırarak kadını yanına çağırmıştı. Birkaç adımla önüne dikilen annesinin beline sarılıp başını karnına yasladığında hala kanayan dudağıyla kıkırdıyordu.

"Beni doğurmadan önce babamı aldatmadığına eminsin, değil mi ?"

"Alois."

"Sadece soruyorum, çünkü bu benim için her şeyi açıklamış olurdu." 

     Kadının zarif parmakları dalgalı saçlarının arasında gezip başını okşamıştı. Alois'in saklamaya çalıştığı kırgınlığını görebiliyordu. Ailelerinde, genç adama en yakın olan isim annesi Inge'ydi. Alois, dış görünüş açısından kadına oldukça benziyordu, dalgalı saçlarını ve zümrüt yeşili gözlerini ondan almıştı. Küçükken, babasının onu bu yüzden sevmediğini düşünürdü. Aksel ve Abel hem ruhen hem de bedenen babaları Alva'ya benziyorlardı. Hasta bir bebek olarak doğan Alois ise sıska ve güçsüz olarak yetişmişti. Çocuklukları boyunca kardeşleri babaları ile birlikte ava giderken o annesinin yanında kalmıştı. Onlara katılmak için can atmasının kimsenin gözünde değeri yoktu, Alois onların standartlarında doğuştan yetersizdi.

"Bu kadar dramatik olmak sana yakışmıyor. Üzerini değiştir ve kahvaltıya gel, babanı daha fazla sinirlendirmek istemezsin."

     Annesi eğilip saçlarını öptükten sonra odasından çıkmıştı. O da, tıpkı kadının tembihlediği gibi üzerini değiştirip vakit kaybetmeden kahvaltı masasındaki yerini almıştı. Dudağındaki kabuk bağlamaya yüz tutan yara herkesin dikkatini çekmişti. Fakat ne kardeşleri ne de başka biri ne olduğunu sormaya tenezzül etmiyordu.

"Haber geldi, majesteleri bu akşam bizi şatoya akşam yemeğine davet ediyor. Büyük ihtimal prenses ve Aksel'in evliliği de bu akşam konuşulacaktır. O yüzden, her birinizin ağzınızdan çıkan sözlere dikkat etmesini istiyorum. Ailemiz, yıllarca sadakatle Waldorf hanesine hizmet etti. Karşılığını alacağımız bu anda çıkacak herhangi bir sorunu hoş görmem."

     Bu sözler masadaki herkese söylenmiş gibi duruyordu fakat Alois asıl muhatabının kendisinin olduğunun farkındaydı. Herhangi bir cevap vermeden önündeki pastırmayla oynamaya devam etti. Yanı başında oturan Aksel gülümsemesini saklamaya çalışıyordu, yine de Alois kardeşinin iç çekişinde saklı olan heyecanı seçmişti. O bunun için doğdu diye düşündü; güç, şöhret ve güzel olan her şey. Babası öldükten sonra Drindall dükü Aksel olacaktı, bu gerçek aile içinde konuşulmaya dahi gerek duyulmuyordu. Bu, babasından kardeşine geçecek tek miras da değildi. Drindall Dükalığı Güney Kapı'yı elinde tutuyordu. Aksel sadece Drindall ve Güney Kapı Dükü olmakla kalmayacaktı, bir Waldorf Prensesi ile evlenmesi onu kraliyete götürecekti. Bu, aile geçmişlerinde daha önce görülmemiş bir olaydı.

     Alois onu kıskanmıyordu, bu kendi içinde emin olduğu tek gerçekti. Babası öldükten sonra kardeşlerinin kaderi ne yöne evirilecek her biri biliyordu. Aksel dük olarak başa geçecek, ondan daha çok sevdiğini sakınmadan belli ettiği Abel'i ise şimdi olduğu gibi yanından ayırmayacaktı. Alois, onlardan biri olmayı belki de her şeyden çok istemişti. Fakat artık bunun gerçekleşmeyeceğini görüyordu. Bu yüzden, babası öldüğünde payına düşen mirası alıp kendini yolunu çizecekti. Kimse bana pranga vuramayacak diye düşündü, ben her zaman özgür olacağım.

     Kahvaltıdan sonra, tüm gün taş binadan çıkmasına izin verilmemişti. Kuleye gittiğini öğrenmesi ile çileden çıkan babası başka bir macera istemiyordu. Henüz dün akşam yıkanmasına rağmen onun emriyle odasına döküm küvet ve bir kazan sıcak su taşınmıştı. Genç bir kız, üzerindeki içki kokusu çıkana kadar elindeki sert lifle vücudunu ovmuştu. Yıkanıp temizlendiğinde annesinin onun için seçtiği kıyafetlerini üzerine giymişti; içerisinde beyaz bir gömlek vardı, üzerine ise hâkim yaka mat siyah, dizlerinin biraz üzerinde olan bir ceket giymişti. Yakasına, göğsünden baş uzatırcasına yükselen gümüş yılan broşu taktığında, annesi yüzünü buruşturmuştu.

"Alois, bu nedir ?"

"Broş, beğendiysen sana hediye edebilirim."

     Homurdanan kadın parmağını uzatıp göğsündeki gümüş yılana dokunmuştu. Görüntü onu memnun etmemişti.

"Baban bundan hoşlanmayacaktır."

"Cahil bir adamı memnun etmek zordur anne. Akşam yemeği için katılacağımız aile yılanları kadim hayvanlar olarak görüyor. Her biriniz yakanıza yılan broşu takarsanız belki kızlarını bu akşamdan Aksel'in yatağına sokarlar."

"Alois, sakın bu lafları başka bir yerde etmeye kalkışma."

     Sırıtan Alois kadına göz kırptıktan sonra uzun parmaklarına yüzüklerini geçirmişti. Tüm aile hazırlandığında, iki at arabası kapıda onları bekliyordu. Şehre yolculuklarında olduğu gibi anne ve babaları ayrı bir arabaya geçmişti, o ise kardeşleri ile birlikte aynı kabini paylaşıyordu. Şatoya doğru tırmanırken, gözleri Aksel'in üzerindeydi. Sessizliğe bürünmüş, kucağındaki ellerini ovuşturuyordu. Belli etmemeye çalışsa da heyecanlıydı. Alois, bu durumu yadırgamıyordu, kardeşinin evlenmesi planlanan kız herhangi biri değildi. Aksel, ülkenin en güçlü ailesine damat olarak girmeye hazırlanıyordu.

"Umarım prenses seni içine soktuğu bu zahmete değecek kadar güzeldir."

     Karşısında oturan Aksel sözleriyle birlikte gözlerini küçük camdan çekip üzerine çevirmişti. Onu baştan aşağı süzerken aynı zamanda alayla gülümsüyordu.

"Seninle başa çıkabilir mi bilmiyorum, şu üzerindekilere bak."

     Alois baştan aşağı simsiyah giyinmişti, göğsündeki yılan broşu ve parmağındaki birkaç yüzük araya gümüşi bir ışık katıyordu. Görüntünün kardeşlerinin tarzına uyduğu söylenemezdi fakat o bunu umursamıyordu.

"Tüm kartlarımı oynuyorum, buraya kadar gelmişken belki kendime evlenecek zengin bir kadın bulurum."

"Bir kadının seninle ne işi olur? Burada ancak kendine küçük g*tünü okşayacak bir koca bulabilirsin."

     Karşısında yan yana oturan Aksel ve Abel kahkaha atarak gülmeye başlamışlardı. Alay ettikleri küçük kardeşleri onlar için her zaman eğlence kaynağı olmuştu. Fakat bu eğlence sıklıkla tek taraflıydı. Alois'in kırılmış ya da üzülmüş olabileceği pek önemsenmiyordu.

    Dudaklarını kıvırarak gülümseyen Alois herhangi bir karşılık vermemişti. Zihninin içinde kardeşinin üzerine çullanıp yumruklarını ardı ardına yüzüne geçirse de gerçekte herhangi bir saldırıda bulunmamıştı. Yapamayacağını biliyordu, yapsa dahi suçlu her zamanki gibi o olacaktı. Bir gün her birinizden kurtulacağım diye geçirdi içinden, uzaklara gidip bir daha geri dönmemenin hayallerini kuruyordu.

     Gün neredeyse kararmışken, arabaları göğe yükselen kuleleri sise bulanmış şatonun önünde durmuştu. Onları karşılayan hizmetlilerin eşliğinde gümüş renkli görkemli kapıdan geçip ilerlemişlerdi. Alois, meraklı gözlerine engel olamıyordu. Şato, büyük ve ihtişamlıydı fakat siyahın, kasvetin her tonuna sahipti. Tüm şehiri aydınlatan volkan camının turuncu ışığı burada da hâkimdi fakat asil kasveti dağıtmak için yeterli gelmiyordu.

     Akşam yemeğinin verileceği büyük salona geçtiklerinde, Kral Hagen, annesi Ana Kraliçe Brenna, karısı Kraliçe Helma, kuzenleri Ivar ve Igor Waldorf yemek masasında onları bekliyorlardı. Üzerinde krem rengi işlemeli ceketi, boynundaki büyük altın zincirle birlikte Kral Hagen masanın başında oturuyordu. Onların içeri girmesiyle birlikte yeni tıraş edildiği belli olan yüzüne belli belirsiz bir gülümseme yerleşmişti. Klasik bir Waldorf diye düşündü Alois, dış görünüşlerinden tavırlarındaki gizli kibre kadar ailenin her bir ferdi birbirine benziyordu.

"Dük Hallstein, hoş geldiniz. Sizi ve ailenizi şehrimizde ağırlamak bizler için büyük onur."

     Hallstein ailesi, kralın selamlaması ile birlikte eğdikleri başını kaldırmışlardı. Alva en önlerinde duruyordu, karısı ve çocukları arkasına dizilmişlerdi.

"Majesteleri, huzurunuza çıkma şerefine nail olmak sevinçlerin en büyüğü, şükranlarımızı kabul edin."

     Kral Hagen soğuk gülüşünü tekrar göstermişti. Eliyle masadaki boş ahşap sandalyeleri gösterirken aynı zamanda konuşuyordu.

"Lütfen buyurun, masamızı şereflendirin."

     Babasının teşekkürü ile birlikte masadaki sandalyelere otururken, Alois iltifatların altına gizlenmiş kibri rahatlıkla görebiliyordu. Waldorf ailesine özgü tavrı daha önce duymuş olsa da ilk kez deneyimlemişti. Her birinin ağzından güzel sözler dökülüyordu, tavırları oldukça kibardı. Fakat soğuk mavi gözlerinin içine baktığınızda, onlara denk olmadığını hissediyordunuz; kibirleri tatlı sözlerinin altında saklıydı.

     Masada, kralın sağ yanında annesi Brenna oturuyordu, sol yanındaki sandalyeye ise henüz kimse geçmemişti. Prensesin yokluğu Hallstein ailesinin dikkatini çekse dahi hiçbirinin sormaya cesareti yoktu. Fakat boş sandalyeyi bulan kaçamak bakışlar ana kraliçe olarak anılan Brenna'nın dikkatini çekmişti.

"Alita birazdan aramıza katılacak, onun adına sizlerden özür dilerim."

     Alva konuşacak gibi olduysa da gülümseyen Kral Hagen sözünü kesmişti. Mavi gözleri önce annesini süzmüş, sonrasında ise misafirlerini bulmuştu.

"Prenses ya da taşra kızı olması fark etmiyor, sanıyorum kadınların hepsi özünde aynı."

     Hagen'ın sözleri masadakileri güldürmüştü. Kraliyet ailesi ile birlikte olmak masadaki herkesi geriyordu. Gülümsemeleri tedirgindi, ağızlarından çıkan sözleri defalarca düşünüp söylüyorlardı. Alois, katı bir sessizliğe bürünmüştü. Babası, onlara tahsis edilen taş binadan çıkmadan önce konuşmaması için onu uzun uzadıya tembih etmişti.

"İşte sevgili kız kardeşim de geldi."

     Alois, önüne eğdiği başını kaldırdığında dünyanın en güzel kadınını gördüğüne emindi. O ana kadar gayet sakinken, kalbini aşina olmadığı bir heyecanın sardığını hissediyordu. Kapıda beliren Alita, tıpkı onun gibi simsiyah giyinmişti, boynuna dolanan, taşlarla süslenmiş yılan kolyesi elbisesinin açık bıraktığı yakasından göğsüne doğru iniyordu. Buz mavisi gözleri çekikti, örülmüş siyah saçları taşlarla süslenmiş siyah bir kurdele ile bağlanmıştı. Beyaz teni derisinin altında ışık varmışçasına parlıyordu.

"Beklettiğin için özür dilerim."

     Alita, bir kuğu edasıyla süzülerek ilerleyip kral ağabeyinin yanına oturduğunda, üç genç adamın da gözleri üzerindeydi. Alois, bunun uygun olmadığını biliyordu, bir kadına gözlerini dikip bakmak hiçbir zaman hoş görülmezdi. Yine de, içinden yükselen dürtüye engel olamıyordu. Alita konuştuğunda, sesi hoş bir melodi gibiydi. Babası Alva ve annesi Inge'den geciktiği için özür dileyip yolculuklarının nasıl geçtiğini sormuştu. Tıpkı onun gibi elmacık kemikleri çıkıktı, biçimli bir yüze sahipti. Tavrı ise ağabeyi Hagen'ın soğuk havasını taşıyordu. Kibirli diye düşündü, fakat kibrin daha önce birine böylesine yakışabileceğini düşünmemişti. Çaresiz bir heyecanla gözlerinin üzerine dönmesi için yalvarıyordu. Fakat Alita ne ona ne de kardeşlerine en ufak bir ilgi göstermemişti.

     Yemek servisi yapıldığında, ülke siyaseti ve mevcut durum konuşulmuştu. Alois, her zaman gayet iştahlı olan Aksel'in o akşam heyecandan hiçbir şey yiyemediğini fark etmişti. Aynı durum onda da etki gösteriyordu. Bu yanlış diye düşündü, böyle hissetmemem gerek. Alita bir erkeğin aklını başından alabilecek büyülü bir güzelliğe sahipti fakat en yakın zamanda kardeşinin karısı olacaktı. Kralın masasında oturmalarının arkasında yatan yegâne sebep buydu.

"Dük Hallstein, sizi buraya neden çağırdığımı biliyorsunuz. Ailelerimizin dostluğu sadece bu akşama değil, uzun yıllara dayanıyor. Babam Kral Adon adınız geçtiğinde ailemize sunduğunuz cömert hizmetlerden sıkça söz ederdi. Buna tahta geçtiğimde bizatihi şahit oldum."

"Majesteleri, bu sözleri sizden duymak benim için büyük şeref, dostunuz olarak anılmak unvanların en değerlisi. Nefes aldığımız müddetçe hem ailem hem de ben naçiz hizmetkârlarınız olmaya devam edeceğiz."

"Ailelerimizin her zaman birbirine yakın olacağından şüphem yok. Lakin niyetim, bu yakınlığı evlilik bağı ile güçlendirmek. Kardeşim Alita aile saadetine erişecek yaşa geldi, oğullarının meziyetleri ülke boyunca konuşuluyor. Ne dersiniz Dük Hallstein, ailelerimizi birleştirmeye sıcak bakıyor musunuz? "

      Alois, babası Alva'nın yaşadığı mutluluk ve gururunu görebiliyordu. Kral, oğullarını çok beğendiği için bu evliliği istiyor değildi. Drindall elinde Güney Kapı'yı tutuyordu, bölgede tahılın en çok üretildiği dükalıktı. Haliyle besleyebildiği asker sayısı çoktu. Alois, bunların hepsini görebilirken, babasının kapıldığı gurur ona komik gelmişti.

"Kral cenapları böyle uygun görmüş, kullarına karşı çıkmak düşmez. Waldorf ailesine yakın olmak ülkedeki herkes için büyük bir gurur, onur kaynağıdır. Eğer lütuf buyurup bu evliliğe rıza gösterirseniz, oğlum Aksel hem sizin hem ailenizin hem de Prenses Alita'nın mutluluğu için canla başla çalışacaktır."

     Kral Hagen'ın yüzüne memnuniyetini gösteren bir gülümseme yayılmıştı. Önündeki cam kadehe uzanıp parmakları arasında kaldırarak masadaki herkese seslenmişti.

"Benim adıma da uygundur. Bu akşamdan itibaren, Waldorf ve Hallstein haneleri evlilik bağı ile birleşmeye ant içmiştir."

     Alois, masadaki herkes gibi kadehini kaldırırken gözlerini Alita'nın üzerine çevirmişti. Yüzünde mutluluğa ya da üzüntüye dair herhangi bir ifade yoktu. Nasıl olabilir ki diye düşündü. Masada uzun uzun müstakbel kocası ve evliliği hakkında konuşulmuştu fakat o tek kelime dahi etmemişti. Fikri sorulmuyordu, isteyip istemediği sorulmuyordu. Kral Hagen ve Dük Hallstein hanelerinin birleşmesine karar vermişken, Aksel ve Alita'ya boyun eğmekten başka seçenek bırakmamışlardı.

     Yemeğin sonunda, şatoya ait başka bir salonda Hallstein ailesinin şerefine devlet erkânı ve Duviel'in önde gelenlerinin katıldığı müzikli bir eğlence verilmişti. Kral Hagen ve karısı Helma tahtlarına geçmişlerken, etraflarındaki herkes hararetli bir sohbete dalmışlardı. Elindeki brendi bardağı ile bir sütuna omzunu dayayan Alois, uzaktan Alita'yı izliyordu. Genç kız, kim olduğunu bilmediği, otuzlu yaşlarının ortalarındaki bir adamla uzun uzun sohbet etmişti. Heyecandan yanakları kızaran Aksel konuşmak için sokulduğunda ise bu adamı yanlarından uzaklaştırmıştı. Ondan hoşlanıyor musun Alita diye mırıldandı kendi kendine. Aksel'in çirkin bir adam olmadığını biliyordu, uzun boyu ve kaslı gövdesi birçok genç kızı rahatlıkla baştan çıkarabilirdi. Fakat bunun tam aksi olsa da, durumun değişeceğini sanmıyordu. Alita'nın herhangi bir söz hakkına sahip olmadığının farkındaydı. Nedenini bilmediği bir şekilde, presesin bu durumu onu üzüyordu.

   Belli bir zaman sonra, ay tepeye yükselmişken, Alois elindeki brendi bardağı ile salonun balkonuna çıkmıştı. Yağmurlu şehirde sis ve bulutlar her yeri kaplarken, o akşam yıldızları gölgeleyecek tek bir engel yoktu. Parlak gökyüzünü hayranlıkla izlerken içine derin bir nefes çekmişti. Martı seslerini duyabiliyordu, denizin tuzlu kokusu adeta her yerdeydi. Bununla birlikte, kollarını mermer tırabzana dayamış, gözleri kapalı bir şekilde uzaktan gelen müzik seslerini dinliyorken arkasında birinin boğazını temizlediğini hissetmişti.

"Lord Hallstein."

     Gözlerini aralayan Alois, yavaşça arkasını döndüğünde, akşamın başında Alita ile konuşan adamla karşı karşıya gelmişti. Dalgalı fakat kısa kesilmiş, kahverengi saçları vardı, ön kısmında bir parça beyazlık gözüküyordu. Sıradan biri olmadığı belliydi, en azından üzerindeki takımdan bu kadarını çıkarabiliyordu. Gülümserken sürme çekilmiş gibi duran mavi gözleri kısılmıştı.

"Bir sorun mu var ?"

"Hayır efendim. Prenses Alita sizi görmek istiyor, eğer uygun görürseniz huzurlarına kadar size eşlik edeceğim."

     Alois içini çekti, elindeki brendi bardağını tırabzanın üzerine bırakıp önünde duran adama doğu yaklaşmıştı.

"Sanırım karıştırdınız, kardeşim Aksel içeride, ben Alois'im."

"Farkındayım efendim, majesteleri sizi bahçede bekliyor."

     Doğru duyup duymadığından emin olmak için bir müddet bekledi. Karşısındaki adamı baştan aşağı süzmüş, sonrasında ise etrafına bakınmıştı. Konuşurken ondan iki üç parmak kısa olan adama doğru eğilmişti, duyulmamak adına fısıldıyordu.

"Alois ismini duyduğunuza emin misiniz ?"

"Lord Alois Hallstein, evet eminim."

     Şaşkınlığını ve heyecanını saklamaya çalıştı. Dudaklarını sıkarak başını salladıktan sonra yavaşça gülümsemişti.

"O halde lütfen önden buyurun Lord..."

"Amadeus, Lauron Amadeus."

     Memnun olduğunu mırıldanan Alois, Lord Amadeus ile birlikte salondan geçip şatonun büyük hollerinden birine çıkmıştı. Nereye çıktığını bilmediği bir koridora girdiklerinde, Amadeus eline duvarda asılı duran apliklerdeki mumlardan birini alarak küçük bir ahşap kapıyı aralamıştı. Birlikte dar, karanlık ve rutubet kokan merdiven dizisinin önünde durduklarında, prensesin kimseye gözükmemelerini tembih ettiğini söylemişti. Kalabalık şatoda, bu gizli merdivenler acil durumlarda binayı terk etmek için kullanılıyordu. Ara ara bırakılan küçük deliklerden ay ışığı sızsa da karanlık genele hâkimdi.

     Küf kokulu merdivenlerin sonuna geldiklerinde, başka bir küçük, ahşap kapı onları şatonun bahçesine çıkarmıştı. Toprak yola çıkana kadar yeşillik ve sık ağaçların arasında yürümüşlerdi. Yolun ortasında bekleyen at arabasını fark ettiğinde, Alois gözlerini kısmıştı. İlerisinde yürüyen Amadeus yaklaşıp kabinin kapısını çalmış, sonrasında ise yavaşça kendine doğru çekerek aralamıştı. Alois hala birkaç adım gerisinde onu izliyordu.

"Lordum, lütfen buyurun."

    İçini çeken Alois başını sallayarak ilerlemişti. Yaptığının doğru mu yanlış mı olduğunu hala sorguluyordu. Belki de çağıran prenses değildi diye düşündü, başını belaya sokabileceği fikri an ve an daha ağır basıyordu.

     Fakat onu endişelendiren bu tereddüt, aralanmış araba kapısından ona doğru gülümseyen Alita'yı gördüğünde silinip gitmişti. Prensesin mavi gözlerine baktığında, soğuk bir rüzgârın esmeye başlayıp adeta içini ürperttiğini hissediyordu. Bu, hayatımda gördüğüm en güzel şey diye düşündü, elinde olmadan gülümsemişti.

"Lord Hallstein, eğer sizi rahatsız ettiysem lütfen özürlerimi kabul edin."

     Alois, bir an konuşup konuşamayacağından şüphe etti. Kalbi daha önce alışık olmadığı bir heyecana kapılmıştı. Öksürerek boğazını temizledi, yüzündeki gülümseme bir an olsun kaybolmuyordu.

"Cüretimi mazur görün fakat keşke her rahatsızlık huzurunuza çıkmak kadar keyifli olsa."

     Yemek masası ve davette bir kez dahi gülümsemeyen Alita, sözleri ile birlikte ona gülüşünü tekrar göstermişti. Üzerinde siyah, yakalarında gümüş işlemeler olan bir pelerin vardı. Alois, daha öncesinde kraliyet ailesine mensup hiç kimse ile karşılamamıştı. Fakat kafasında bir prenses canlandıracak olsa, bu Alita olurdu.

"Küçük bir gezintiye çıkacağım, bana eşlik eder misiniz ?"

"Elbette, memnuniyetle."

     Bununla birlikte, ihtişamlı at arabasının kabininde yavaşça Alita'nın karşısına oturmuştu. Kısa bir an sonra, atları toprak yolu döverek hareketlenmişti. Şatonun bahçesinden çıktıkları kapı Alois'in kullandığı ana kapıya benzemiyordu, küçük ve karanlıktı. Şehre geldiklerinde, ulaşımın kanallarla daha hızlı olduğu söylenmişti. Fakat o akşam bir arabanın içinde seyahat ediyorlardı.

     Aralarında, koyu fakat huzursuzluktan uzak bir sessizlik gelişmişti. Alois konuşmak istiyordu, zihninde belirip kaybolan binlerce soru vardı. Karşısında oturan bu genç kadın onda büyük bir merak uyandırıyordu. Daha önce kendinden büyük ya da küçük, birçok kadınla birlikte olmuştu, bu konuda çekingen değildi. Hakkında her şeyi öğrenmek istediği Alita'ya karşı gardını düşüren durum, kraliyet ailesine mensup bir prenses olmasıydı. Bunu bile aşabilirdim diye düşündü kendi içinde. Fakat kadın henüz o akşam bir nevi kardeşi Aksel ile nişanlanmıştı. Kalbini saran bu heyecanın, önünü alamadığı merak duygusunun uygunsuz olduğunu biliyordu.

    Şatodan çıkıp taş döşeli dar yollardan ilerleyen arabaları durduğunda, ilk inen Alita olmuştu. Onun ardından toprağa ayağını basan Alois, başını kaldırdığında aşina olduğu parlak görüntü ile karşılaşmıştı. Alita gezintiye çıkmak istediğini söylediğinde aklına birçok fikir gelmişti. Fakat Hénec kesinlikle bunların arasına katılmamıştı.

"Lord Hallstein, sizi hayal kırıklığına mı uğrattım ?"

     Arabanın önünde durmuş, kuleyi izleyen Alois birkaç adım ötesindeki Alita'ya dönmüştü. Esen rüzgâr siyah saçlarının arasında dalgalanırken ay ışığı yüzünde mermere değmişçesine parlıyordu. Elinde olmadan içini çekti. Bununla birlikte, uzun zamandır tanıdığı o koku tekrar burnuna dolmuştu. Bu kokuyu dün akşam Keia'yı kollarında tutuyorken de işitmişti. Etrafına bakındı, Alita ve birkaç görevlinin dışında başka kimse yoktu. Gülümsemeye çalıştı, ilerlerken aynı zamanda zihnini dolduran düşüncelerle uğraşıyordu.

"Hayır, sadece kule fikri aklıma gelmemişti."

     Alita yanına gelene dek onu beklemişti. Birlikte, kulenin ana girişinin aksine oldukça basit ve tenha olan başka bir kapıyı kullanmışlardı. Alois, bu duruma şaşırmıyordu. Hénec'in ünü herkes tarafından bilinirken, prensesin diğer insanlarla birlikte ön kapıyı kullansa bu ona daha garip gelirdi.

    Alois'in ilk kez gördüğü bu kapı, onları küçük ve gösterişsiz bir hole yönlendirmişti. Alois'in yeşil gözleri merakla mobilyalarda geziyorken, Alita önündeki iki görevlinin nöbet tuttuğu oldukça büyük dökme demir bir dolaba yönelmişti. Bu görevliler, prensesin yaklaşması ile birlikte geniş kapıları aralamışlardı. Alois ne olduğunu anlamadan kadını izliyordu. Alita demir dolabın içine girdiğinde ona doğru dönüp yanına çağırmıştı.

"Lord Hallstein, bana eşlik eder misiniz ?"

     Alois ortada bir gariplik olduğunu hissediyordu. Yine de, herhangi bir şeyden şikâyet etmeyip ilerleyerek Alita ile birlikte gizemli demir dolaba girmişti. İçeri adımını attığında, kapılar örtülmüştü. Loş ışığı aralarındaki karanlığı pek de verimli olmayan bir yolla aydınlatırken birbirlerine oldukça yakındılar. Alois, nefes aldıkça bahçede duyduğu o kokunun burnuna dolduğunu hissediyordu. Bu koku Alita'ya mı ait diye düşündü. Böyle bir tesadüfe inanması kolay değildi. Günlerdir rüyasına bulaşan bu koku uzun zamandır zihnini meşgul ediyordu.

    Kendi kendine, duyduğu bu kokunun muhasebesini yaparken içinde bulundukları dolap hafifçe sallanıp hareketlenmişti. Alois bir an dengesini kaybedeceğini düşünüp elini soğuk demire dayamıştı. Yeşil gözleri tekrar etrafta dönmeye başladığında, Alita onun bu haline gülüyordu.

"Korkmanıza gerek yok, bu hareketli bir dolap. Bizi istediğimiz kata çıkaracak."

     Alita'nın söylediklerini anlaması zamanını almıştı. Yaşadıkları bu hafif sallantının yerden yükseldikleri için oluştuğunu kavradığında gözleri irileşmişti. Korkmuştu, bunu saklayacak değildi. Fakat korkudan daha derin hissettiği bir şey varsa o da şaşkınlıktı.

"Bu nasıl mümkün olabilir ?"

"İnsan gücüyle. Şu an içinde olduğumuz dolabı kurulan çarklı sistemle yirmi kişi çekiyor."

"Peki ya düşürürlerse?"

"Düşürmezler. Bu dolap gereğinden fazla sallanıp beni rahatsız ederse dahi öleceklerini biliyorlar, korku hatanın önüne geçiyor."

     Alois kendisinin de korkması gerektiğini biliyordu. Prensesle aralarına bir elin zor girebileceği yakınlıkla bir dolabın içerisindeydi. Bunun öğrenilmesi ne ailesinde ne de kral tarafında hoş karşılanmayacaktı. Alita'nın söylediğini düşündü; korku hatanın önüne geçiyor. Bu söz, o an kendisi için öylesine geçersizdi ki kendini gülmekten alıkoyamamıştı. Ondan sadece dört ya da beş parmak daha kısa olan Alita tepkisini anlamasa da onunla birlikte gülümsemişti.

"Az önce, sadece canım istediği için yirmi kişiyi öldürebileceğimi söyledim. Böyle şeylerden bahsettiğimde insanlar genelde korkarlar."

"Herkesin içinde beslediği korku farklıdır, ölüm beni pek korkutmuyor."

     Alita tekrar gülümsemişti. Fakat bu seferki samimiyetten uzaktı, bahsettiği korkuyu vermek için Waldorf ailesiyle özdeşlemiş o soğuk ifadeyi kullanıyordu.

"Sanırım henüz biri boğazına bıçak dayamamış, hiç uçurumun kenarına itilmemişsiniz. Yoksa korku nedir bilirdiniz."

"Fiziksel olarak bunların hiçbirine maruz kalmadım, fakat bana inanın prenses; herkesin cehennemi farklıdır."

     Alita, buz mavisi keskin gözleri ile onu süzüyorken içinde bulundukları demir dolap tekrar yavaşça sarsılmıştı. İşitilen kısık seslerin kesilmesi ile birlikte dolap başka bir çift kanatlı demir kapının önünde durmuştu. Tıpkı ilk katta olduğu gibi iki görevli onlar için kapıyı araladığında, ihtişamlı bir salon önlerine serilmişti.

     Alita ilk adımı atıp onları taşıyan dolaptan çıktığında Alois de onu takip etmişti. Kaçıncı katta olduklarını bilmiyordu. Etrafta, dolabın önünde bekleyen iki görevli ve onların dışında kimse yoktu. Bulundukları salon dün akşam onun ziyaret ettiği katlara göre küçüktü. Fakat tavandan sarkan kristal avizeler, başını çevirdiği her yerde gördüğü altın varaklı mobilyalar ihtişamından hiçbir şey kaybetmiş değildi.

"Burası kaçıncı kat?"

"Yedi."

     Alois'in aklına dün akşam Keia'nın söyledikleri gelmişti;

      "Yedinci katta ne var? Görmek istiyorum."

      "Maalesef. Yedinci kat Waldorf ailesine ait, onların dışında kimse giremiyor."

     Özel bir alana girdiğini henüz fark eden Alois merakla etrafını süzüyorken, Alita üzerindeki siyah pelerini çözüp kürkle süslenmiş koltuğun üzerine bırakmıştı. Bir müddet herhangi bir şey söylemeden Alois'i izlemiş, sonrasında ise oval salonun terasa açılan ahşap kapısını aralamıştı.

"Lord Hallstein, terası görmek ister misiniz?"

     Elbette diye mırıldanan Alois, Alita'yı takip ederek ilerlemişti. Terasa adım attığı ilk an, dikkatini çeken ayağının altındaki parlak opak camdı. Olduğu yerde duraklayıp gözlerini ovdu, görüntü değişmemişti. Başını kaldırıp etrafına bakındı; ışıltılı şehir manzarası, yıldızlı gökyüzü, cam teras. Her bir ayrıntı rüyası ile birebir uyuyorken, esen rüzgâr aşina olduğu o kokuyu tekrar burnuna getirmişti. Ürperdiğini hissediyordu, rüyada mıyım diye düşündü. Etrafına bakınarak ne olduğunu anlamaya çalışıyorken, biraz ilerisinde duran Alita ona doğru dönmüştü.

"Sizin hakkında bir çıkarım yapabilir miyim Lord Hallstein ?"

     Alois garip gözüktüğünün farkındaydı. Hissettiği bu şeylerin herhangi bir açıklaması olmadığını biliyordu. Üst üste biriken bu tesadüflere kapılmak niyetinde değildi. Dudaklarını kıvırıp gülümseyerek Alita'ya yaklaştı, dolabın aksine aralarında hatırı sayılır bir mesafe bırakıyordu.

"Duymak için can atıyorum. Fakat öncesinde sizden bir isteğim olacak; lütfen bana Alois deyin."

     Alita, bu kez pek de tehditkâr olmayan bir havayla gülümsemiş ve Alois diye fısıldamıştı. Adını ondan duymak Alois'e kendini garip hissettirmişti. Prenses ile ilk kez o akşam karşılaşmasına rağmen sesi sanki kulağına aşinaydı.

"Alois, şatoda tüm akşam boyunca dudaklarından tek bir kelime çıkmadı. Fakat gözlerin oldukça gürültülüydü."

"Eğer gözlerim size gereğinden fazla ilgi gösterdiyse özür dilerim majesteleri."

     Alita yaklaşıp aralarındaki mesafeyi kısaltmıştı. Bakışları göğsündeki yılan broşuna ilişmişti, tıpkı annesi gibi parmağını uzatarak oynamıştı.

"Bana Alita diyebilirsin, en azından bu akşamlık."

     Alois buna karşılık olarak sadece başını sallamıştı. Alita'nın yılanın üzerinde olan gözleri ona döndüğünde kendini yutkunmak zorunda hissetmişti. Bir şey söylemem gerek diye düşündü. O an, Hénec terasında ne işleri olduğunu bilmiyordu. Fakat izledikleri yolun ikisini de iyi bir sona sürüklemediği açık bir gerçekti.

"Beni kardeşim Aksel hakkında konuşmak için mi buraya davet ettin, Alita ?"

     Adını ilk kez sesli bir şekilde söylemek, Alois'e kendini garip hissettirmişti. Yanlışın ya da doğrunun üzerine düşünmek kalbini saran heyecanın önüne geçmiyordu. Alita ile arasında akan gür bir nehir vardı, savaştıkça akıntı onu genç kadına doğru sürüklüyordu.

"Hayır, kardeşinle ilgilenmiyorum."

     Alois şaşırmış ve kaçtığından daha büyük bir heyecana sürüklenmişti. Ellerini belinin arkasında birleştirmişken kendine hâkim olmak adına tüm gücünü kullanıyordu. İçine tekrar derin bir nefes çekmişti. Fakat Alita'nın soğuk gözlerine baktığı müddetçe tüm çabasının boşuna gittiğini hissediyordu.

"Bunu duyduğuma üzüldüm."

"Sanmıyorum, yalan söylemeyi pek beceremiyorsun."

     Paniğe kapılma Alois, sadece inkâr et.

"Lütfen kendimi açıklamama izin ver; demek istediğim, Aksel'in ilgini çekememiş olmasına üzüldüm çünkü beğenmediğin ya da ilgilenmediğin bir adamla evlenmek pek de hoş bir durum olmasa gerek."

"Bir tercih yapmam gerektiği doğru, fakat Aksel ile evlenmek zorunda değilim."

     Kendi kendine paniğe kapılmamasını tembih eden Alois, bu konuda kısmen başarıya ulaşmıştı. Alita karşısına geçmiş, gözlerinin içine bakarak kardeşini istemediğini söylüyordu. Bunu bizzat onu şatodan alıp ailesinin özel dairesine getirerek itiraf etmişti. Konuşmaların aktığı yönü görebiliyordu. Fakat bu onun için kolayca inanabileceğinden daha güzel bir gerçekti. Tekrar kuşkuyla etrafına bakındı, rüyada olabileceğinden korkuyordu.

"Bu akşam, kral hazretleri yemek masasında Aksel ile evlenmenize karar verdi. Kardeşinin iradesine karşı çıkmak bu ülke sınırlarında işleyebileceğin en büyük suç, biliyor olmalısın."

     Alita gülümsemişti. Bu dolapta, onu korkutmak adına gösterdiği tebessüme benziyordu. Alois, hayranlık mı duymalı yoksa hayret mi etmeli kestirememişti. Bir insanın gülümseyerek bu kadar zıt duyguları ifade ettiği ilk kez tecrübe ediyordu.

"Kral Hagen, ailelerimizin evlilik bağı ile birleşmesine karar verdi. İsim telaffuz eden sevgili baban Dük Hallstein'dı."

"Özür dilerim, bu konuşmanın bizi nereye götüreceğini kestiremiyorum."

     Aralarında kısa bir sessizlik oluşmuştu. İkisi de konuşmuyor, sadece gözlerinin içine bakıyorlardı. Alois, o an Alita'nın sözlerinin ne manaya geldiğini daha iyi çözebilmişti. Aralarında gürültülü kelimeler yoktu fakat gözleri ikisi içinde anlatmak istediklerinin açık beyanıydı.

     Alita'nın yüzündeki ifade yavaşça soğukluğunu kaybetmişti. Tıpkı onun gibi birkaç yüzüğün birden takılı olduğu elini ona doğru uzatmıştı. Alois, ilk anda ne yapacağını bilemedi. Kalbine çöreklenen bu heyecan tecrübe ettiği hiçbir duyguya benzemiyordu. Beni seçti diye düşündü. Bu fikrin ne kadar tehlikeli olduğunu bilmek mutluluğuna engel değildi. Uzanıp Alita'nın soğuk elini kavradı. Denizden gelen soğuk rüzgâr estikçe Alois'i sarhoş eden tanıdık koku burnuna doluyordu. Birlikte, el ele şehrin parlak, büyülü manzarasına doğru ilerlemişlerdi. Alois yavaşça başını kaldırmıştı, yıldızlar gökyüzünde adeta üzerlerine kümelenmişti. Işıltılı şehir, parlak yıldızlar ve hissettiği bu hoş koku; her birini uzun zamandır hayalinde canlandırıyordu. Rüyada mıyım diye düşündü, bu hisle elini tuttuğu Alita'ya döndüğünde, genç kadın tekrar gülümsemişti. Parmakları onu serbest bırakıp siyah elbisenin eteğini yukarı çekmişti. Alois onu izlerken, olabildiğince zarif ve dikkatlice önlerindeki geniş tırabzanın üzerine çıkmıştı. Omzunun üzerinden ona bakarken gülümsemesi en ufak bir kıvrım kaybetmemişti.

"Sanıyorum ölümden korkmadığını söylemiştin."

     Tırabzanların üzerine çıkan Alita, onu açıkça yanına davet ediyordu. Alois elinde olmadan histerik bir şekilde gülümsemişti. İlerleyip, ellerini opak camdan yapılma tırabzanlara uzattı. Parmaklarının desteği ile yükseltiye çıktıktan sonra yavaşça doğrulmuştu. Tüm şehir, bir anda ayağının altına serilmişti, başını kaldırdığında yıldızlar elini uzatsa dokunacak kadar yakın duruyordu. Esen rüzgârla birlikte içinde bir şeylerin yükseldiğini hissetti. Öleceğim diye düşündü, Alita beni buraya öldürmek için getirdi. Uzun zamandır gördüğü rüyası hep kuleden düşmesi ile sonlanıyordu. Daha dün akşam, gökten düşen kanlı bedeni gözlerinin önünde belirmişti.

     Alita'nın bahsettiği korkunun soğuk bir his olduğunu gördü, bir kanat gibi belinden omuzlarına doğru yükseliyordu. Yeşil gözlerini yavaşça kapatmıştı. Burada bitebilir diye düşündü kendi kendine, onun nazarında, sürdürdüğü hayat uğruna yalvarıp ağlanacak kadar kıymetli değildi.

"Olemme täydellinen ottelu. Älä koskaan usko mitään muuta."

     Duydukları ile birlikte, yeşil gözlerini aralamıştı. Bir an dengesini kaybedip düşmekten korktu. Esen rüzgâr tanıdığı o kokuyu tekrar burnuna getirdiğinde, yanı başındaki genç kadın uzanıp elini kavramıştı. Alois aklını kaybettiğini düşündü, tüm bunlar gerçek olamayacak kadar sıra dışıydı. O an, yedi katlı bir kulenin terasında, güç bela ayakta duruyorken zihninin ve bedeninin kontrolünün ellerinden kayıp gittiğini hissediyordu.

"O sendin."

     Alita gülümsemişti. Ne yükseklik ne de içine düştükleri tesadüfler serisi onu korkutmuş gibi durmuyordu. Varlığını göstermek istercesine Alois'in elini daha sıkı kavramıştı.

"Bunun ne demek olduğunu biliyor musun ?"

     Midesinin bulandığını hisseden Alois konuşamamıştı. Bedeni karıncalanıyordu, dengesini kaybedip kuleden aşağı düşmesi an meselesiydi. Rüya diye düşündü, şimdi aşağı düşeceğim ve yatağımda uyanacağım.

"Biz birbirimiz için mükemmeliz. Başka hiçbir şeye inanma."

     Alita'nın fısıltısı, rüzgârda yankılanıp kulaklarına dolmuştu. Başını usulca ona doğru çevirdiğinde, bakışları mavi gözleri ile birleşmişti. Alois, o an her şeyi daha iyi anlıyordu. Güzelliği ile büyülendiği Alita'nın ona verdiği tanıdık his rüyalarından içine işlenmişti. Tüm bu yaşadıklarının herhangi bir mantıklı açıklaması yoktu fakat böyle bir şey beklediği de söylenemezdi. Parmak uçlarındaki ölümcül yüksekliği bir anlığına da olsa unutmuştu. Alita'nın onu sarhoşa çeviren buz mavisi gözlerine bakarken gülümsüyordu.

"Aksel ile evlenmeyeceğim. Kaderimde o yazılı değil, gözlerine baktığımda kocaman bir boşluk görüyorum. Bu akşamı unutma Alois. Benim hayatım, şimdi olduğu gibi hep bu uçurumun kenarında geçecek. Düşeceğim anı kestiremiyorum, başarırsam belki kanatlanabilirim de. Fakat uçurumdan kaçamam, eğer bu seni korkutuyorsa elimi şimdi bırakabilirsin."

     Alois, karmaşık ve oldukça tehlikeli bir durumun içine girdiğinin farkındaydı. Alita'nın ne demek istediğini görüyordu. Söylediklerini kabul etmek kralı ve babasını yok saymak demekti. Tüm bu rüyalar ve tesadüfler serisi onu ayrıca tedirgin ediyordu.

     Fakat hissettiği korkuların dışında, kalbindeki heyecan tek gerçeğe odaklanmıştı; Alita onu seçiyordu. Kralın mektubu ellerine ulaştığı günden beri kimse onu prensesin yanına yakıştırmamıştı. Adları yan yana getirilmemiş, Alois evlilik için seçenek olarak dahi düşünülmemişti. Yaşadığı kırgınlıkların ardından Alita'nın onun elini tutması Alois için her şeyi daha kıymetli kılıyordu.

     İçinde saklanan her bir cesaret parçasına ulaşmak adına derin bir nefes almıştı. İçine düştüğü bu karmaşanın onu nelere sürükleyeceğine dair hiçbir fikri yoktu. Ne kaybedebilirim ki diye düşündü. Hayatı belirsiz bir trajediden ibaretken, tereddüt duyacak pek de bir şeyi yoktu. Bu hisle, titreyen bacaklarının onu yarı yolda bırakmamasını umarak gülümsemişti.

"Elini bırakırsam beni aşağıya iter misin ?"

"Söz veremem, istersen şansını deneyebilirsin."

     Alois göz ucuyla aşağıya baktığında tekrar midesi bulanmıştı. Fakat bunu Alita'ya belli etmedi, en azından belli etmediğini düşünüyordu. Gözlerini üzerine çevirdiğinde elini daha sıkı kavradı. Söylediği sözler, kalbindeki gerçeği yansıtıyordu.

"Burada ya da başka bir yerde, elini tutmaktan onur duyarım."

     Gülümseyen Alita, ne anlama geldiğini bilmediği birkaç kelime mırıldanmıştı. Geriye doğru bir adım atıp dikkatlice tırabzandan inmiş, elini tuttuğu Alois'in de inmesine yardım etmişti. Terasın opak camına bastığında, Alois ne kadar gerildiğini daha iyi anlamıştı, adeta bacaklarındaki kaslar seğiriyordu.

"Şimdi ne yapacağız ?"

     Alita önce kendi elbisesinin kıvrımlarını düzeltmiş, sonrasında ise ona yaklaşmıştı. Parmakları ceketinin kırışan kumaşı üzerinde geziyordu. Alois, ne kadar uyumlu giyindiklerini henüz o an fark etmişti. İkisi de baştan ayağı simsiyahtı, Alita boynunda, o ise göğsünde gümüş birer yılan taşıyordu.

"Hagen ile konuşacağım, durumu babana anlatacaktır. Sonrasında olacaklar için henüz bir şey söyleyemem."

     Gözlerini deviren Alois dudağını sıkarak başını salladığında canı yanmıştı. Dudağının üzerindeki kabuk tutmuş yarayı bir an için unutmuştu. Elini götürdüğünde, kan parmağına bulaşmıştı. Bu, henüz o sabah babasının attığı tokadı aklına getirmişti. Kendini bildiğinden beri duyduğu hakaretler kulağında çınlarken mırıldanmıştı.

"Bundan emin misin? Üçümüzden birini seçmek zorunda olduğunu biliyorum, Aksel benden daha iyi bir seçenek olabilir."

"Bunlar senin değil, başkalarının sözleri. Kendi içinde böyle olmadığını sen de biliyorsun."

     Alois herhangi bir şey söylemek yerine dudaklarını kıvırarak gülümsemişti. Aynı soru zihninde sürekli tekrar ediyordu; ne kaybedebilirim ki? Alita güzeldi, rüyalarında müjdelenmişti ve gördüğü ilk an aklını başından almıştı. Karşısında dururken hala kendini sarhoş gibi hissediyordu. Kralın kardeşiydi, ülkenin en zengin ailesine mensuptu. Böyle bir kadın onu tercih etmişken,  geriye söylenecek pek bir şeyi kalmamıştı.

"O halde, yanınızda olmak benim için bir onurdur Prenses Alita."

     Alita, sözleriyle birlikte genişçe gülümsemişti. Sırtına dökülen saçlarını önüne çekip taşlarla süslenmiş bağını çözmüştü. Örgüsünün bozulması ile birlikte kuzguni siyah olan gür saçları serbest kalmıştı. Ona yaklaşıp, elindeki uzun süslü şeridi bileğine ilmiklemişti.

"Bunu, bu akşamın hatırası olarak saklamanı istiyorum."

     Alois memnuniyetle diye mırıldanmış, göğsündeki küçük broşu çıkarıp hatıra olarak ona hediye etmişti. Beklemedik ve bir o kadar da heyecan dolu akşamları bununla birlikte son bulmuştu. Alita ve Alois, kuleden birlikte inmişlerdi. Çıkışta, onları iki farklı araba bekliyordu. Vedalaşarak ayrılmışlar ve birlikte geldikleri yolu ayrı ayrı kat etmişlerdi.

     Alois, şatoya alışılageldik ana kapıdan girmişti. Ailesine ait taş binanın önüne geldiğinde, büyük bir fırtınanın onu beklediğini tahmin edebiliyordu. Arabacısına teşekkür ederek inip içeri girdiğine, babasının öfke dolu sesini işitmişti. Aldırmadan ilerleyip salonda ailesine katıldı. Babası, tüm gücü ile yanan taş şöminenin önünde ayakta dikiliyordu. Annesi ve kardeşleri ise boş yemek masasının etrafına dizilmişlerdi. İçeri girdiğinde, her birinin gözleri üzerine dönmüştü.

"Alois! Seni baş belası, neredeydin ?! "

     Alois, babasının azarlamasına aldırmamıştı. Yüzüne yavaş yavaş alaycı bir gülümseme yayılıyordu. Bileğindeki taşlı bağı çözerek parmaklarının arasına aldı. Masaya doğru ilerlerken aynı zamanda kardeşine göstermek istercesine havaya kaldırıyordu.

"Ne dersin Aksel? Sanırım küçük g*tümü okşayacak birini buldum."

     Saç bağının kime ait olduğunu masadaki herkes biliyordu. Kısa bir anlığına salona buz gibi soğuk bir sessizlik çökmüştü. Herkesin yüzündeki ifade donuklaşırken, Alois sırıtıyordu. Fakat mutluluğu uzun sürmemişti. Olduğu yerden masayı yumruklayarak kalkan kardeşi Aksel, onu tutmaya çalışan anneleri ve Abel'e aldırmadan Alois'in üzerine çullanıp yere yığmıştı.

⚜️⚜️⚜️

     Alita, sıklıkla yaptığı gibi şatoya arka bahçeden girmişti. Arabası, sık ağaçların örttüğü toprak yolda durmuştu. Arabacısının yardımı ile kabinden indiğinde, akıl hocası olarak kabul ettiği Amadeus onu bekliyordu. Elinde tuttuğu feneri ile aralarındaki karanlığı aydınlatarak önüne çıkmıştı. Karanlık mavi gözleri turuncu ışığın altında ümitle onu süzüyordu.

"Nasıl geçti? Başarabildin mi ?"

     Alita gülümsemişti. Karanlığın içinde beyaz dişleri keskin birer bıçak gibi parlıyordu. Başarısını öğretmenine gururla anlatmıştı.

"Av artık benim kontrolümde, oyunumuza başlayabiliriz."

Yazan; İlknur DUMAN

⚜️⚜️⚜️

İşte ikinci bölüm ! Çok fazla bir şey söylemeyeceğim, ben Kuzguni'yi yazmayı seviyorum, umarım siz de okumayı seviyorsunuzdur 😸♥️ Fantastik bir hikaye olduğu için kafanıza takılan yönler olabilir, istediğiniz herhangi bir şeyi sorabilirsiniz, memnuniyetle cevaplarım 🙋‍♀️ Görüşlerinizi merak ediyorum, hepinizi kocaman öptüm, bir dahaki bölüme görüşme üzere hoşçakalıın 😽♥️

Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top