⚜️Bölüm 16 - "Teslimiyet"⚜️


"Vae Victis."

     ⚜️⚜️⚜️

Helma, gece peşinde gelen yoğun karanlıkla birlikte tüm şehre çökmüşken dairesinde tek başınaydı. Huzursuz bir uykunun içerisine hapsolmuşken, mermer kemerli pencereleri fısıltıyı anımsatan garip bir rüzgârla uğulduyordu. Başucundaki iki küçük sehpanın üzerinde duran altın şamdandaki mumlar titreşerek yanıp etrafını aydınlatsa dahi geniş dairesi loş bir ışığın içerisindeydi. Karanlık ve garip rüzgâr onu rahatsız etmeye yetmişken, uzaktan bir çift ayak sesi geldiğini işitmişti. Ritmi adeta kulağına dolan, ürkünç rüzgâr sesiyle aynıydı. Elinde olmadan ürpermişti, uzandığı yatakta sırt üstü dönüp ellerini karnının üzerinde birleştirerek dua etmeye başlamıştı. Gözlerini kapatmış, yerdeki, gökteki ve denizdeki tüm tanrılarına ruhunu koruması için yalvarıyorken, işittiği ayak sesleri kaybolmak yerine yaklaşıyordu. Bir kişiye ait olduğu belliydi, acele etmiyor, yavaşça yürüyordu. Ökçelerinin sesi sert ve toktu. Kalbi korkuyla dolmuşken, gittikçe yaklaşan ayak sesleri bir anda kesilmişti. İçine derin bir nefes çekip usulca karnını okşadı. Sesin nedimelerinden birine ait olabileceğini düşünürken, dairesinin çift kanatlı beyaz kapısı yavaşça aralanmıştı. Bir elini iri karnının üzerine yerleştirip, dirseğinden destek alarak yavaşça doğrulduğunda, karanlığın içinde Alita'yı seçmişti. Üzerinde tıpkı gece gibi simsiyah bir elbise vardı. Uzun saçları omuzlarından dökülüyordu, buz mavisi gözleri içlerinde soğuk bir ateşi taşırcasına parlaktılar.

Helma korkudan titremeye başladığını hissedebiliyordu. Uzandığı yerde güçlükle doğrulup sırtını yatağının ahşap başlığına yaslamışken elini koruma içgüdüsüyle karnının önüne siper etmişti. Alita hala kapının önünde duruyordu. Ona bakarken, görenlerin içini ürperten gülüşünü göstermişti. Siyah elbisesinin parlak kuşağında, boğazkesen adını verdiği hançerini taşıyordu. Kalbine korku zerk etmeye yeten ayak sesleri tekrar yankılanmaya başlamıştı. Ona doğru yaklaşırken, fısıldayarak korkunç bir ninni söylüyordu.

Kurtlar ağaçların arasında uykuda,

Yarasalar sallanır rüzgârda,

Ama birisi var, uyanık, endişeli,

Korkutur tüm insanları, cadıları, cinleri

Gözlerini kapat küçüğüm,

Kımıldama, ağlama, sakın sesini çıkarma.

Çünkü kalpsiz büyücü burada.

Keder ve acı dışında hiçbir şey bırakmaz arkasında.

Kesiverir, doğrar,

Acımadan lime lime eder seni.

Gözlerini açtığında,

Alita adeta kanını donduran ninnisini soğuk nefesi yüzüne değene kadar söylemişti. Yatağında, karşısına oturduğunda hala gülümsüyordu. Titrememek için dişlerini sıksa dahi, korkudan ağlamaya başlamıştı. Gözyaşları yanaklarından akıyorken, Alita işaret parmağını uzatarak çenesinden akan damlaları silmişti. Aynı zamanda başını kaldırarak onu gözlerine bakmaya zorluyordu.

"Şşşt, ağlama. Senin bir suçun yok, biliyorum. Magnus bir savaştaydı ve babasının işlediği günahların bedelini ödedi."

Sözleri Helma'yı yatıştırmamıştı. Soğuk parmakları ıslak yüzünde gezdikçe, içine çektiği nefesi dahi titriyordu. Alita bir müddet hiçbir şey söylemeden gözlerinin içine bakmıştı. Onu izlerken, yüzündeki tehditkâr gülümseme yavaşça solarak kaybolmuştu. Parlayan gözlerinin içine öfke kum gibi çökerken, elini yüzünden çekmişti. Belindeki kuşakta duran, kabzası değerli taşlarla süslü hançerini çıkarıp keskin ucunu boğazına yaslamıştı. Demirin soğuğu daha o andan içine işleyen Helma'nın dudaklarından gözyaşlarıyla birlikte çaresiz bir hıçkırık yükselmişti. Elleriyle kavradığı yatağının örtüsünü tüm gücüyle sıkıyorken Alita kin dolu sesiyle fısıldamıştı.

"Şimdi Helma, babanın işlediği günahların bedelini ödeme sırası sende."

* * *

Helma gördüğü kâbustan terler içinde, çığlık atarak uyanmıştı. Şiş olan gözlerini araladığında, titreyen elleri ilk olarak boğazını bulmuştu. Gördükleri öylesine gerçekçiydi ki hançerin baskısını hala hissediyordu. Nefes nefese kalmış, korkuyla etrafına bakıyorken baş nedimesi Saline ağır adımlarla uzandığı yatağın başına yaklaşmıştı.

"Majesteleri, iyi misiniz ?"

Ağlamaklı gözlerle kadına bakmaktan başka herhangi bir cevap verememişti. Hala korku ile etrafını izliyorken, Saline yanı başındaki sehpanın üzerinde duran sürahiden onun için su doldurarak uzatmıştı. Uzanıp bardağı avucuna alan Helma, birkaç yudum aldıktan sonra yastığını düzelttirip yatağının başlığına yaslanmıştı. Doğumuna çok az bir zaman kalmıştı, hamileliği onu ağırlaştırıyorken saray hekimlerinin sakinleşmesi için içirdiği ilaçlar uykudan başını kaldırmasına engel oluyordu.

Helma bu duruma bir noktada minnettardı. Kâbuslara ev sahipliği yapan uykuları dinlendirici ve derin değildi, bilakis baygınlık gibi kısa sürüyordu. Fakat korkuyu, kalbindeki acıyı hissetmeye tercih etmişti. Hagen'ın öldüğü gerçeği, onun için gördüğü kâbuslardan daha büyük bir ıstıraptı. Gözlerini her kapadığında, yaşadıklarının kötü bir rüya olarak arkasında kalması için dua ediyordu. Hagen'ı ilk gördüğü an, kalbindeki suçluluk hissine rağmen ondan etkilenmiş, zamanla adamı severek âşık olmuştu. Ona bir çocuk veremediği için kahrolurken, evlilikleri hamileliği ile müjdelenmişti. Helma, anne olmayı belki de her şeyden daha çok istiyordu. Fakat doğacak bebekleri ona bu kutsal duyguyu tattırmanın dışında birçok hediye getirmişti. Tahta bir varis verdiğinde, kucağına sağlıklı bir prens uzattığında Hagen'ın onu gerçekten seveceğine inancı tamdı. Hayatındaki her şeyi yoluna koymuşken başına gelenler Helma'yı isyan ettiriyordu.

Oturduğu yatağından kalkmadan, hizmetçileri su döküyorken geniş, gümüş kabın içinde terli yüzünü yıkamıştı. Öğle güneşi dairesinin mermer kemerli yüksek pencerelerinden içeri doluyordu. Sabah erken saatlerde kalkmış, kahvaltısını etmişti. Fakat çayına katılan ilaçlarla birlikte uyuşarak tekrar uyumuştu. O an dahi bilinci tam anlamıyla açık değildi. Kızaran gözleri etrafına kısık bakıyordu, yüzü hem hamileliği hem uykusu hem de ağlamasıyla şişip adeta tanınmaz bir hal almıştı. Vücudu bitkin ve uyuşuktu, nefes almak bile onu yoruyordu.

Yatağında oturmuş, boş gözlerle okşadığı karnını izliyorken nedimelerinden biri içeri girerek Saline'e bir haber getirmişti. Fısıldaşarak konuşmalarının ardından, Saline ellerini önünde birleşerek yanına yaklaşmıştı.

"Majesteleri, Lord Gustav sizinle görüşmek istiyor, kendileri kabul edilmeyi bekliyorlar."

Usulca başını sallayan Helma, yanı başındaki hizmetçisinin elini tutarak güçlükle yatağından kalkmıştı. Başını önüne eğmiş yürürken, iri gözleri tekrar dolmuştu. Dairesinin zeminine döşenen seramiklere dahi Hagen ile baş harfleri işlenmişti; H&H. Sevdiği adam ölmüştü, asla kucağına alamayacağı çocuğunu karnında taşıyordu fakat en kötüsü, gerisinde bıraktığı izler her yerdeydi. Helma, onun ardından yaşamak istese de dahi bunu nasıl yapacağını bilmiyordu.

Odasındaki boş şöminenin önünde duran sandalyelerin önüne geldiğinde, hizmetçilerinden üzerindeki uzun kollu, siyah elbiseyi düzeltmelerini istemişti. Waldorf ailesi yaşadıkları ülkeden farklı geleneklere sahipti. Ölülerinin ardından, yirmi bir gün yas tutuyorlardı. Bu yas süresi boyunca her biri siyah, gösterişsiz kıyafetler giymeye özen gösteriyordu. Ayrıca kadınlar, vücutlarını göstermeyecek kapalı elbiseler seçip insan içine karışacakları zaman saçlarını toplayarak siyah şalla örtüyorlardı. Helma, üç tanrı inancına sahipti, bu geleneklerin hiçbiri onun yetiştiği kültürü kaplamıyordu. Kral Adon öldüğünde, Hagen'ın uyarısıyla siyah giyinmişti fakat saçlarını kapatmamıştı.

Fakat bu kez, ölen kocasını onurlandırmak için sarı saçlarını toplayıp başına siyah bir şal örtmüştü. Sandalyelerden birine oturduğunda, elini uzatarak nedimelerine Lord Gustav'ı içeri almalarını işaret etmişti. Kısa bir an sonra, Kısa bir an sonra, üzerinde gümüş düğmeleri olan, uzun bir siyah ceket, siyah pantolon ve siyah çizmeleri olan Gustav içeri girmişti. Ona doğru yaklaşırken, önünde bağladığı elinde katlanmış bir kâğıt tutuyordu. Önüne çıktığında, başını eğerek selam vermişti.

"Majesteleri."

"Lord Gustav, lütfen oturun."

Gustav, hizmetçilerine bırakmadan karşısında kalan sedef süslemeli sandalyeyi çekerek oturmuştu. Helma'nın harap olmuş halinin aksine gayet dinç duruyordu. Soğuk gözleri herhangi bir hisse sahip değildi, ifadesinden ne düşündüğünü ya da ne hissettiğini okumak imkânsızdı. Helma, adamın yeğeninin ölümüne üzülmediğini sanmıyordu fakat acısının onun kadar derin olmadığına emindi. Bu ailede hiçbir acı uzun sürmüyor diye düşündü. Hagen'ın ölümünün ardından Alita ile bir kez bile karşılaşmamıştı, yine de kadının sükûnetini kulağına çalınan fısıltılardan işitiyordu. Kardeşinin ardından bir damla bile yaş dökmemesi, bir heykel gibi hissizce ortalıkta dolaşması insanların arasında konuşuluyordu. Helma buna şaşırmamıştı, ona göre Alita kardeşinin ölümüne üzülmüşse bile ufukta gözüken fırsat acısını dindirmişti. O an, gözyaşı döküp acı çekmek yerine adımlarını planlayıp hançerini bilediğini düşünüyordu.

"Sizi böyle bir zamanda rahatsız ettiğim için özürlerimi kabul edin. Konuşmamız gereken önemli bir mesele olmasa huzurunuza çıkma düşüncesizliğinde bulunmazdım."

"Bundan sonra kendimi daha iyi hissedebileceğim herhangi bir anın olacağını sanmıyorum. O yüzden rahat olun, konuşmak istediğiniz konu ne ise söze başlayabilirsiniz."

Gustav'ın kenarlarında gün geçtikçe derinleşen çizgiler taşıdığı mavi gözleri onu izliyordu. Sözlerine karşılık olarak başını usulca sallayıp elindeki katlı kâğıdı aralarında duran sehpaya yerleştirmişti. Üzerindeki kırılmış kırmızı mühür, ailelerinin armasını taşıyordu; kanatlarını açmış çift başlı kartal.

Helma avuçlarını sıkarak eğdiği başını kaldırıp Lord Gustav'a dönmüştü. Adam, haftalar önce, Hagen hastalandığında yazdığı mektubu sehpanın üzerine bırakmıştı. Bu nasıl olabilir diye düşündü, bana ihanet eden kim? Aradan geçen zaman boyunca herhangi bir cevap almamasını ya da babasının başkente gelmemesini tedbirli davranmasına yormuştu. Yazdığı mektubun ona hiçbir zaman ulaşmadığını henüz o an öğrenmişti.

"Sevgili yeğenim, kral cenapları hastalandığında sizden bu durumdan hiç kimseyi haberdar etmemenizi rica etmiştim. Çünkü biliyorsunuz, tebaasının gözünde hasta bir kralın ölü bir kraldan farkı yoktur. Tüm soylu efendiler, sallanan tahtını alt üst etmek için kırıntıya hücum eden karıncalar gibi başına birikirler."

Helma öksürerek boğazını temizlemişti. İçine derin bir nefes çekip yutkunduktan sonra omzunun üzerinden birkaç adım arkasında bekleyen Saline'e seslenmişti.

"Saline, çayım hazırlandı mı ?"

"Hazırlandı majesteleri, arzu ederseniz servis edebiliriz."

"Lütfen. Lord Gustav kusura bakmayın, ilaçlarım çaya karıştırıldığı için vakit geçirmeden içmem gerekiyor. Kurutulmuş elma ve yaprağından kaynatılıyor, dilerseniz size de ikram edebilirim."

Gustav teşekkür ederek teklifini reddetmişti. Kısa bir an sonra, Saline gümüş bir tepside getirilen fincanı yaklaşarak ona getirmişti. İlaçların keskin kokusunu taşıyan çayından bir yudum alan Helma, içini çekerek gözlerini kapatmıştı. Hekimler, çevresindeki herkes gün geçtikçe iyi olacağını söyledikçe, kalbindeki oyuk derinleşiyordu.

"Ben, bu saraya adım attığım ilk günden beri yapayalnızım, Lord Gustav. Bunun nasıl bir his olduğunu size anlatmak isterdim fakat kendinizi benim yerime koyabileceğinizi sanmıyorum. Hükmettiğiniz toprakların belki de daha önce görmediği kadar güçlü bir aileniz var, kabul ediyorum. Fakat ailenize yaklaşmalarına izin verdiğiniz insanlara karşı elinizi uzatsanız dahi içinize girmelerine, kendini sizden biriymiş gibi hissetmelerine izin vermiyorsunuz. Hagen, benim için bir lütuftu, bu ailenin yüz akıydı. Fakat o bile bana kendimi bir yabancı gibi hissettirmekten öteye gitmedi."

"Dile getirmekte geç kaldığınız kederiniz beni ne kadar üzse de giriştiğiniz bu tehlikeli durumu tam olarak açıklamıyor. Kendiniz söylediniz, Prens Hagen'ın karısı olarak saraya girdiğiniz ilk günden beri yalnızsınız. Zamanlaması talihsiz olan bu mektubun dostça bir çağrıda bulunmadığını ikimiz de biliyoruz."

Elindeki sıcak fincanı sıkan Helma gözlerini birden açıp isyan ederek konuşmuştu. Sesinin titremesiyle birlikte iri gözlerinde damlalar tekrar birikmişti. İlk anki mahcubiyetinin aksine, kolunu sandalyesine dayayarak adamın üzerine eğilmişti.

"Dostça ya da düşmanca; umurumda değil! Korktum, beni anlayabiliyor musunuz? Kendi canım için, bebeğimin canı için korktum! Hala korkuyorum! Söyleyin Lord Gustav, beni sevgili yeğeniniz Prenses Alita'dan koruyabilecek misiniz? Taht ile arasındaki tek engel karnımdaki bebek. Siz de biliyorsunuz, şansını deneyecek, sessizce bir köşede oturmayacak."

Gustav herhangi bir şey söylemeden önce, ıslanan gözlerinin içine uzun uzun bakmıştı. Ne düşündüğünü ya da ne hissettiğini çözmek imkânsız olsa dahi çekindiği kadar kızgın olmadığını fark etmişti. Acı dolu isyanından sonra, uzanıp sıcaklığını umursamadan avucunda sıktığı fincanı alarak önlerindeki sehpanın üzerine bırakmıştı.

"Sanıyorum uzun zamandır prenses ile görüşmüyorsunuz."

"Ruhuma can veren tanrılar beni varlığından ve yokluğundan korusun, gözlerimi her kapadığımda kâbuslarıma giriyor, onu kanlı canlı karşımda görmeye katlanamam."

Sözleri, arkasına yaslanmış, onu dinleyen adamın alnını kırıştırmıştı. Ne dediğini çözememiş gibi duruyordu.

"Alita'yı kâbuslarınızda mı görüyorsunuz ?"

"Evet, her seferinde Magnus'un onun için yaptırdığı hançerle ya beni ya da bebeğimi öldürüyor."

Gustav dudaklarını sıkarak tekrar başını sallamıştı. Endişelenmiş gibi gözükse de söylediklerine pek aldırış ediyormuş gibi durmuyordu. Kime ne anlatıyorum diye düşündü, beni asla Alita'ya tercih etmez.

"Aranızdaki husumet sizi paranoyaya sürüklemiş olmalı. Fakat sizi temin ederim, bunu yapabileceği için söylemiyorum ama Alita şu an ne sizi öldürebilecek ne de taht peşinde koşabilecek durumda değil. Kardeşinin ölümü onu en az sizin kadar yıktı."

"Sakın, sakın, sakın o kadını benimle kıyaslamayın. Hele ki acılarımızı mukayese dahi etmeyin, yalvarırım. Ben karnımda, babasını asla göremeyecek bir çocuk taşıyorum; daha doğmadan bir tahtın lanetini yüklenmiş bir çocuk. Kibrinden bir damla yaş dökmeyi zül sayan bir kadınla beni aynı kefeye koyamazsınız."

Lord Gustav Waldorf duygularını belli etmekten kaçınan bir adamdı. Düşüncelerini dahi açıkça söylemez, kisvelere bürüyerek karşısındakine iletirdi. Fakat o an, sözleri karşısında bakışlarının büründüğü hoşnutsuzluk oldukça açıktı. Söyledikleri Alita için olsa dahi onu da incitmişti. Helma, bir an için aynı kanı paylaşan bu insanların birbirleri üzerinde ne kadar korumacı olduklarını unutmuştu. Waldorflar, içlerinden herhangi birine edilen hakareti üstlenmekte oldukça maharetliydi.

"Keder sadece gözyaşı dökenlere mi mahsus? Eğer bu onu sizin gözünüzde daha az tehlikeli yapacaksa içtenlikle söyleyebilirim; Alita kardeşinin arkasından ağladı. Sadece bunu kapalı kapılar ardında, sessizce yapmayı tercih etti. Çünkü bizim kültürümüz bunu gerektirir; her birimiz acımızı içimizde sessizce taşıyabilecek güce sahibiz."

Helma, işittikleri karşısında sadece gözyaşlarıyla gülümsemişti. Canı yansa dahi şaşırmamıştı, aralarına karıştığı ilk an onu iliklerine kadar korkutan bu aileyi artık çözmüştü. Aynı kanı taşıyan insanlar olarak, Waldorflar bir elin parmağı gibi ayrı ayrı dursalar da dışarıya karşı bir yumruk gibiydiler, onları herhangi bir kötü sözle birbirlerine düşürmek mümkün değildi. O an, Alita'ya karşı isyan ederken aklında herhangi bir kötü düşünce yoktu, sadece hislerini serbest bırakmıştı. Fakat Lord Gustav, hissettiği saldırı karşısında yeğenini korumaya geçmişti. Helma bir kez daha oldukça net bir şekilde görüyordu, karnında Waldorf kanına sahip bir veliaht taşıyor olsa dahi, aileden herhangi birine denk değildi.

"Özür dilerim, ben kültürünüze ayak uydurabilecek güce sahip değilim, maalesef hiçbir zaman olamadım."

"Kimse, hiçbir zaman için sizi buna zorlamadı. Olduğunuz kişi, yetiştiğiniz kültür ya da inancınız hiçbir zaman yargılanmadı ya da tartışılmadı. Sizi tenzih ederek söylüyorum fakat eğer dikkatli bakarsanız kıymetli ülkemizin sorununu tam da bu noktada tüm çıplaklığı ile görebilirsiniz; biz bu topraklara bastığımız ilk günden beri inançları, kültürleri ve gelenekleri sorgulamadık. Fakat ailemiz yıllar boyunca farklı bir dine inandığı için, farklı bir dili konuştuğu için, farklı bir kültüre sahip olduğu için katledilmek istendi."

"Eğer tüm bu sözlerdeki beklentiniz ülkem ve ırkım adına özür dilememse; uğradığınız ayrımcılık ve zulüm için özür dilerim Lord Gustav. Yine de bu kalbime çöreklenen korkunun çözüm olacağını sanmıyorum."

Aralarında kısa bir sessizlik oluşmuştu. Gustav'ın ondan böylesine cesaretli sözler duymayı beklemediğini görebiliyordu. Belli etmese dahi şaşkınlığı üzerinde gezen bakışlarında gizliydi. Helma, Hagen ile evlenip babasına ait soy ismi arkasında bıraktığı günden beri, omuzlarına serilen Waldorf ağırlığına uygun hareket etmeye çalışmıştı. İlk zamanlarda, korksa ve çekinse dahi Helma Waldorf olarak anılmak hoşuna gidiyordu. Yıllar geçtikçe, taşıdığı soy ismin sadece bir simgeden ibaret olduğunu anlamıştı. Prens Hagen ile evlenmiş, karısı ve kraliçesi olmuştu fakat onun ve ailesinin gözünde her zaman Helma Dúpont olarak kalmıştı.

"Sizinle açık konuşacağım. Kardeşim, rahmetli Kral Adon oğluyla olan evliliğinizi kana bulanmış ülkenin barışa ve refaha ulaşması için istemişti. Bana sorarsanız, akıllıca bir plandı ve bunda başarılı da oldu. İçimizdeki öfke dindi fakat acı ve nefret baki kaldı; soy ismi Waldorf olan, kanımızın bir damlasının dahi değdiği herkes bugün babanızdan tüm kalbiyle nefret ediyor. Lakin siz bu nefrete dâhil değilsiniz, hiçbir zaman olmadınız. Alita fevri ve sivri olabilir, kabul ediyorum fakat babası Kral Adon bu ülkenin görebileceği en katı ve acımasız adamlarından biriydi, yine de oğlunun ölümünden sizi sorumlu tutmadı. Kraliçe Brenna oğlu Magnus'a adeta tapardı fakat sizi bundan sorumlu tutmadı. Hagen sizi kardeşinin ölümünden sorumlu tutmadı. Yeğenim Alita beni size karşı birçok kez uyardı, ben her zaman size güvenmeyi seçtim, ta ki bu mektuba kadar. Saygısızlık etmek istemem fakat bu yazdıklarınızla, size koşulsuzca sunulan güvene ihanet ettiniz."

Helma nefesinin sıkıştığını hissedebiliyordu, soluğunun daralmasıyla birlikte gözyaşları sıklaşmıştı. Islanan yüzünü elleriyle silerken güçlükle yutkunmuştu. Kalbinden geçenler hiçbir engel dinlemeden dilinden dökülmüştü.

"Beni anlamıyorsunuz, bu mektubu yazarken korktum, hala korkuyorum. Ben burada yalnızım ve korkuyorum."

"Lütfen, korkunuzu ve düşüncelerinizi anlıyorum. Fakat bana hak vermeniz gerek, babanıza mektubunuzda kocanızın hastalandığını söylemişsiniz. Hatta zihnim beni yanıltmıyorsa Hagen ölse dahi bunu saklayacağımızı anlatmışsınız ve kendisine vakit kaybetmeden harekete geçmesini söylemişsiniz. Bu sözler bana korku ya da yalnızlıktan çok bir ayaklanma çağırısını andırıyor."

"Lord Gustav, bebeğimin üzerine yemin ederim ki benim böyle bir amacım yoktu. Sadece korktum ve kendimi yalnız hissettim. Hagen kendinde değilken, beni Alita'dan koruyabilecek birine ihtiyacım vardı ve aklıma babamdan başka hiç kimse gelmedi."

Gözyaşları gittikçe sıklaşmışken, Gustav omzunun üzerinden arkalarında duran Saline'e duran Saline'e dönmüştü.

"Majestelerine bir bardak su ve temiz bir mendil getirin."

Nedimesine emir veren adam tekrar önüne döndüğünde bakışları birbirini bulmuştu. Gustav, adeta kalbini, zihnini okumak istercesine onu süzüyordu. Güvenip güvenemeyeceğini tartmaya çalışıyor gibiydi. Aralarında oluşan kısa sessizlikte, Saline tıpkı söylendiği gibi su ve mendili getirerek sehpanın üzerine bırakmıştı. Üzerine nakışla siyah bir kuzgun işlenmiş mendille yüzünü sildikten sonra kucağına bırakıp suya uzanarak birkaç yudum içmişti. Biraz daha sakinleşip kendini toparladığında içini çekerek tekrar arkasına yaslanmıştı.

"Yazdıklarımın sonunun nereye gidebileceğini düşünmedim. Tüm bu söyledikleriniz aklımın ucundan dahi geçmedi. Ben Hagen'a tüm kalbimle bağlıydım, ona asla ihanet etmedim."

"Eğer sizi tanımıyor olsam, bu sözleriniz benim için bir anlam ifade etmezdi. Fakat sizi tanıyorum, yıllar içinde nasıl bir kadın olduğunuza şahitlik ettim. Bu yüzden, burada, huzurunuzda bir kez daha size güvenmeyi seçiyorum. Majesteleri Kral Hagen'ın son anlarında refakatçisi bendim. Kendisi benden, sizi ve doğacak çocuğunu korumamı istedi, son arzularından birisi buydu. Korktuğunuzu biliyorum, inanmak istemeseniz dahi sizi anlayabiliyorum. Tek ricam müsterih olmanız; çünkü ben sizin yanınızdayım. Doğum yapana kadar, gerekirse daha sonrasında Alita ne size ne de bebeğinize yaklaşmayacak. Huzurunuza çağırmadığınız müddetçe kendisi ile karşılaşmayacaksınız. Muhafızlarınızı arttırdım, gerekirse, sizi daha iyi hissettirecekse bir düzine adam daha hibe edebilirim. Sizden tek istediğim, bulunduğunuz safı karıştırmamanız. Karnınızda bir Waldorf varisi taşıyorsunuz. Dük Harvey Dúpont babanız olabilir fakat siz evlilik bağı ile Waldorf hanedanına mensupsunuz."

Helma, bu sözleri bir başkasından işitse tesirine kapılmayabilirdi. Beyazkaya Sarayı'nda beylik lafların sıklıkla rüzgârın yönünü değiştirmek için edildiğini biliyordu. Fakat Lord Gustav farklı bir adamdı. Rüzgâr ne yönde eserse essin, o şekil değiştirenlerden değildi, bilakis rahatsız olduğu an rüzgârı ortadan kaldırmayı seçtiğine birçok kez şahit olmuştu.

Bu yüzden, aradığı desteği onda bulmak Helma'nın paramparça olmuş yüreğine bir su gibi serpilmişti. Elinde tuttuğu bardaktan bir yudum su daha almış, sonrasında ise dudaklarını sıkarak ıslak gözleriyle gülümsemişti.

"Teşekkür ederim, bu sözlerin benim için ne kadar değerli olduğunu tahmin bile edemezsiniz."

Gustav karşılık olarak usulca başını sallamıştı. Aralarındaki kısa sessizlikten sonra, oturduğu sandalyenin ahşap kollarını kavrayarak ayağa dikilmişti. Ona tepeden bakarken üzerindeki ceketin düğmelerini düzeltiyordu.

"Sizi daha fazla tutmak istemem, istirahat etmeniz gerekli. Herhangi bir durumda bana ulaşabilirsiniz. Mümkün olan en kısa zamanda tekrar ziyaretinize geleceğim."

Teşekkür eden Helma adamı uğurlamak için ayağa kalkmıştı. Dairenin içinde ilerlemiş, çıkıyorken sehpanın üzerinde duran mektup dikkatini çekmişti. İrileşen karnıyla güçlükle uzanıp aldıktan sonra, kapıya yaklaşan adamın arkasından bağırmıştı.

"Lord Gustav, mektubu burada unuttunuz."

Kraliçeye ait gösterişli dairenin kapısı önünde duran Gustav vücudunu kısmen ona çevirmişti. Gözleri bir an gözlerini bulmuş, daha sonrasında ise elinde tuttuğu katlı kâğıda dönmüştü.

"İyi niyetimin nişanesi olarak sizde kalabilir. Bir an evvel yok etmenizi tavsiye ederim."

* * *

Vakit öğleyi geçmişken, yaz güneşinin yeşil yaprakların üzerinde parladığı Altın Bahçe'de, ona eşlik eden bir muhafız ile ilerleyen Lauron, Cam Köşk'ün gözünü alan duvar diplerinde en az yedi ya da sekiz zırhlı muhafızın beklediğini görmüştü. Elinde olmadan, iki tarafı da yeni budanmış, yeşil kurt bağları ile çevrili çakıl yolda duraklamıştı. Yanındaki muhafız, kendine ait küçük dairesinde oturuyorken kapısını çalıp prenses hazretlerinin onu Cam Köşk'te beklediğini iletmişti. Lauron, getirilen bu haberle birlikte günler sonra ilk kez rahat bir nefes almıştı. Alita, Hagen'ın Duviel'e gitmesinin ardından onunla görüşmeyi reddetmişti. Kendini herkesten ve her şeyden soyutlamıştı, Alois ile paylaştığı dairesinden dışarı çıkmıyordu. Peşinde dolaşmalarından rahatsız olduğu muhafızlarını kapısının önüne etten bir duvar gibi yığmıştı. Zırh giymiş bir dağa benzeyen adamlar Alois Hallstein dışında kimseyi içeri kabul etmiyordu. Ummasa dahi, bu engele o da takılmıştı. Görüşmek istediğini özellikle iletmesine rağmen, Alita içeri alınmamasını söylemişti.

Lauron, eğer karşısındaki sıradan bir kadın olsa bu sessizliği ve içe kapanmayı sadece çektiği acıya ve yasa verebilirdi. Fakat Alita'yı tanıyordu, bu kaçısın arkasında saklı olanları ve peşinden gelecekleri biliyordu. Yıllardır görüp öğrendiği bir şey varsa o da öğrencisinin öfke buhranlarını bağırıp çağırıp etrafı yıkarak değil sessizce geçirdiğiydi. Böyle bir durumda sadece Alita için korkmuyordu. Henüz on dokuz yaşında olan Alois'in kendini kaybetmiş karısı ile başa çıkamayacağını tahmin etmek onun için zor değildi. Onu tetikleyecek herhangi bir şey söylerse, Alita'nın genç adama zarar vermesinden belki de her şeyden daha çok korkuyordu.

Sıkıntıyla içini çekerek ilerlediğinde, köşkün geniş cam kapıları açılmış ve duvar dibinde nöbet tutan muhafızlardan biri ona eşlik etme görevini üstlenmişti. Birlikte içeri girdiklerinde, türlü çeşit ağaç ve çiçeğin arasından geçip Alita'ya ulaşmışlardı. Tek başına, kırmızı güllerin önündeki mermer bankta oturuyordu. Üzerinde siyah, uzun kollu bir elbise vardı, saçlarını aynı renk ipek bir şalla örtmüştü. Üzerine dönen soğuk gözleri adeta ruhunu kaybetmiş gibi duruyordu.

"Majesteleri."

Ellerini önünde birleştirip başını eğerek selam verdiğinde, bakışlarını arkasında duran muhafıza çevirerek onları yalnız bırakmasını istemişti. Lauron, kucağında duran deri kaplı defteri ve gülü henüz görmüştü. Çiçeklerine dönmesi, dairesinden çıkması, onunla görüşmek istemesi; tüm bunlar yardımı kabul etmeye hazır olduğunu gösteriyordu.

Muhafız, ağır zırhının çıkardığı gürültü ile yanlarından uzaklaştığında, Alita'nın solgun gözleri üzerine dönmüştü. Bir müddet hiçbir şey söylemeden birbirlerini izlemişlerdi. Oturduğu yerde kenara çekilen Alita, elbisesinin eteğini kavrayarak onun için yanında yer açmıştı.

"Lütfen otur."

Lauron söylediğine uyarak usulca mermer banka oturmuştu. Onunkilere göre oldukça koyu bir tonu olan mavi gözleri üzerindeydi. Duyduğu endişe ile birlikte, aklında biriken onlarca soru vardı. Fakat o an, üzgün ve anlam veremediği bir şekilde gergin olduğunu hissettiği Alita'yı rahatsız etmemek için en basit olanı seçmişti.

"Bu defter nedir ?"

"Günce tutmaya karar verdim. Düzenli olmasa dahi kenara bir şeyler yazmak istiyorum."

Kahverengi, gür kaşları kırışmıştı. Fikir güzel olsa dahi nereden çıktığını merak ediyordu.

"Durup dururken günce tutmaya mı karar verdin ?"

"Evet. Ben insanlara kendimi anlatamıyorum, beceremiyorum ya da bir şekilde olmuyor. İleride adımın Hagen gibi güzel anılacağını sanmıyorum. Bu deftere, korkularımı, hayallerimi, eğer mümkün olursa sevinçlerimi yazacağım. Zamanı geldiğinde de çocuklarıma vereceğim. Annelerinin, insanlardan duyduklarından daha fazlası olduğunu bilmelerini istiyorum."

Tüm bu sözler, Lauron'un aklına tek bir ihtimali getirmişti. Alita'nın evlenmesinin üzerinden bir ay geçeli epey olmuştu, ikinci aya girdikleri dahi söylenebilirdi. Ortada bir hamilelik varsa, bunu dile getirmek ya da anlamak için erken olduğunu biliyordu. Fakat Alita, sahip olduğu sıra dışı içgüdülerle bunu normalden çok daha erken fark edebilirdi.

"Hamile misin ?"

Sorusuyla birlikte Alita kısa bir anlığına solgun gözleri ile ona bakmış, sonrasında ise dudağını sıkarak başını yukarı kaldırıp iki yana doğru sallamıştı. Tepelerindeki sıcak güneşin cömert ışıklarının süzüldüğü cam kubbeyi izlerken gözlerinde damlalar birikmişti. Konuşurken sesi dahi yorgun ve kırılgandı.

"Hayır, değilim. Olabileceğimi düşünmüştüm ama değilim."

"Bunu kendine dert etme, daha çok erken."

Başını tekrar, bu kez ona katıldığını göstermek için sallayan Alita, akmak için adeta an kollayan gözyaşları ile savaşırken alt dudağını dişleriyle kavramıştı. Güneş, pürüzsüz yüzünde adeta mermere yansıyormuşçasına parlıyordu. Üzüntüsü, sıkıntısı gözlerindeki ışığı söndürmüştü fakat güzelliğinden hiçbir şey eksiltmemişti. Fakat Lauron için Alita tüm büyüsünü renksizmiş gibi duran çekik gözlerindeki soğuk parıltıda taşıyordu. Bu hali, ruhu çalınmış, kusursuz bir heykelden daha fazlası değildi.

"Bana kızgın mısın ?"

"Hayır, değilim. Sadece nasıl olduğunu merak ettim, hepsi bu."

Alita kızaran, iri alt dudağını serbest bırakıp içini çekmişti. Bir eliyle defteri ve gülünü tutarken diğer eliyle yüzünü, alnını ovmuştu. Lauron, bir şeylerin yolunda gitmediğinin farkındaydı. Karşısındaki kadın acı ve üzüntüden daha fazlasına sahipti, telaşlı ve korkmuş gözüküyordu. Tüm bu muhafızlar, kontrolden çıkmış hareketleri, bakışlarındaki ürkeklik; ne olduğunu çözmek istese dahi noktalarını birbirine bağlayamamıştı.

Ne olduğunu ona sormayı planlarken, cam kubbeyi izleyen Alita bir anda başını ona doğru çevirmişti. Titreyen sesindeki çaresizlik adeta iliklerine işlemişti. Onu böylesine güçsüz ve kırılgan görmek adamı oldukça üzüyordu.

"Lauron ben aklımı kaybediyorum."

Lauron, onu kırabilecek ya da korkutabilecek herhangi bir tepki vermemesi gerektiği biliyordu. Bu yüzden, ilk anda herhangi bir şey söylemeden beklemişti. Alita, ona kontrolünü kaybettiren bir telaş ve korkuya kapılmıştı. Bu durumu tetikleyen Kral Hagen'ın ölümü olsa dahi altında başka bir sebep olduğunu tahmin ediyordu.

"Bu da nereden çıktı ?"

"Çanın sesini işitiyor musun ?"

Tekrar, onu rahatsız edebilecek herhangi bir mimik dahi yapmamaya özen göstermişti. Gözlerini gözlerinden kaçırmadan, olabildiğince doğal bir tonla konuşmuştu.

"Hayır, işitmiyorum."

"Çıldıracağım, nasıl duymazsınız? Bu şey hayal olamaz. Gece, gündüz susmuyor. Uyuyamıyorum, yemek yiyemiyorum, nefes dahi alamıyorum."

"Kardeşini hiç beklemediğin anda ve acı bir şekilde kaybettin. Bunu kabullenmek zaman alır, hem kalbin hem de zihnin için. O yüzden, aklını kaybettiğin yok, sadece derin bir acı çekiyorsun. İzi, sızısı, ağrısı her zaman içinde kalacaktır. Fakat zamanla iyileşeceksin, canın her zaman bu kadar yanmayacak."

Gözlerinin içine bakan Alita, herhangi bir şey söylemeden dirseğini dizine yaslayarak elini alnına dayamıştı. Kucağındaki gülün yeşil dalını parmak uçlarında çeviriyordu, bir iğne gibi etine gömülüp batan dikenleri umurunda dahi değildi.

"Ne yapmam gerektiğini bilmiyorum. Keia bana istediğim cevapları vermiyor. Günlerdir bir işaret bekliyorum, yalnız olmadığımı gösterecek tek bir işaret. Ne yapmam, nasıl bir adım atmam gerektiğini bilmiyorum."

"Alita, şu an için hiçbir şey yapmak zorunda değilsin. Kendine biraz zaman ver. Çektiğin acıyla savaşmayı bırakmadığın sürece yorulacaksın. Ağla, bağır, çağır, öfkelen. Fakat bu şekilde kendini tüketmekten başka bir şey yapmıyorsun."

Alita, devirdiğini gözlerini çekinerek ona doğru çevirmişti. Bu suçlu bakışı oldukça iyi tanıyordu. Kötü bir şey oldu diye düşündü. Karşısındaki kadının gücünü bilen biri olarak, ilk anda ihtimalleri gözünün önünden geçirmesi dahi korkması için yeterli olmuştu. Fakat sonrasında, eğer başını belaya sokmuş olsa ne yapacağını bilemez halde kapısının önünde belireceği aklına gelmişti. İçi rahatlatamasa da zihninin içinde birbirini kovalayan felaket hikâyelerine ket vurmuştu.

"Bunu denedim fakat sonuçlarından hoşlanacağını sanmıyorum."

"Nöbet mi geçirdin ?"

Başını tekrar, bu kez kabul ettiğini göstermek için sallayan Alita oturduğu yerde yönünü tamamen ona doğru dönmüştü. Yorgun, çekik gözleri hala yardım istiyordu. Elindeki defter ve gülü sıkı sıkıya kavramışken, kendini ona anlatabilmek için suçlu bir telaşa kapılmıştı.

"Bu sabah, şafak sökmeden önce bir görüye sahip olabileceğimi hissettim. Bu garip bir duygu sana anlatamam fakat hissettim. Balkona çıkmış, bir şeyler görebilmek için çabalıyorken Alois intihar ettiğimi düşünüp beni içeri çekti. Öfkelendim, kendimi kaybettim. Bir anda gözümün önüne siyah bir perde indi. Bu aptalca, vahşice, kontrolsüzce bir dürtü biliyorum ama önüne geçemiyorum. Alois iyi niyetliydi ve beni korumaya çalışıyordu. Yine de ona saldırmak istedim, kendime engel olamadım."

Lauron yutkunmamak, nefesini tutmamak ya da bir anda sert bir şey söylememek için tüm gücüyle savaşıyordu. Alita her ne yaptıysa bundan tüm kalbiyle pişmandı, bunu gözlerinde görebiliyordu. Fakat düşüncelerinin arasında onu en çok korkutan seçenek gerçeklemişti. Çocukluğundan gençlik çağına kadar maruz kaldığı fiziksel ve ruhani şiddet Alita'da ciddi hasarlar bırakmıştı. Tüm bu durumun tek müsebbibi olan babası Adon Waldorf kızını kendine karşı korkuyla ehlileştirmişti fakat çevresinde geri kalan herkes için büyük bir tehlikeye dönüştürmüştü. Onunla ilk karşılaştığı zamanlarda, oldukça içine kapanık, ürkek ve herkesten soyutlanmış bir genç kız olan Alita, niyeti ya da yaklaşımı önemsemeden, kendini tehlikede hissettiğinde, karşısındakinden zarar göreceğini sandığında kendini kaybedip oldukça vahşi bir şekilde etrafına saldırmaya başlıyordu. İçine yerleşen bu hassas dürtüyü kontrol altına alabilmeleri uzun yıllar sürmüştü. Alita artık sinirlendiği, öfkelendiği ya da korktuğu her an etrafına saldıran, vahşi bir kadın değildi. Fakat Hagen'ın ölümü, içinde bin bir güçlükle kurduğu dengeyi temelinden sarsmıştı. Kendini hiç olmadığı kadar yalnız hissettiğini tahmin edebiliyordu. Alita sıklıkla hiç kimseye ihtiyaç duymadığını dile getirse dahi, sırtını kardeşi Hagen'a dayamıştı. Onu kaybetmek, zeminini kaybetmişçesine dengesini alt üst etmişti. Durum böyleyken, kendinden geçmiş halde her şeyden habersiz olan kocasına saldırmasının evliliklerinin tam ortasına bir balta gibi saplanacağını biliyordu.

"Lord Hallstein'a saldırdın mı ?"

"Sorun da burada, Lauron. Ona saldırdım, duvara savurmak istedim, Alois yerinden kıpırdamadı. Korktu, onu serbest bıraktığımda yere yığıldı ama ayaktayken dengesini dahi kaybetmedi. Güçlerim Alois'in üzerinde bir işe yaramıyor.

İşte bu Lauron'un beklemediği bir durumdu. Daha önceleri Alita'nın öfkeden kontrolünü kaybedip insanları bir çuvalmış gibi nasıl etrafa savurduğunu görmüştü fakat başaramadığına bir kez bile şahitlik etmemişti. Büyü, sakinliği, kontrolü ya da öz güveni gibi sonradan edindiği bir özelliği değildi, doğuştan bahşedilmiş eşsiz bir güçtü.

"Bundan emin misin? Belki de kontrolünü sağlayamadığın için olmamıştır."

"Bu şeyin kontrol ile alakalı olmadığını en iyi sen biliyorsun, kendimi kaybettiğimde gücüm zayıflamıyor bilakis doruğa ulaşıyor. Ben, o an karşımdakinin Alois olduğunun farkında bile değildim. Onu uyardım, defalarca uyardım, bana yaklaşmamasını, dokunmamasını söyledim. Kendimi kaybedeceğimi biliyordum. Bunu anlatmak o kadar zor ki. Avucumda bir çift ip var ve ben kaçıp gitmemesi için tüm gücümle sıkıyor gibiyim. Artık parmaklarım kesilmek üzere, kan avucuma toplandı."

Lauron, cevap olarak herhangi bir şey söylemek yerine elini ceketinin içine götürerek katladığı mendilini çıkarmıştı. Alita başını eğmiş, elbisenin eteklerini izliyordu. Lauron, kucağında tuttuğu defter ve gülü usulca alarak aralarındaki boşluğa bırakmıştı. Boşta kalan elini avucunun içine çekerek, batan dikenle birlikte kan içinde olan parmaklarını silmeye başlamıştı. Canını yakmamak için aceleci davranmıyordu. Tuttuğu mendili parmak uçlarındaki yaraların üzerinde gezdirirken, Alita başını kaldırmıştı. Göz göze gelmeseler dahi bakışlarının yüzüne değdiğini hissedebiliyordu. Sızan kanı temizlediğinde, başparmağını avucunda gezdirmiş, sonrasında ise tekrar kucağına bırakmıştı. Başını kaldırdığı ilk an gözleri birbirini bulmuştu.

"Kendini hazır hissettiğinde, Lord Hallstein ile konuş. Ona kendini anlat, bunu neden yaptığını bilmeli."

Adeta ötesini görebiliyormuş gibi gözlerinin içine bakan Alita, Alois'in adı geçtiğinde üst üste kırptığı gözlerini devirmişti. Gün ışığının tüm ihtişamı ile yansıdığı yüzündeki ifade katılaşmıştı, temizlediği parmak uçları ile oynamaya koyulmuştu.

"Alois'e Keia'dan bahsetmemem gerektiğini söylemiştin."

"Hala aynı fikirdeyim. Bu kadar derine inmek için henüz çok erken. Yine de, birbirinizle empati kurabilmeniz gerek. Bunun için, evlendiğin adam seni tanımalı."

"Kendimi, olduğum gibi ona açamam. Göremiyor musun? Alois'te başka bir şey var. Bugüne kadar ondan bir kez bile şüphe etmedim, bana zarar verebileceğini düşünmedim. Fakat Alois sıradan biri değil, güçlerimin onun üzerinde işe yaramamasının bir sebebi olmalı."

Alita'ya hak vermemesi mümkün değildi. Prenses ile karşılamasından çok önce, Alois'i, tıpkı diğer kardeşleri gibi derinlemesine araştırmışlardı. Ortaya dikkatlerini celp eden, rahatsızlık verebilecek herhangi bir ayrıntı yoktu. Alois Hallstein, Dük Alva Hallstein'ın en küçük oğlu olarak Drindall'da dünyaya gelmişti. Hastalıklı bir çocukluk geçirmiş, ailesi tarafından da pek tutulmamıştı. Buna rağmen, fiziksel olarak kardeşlerinden geride olsa da, iyi bir eğitim almış ve kültürlü bir genç adama evrilmişti. Kendisi hakkında kötü olarak yorumlanabilecek tek durum alkol ve kadın düşkünlüğüydü. Ki bunu içinde bulundukları durumla ilişkilendiremeyecekleri aşikârdı.

"Bugüne kadar onda bir gariplik hissettin mi? Önemsemediğin ama gözüne çarpan herhangi bir detay oldu mu ?"

"Hayır, olmadı. Alois'in sadakatinden bir şüphem yok. Ama bu duruma bir açıklama bulamıyorum. Karşısında tamamen silahsızım, çırılçıplağım. Bunun ne demek olduğunun sen de farkındasın. O adam ile her gece aynı yatağı paylaşıyorum, bir gece beni uykumda öldürmeyeceğini nereden bilebilirim ?"

"İşte tam da bu yüzden onunla konuşman gerek. Her şeyi anlatmanı istemiyorum, sadece seninle empati kurabileceği kadar detayı ona ver. Eğer amacı seni öldürmekse bile, ki bence bu oldukça absürt bir seçenek, anlattıkların bu durumu daha kötüye götürmeyecektir."

Alita sıkıntıya içini çekerek eğdiği başını kaldırmıştı. Aralarında duran gülü ve defteri tekrar kucağına çekmişti. Bakışları biraz öncenin aksine inatla üzerine dönmüyordu. Önlerinde uzanan iri ufaklı ve bol yeşilli renk cümbüşünü izlerken canı hiç olmadığı kadar sıkkındı. Çiçeklerine ilk kez onlardan nefret ediyormuşçasına hissiz bakıyordu.

"Böyle sürüp gitmeyeceğini bilmem gerekirdi. Alois'le yıllar sonra hiç olmadığım kadar mutluydum. Onun doğru adam olduğuna öyle emindim ki. Ben iflah olmaz bir aptalım, yüz kere düşsem de aklım başıma gelmiyor."

"Alois Hallstein hala senin için doğru adam olabilir, henüz hiçbir şey bilmiyorsun."

"Ne olduğunun bir önemi yok, artık Alois'e eskisi gibi gözü kapalı güvenemem. Ona zarar veremediğim ve veremeyeceğim için minnettarım. Ama benim için oluşturduğu tehlikeyi göz ardı edemem."

Lauron, asla tercih etmeyeceği bir yolla da olsa Alita sonunda anlatmak istediği gerçeği gördüğü için minnettardı. Genç kadının henüz tanımaya başladığı kocasına kendini gereğinden fazla kaptırdığını düşünüyordu. Aşk, sevgi, tutku; bunlar normal bir insanda oldukça hoş duygulardı fakat Alita gibi duygusal dengesi düzensiz olan birinde felakete dönüşebilme ihtimali yüksekti.

"Kimseye gözü kapalı güvenmemelisin, insanlarla aranda her zaman bir adım mesafe olmalı. Bunları yıllardır konuşuyoruz. Lord Hallstein'a karşı zaafa dönüşebilecek bir ilgin var. Kendini ondan uzaklaştır ya da aranıza duvarlar ör demiyorum. Bilakis, karşındaki adama seni tanıması için fırsat vermen gerek. Onunla konuş fakat sevginin zafiyete dönüşmesine izin verme."

Alita, gözleri üzerinde, pür dikkat onu dinliyordu. Sözleri bittiğinde, aralarında oluşan sessizliği köşkün etrafında uçuşan kuşların cıvıltısı doldurmuştu. Çiçek kokuları, ihtiva ettiği renk cümbüşü ve tüm sarayın aksine sahip olduğu şifalı bir sakinliği ile Cam Köşk ikisini de yatıştırmıştı. Yanında oturan Alita, dudaklarını sıkarak belli belirsiz gülümseyip dizinin üzerindeki elini kavramıştı. Etraflarında uzanan çiçekleri izliyorken, bakışlarını ona çevirdiğinde tekrar göz göze gelmişlerdi.

"Teşekkür ederim."

"Ne için ?"

"Her şey için. Yıllardır sıkılmadan beni dinliyorsun, bu herkesin yapabileceği bir şey değil."

Lauron konuşmak yerine elini kavrayan parmaklarını sıkmayı tercih etmişti. Söylemek istediklerini anlatmak için kelimelere ihtiyaçları olmadığını ikisi de biliyordu. Alita'nın teşekkürünü dokunuşunda, gözlerinde hissetmişti. Ona her zaman yanında olacağını sadece elini daha sıkı kavrayarak anlatmıştı. Alita'nın bunu çözdüğünü gözlerinde görebiliyordu. Birbirlerine kısa bir an baktıktan sonra, genç kadın ellerini yavaşça ondan çekerek defterini ve çiçeğini kavrayıp ayağa kalkmıştı.

"Alois ile bu akşam konuşacağım."

Üzerindeki uzun ceketi toplayarak ayağa kalkan Lauron onaylarcasına başını sallamıştı. İşe yaracağını düşündüğü bu önerinin bir felakete dönüşmemesi adına içten içe dua ediyordu.

"Lord Hallstein genç ve tecrübesiz, onu kolayca manipüle edebilirsin. Sadece duvarlarının ötesine geçtiğini düşünmesine izin ver."

"O duvarların arkasında ne olduğunu en iyi siz biliyorsunuz Lord Amadeus. Lütfen söyleyin, kocam beni gerçekten tanırsa onu kaybeder miyim ?"

Lauron bu sözlerin altında yatan korkuyu tüm çıplaklığı ile görebiliyordu. Alita, o güne kadar belli etmekten imtina etse dahi, Alois'in gerçekte kim olduğunu öğrenirse onu istemeyeceğini düşünüyordu. Sadece bunu hiçbir zaman dile dökmek istememişti. Lauron, kimseyi beğenmeyen, kibirli ve soğuk prensesin arkasında saklanan, kabul edilmeyi, sevilmeyi bekleyen öfkeli ve kırgın genç kızı hala görebiliyordu. Ona doğru bir adım atıp elini omzuna yerleştirdi. Kendisinden dört ya da beş parmak daha kısa olan kadının üzerine eğilerek gözlerinin içine baktı.

"Belki zaman alır fakat yeni bir Lord Hallstein bulabiliriz. O seni kaybeder."

* * *

Alois, karısı ile paylaştığı daireye girdiğinde, vakit neredeyse gece yarısına geliyordu. Dairelerinin önünde nöbet tutan muhafızlardan biri onun için kapıyı açacakken eliyle durmasını işaret edip kulpu yavaşça bizzat kendisi çevirmişti. Kısa bir an bekleyip derin bir nefes aldıktan sonra, gün daha doğmamışken terk ettiği dairelerine ilk adımını atmıştı.

Açık olan balkon kapısından içeri incecik bir rüzgârla birlikte ay ışığı süzülüyordu. Gösterişli şamdanlardaki mumların çoğu söndürülmüştü. Bunun ne demek olduğunu biliyordu. Hala kapının önünde duruyorken, gözleri yataklarına dönmüştü. Tül cibinlikten, Alita'nın karanlık siluetini seçebiliyordu. Ona sırtını dönmüştü, yüzü balkona bakıyordu. Uyumadığına adı kadar emin olsa dahi herhangi bir şey söylememişti. Ağır adımlarla dairelerindeki banyoya ilerlemiş, üzerindekileri çıkarıp kendini sıcaklığını kaybetmiş suyun içine bırakmıştı.

Tüm gün boyunca, başta Lord Gustav olmak üzere birçok devlet adamı ile görüşmüştü. İnsanlarla konuşmuş, hiçbir şey yokmuşçasına sohbet etmişti. Yeğeninin nasıl olduğunu soran Gustav'a sadece üzgün olduğunu anlatmıştı. Onunla tek kelime dahi konuşmadığını, aklını kaybettiğini, üzerine saldırdığını söylememişti. Bunu hiç aklından geçirmemiş değildi, sabaha karşı Alita onu insanüstü güçleri ile tehdit ettiğinde aklına ilk gelen adamın kapısına dayanıp karısının akli dengesini kaybettiğini söylemek olmuştu. Fakat düşündüğünde ve gerekli vicdan muhakemesi kurduğunda bunu kendine yakıştıramamıştı. Alita'nın yaptığını ne anlayabilmiş ne de affetmiş değildi, bilakis tekrar hedefi olmaktan korkuyordu. Yine de, çektiği acının en yakın şahidiyken, tüm bunları bilinçli bir şekilde yapmadığına emindi. En azından buna inanmak istiyordu. Aksi bir durumda, evliliklerinin neye dönüşeceğini tahmin etmek mümkün değildi.

Tüm bunları düşünerek ensesine değen dalgalı saçlarını köpürtmüş ve vücudunu eline geçirdiği lifle uzun uzadıya ovmuştu. İşi bittiğinde, onun için yerleştirilen havlulardan birini beline sarıp dairelerinin iç kısmına geçmişti. Gecelik takımı hizmetçileri tarafından divanın üzerine bırakılmıştı. İyice kurulanıp geceliklerini giydikten sonra balkonun yanında duran küçük masadan su içmişti. Sonunda, istemeyerek ve çekinerek de olsa yataklarına girdiğinde, Alita'nın yönü ona dönüktü. Soğuk gözleri üzerindeydi, onu izliyordu. Herhangi bir şey söylemeden sırt üstü uzanarak altın işlemeli krem rengi yatak örtüsünü kendine çekti. Aralarındaki sessizlik her zamankinin aksine oldukça kasvetli ve soğuktu. Alois bir şeyler söylemesi gerektiğini bilse dahi doğru kelimeleri seçemiyordu. Konuşmak istediğinden dahi emin değildi. Sessizce, karısının günlerdir yaptığı gibi yataklarının tepesinde birleşen tül cibinliği izliyorken Alita ondan beklemediği kadar sakin ve normal bir tonda konuşmuştu.

"Gelmeyeceğini düşünmüştüm."

Alois'in ay ışığı ile birlikte parlayan yeşil gözleri tereddütle üzerine dönmüştü. Alita ellerinden birini başının altına yerleştirmişti, diğeri ise belinden sarkıyordu. Üzerinde, kardeşi öldüğünden beri giydiği pamuklu ve kapalı, beyaz renk geceliklerinden biri vardı. Kokusundan tıpkı onun gibi yıkandığını anlayabiliyordu. Bir an için, onu ne kadar özlediğini adeta göğsünün içinde hissetmişti. Ona sarılarak uyumayı, kokusunu özgürce içine çekmeyi, güzel yüzüne dokunmayı her şeyden daha çok istiyordu.

"Gitmemi mi istiyorsun ?"

Alita dudaklarını sıkarak uzandığı yerde başını iki yana doğru sallamıştı. Karanlığa bürünen odanın içerisinde ay ışığı yüzüne yansıyordu. Yastığına dağılan saçları bir kuzgunun kanadına aitmişçesine parlaktılar. Dışarıdan gelen gece kuşlarının sesi, odalarında gezen rüzgâra eşlik ediyordu. Normal bir akşamda, tüm bunlar Alois'in derin ve huzurlu bir uyku çekmesine yardımcı olurdu. Fakat o an, gözlerini kapatabileceğine dahi sanmıyordu.

"Konuşmamız gerek."

"Bana herhangi bir şey açıklamak zorunda değilsin. Kendinde olmadığının farkındayım, en azından buna inanmak istiyorum."

Alita dirseğini yataklarına dayayarak doğrulmuştu. Yastığını ahşap karyolalarının başlığına yerleştirip arkasına yaslanmıştı. Alois onu izlerken istemeden içini çekmişti. Konuşma talebinde ısrarcı olduğunu anlayabiliyordu. İstemeyerek de olsa uzandığı yerde doğrulup tıpkı onun gibi arkasına yaslanmıştı. Hala nemli olan saçlarından küçük damlalar yüzüne değiyordu. Eliyle saçlarını düzeltip alnını sildi. O kendisi ile uğraşırken Alita'nın konuşmayacağını fark ettiğinde, ellerini kucağında birleştirip tamamen arkasına yaslanmıştı. Bakışlarını tereddütle üzerine çevirdiğinde, karısı onu izliyordu.

"Lütfen konuş, seni dinliyorum."

Alita yutkunarak dudaklarını sıkmıştı. Her ne kadar bunu o talep etse de, konuşmakta güçlük çektiğini görebiliyordu. Kelimeleri seçmesi zaman alıyormuşçasına ağzını açıp bir an için duraklamıştı. O ana kadar üzerinde olan gözlerini devirmiş, sonrasında ise onun da sahip olduğu tereddütle gözlerine bakmıştı.

"Bu sabah için özür dilerim. Söylediğim hiçbir şey senin için herhangi bir anlam ifade etmeyecek ya da yaptığımı telafi etmeyecek, biliyorum. Evliliğimizin başlangıcında ve geçen iki ayda sana anlatmam gereken hususlar vardı. Fakat ben... Ben bunları anlatmak istemedim. Böylesi bir felakete sürükleneceğimizi bilsem, bunu daha öncesinde yapardım."

Alois kendini yutkunmak zorunda hissetmişti. Alita'nın gözlerine bakarak konuşmaya devam edebileceğini sanmıyordu. Başını eğmiş, önce kucağındaki ellerine, sonrasında ise balkon kapısından gökyüzüne dönmüştü.

"Senin bir suçun yok, anlamam gerekirdi. Kimse benim gibi bir adamı bir ömür boyu kabullenemez."

"Alois, bu durumun seninle bir alakası yok."

"Lütfen. Lütfen. Bana yalan söylemek zorunda değilsin. Kral Hagen'ın öldüğü gün her yerde seni aradım. Bugün öğrendim ki Lord Amadeus ile birlikteymişsin. Günlerdir yüzüme bakmaya dahi tenezzül etmiyorsun. Bu durumun benimle alakası var."

Gözlerini ondan kaçırsa dahi yükselen kumaş hışırtılarını işitmişti. Bir an sonrasında, Alita'nın soğuk parmak uçları yüzüne dokunmuştu. Çenesini kavrayarak eğdiği başını kaldırarak onu kendine bakmaya zorlamıştı. Yatağın içinde dizlerinin üzerine oturmuş, günlerdir hiç olmadığı kadar yakın duruyordu.

"Alois ben iyi değilim, kendimde olmadığımı sen söyledin."

"İyi olmadığının farkındayım. Yine de tüm bunlara bir açıklama bulamıyorum. Beni kendinden bu kadar itmen için bir sebep olması gerekli. Bu sabah, hiçbir şey söylemeden bana saldırsaydın bunu acına verebilirdim. Ama sen bana olan öfkeni kustun. Tüm gün neden saldırdığını değil o sözleri neden söylediğini düşündüm. Ben sana kötü bir şey yapmadım, bunu hiç istemedim."

Alita çenesine dokunan elini yavaşça kendine çekmişti. Hala gözlerine baksa dahi bunda zorlanıyor gibi duruyordu. Sıkıntıyla içini çekmiş, dilini üzerinde gezdirdikten sonra dudağını ısırmıştı.

"Bunun seninle alakası yok. Bak, dışarıdan nasıl gözüktüğünün farkındayım ama sana öylece anlatamayacağım şeyler var. Günlerdir senden uzaktım, bana dokunmamanı istedim çünkü böyle olacağını biliyordum. Bu benim için bir hastalık gibi, kendimi kaybediyorum. Karşımdaki sen değil bir başkası da olsa o an öfke kusarak saldırırdım."

Alita konuşurken sesindeki çabayı, telaşı hissedebilmişti. Fakat bunu neye yorması gerektiğini bilmiyordu. Ona saldırdığında kendini kaybetmiş olabileceğini tahmin etmişti. Yine de bu aralarındaki düğümü çözmeye yetmiyordu. Alois aralarında gizlenen, varlığından şüphelendiği sırların artık ete kemiğe büründüğünü görebiliyordu.

"Benden hiçbir şey saklamak zorunda değilsin. Görmüyor musun? Bu sabah beni öldürmeye çalıştın ama yine dönüp dolaşıp senin yanına geldim. Gidecek başka hiçbir yerim yok, benim sahip olduğum her şey senden ibaret."

"Alois bu o kadar kolay değil."

"Biliyorum, kendini açmak hiç kolay değil. Bak, düğünden sonra ailemle kavga ettiğimde olanları sana anlatmak, onlar tarafından hiçbir zaman kabullenilmediğimi söylemek bana kendimi çırılçıplak hissettirmişti. Beni anlamamandan, küçümsemenden korkmuştum. Ama öyle olmadı, sen bana sarıldığında, ne olursa olsun yanımda olduğunu söylediğinde, o güne kadar eksik olan yanlarımı bir anda tamamladığını hissettim. İnan bana, bunun ne demek olduğunu biliyorum. O yüzden, lütfen benim de sana sarılmama izin ver. Birbirimize karşı duvarlar örmek zorunda değiliz, bu şekilde her şeyi daha kötüye götürüyoruz."

Sözleri ile birlikte Alita dudaklarını sıkarak gözlerini devirmişti. Önünde birleştirdiği ellerini öylesine fazla sıkıyordu ki eklemleri beyazlamıştı. Ne kadar istediğini söylese dahi konuşmanın onun için zor olduğunu görebiliyordu. Yapabilse, ona dokunmayı her şeyden çok isterdi. Fakat Alita'dan ve vereceği tepkiden hiç olmadığı kadar çekiniyordu.

"Özür dilerim, ben böyle biri değilim."

Alita'nın sesi öylesine boğuk ve incinmişti ki adeta kalbini acıtmıştı. O yüzünü elleri ile kapatmışken, üzerindeki yatak örtüsünü açarak tıpkı onun gibi dizlerinin üzerine çökmüştü. Karşı karşıya duruyorlarken, elini tereddüt ederek uzatmıştı. Parmak uçları yüzünü kapatan eline değdiğinde, Alita'nın dudaklarından kısık bir inleme dökülmüştü. Öfkeli değildi, bilakis canının yandığını gösteriyordu.

"Alita."

Parmakları yüzünden saçlarına yükseldiğinde, Alita yanaklarını ovarak ellerini indirmişti. Karanlığın içinde dahi, küçük gözlerinin buğulandığını seçebiliyordu. Ona olan bakışında ilk kez mahcubiyet hissetmişti.

"Sana güvenmiyorum."

Alois duyduğuna bir an için inanamamıştı. Saçlarının arasında dolaşan elini yavaşça kendine doğru çekmişti. Düşünceler, kıyıya vuran dalgalar gibi tek tek zihninde beliriyordu. İçini kemiren kurt yavaşça canlanıp sesine karışmıştı.

"Bunu nasıl söyleyebilirsin? Evlenmeden önce, bir aptalmışım gibi beni tekrar tekrar sınadın. Şimdi bana güvenmediğini mi söylüyorsun? "

"Bu öyle bir şey değil Alois."

Bıkkınlıkla içini çeken Alois sonunda kendini tutamamıştı. Yataklarında, dizlerinin üzerine çökmüş karısı ile konuşurken sesi bir anda isyan edercesine yükselmişti.

"Lanet olsun, anlat o zaman! Tek söylediğin bilmediğim şeyler olduğunu! Anlatmayacaksan konuşmanın ne mantığı var ?"

"Sakın bana sesini yükseltme."

Nefes nefeseyken ellerini kendi ıslak saçlarının arasında geçirip geri çekilmişti. Alita'nın üzerine eğildiğini dahi o an fark ediyordu. Saçlarının ıslattığı elleriyle, tıpkı onun gibi yüzünü ovmuştu. Sakinleşmek adına ardı ardına birkaç derin nefes aldıktan sonra kendine gelebilmişti. İçine biriken bu öfkenin hayal kırıklığından olduğunu biliyordu. Yine de bir anda dönüştüğü bu adamdan en az Alita kadar memnun olmamıştı.

"Bak, benim sana güvenmemek için onlarca nedenim var. Birkaçını da bana ellerinle sen verdin. Ama ben sana güvenmeyi seçiyorum. Çünkü sevgi bunu gerektirir, sevgi teslimiyet gerektirir. Bunu başka bir şekilde beceremezsin, üzgünüm."

"Özür dilerim, ben böyle biri değilim. Senin gibi bir anda birini sevip teslim olamıyorum, yapamıyorum."

Alita bir anda, tıpkı onun gibi öfkeyle konuşmuştu. Sözleri bittiğinde, bir anlığına gözlerinin içine bakmış, ne söylediğini fark ettiğinde ise olduğu yerde dizlerinin üzerinde ilerleyip ona yaklaşmak istemişti.

"Alois."

Elini uzatmış, ona dokunacakken, Alois geriye çekilerek yatak başlığından tutunup ayağa kalkmıştı. Hala duyduklarını algılamaya çalışıyordu. Kadının öfke dolu sesi tekrar, tekrar zihninde yankılanmıştı. Nasıl bunu söyleyebilir diye düşündü. İçinde bulunduğu anın gerçekliğini sorgular hale gelmişken, hala yatakta oturan Alita ona doğru sokulup usulca, çekinerek koluna dokunmuştu. Soğuk parmaklarını üzerinde hissettiğinde, eğdiği başını kaldıran Alois karısı ile göz göze gelmişti. Daha bir an önce ona sesini yükselttiği için kendini suçlu hissetmişken, o an kolunu tutan elini kavrayıp kendinden uzağa itmişti. Göğsünün kramp girmiş gibi ağrıdığını hissediyordu.

"Benimle neden evlendin ?"

"Alois, ben bir anda konuştum. Böyle bir-"

"Söylesene! Sevmiyorsan, güvenmiyorsan benimle neden evlendin ?!"

Sesi bir anda öylesine gür çıkmıştı ki, karşısında duran Alita sıçrayarak geri çekilmişti. Mavi gözlerini parlatan damlalardan birini süzülüp yanağına akmıştı. Fakat o an Alois bunu göremeyecek kadar kırılmış ve incinmişti. Tıpkı Alita gibi onun gözlerinde de damlalar birikiyordu. Ellerini beline dayayarak ona arkasını dönmüştü. Alita yataklarında, yüzünü dizlerinin arkasına saklamıştı. O ise içinde hissettiği acı ile bağırarak isyan ediyordu.

"Ne aptalım! Ne iflah olmaz bir aptalım! Söylediğin her şeye inandım! Her şeye!"

Yazan; İlknur DUMAN

*  *  *

https://youtu.be/ohNpf4VnlP8

Bu Alita'nın hikayede söylediği ninni. Tabi ki ben bağlama uyacak şekilde bir çeviri yaptım ama bana sorarsanız tamamen kendisi için yazılmış gibi kjskdfs 🤷‍♀️😈😂

*  *  *

Selam ! İşte yeni bölüm ! Sevgili Lord Amadeus, kocan ile aranı düzelt diye nasihat ettiği öğrencisi karşısında umudu tamamen kesti, durumunu bu resimle size de göstermek istedim lkjksjdfs 👀😂Bu yazdığım en uzun bölüm oldu sanırım, 6900 kelime. Yani görün beklettim ama arayı kapattım bence 🙋‍♀️ Okuyan herkes az çok demeden oy verip yorum yaparsa çok mutlu olurum, en azından otuz kişi bari beğensin vallahi artık üzülüyorum 😿Her birinizi kocamaan öptüm, bir dahaki felaketlerle dolu bölümümüzde görüşmek üzere, kocaman öptüm 😽♥️♥️

Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top