⚜️Bölüm 13 -"Çanlar"⚜️


⚜️"Aut Caesar, aut nihil."⚜️

⚜️ ⚜️ ⚜️

"Bugün kendini nasıl hissediyorsun ?"

     Helma, kocası Hagen ile birlikte ona ait olan dairenin balkonunda oturuyordu. O sabah, içinde garip korkuyla uyanmış ve hazırlanmasıyla birlikte adamın yanını bulmuştu. Son birkaç gündür ne Brenna, ne Gustav ne de başka birinin sözüne kulak asmıyordu. Hagen'ı görmek konusunda hiç olmadığı kadar ısrarcıydı.

      Yanı başındaki adamın altında iri, siyah halkalar olan solgun gözleri üzerine dönmüştü. Helma, onu ilk gördüğü günü tüm ayrıntıları ile hatırlıyordu. Gökyüzünü andıran mavi gözleri, aydınlık yüzü, siyah, parlak saçları, gülümsemesiyle birlikte beliren gamzeleri; güzelliği onu adeta kahretmişti. Birlikte geçirdikleri zaman boyunca böylesi bir adama layık olmadığını düşünmüştü. Hagen öylesine parlak ve mükemmeldi ki kendini yanına yakıştıramıyordu. Onun gün ve gün solduğunu görmek hayatı boyunca tecrübe ettiği en büyük işkenceydi.

"Daha iyiyim. Hekimler de iyiye gittiğimi söylüyor, yakında tamamen eski halime döneceğim."

"Bu hastalığın sebebini buldular mı peki? Dilim varmıyor fakat biri seni zehirlemiş olabilir mi ?"

"Böyle bir ihtimale inanmak istemiyorum, şu aralar hastalanıp ölmem kimsenin pek işine yaramıyor."

     Helma içini çekerek yavaşça başını salladı. Hagen'ın aksine, dillendirmekten çekinse dahi ölümü işine yarayacak bir isim biliyordu; Alita. Bu ihtimal uzun bir süredir zihnindeydi. Düşünüp kendi kendine olasılıkları sıralıyordu. Hagen hastalandığında prenses yanı başındaydı, dehşete düşmüş bir halde ardı ardına emirler yağdırmış, sonrasında ise adeta sorumlu oymuşçasına üzerine yürümüştü. Tüm bunlar üzerindeki şüpheyi azaltsa dahi Helma, Alita'nın gizli amacını saklamak adına oyun oynayabileceğini düşünüyordu.

     Oturdukları divanda arkasına yaslanarak elini iri karnının üzerine yerleştirmişti. Bütün umudunu kendi içinde taşıyordu. Babasına yolladığı gizli mektuba henüz herhangi bir karşılık almamıştı. Tedbir amaçlı cevap vermediğini düşünüyordu, en kısa zamanda Calabar'a geldiğini görmek ona büyük bir rahatlık verecekti.

     Hagen'ın donuklaşan gözleri önlerine uzanan şehrin manzarasında kaybolurken uzanıp usulca elini kavramıştı. Teninin soğukluğuna alışkın olsa dahi o an parmak uçlarına yayılan his ürpermesine yol açmıştı. Adamın elleri buz tutmuş gibiydi, derisi adeta şeffaflaşmıştı, damarları bir ağacın mor dalları gibi kendini gösteriyordu.

     Endişesini belli etmemek istercesine gülümsedi, parmaklarını canını yakmaktan korkarcasına dikkatle kavramıştı. İri, kahverengi gözlerinin dolmaması için tüm gücünü harcıyordu.

"Yakında oğlumuzu kucağına alacaksın, bu ikimiz için de en büyük şifa olacak." 

     Hagen'ın solgun yüzünde küçük bir gülümseme belirmişti. Mavi gözleri önce onu sonrasında ise gün geçtikçe büyüyen karnını bulmuştu.

"Bir oğlumuz olacağını mı hissediyorsun ?"

"Önceleri sadece böyle olmasını umuyordum fakat artık eminim, bir oğlumuz olacak. Karnımdaki bebek öylesine canlı, öylesine hareketli ki; tüm bunlar küçük bir prensesin ayak seslerini andırmıyor."

     İçini çekerek derin bir nefes alan Hagen, huzurlu bir yüzle onu izlerken birden bire adeta boğuluyormuşçasına öksürmeye başlamıştı. Yanında tuttuğu mendilini ağzına kapayarak iki büklüm olmuştu. Kolunu kavrayan Helma yaklaşmak istediğinde buna izin vermemişti. Oturduğu yerde ona sırtını dönmüş, adeta ciğerleri sökülüyorcasına öksürüyordu. Sesiyle birlikte dairenin içinde bekleyen hekim ve muhafızlar balkona koşmuşlardı. Bir anda aralarına girip krallarının etrafını oluşturdukları küçük çember ile çevrelemişlerdi. Korkuyla ayağa kalkan Helma, endişeli gözlerle onları izliyorken arada kalan küçük boşluktan Hagen'ın elindeki mendilin kan içinde olduğunu görebilmişti. Bununla birlikte ileri atılmışken, kenarda bekleyen zırhlı muhafızlardan biri önüne çıkmıştı.

"Majesteleri, lütfen dairenize kadar size eşlik etmeme izin verin."

"Hayır, hiçbir yere gitmiyorum, çekil önümden."

     Helma kendinden oldukça uzun olan iri yarı muhafıza meydan okurken, hekimleri tarafından öksürüğü için bitki şurubu içirilen Hagen oturduğu yerde yavaşça doğrulmuştu. Ayağa kalktığında, etrafındaki muhafızlar ve hekimler kenara çekilmişlerdi. Helma evlendiği adamı böyle görmeye katlanamıyordu. Hastalık onu yeterince hırpalamışken, o an sabahki halinden daha solgun duruyordu. İçinde elmaslar saklayan gözleri donuklaşmıştı. Birkaç adım atıp ona yaklaştığında, zayıf elini uzatıp omzunu kavramıştı, konuşurken acısını yansıtmamak için tüm gücünü harcadığını görebiliyordu.

"Helma, ben iyiyim. Bu öksürük nöbetleri sıklıkla oluyor."

"Biliyorum ama bugün yanında kalmama izin ver, söz veriyorum sesimi çıkarmadan bir sandalyede otururum."

     Helma kendini tutmaya çalıştıysa dahi konuşurken sesi titremişti, sık kirpiklerinin gölgelediği gözlerinde damlalar birikiyordu. Hayır diye düşündü, Hagen iyi olacak. Yine de yutkunduğunda yanaklarını ıslayan damlalara engel olamamıştı. Omzunu kavrayan Hagen, solgun gülüşünü göstererek yüzünü okşamıştı. Parmaklarının soğukluğu adeta içine işliyordu. Ona doğru sokulup sarıldığında, başını göğsüne yaslamıştı. Gözlerini kapatmış, hastalığın değiştirmeye gücü yetmediği kokusunu içine çekerken hala sessizce ağlıyordu.

"Söz veriyorum yarın sabah uyandığımda seni ziyarete geleceğim. Şimdi dinlenmem gerek."

*  *  *

     Gustav, Beyazkaya Sarayı'nda, yeğeni Kral Hagen'ın dairesindeydi. Kahvaltısını etmiş, çalışma odasına henüz adım atmışken Hagen'ın muhafızlarından biri kapısının önünde belirerek majestelerinin onu huzuruna çağırdığını iletmişti.

     Hagen'ın sağlık durumunun iyiye gitmediğini biliyordu. Kanlar içinde kendinden geçmesinden sonra gittikçe kilo kaybetmiş, solmuş, adeta başka bir adama dönüşmüştü. Gece gündüz başından ayrılmayan saray hekimleri hangi tedaviyi denerse denesinler, güçten düşmesine engel olamıyorlardı. Hagen gün geçtikçe nefes alan bir hayalete dönüşüyordu.

"Herkes dışarı çıksın, beni Lord Gustav ile yalnız bırakın."

     Sırtını içinde oturduğu yatağının sedeflerle süslenmiş ahşap başlığına dayayan Hagen emrini verdiğinde, hem hekimler hem de muhafızlar birbirlerine bakmışlardı. Kısa bir sessizlikten sonra, başlarını eğerek emri yerine getirmişlerdi. Her biri krala ait dairenin çift kanatlı geniş kapısından çıktıktan sonra, Gustav ayakucunda dikildiği yeğeninin yanına yaklaşmıştı. Aralarında, tıpkı sarayın mermeri kadar beyaz bir tül cibinlik duruyordu.

"Bir sandalye alıp yanıma otur amca, konuşmamız gerek."

     Gustav herhangi bir cevap vermeden odadaki masanın etrafında dizili ahşap sandalyelerden bir tane çekip yatağın yanına götürmüştü. Acıyla iç çekerek oturduğu yerde doğrulan Hagen cibinliğin tülünü çekiştirerek aralamıştı. Getirdiği sandalyeye otururken, gittikçe donuklaşan gözleri ile onu izliyordu.

"İradenize karşı gelmek istemem fakat yorgun gözüküyorsunuz, dinlenmeniz gerekli."

     Sözleri Hagen'ın yüzünde solgun bir gülümsemeye sebep olmuştu. Pek şiddetli olmamakla birlikte, elindeki mendili ağzına kapatarak öksürmüştü. Onun bu hali aklına hekimlerin sözlerini getirmişti; hastalığın ne olduğunu anlamak mümkün değil fakat uğursuz bir şey adeta majestelerinin ciğerlerini çürütüyor.

     Endişe ile yeğenini izlerken yatağının baş yanında duran oymalı sehpanın üzerindeki sürahiden su doldurarak uzatmıştı. İçini çekerek arkasına yaslanan Hagen ancak bir yudum içebilmiş, ağzını elinin tersi ile sildikten sonra avucundaki bardak ile ona doğru dönmüştü.

"Artık bu mizanseni bırakabiliriz. Seninle konuşmak isteyen kralın değil, bizzat yetiştirdiğin yeğenin Hagen."

     Sözleri yüzünde acı bir gülümsemeye neden olmuştu. Yeğenlerinin arasında Hagen'ın yeri onun için ayrıydı, bunu belli etmekten de hiçbir zaman çekinmemişti. Bunun prens ya da kral olmasıyla alakası yoktu. Aileleri Duviel'deyken dahi birlikte yürüyüşlere çıkıp uzun sohbetler ederlerdi. Aralarındaki bağ her zaman güçlüyken, babası Adon'un ölümüyle birlikte tahtı devralması ilişkilerini hiç olmadığı kadar kuvvetlendirmişti.

"Peki o halde, şu ara dinlenmen gerek Hagen. Konuşmak istediğin şey her neyse önümüzde zaman var."

"Ben her gün, herkese ikimiz adına yeterince yalan söylüyorum, baş başayken gerçekleri konuşabiliriz. İkimiz de önümüzde pek de uzun bir zaman olmadığını biliyoruz."

"Hastasın, evet. Fakat bu iyileşmeyeceğin anlamına gelmez. Vücudun direnç gösteriyor, öyle olmasa ilk anda kendine gelemezdin."

"Kendimde değilim, amca. Gözlerim açık ve konuşabiliyorum fakat bunlar iyileştiğimin göstergesi değil. Direnmekten ve saklanmaktan vazgeçmemiz gerek; ben ölüyorum."

     Kabul etmek istemediği bu gerçeği Hagen'ın ağzından böylesine net duymak Gustav'ın adeta içini ezmişti. Hislerini belli etmemek için tüm gücünü kullanıyordu. Hagen'ın ölümünün ne demek olduğunun farkındaydı. İçi ne kadar acırsa acısın, ailesi böyle bir dönüm noktasının eşiğine gelmişken kendine üzülüp hüzünlenmek gibi bir lüks tanımıyordu.

"Alita bir keresinde ondan hiç beklemediğim, akıl dolu bir laf etmişti; birine sürekli canavar olduğunu söylersen ona canavara dönüşmekten başka çare bırakmazsın. Herhangi bir durumu kıyaslıyor değilim, aksine seni ve hissettiklerini anlayabiliyorum. Fakat önümüzde sadece olasılıklar var, en kötü olanı seçmek zorunda değilsin. "

"Lütfen, bu tavrı herkese yakıştırabilirim fakat senin üzerine hiç oturmuyor. Ben ölüyorum ve bunu kabullendim. Bu anı hep bekliyordum. Kehanet açık, bizim istediğimiz gibi yorumlamamız olacakları değiştirmiyor. Babamdan kalan tahta geçtiğimde önümde uzun yılların olmadığını biliyordum. Öyle sanıyorum ki benim görevim, Alita'nın sırtındaki yükü kabullenmesi için ona zaman tanımaktı."

     Kehanet; onun için ailelerinin umut kaynağı olan bir dizi sözden ibaretti. Soyadı Waldorf olan herkes için eve dönüşü simgeliyordu. Yüz yılı aşkın süredir her biri ailelerinden yükselecek kuzgunu beklerlerken, böyle bir durumun içine düşeceklerini belki de hiçbiri hayal etmemişti. Sonunda köklerini bıraktıkları topraklara dönebileceklerine dair bir umut doğmuştu. Fakat bunun için yapmak zorunda oldukları fedakârlıklar kendini belli ettikçe hissedilmesi gereken mutluluk yerini küllü, acı bir tat bırakıyordu.

     Alita'nın bekledikleri kuzgun olduğu ortaya çıktığında, bu hepsini şaşkına döndürmüştü. Yıllarca Magnus'un ailelerindeki seçilmiş kişi olduğuna inanmışlar, ölümü ile birlikte büyük bir hayal kırıklığına sürüklenmiş, acıya boğulmuşlardı. Çocukluğundan beri garip büyü yetenekleri olan Alita akıllarının ucuna dahi gelmemişti.

     Yükselmesi beklenen kuzgunun bir kadın olması sorun değildi. Cãstelion'da hâkim olan durumun aksine Waldorf kadınlarının gücün bir parçası olması alışılmış bir durumdu. Fakat Alita tekinsiz bir volkan gibiydi, ne yapacağını tahmin etmek imkânsızdı; sonsuza kadar sessizce bekleyebilir ya da hiç olmadık bir anda alev püskürerek her şeyi yok edebilirdi. Tüm yaşadıklarına rağmen ailesine olan sadakati sorgulanamazdı, bunu biliyordu. Onun yerinde bir başkası olsa, babası tarafında böylesine işkencelere maruz kaldıktan sonra kendi soyunun sonunu getirmek bile isteyebilirdi. Fakat Alita, Waldorf adına en az ailenin diğer üyeleri kadar bağlıydı. Onu ve diğerlerini hem şaşırtan hem de irkilten, zaman içinde törpülese dahi genç kadının çocukluğundan beri sahip olduğu saldırgan tavrı ve tekinsizliğiydi.

     Alita, kendini karlar altında bir ülkede gümüş bir tahtta otururken görmüştü. Böyle bir görünün ilk anda nasıl yorumlanacağı belliydi; Alita hâkimiyeti tamamen ele alıp bir kraliçe olarak tahta çıkacaktı. Fakat bu öngörüyü en başta rahmetli Kral Adon kabul etmemişti. Alita'nın sahip görünün birçok farklı şekilde yorumlanabileceğini öne sürmüştü. Alita'nın kendini tahtta otururken görmesini ailelerinin Hénec'e hükmedeceklerini işaret ettiğini söylemişti. Kızını gücün odağına yerleştirmemekteki inadını hala net bir şekilde hatırlıyordu.

     Benden sonra tahta Hagen çıkacak, Alita sadece eve dönüş yolunda ona kılavuz olabilir.

"Belki de haklısındır, yine de tüm kalbimle yanılmanı diliyorum."

     Hagen dudaklarını sıkarak gülümsemişti. Aldığı her nefesle birlikte göğsünden hırıltılı bir ıslık yükseliyordu. Gustav kabul etmemekte ısrar etse dahi genç kralın izlediği yolun sonuna gelmişti.

"Tek başıma olsam sanırım çok korkardım. Fakat içim rahat, arkamda senin olacağını biliyorum. Durum ne kadar karmaşık olursa olsun bir çözüm bulacağına eminim."

"Keşke ben de kendime senin kadar güvenebilsem Hagen."

"Bu ailede hiçbir şeyin kolay olmadığını sen söylerdin. Soyadımız ihtişamlı olduğu kadar arkasında büyük bir yük getiriyor. Hanedanlıkların sahip oldukları tahta kök salması yüzyıllar alır, bense henüz ikinci Waldorf kralıyım. Önümüzde oldukça uzun bir yol var. Ben senin gibi bir kılavuza sahip olduğum için şanslıydım. Şimdi tek istediğim, aynı bilgeliği Alita'ya sunman."

     Gustav, Hagen'ın ne demek istediğini görebiliyordu. Öleceğinden neredeyse emindi ve belli etmek istemese dahi arkasında kalacaklar için korkuyordu. Alita ise ortadaki en büyük belirsizlikti.

"Açık konuşmak gerekirse onunla ne yapacağımı bilmiyorum. Alita'nın bir adım sonrasını kestirmek oldukça güç. Akıllı bir kadın fakat öyle anlar oluyor ki öfkesi mantığını köreltiyor. Bunu görmezden gelebilirim fakat elindeki güç bu vahşi dürtü ile birleştiğinde ortaya çıkan şey beni tereddüte düşürüyor."

    Hagen oturduğu yerde hareketlenip elindeki bardağı sehpanın üzerine bırakmıştı. Boğazından ardı ardına öksürükler yükseldiğinde mendilini ağzına siper etmişti. Biraz olsun kendine geldiğinde aralarında hatırı sayılır bir mesafe bırakarak ona doğru eğilmişti, konuşurken gözlerinin içine bakıyordu.

"Alita'yı sevgili babamız bu hale getirdi. Onu kontrol edemeyeceğini düşündüğü her an bir kafese tıkıp cezalandırdı. Kardeşim genç bir kıza dönüştüğünde en iyi bildiği iki şey karanlık ve şiddetti. Çocukluğu boyunca kendi odasından çok ışıksız bir mahzende, türlü böcek ve pisliğin içinde kaldı, biliyorsun amca. Alita'yı saldırgan olduğu için suçlayamam, ona sevgiyle yanaşılmadı. Bu sıcak hissin ne demek olduğunu belki de hiç bilmiyor. Böyle birinin herkesten kötülük beklemesine şaşmamak gerek."

"Adon'un kızına olan tutumunu kimse hiçbir zaman tasvip etmedi. Fakat o da böyle durumda ne yapması gerektiğini bilmiyordu. Bu kimsenin daha önce karşılaştığı bir durum değildi. Onu haklı çıkarmak için uğraşmıyorum ama dediğim gibi, sen olmasan Alita ile ne yapmam gerektiğini ben de bilmiyorum."

"Bu ailemizin en büyük ayıbı değil mi? Ben kendimi suçlu hissediyorum. Alita çaresizdi, içine hapsolan bir ruhun esiri olmuştu. Ve biz ailesi olarak ona yardım etmeyi beceremeyip Tabassa'dan getirdiğimiz bir adamı başına diktik. Bugün herkes Lord Amadeus'un onun üzerindeki etkisinden şikâyet ediyor. Buna hakkımız yok, kardeşimi içine düştüğü kuyudan o kurtardı."

     Gustav sıkıntıyla içini çekti. Kimsenin sesli bir şekilde dile getirmediği bu gerçeği o da biliyordu. Ağabeyi Adon kızına karşı hiçbir zaman yumuşak yüzünü göstermemişti, onları da bu konuda sıkça uyarmıştı. İçinde bulundukları bilinmezlik karşısında hiçbiri karşısına geçip bu durumun yanlış olduğunu söyleyememişti. Sebebi ne olursa olsun Alita bir şekilde insanlara zarar veriyordu. Bunu düşünmek belki de vicdanlarını rahatlatan tek şeydi. Yine de, Hagen'ın sözleri haklılığını koruyordu. Hiçbirinin kontrol etmeyi beceremediği, saldırgan ve karanlık Alita'yı Lauron Amadeus ehlileştirmişti.

"Geçmiş hatalarımızdan ancak ders çıkarabiliriz Hagen, üzülüp vicdan azabı çekmenin bugüne hiçbir faydası olmaz. Ne demek istediğini anlayabiliyorum, Alita yalnız kalırsa örselenmesinden korkuyorsun. Bu asla gerçekleşmeyecek, artık ortada Adon Waldorf yok. Alita ile nasıl başa çıkacağımı bilmiyorum. Fakat hiçbirimiz kendi soyumuzdan gelen birine daha fazla işkence etmeyeceğiz." 

"Bunun artık bir önemi olduğunu sanmıyorum amca. Sanırım yardım etmekte ya da anlayışlı davranmakta oldukça geç kaldık. Benim anlatmak istediklerim bundan daha fazlası; artık ben olmayacağım, Alita ile baş başa kalmak zorundasın. Ona yaklaşmaktan çekinme. Tıpkı benimle olduğu gibi karşına alıp konuş, dinle, akıl ver, tasvip etmediğin yerde eleştir. Uzak durduğun müddetçe Alita'yı kazanamazsın. Onu tanıyorum, ben öldüğümde yalnız kaldığını düşünüp saldırganlaşacaktır, böyle olmadığını hissetmesi gerek."

"Alita için bir planın mı var Hagen? Bunu bana açıkça söyleyebilirsin. Tahta onun geçeceğini mi düşünüyorsun ?" 

     İçini çeken Hagen tekrar arkasına yaslanmıştı. Sesi gittikçe kısılıyordu, yorgunluğu bakışlarına çökmüştü. Konuşmakta dahi güçlük çektiği belli oluyordu. Bu hali içini acıtmıştı, Hagen acı içinde ölüyordu fakat tek düşündüğü arkasında bıraktıklarıydı.

"Ben öldükten sonra Alita'nın naibe olmasını istiyorum. Önünde durmamızın bir anlamı yok, eğer eve dönmek istiyorsak direnmekten vazgeçmeliyiz, sahip olduğumuz güç Alita'ya ait. Fakat yine de korkularım var. Öldüğümde, Dúpontlar buraya ışığa koşan pervaneler gibi üşüşeceklerdir. Onları kontrol altına alabileceğini biliyorum; benim korkum Alita'nın Helma ve bebeğe zarar vermesi. Onu yanıma çağırıp konuşacağım. Beni hep dinlemiştir, yine böyle olacağını umuyorum. Ortada hassas bir denge kurman gerek amca. Karım ve çocuğumun zarar görmesini istemiyorum, kardeşimin de öyle."

"Birkaç hafta sonra tamamen iyileştiğinde bu konuşmayı yapmamıza gerek dahi olmayabilir. Fakat yine de duymak istiyorsan gönül rahatlığı ile söyleyebilirim; Helma ve karnında taşıdığı çocuğa kimse zarar veremez. Ben nefes aldığım müddetçe böyle bir şeye asla izin vermem."       

     Sözleri ile birlikte Hagen yavaşça başını sallamıştı. Göğsü nefesi sıkışmışçasına hızla inip kalkıyordu, yükselen hırıltıyı işitmemek mümkün değildi. Yanı başındaki sehpada duran, yarım bıraktığı suya uzanıp birkaç yudum daha almıştı. Yutkunurken canı yanıyormuşçasına irkilmişti. Durup dinlenmesi ya da soluklanması bir işe yaramıyordu, nefesi hala düzensizdi. Gittikçe boğulan sesiyle kesik kesik konuşmuştu.

"Her şey için teşekkür ederim, amca. Benimle gidebileceğin yer buraya kadar, artık yeni bir yol arkadaşına sahipsin. Devam etmeyi isterdim, en azından biraz daha buralarda olmak güzel olurdu. Belki kızabilirsin fakat Hénec'i görmek umurumda değil, hiçbir zaman olmadı. Kehanetin gerçekleşmesi için ölmem gerektiğini hep biliyordum. Sadece, çocuğumu görmeden bunların olabileceğini düşünmemiştim. Helma yıllarca düşük yaptı, biliyorsun. Şimdi ise babasını asla göremeyecek bir çocuğa hamile. İlk anda bunun bir lütuf olduğunu düşünmüştüm, ne kadar acı olduğunu ancak görebiliyorum. Keşke... Keşke rahmi bebeğimizi tutmasaydı, bu çocuğa bir gelecek verebileceğimizi sanmıyorum."

" Asla böyle düşünme, sakın. Doğacak çocuk ailemizin kanını taşıyor, ona zarar vermeye kimsenin gücü yetmez. Alita hakkında birçok kötü özellik sayabilirim fakat ailesine olan sadakatinden bir an bile şüphe etmem. Magnus'a ve sana ne kadar düşkün, biliyorsun. Helma ile anlaşamayabilir fakat doğacak çocuğuna kendi çocuğuymuşçasına sahip çıkacaktır, bundan şüphen olmasın."

     İçini çeken Hagen, nefesi ciğerine dolduğu an tekrar bir öksürük nöbetine tutulmuştu. Zayıflayan vücudu sarsılırken mendilini tekrar ağzına siper etmişti. Hareketlenen Gustav, ağzından sızan kanı gördüğünde bağırarak hekimleri ve muhafızları içeriye çağırmıştı. Yaklaşıp omzunu kavradığı yeğenini tutarken içeri giren hekimlerden biri odadaki büyük masanın üzerine duran ilaç karışımını küçük bir bardağa dökerek yatağın başına gelmişti. Bir anda, saray hekimlerinin yatağın etrafını sarması ile Gustav bir adım geri çekilmek zorunda kalmıştı. Öksürükleri ile Hagen'ın ağzından çıkan kan çenesinden üzerindeki beyaz gömleğe damlıyordu. Hekimler önce kan olan yüzünü silmiş, sonrasında ise bir bardak su uzatarak ağzını tuttukları derin kâseye çalkalamasını sağlamışlardı. Hagen'ın gözleri, güçlükle ilacını içtikten sonra adeta kendinde değilmişçesine kısılmıştı. Oturduğu yerde kolları iki yana yığılmış, başı arkaya devrilmişti. Çevresindeki hekimler üzerindeki kanlı gömleği çıkardığında, Gustav yeğeninin çürüklerle dolu vücudunu ilk kez görmüştü. Beli, göğsünün altı, kolları morluklarla kaplıydı, derisi incelmiş gibi duruyordu. Gustav, Hagen hastalandığı ilk andan itibaren kendini gelişebilecek her olasılığa hazırlamıştı. Ne olursa olsun ayakta kalması, güçlü gözükmesi gerektiğini biliyordu. Fakat o an, Hagen'ı kendinden geçmiş, çıplak bir halde hekimlerin elinde görmek göğsüne demir bir yumruk gibi inmişti. Fark etmese dahi, iyileşip eski haline döneceğine dair umut beslediğini o an anlamıştı.

      Kabul etmekten kaçtığı gerçeği artık açıkça görebiliyordu; Hagen doğan güneşi bir daha göremeyebilirdi. Çok genç, diye düşündü, böyle bir ölümü hak etmiyor. Dişlerini sıkarak yutkunduğunda, soğuk yanağındaki ıslaklığı fark etmişti. Olduğu yerde bir adım daha geri çekilip arkasını dönerek yüzünü ovmuştu. Omzunun üzerinden arkasına baktığında yeğeninin göğsünden can çekiştiğini gösterircesine kısık, hırıltılı bir ıslık yükseliyordu. Sakin olmak için tüm gücünü harcasa dahi tek bir cümle zihnini ele geçirmişti; Hagen ölüyordu.

     Tahta çıktığı ilk günden beri bir an olsun onu yalnız bırakmayan danışmanı, amcası Lord Gustav Waldorf'un ise elinden yeğenini, kralını kurtarmak için hiçbir şey gelmiyordu.

*  *  *

     Islık çalarak sarayın merdivenlerinden inen Alois, bir elinde deri dosyasını taşıyor, diğer eliyle ise gömleğinin beyaz boyun bağını çekiştiriyordu. Başkent Calabar'a yaz gelmişti, güneş saklandığı bulutların arkasından çıkmıştı. Çocukluğunu ülkenin güney ucu Drindall'da geçiren Alois sıcağa karşı dirençliydi. Fakat son günlerde, sırtının ısındığını her hissettiğinde kendini soğuk suyun içine bırakmayı diliyordu.

     Etraftakileri önemsemeden boynundaki bağı çözerek odasının olduğu geniş hole inmişti. Boldmin ve kâtibi Davis bir adım arkasında onu takip ediyorlardı. Başını eğmiş, parmağındaki gümüş yüzüklerle oynarken önüne çıkan biri elini uzatıp serbest kalan boyun bağına dokunmuştu. İrkilerek geri çekilen Alois gözlerini kaldırdığında Hazine Kâtibi Victor Mascarián'ı seçebilmişti.

"Lord Hallstein, sanırım zor bir gündü."

     Alois gülümsemişti, saraydaki günleri gittikçe sıkıcı bir hal alırken Victor edinebildiği tek arkadaşıydı, onunla karşılaştığına sevinmişti.

"Zor olup olmadığı hakkında bir fikrim yok fakat sıcak bir gün olduğu kesin."

"Eğer siz bundan şikâyet ediyorsanız sarayın geri kalanı yas tutmalı."

"Şikâyet ediyor değilim, sadece şehrin havasına henüz alışamadım."

     Başını sallayan Victor tıpkı onun gibi gülümsemişti. Alois ilk karşılaştıkları andan itibaren onu her gördüğünde aynı hisse kapılıyordu; adam güçlü bir özgüvene sahipti. Bu bakışlarına, gülüşüne, hatta duruşuna yansıyordu. Alois, kâğıtlar ve insanlar arasında adeta yemek masasının üzerinde unutulmuş tereyağı gibi eridiğini hissederken Victor bir çelik gibi sapasağlamdı.

"Hem serinleyebileceğimiz hem de sizi şehrin havasına alıştıracak yerler biliyorum. Belki bir gün birlikte küçük bir şehir turuna çıkarız."

"Bundan memnuniyet duyarım fakat sesinizdeki tınıdan anladığım kadarıyla küçük turumuz başımı karımla belaya sokacak gibi."

"Ne haddime, ben sadece biraz eğlenebileceğimizi düşünmüştüm."

     Alois sırıtmıştı. Elini adamın omzuna yerleştirip kendiyle birlikte odasına çıkan koridora doğru döndürmüştü. Konuşurken aynı zamanda birlikte ilerliyorlardı.

"Lord Mascarián, bir gerçeği benden daha iyi bildiğinizi düşünüyorum; tehlikeli kadınlarla evliyiz. Sizin tecrübelerinize saygım sonsuz fakat ben bazen Alita'nın mermerlerin arasından fısıltıları dahi işitebildiğini hissediyorum."

     Sözleri Victor'a erkeksi bir kahkaha attırmıştı. Uzanıp omzundaki elini indirerek bir adım geriye çekilmişti, aynı zamanda ona doğru eğilerek fısıldıyordu.

"Doğru yoldasınız Lord Hallstein, aklı olan her erkek karısından korkmalı. Fakat biraz eğlenmeyeceksek tüm bu gösterişli unvanların ne anlamı var ?"

"Sizi hayal kırıklığına uğratmak istemem ama henüz bu kadar tehlikeli eğlencelere heves edecek kadar sıkılmadım. Eğer vaktinizi çalmayacaksam sizi odamda ağırlayabilirim, kendimize daha az tehlikeli eğlence rotaları oluşturabiliriz."

     Victor'un parlak, siyah gözleri yüzündeki muzip ifadeyi kaybetmeden üzerinde dönmüştü. Alois'in adamla alakalı fark ettiği bir diğer durum buydu; karşılaştıkları zamanlarda, sürekli olarak Victor onu adeta ilk kez görüyormuşçasına inceliyordu. Bunu ne yöne yorması gerektiğini konusunda kararsızdı. Adamın ondan hoşlanmadığını düşünmüyordu, bilakis sohbetleri her daim keyifliydi. Yine de bakışları olması gerekenden daha meraklıydı.

"Elbette, bundan büyük bir memnuniyet duyarım."

     Gülümseyerek kafasındaki düşünceleri dağıtan Alois, arkasını dönüp birkaç adım ötede bekleyen kâtibi Davis'e seslenmişti. Adamdan hâlihazırda pek hoşlanmıyorken ondan kurtulabileceği hiçbir fırsatı kaçırmıyordu.

"Davis, bugün için teşekkür ederim, artık çekilebilirsin."

"Nasıl isterseniz, Lord Hallstein."

      Davis başıyla hem ona hem de Victor'a selam verdikten sonra holün alt kata inen geniş merdivenlerini takip ederek ortadan kaybolmuştu. Muhafızı Boldmin ise her zamanki gibi Victor ile birlikte odasına doğru ilerlerken bir adım gerisindeydi. Bir an için omzunun üzerinden ona bakan Alois elinde olmadan homurdanmıştı.

"Sizi etrafta yalnız görüyorum. Değerli hazine kâtibinin her adımını takip eden bir muhafızı yok mu ?"

"Var, hem de birden fazla. Fakat yakın olmalarından hoşlanmıyorum. İsterseniz bana bir yumruk atmayı deneyin, nereden çıktığını anlamadığınız bir düzine adam üzerinize çullanacaktır."

     Adamın sözleriyle birlikte yeşil gözlerinin etrafta gezmesine engel olamamıştı. Hala koridora girmiş değillerdi, geniş mermer holün altın süslemeli girintileri arasında birçok insana rastlamak mümkündü. Fakat dikkatli baktığı ilk anda, gözlerini Victor Mascarian'ın üzerinden ayırmayan en az üç muhafızı seçmişti. Adamın söylediği gibi dikkatli bakılmadıkça fark edilmeyecek uzaklıktaydılar. Ne aptalım diye düşündü Alois, ülkenin en önemli adamlarından biri, belki de üçüncü sırada geliyor, elbette bir muhafız ordusu olmalı.

     Birlikte odasına geçtiklerinde, Victor masasının önünde duran sandalyeye oturmuştu. Bacaklarını birbirinin üzerine atıp arkasına yaslanmışken, masanın üzerindeki cam vazoda duran pembe güller dikkatini çekmişti. Tıpkı onun gibi gümüş bir yüzük taşıdığı elini uzatıp parmakları ile yapraklarını okşarken ona doğru dönmüştü.

"Çiçekleri seviyorsunuz sanırım."

"Benim herhangi bir ilgim yok, bunlar Alita'nın hediyeleri. Kurudukça yenisini toplayıp yerleştiriyor."

     Koltuğuna oturan Alois, önünde açık duran saman rengi, kalın kâğıtları deri dosyasının içine yerleştirip bir kenara kaldırmıştı. Küçük, gümüş bir tepsinin üzerine yerleştirilmiş şarap dolu sürahi ve üç bardak sağ tarafında duruyordu. Uzanıp kendisi ve Victor için şarap dökerken, adam eğilerek güllerin kokusunu içine çekmişti.

"Öyle gözüküyor ki sarayı dolduran dedikodular bu kez doğru; insanlar prensesi baştan çıkarıp kendinize âşık ettiğinizi konuşuyor."

     Bir an için ne demesi gerektiğini bilememişti. Yüzüne yayılan gülümseme dışarıdan bakıldığında övgü almış bir çapkının gururunu gösterse dahi içten içe tüm söylentiler onu huzursuz ediyordu. Alois on dokuz yaşındaydı, Alita ile karşılaşana kadar hayatını kadınlar, kitaplar ve içki üzerine oturtmuştu, bu durum onu bir kez dahi rahatsız etmemişti. Ailesi ile arası kötü olsa dahi omuzlarında herhangi bir ağırlık yoktu, gündüzleri yüzüp kitap okuyor, akşamları ise dilediği kadar içip istediği kadının yatağına giriyordu. Fakat saraya, hatta tüm ülkeye yayılan bu dedikodu artık onu rahatsız etmeye başlamıştı. Kimse açık açık söyleyemese dahi insanların gözünde ağabeyinin evleneceği kadını baştan çıkaran adam olarak biliniyordu.

"Keşke söylenilen gerçek olsa, en azından tüm bu ihtişamlı dedikoduların gururunu üzerimde taşıyabilirdim."

     Uzattığı bardağı avucuna alan Victor'un alnı kırışmıştı, söylediklerini duymayı beklemediğini görebiliyordu. Şaşkınlığının içinde dahi gülümsemesi gizliydi.

"Bu ne demek şimdi? İnsanların konuştukları yalandan mı ibaret ?"

"Yalın bir şekilde doğru olmadığını söyleyemem fakat yaşananları süsledikleri kesin. Biliyorsunuz, tutkulu hikâyeler herkesin ilgisini çekiyor. Zemin hazır olunca üzerine inşa etmek pek de zor olmadı sanırım."

     Sıcakladığını hisseden Alois, yerine oturmadan önce üzerindeki ceketini çıkarıp sandalyesinin kenarına geçirmişti. Oturduğunda, tıpkı karşısındaki adam gibi arkasına yaslanarak bacaklarını birbirinin üzerine atmıştı. Masanın üzerinde duran bardağını alıp şarabını adeta günlerdir susamışçasına kana kana içmişti.

"Bunun için kimseyi suçlamazsınız. Ben bile hikâyeniz konusunda oldukça meraklıyım. Yanlış anlamayın lütfen, daha önce de söylediğim gibi Prenses Alita'yı pek yakından tanımıyorum. Uzaktan gördüğüm kadın yaklaşılması zor biri, aileniz içinde gelişen durumuzu göz önünde bulundurunca cesaretiniz beni hayranlığa sevk ediyor."

     Alois elinde olmadan sırıtmıştı. Bu sözler, aklına Duviel'i, Alita ile ilk kez karşılaştığı zamanı getirmişti. Karısına karşı hisleri hala canlıydı, onu gördüğünde adeta göğsü genişlemişçesine ferahlıyordu. Fakat Kuzgun Tepe'deki yemek masasında, onu siyah elbisesi içinde gördüğü akşam kapıldığı heyecan bambaşkaydı. Birlikte Hénec Kulesi'nin tepesine çıktıklarında yaşadıkları şey deli işiydi. Alois ayaklarının ucuna serilen şehir manzarasını düşündükçe hala midesi bulanıyordu. Yine de, Alita'nın Aksel'i değil onu istediğini söylediği an belki de hayatındaki en mutlu anıydı.

"Aslında pek de cesaretli davrandığım söylenemez. Sizi kendime yakın gördüğüm için tüm bunları anlatmakta bir beis görmüyorum. Aylar önce Drindall'a kraldan ailelerimizi birleştirmek istediğine dair bir mektup geldi. Prensesin içimizden biri ile evlenmesi ön görülüyordu. Yaşları yakın olduğu için babam Aksel'i uygun buldu. Daha sonrasında majestelerinin daveti üzerine ailece Duviel'i ziyaret ettik. Tüm plan Aksel ve Alita'nın evliliği üzerine kuruluyken, birlikte yediğimiz akşam yemeği her şeyi değiştirdi. Ben Alita'yı ilk gördüğümde an sanki tepeme bir yıldırım düşmüş gibi hissettim, ne konuşmam, nasıl davranmam gerektiğini bir anda unuttum. Sadece hayranlıkla onu izledim, yalan söylemeyeceğim onun da bana dönüp bakması için tüm akşam kendi kendime yalvardım. İşe yaramış olmalı ki dikkatini celp ettim, sanırım sonrasında gönlünü de kazandım. Fakat Alita'nın gözleri üzerime dönmemiş olsa, yapabileceğim hiçbir şey yoktu."

     Onu tüm dikkati ile dinleyen Victor, sözleri bittiğinde başını sallayarak gülümsemişti. Servis ettiği şaraptan içerken bakışları hala Alita'nın ona getirdiği güllerin üzerinde geziyordu. Alois, bu durumu yadırgayabileceğini düşündü. Bir kadının kocasına çiçek hediye etmesi pek sık görülen bir durum değildi.

"Şanslı bir adamsınız. Yanlış anlamayın, bunu sadece bir prensesle evlendiğiniz için söylemiyorum. İçinde bulunduğumuz şartlar altında, soylu erkeklerin âşık olduğu kadınlarla evlenmesi sahip olunması zor bir ayrıcalık, biliyorsunuz."

"Saraya geldiğim ilk günden beri herkes ne kadar şanslı olduğumdan bahsediyor, inkâr etmeme gerek yok, gerçekten şanslıyım. Fakat sanırım sadece siz memnuniyetimin arka yüzünü fark ettiniz. Bu belki de bayağı bir laf gibi gelecek ama Alita'nın prenses olması umurumda bile değil. Onu kralın yanında değil, Drindall'daki tarlaların birinde ekinlerin arasında görsem dahi peşini bırakmazdım. Belki de benim için daha iyi olurdu, saraya ve düzenine ayak uydurabilmiş değilim, çabukça alışabileceğim gibi de gözükmüyor. Yine de dediğiniz gibi şanslıyım, her akşam sevdiğim kadının yüzünü görmesem tüm bu süreç benim için sadece sonu gelmeyen bir ıstırap olurdu."

"Ne demek istediğinizi anlayabiliyorum. Ruyka ve ben sizin kadar renkli bir hikâyeye sahip değiliz; ailelerimiz anlaşıp evlenmemize karar verdi. İkimiz de pek söz hakkına sahip değildik fakat zamanla anlaşabilmeyi başardık, birbirimize alışmaktan başka şansımız da yoktu. Yine de, sarayda günü batırıp eve dönmek için sabırsızlanıyorum. İnsan bu mermer duvarların ağırlığından ancak sevdiği bir yüzü görünce kurtulabiliyor."

     Gülümseyen Alois oturduğu yerde ayağa kalkmadan doğrulup kadehini Victor'a doğru uzatmıştı. Adamla elçi ile olan görüşmesini ve tuttuğu raporu konuşmak istiyordu. Gönül işlerini içeren muhabbetlerini kadeh kaldırarak, iyi dileklerle kapatmayı uygun görmüştü.

" O halde; sevdiklerimize."

     Victor tıpkı onun gibi gülümsemişti. Gözleri önce elindeki kadehi sonrasında ise yüzünü bulmuştu. Beklemediğinden mütevellit bir müddet tereddüt etse dahi elindeki kadehi yavaşça onun kadehiyle tokuşturmuştu. Çıkan tiz sesle birlikte sözlerini gözlerinin içine bakarak tekrar etmişti.

"Sevdiklerimize."

*  *  *

     Lauron Amadeus, kendisine ait olan küçük dairede yanına verilen hizmetçisi Rufus ile birlikteydi. Kendine ait olan birkaç özel eşyayı bizzat ayırıp odanın sağ köşesinde duran masanın üzerine bırakmıştı. Rufus ise küçük sandığa seyahati boyunca ihtiyaç duyabileceği eşyalarını yerleştiriyordu. Adama yanında istediği şeyleri tek tek anlatmıştı. Küçük, heybeyi andıran deri çantasına kendi eşyalarını yerleştiriyorken, odanın kapısı çalınmıştı. Omzunun üzerinden arkasına bakan adam Rufus ile göz göze geldikten sonra seslenmişti.

"Gelin."

     İzin vermesi ile birlikte Alita içeri girmişti. Üzerinde belini saran, yakası açık su mavisi bir elbise vardı, omuzlarından itibaren dirseğine kadar kolunu elbisesi ile aynı renk, uçuş ucuş olan ince bir tül örtüyordu. Siyah saçlarının alt kısmı serbestti, üst kısmı ise örgüyle toplanmıştı. Kulağında küçük elmas küpeleri vardı fakat herhangi bir taç taşımıyordu.

     Elbisesinden oldukça açık bir maviye sahip olan gözleri önce onu bulmuş, sonrasında ise yatağının ucunda kıyafetlerini toplayan Rufus'a dönmüştü. Gördüklerinin onu memnun etmediği yüzüne yayılan ifadeden belliydi. Sandığın önünde diz çökmüş olan, ellili yaşlarının başındaki adam Alita ile karşılaştığı ilk an doğrulup ellerini önünde birleştirerek başını eğmişti.

"Majesteleri."

     Alita adamın sesine ya da selamına pek oralı olmamıştı, soğuk gözleri Amadeus'un üzerindeydi. Kısa bir an bakışlarını birbirini bulmuştu, daha sonrasında tıpkı Rufus gibi o da başını eğerek selam vermişti.

"Majesteleri."

     Bu soğuk selam, aralarına giren husumetin bir göstergesiydi. Herhangi bir karşılık vermeyen Alita, bir müddet daha onu izledikten sonra Rufus'a dönmüştü.

"Dışarı çık."

     Rufus emredersiniz majesteleri diye mırıldanarak doğrulup Alita'ya arkasını dönmemeye dikkat ederek daireden çıkmıştı. Baş başa kaldıkları ilk an ikisi de herhangi bir şey söylememişti. Aralarındaki sessizlik gergin ve karanlıktı.

"Sen ne yaptığını sanıyorsun ?"

     Alita'nın sesi soğuk ve mesafeliydi, tınısından içinde taşıdığı öfkeyi anlayabiliyordu. Eğdiği başını kaldırdığında adeta renksiz gibi duran gözleri ile tekrar karşılaşmıştı, odasının çift kanatlı ahşap kapısının birkaç adım ötesinde duruyordu.

"Seyahatim için hazırlanıyorum. Siz majestelerine durumu haber verecektim fakat muhbirleriniz benden hızlı davranmış."

     Herhangi bir şey söylemeyen Alita ilerleyip yatağının ucunda, kapağı açık duran sandığına yaklaşmıştı. Eğilmeden içerisindekilere göz atmış, sonrasında ise yatağının üzerinde yerleştirilmeyi bekleyen kıyafetlerini süzmüştü. Elini uzatıp, parmaklarını yatak örtüsünün ucunda duran beyaz gömleğinin üzerinde gezdirmişti, bu kez konuşurken ona bakmıyordu.

"Hiçbir yere gitmiyorsun."

"Özür dilerim majesteleri fakat kararımı verdim. Ailemi uzun bir zamandır görmüyorum, Tabassa'ya, yanlarına gideceğim."

"Yalan söylenilmesinden nefret ettiğimi biliyorsun. Aramızdaki sorun her neyse konuşabiliriz, genç bir kız gibi sandığını alıp babanın yanına gitmene gerek yok."

     Alita'nın sözleri içinde, ona karşı duyduğu kırgınlığı derinleştirmişti. Sadece bir an çıkışıp azarlamayı düşündü, onunla nasıl bu şekilde konuştuğunu sormak istedi. Fakat bu istek cılız bir ateş gibi içinde bir anda sönüp yok olmuştu. Öğrencisine verebileceği en büyük cezanın aralarına koyacağı mesafe olduğunu biliyordu.

"Özür dilerim fakat size karşı çıkmak durumundayım, prenses hazretleri. Yarın sabah için bir araba ayarladım, gün doğumu ile birlikte Tabassa'ya gitmek için yola çıkacağım."

     Alita'nın gözleri yatağının üzerinde duran elbiselerinden ona dönmüştü. Bakışları aşina olduğu o tekinsiz, tehditkâr haline bürünmüştü. Ellerini gömleğinden çekip önünde birleştirmişti, aynı zamanda dairenin içinde üzerine yürüme başlamıştı.

"Hiçbir yere gitmeyeceksin, Lauron."

"Maalesef, gururunuzu kırmak istemem fakat beni durdurabileceğinizi sanmıyorum."

     Alita aralarında bir adımın zor sığacağı kısa bir mesafe kaldığında durmuştu. İnatla gözlerinin içine bakıyordu, soğuk bakışları arkasında alev almış sıcak bir öfkeye sahipti.

"Neyi ispatlamaya çalışıyorsun ?"

"Şu ana kadar herhangi bir şeyi ispatlamak gibi bir çabam yoktu. Fakat bu tavrınız sonrası kendimi önemli bir ayrıntının altını çizmek zorunda hissediyorum; ben sizin köleniz değilim, hiçbir zaman olmadım."

     Alita gözlerini ondan kaçırmadan, bu sözleri duymayı beklemiyormuşçasına kaşlarını kaldırmıştı. Birlikte geçirdikleri her an soğuk öfkesi büyüyordu.

"Bana bu sözü edebiliyorsun demek, ne yazık."

"Haddimi aşmak istemem majesteleri fakat bizi bulunduğumuz noktaya getiren fitili siz ateşlediniz."

     Alita başını eğerek yutkunmuştu, fevri bir tepki vermemek için kendini tuttuğu oldukça açıktı. Önünde birleştirdiği ellerini sıkı sıkıya birbirine kenetlemişti, Lauron eklemlerinin beyaza döndüğünü seçebiliyordu.

"Lauron, şu saçmalığı kes."

"Özür dilerim fakat neden bahsettiğinizi anlamıyorum."

     İçini çeken Alita kendini daha fazla tutamayıp elinin arka yüzünü hırsla adamın göğsüne çarpmıştı. Lauron ceket ya da yelek giymemişti, üzerinde sadece beyaz gömleği vardı. Alita'nın beklemediği darbesi ağır olmasa dahi etini sızlatmıştı. Farkında olmadan eli göğsüne yükseldiğinde, Alita bir adım geri çekilmişti. Verdiği tepkiyi o da beklemiyordu, bakışlarındaki şaşkınlık ve utanç fark edilmeyecek gibi değildi. Biraz önce ona vuran elini kavrayıp göğsüne yaslamıştı. Bakışları ilk anda sahip olduğu soğuk ve mağrur havayı kaybetmişti.

"Özür dilerim, kendimi tutamadım, çok özür dilerim."

     Lauron herhangi bir cevap vermeden ona arkasını dönmüştü. Deri çantasının üzerinde olduğu masaya yaklaşıp bardağa uzanarak kendine su doldurmuştu. Gözlerini kapatıp bir kerede hepsini içtiğinde usulca içini çekmişti. Arkasında bıraktığı Alita'nın temkinli adımlarla ona yaklaştığını hissedebiliyordu.

"Eğer tüm bunları senden özür dilemem için yapıyorsan; özür dilerim. Hata ettim, seninle o şekilde konuşmamam gerekirdi, ne bugün ne de öncesinde."

     Alita'nın sonunda istediği hale bürünmesi Lauron'u memnun etmişti. Su içtiği bardağı bırakıp yavaşça ona doğru dönmüştü. Olduğu yerde arkasına yaslanıp ellerini ahşap masanın üzerine yerleştirmişti. Genç prensesin bakışlarındaki öfke ve gurur yerini pişmanlığa bırakmıştı, odasına girdiği ilk anın aksine üzüntüsünü saklamak için çabalamıyordu.

"Bir özre ihtiyaç duymuyorum. Sergilediğim tavır kırgınlığımın bir göstergesi, karşımda sen varken herhangi bir üstünlük ya da gurur mücadelesine girmeyeceğimi biliyorsun."

     Gözlerini deviren Alita başını sallamıştı. Çekingen adımlarla yanına yaklaşıp elini usulca göğsüne yerleştirmişti, konuşurken biraz öncenin aksine gözlerine bakmıyordu.

"Canını yakmak istemezdim, özür dilerim. Beni en iyi sen tanıyorsun, öfkelendiğimde kendimi tutamıyorum."

"Neden öfkelisin peki ?"

       İçini çeken genç kadın göğsündeki elini kendini çekerek eğdiği başını kaldırmıştı. Lauron, gözlerine baktığında söylemek istediği her şeyi anlayabiliyordu. Öfkesi, pişmanlığı, itiraf edemediği mahcubiyeti; içinden geçen her bir hissi çözmek onun bir kitabı okumak kadar kolaydı. Yine de, aralarına giren bu sancılı durumu konuşarak çözmek istiyordu.

"Tabassa'ya gitmeni istemiyorum. Şimdi değil, bu şekilde değil."

"Bence en uygun vaktin içindeyiz. Birbirimizden bir müddet uzak kalmamız gerek. Benden bir şeyler saklıyorsun Alita, hata ettiğimi söylüyorsun fakat düzeltmem için bir fırsat vermiyorsun. Nerede yanlış yaptığımı söyle, bu öfkenin sebebi neyse benimle paylaş. Aramızda sırlar olduğu müddetçe sadece birbirimizi kırıyoruz."

     Alita dudaklarını sıkarak başını sallamıştı. Lauron, sonunda inadını kırabildiğini görüyordu. Bu onu mutlu etmişti. Günlerdir, nerede hata yaptığını düşünmekten uykuları dağılmıştı. Alita'nın sözleri onu kırmıştı fakat aynı zamanda kendi söylediklerinin de onu üzdüğünü biliyordu. Aralarına giren husumet ikisine de oldukça yıpratmıştı.

"Hagen hastalandı. Kucağımda, kanlar içinde kendinden geçti. Sana anlatacaktım fakat aynı gün elime Helma'nın mektubu ulaştı. Hagen'ın hastalandığını babasına haber vermek istemiş, o haini buraya çağırıyordu. O günün sabahında bana Helma'yı savunmuştun, hatırlıyor musun? Öfkelendim, bana karşı onu savunduğun için öfkelendim, onu böylesine temiz ve masum bulmana öfkelendim. Belki saçmaydı, bilmiyorum. Fakat benim sözüm yerine ona inanmanı kabul edemedim."

     Lauron duyduklarının karşısında ne demesi gerektiğini bilememişti. Kral Hagen'ı düğünden sonra neredeyse hiç görmemişti fakat sarayda dolaşan fısıltılardan hastalandığını duymuştu. Bunun Alita için ne demek olduğunun farkındaydı. Kardeşini kaybetmenin onu yıkacağını biliyordu. Fakat korkusu ve endişesi bu ruhsal buhranın ötesindeydi. Alita'ya bahşedilen yolun açılmaya başladığı görebiliyordu. Onları bekleyen hikâye artık daha da karmaşıklaşacaktı.

     Hagen'ın söz konusu ölümü onları hazır olduklarını kestiremediği bir maceraya sürükleyecekken, Lauron Alita'nın evrildiği durumun tehlikesini ilk kez o an fark etmişti. Aralarındaki bağ her zaman güçlü olmuştu. Lauron tanıştıkları andan itibaren hayatının geri kalanını ona adamış haldeydi. Bundan herhangi bir şikâyet duymuyordu, bilakis bu adanmışlık hali birçok eleştiriyi üzerine çekse dahi herhangi bir tereddüt göstermemişti. Yakınlıklarına herhangi bir isim bulmak zordu, birlikte oldukları sürece ikisi de güçlüydü. Fakat Lauron, o an Alita'nın kıskançlığının ne kadar tehlikeli olabileceğini görebiliyordu. Bu tavrı sadece kıskandığı kişiye karşı değil, ona karşı da tehdit haline gelmişti. Yıllar boyunca, duygularını, tutkularını uçlarda yaşayan genç kadının birine körü körüne bağlanmasına engel olmaya çalışmıştı. Fakat o an, Alita'nın saplantılı bir şekilde bağlı olduğu kişinin kendi olduğunu tüm çıplaklığı ile görebiliyordu.

     Ve bu bıçak sırtı durum onu rahatsız etmemişti, bilakis kendine yakıştıramadığı garip bir haz duyuyordu.

"Haklısın, majestelerinin bu kadar cüretkâr davranacağını düşünemeyerek hata etmişim. Bana karşı olan tavrın hatamı cezalandırmak içinse eğer özür dilerim. Dersimi aldım, neredeyse artık bana güvenmediğini düşünüyordum. Bundan sonra daha dikkatli hareket ederim."

     Alita durumu kabullenmediği göstermek istercesine başını iki yana doğru sallamıştı. Beyaza dönük, mavi gözleri yüzünde geziyordu. Yaklaşıp aralarındaki mesafeyi kapatmıştı, soğuk parmakları gömleğinin üzerinden tereddüt ederek koluna dokunmuştu.

"Sakın bunu düşünme, hiçbir zaman. Kendimden dahi şüphe ettiğim zamanlar oldu fakat sana olan güvenim hiçbir zaman azalmadı. Ben, sadece..."

     Sözlerinin devamını getirememişti. Konuşmanın onun için gittikçe zorlaştığını görebiliyordu. Alita gibi biri için o ana kadar söylediklerini dile getirmek oldukça güçtü. Daha fazlası için kendini zorlamasını istemiyordu. Elini uzanıp soğuk yanağını avcuna aldı, bununla birlikte devirdiği gözleri tekrar üzerine dönmüştü.

"Benim hayatımda sözünü senin üzerine koyabileceğim hiç kimse yok. Bir daha böyle anlamsız düşüncelere kapılıp kendine de bana da işkence etme." 

     Yüzüne küçük bir gülümseme yayılan Alita, uzanıp yanağını kavrayan elini kendini avucuna almıştı. Mavi gözlerindeki o pişmanlığa bulanmış hırçın hava yavaşça dağılıp yok olmuştu. İçini çekmiş, bir şey söyleme hazırlanıyorken, odadaki küçük balkondan içeriye keskin bir çan sesi dolmuştu. Bir an ikisi de ne olduğunu anlayamamıştı. Şaşkınlıkla önce dışarıya sonrasında ise birbirlerine bakmışlardı. Çan sesi yankılanarak tüm sarayı doldururken, ikisinin de kalbi aynı uğursuz düşünce ile korkuya mahkûm olmuştu. Alita, avucundaki elini bir anda tüm gücü ile sıkmaya başlamıştı. Nefesinin sıklaştığını görebiliyordu, soluğunun gürültüsü adeta kulaklarını kanatan çan sesi ile birleşmişti. Ne olduğunu anlamaya çalışırcasına etrafına bakarken inleyerek kardeşinin adını sayıklıyordu.

"Hagen."

Yazan; İlknur DUMAN

* * *

Selaam ! İşte yeni bölüm ! Hagen'ı kaybettik, aramızdan en marifetli olan en kısa zamanda helvasını kavursun yiyelim kjsdfsd 😂 Size şunu söyleyebilirim, hikaye buradan sonra başlıyor, Alita'nın sahneye çıkışını tamamen izleyeceğiz, herkes patlamış mısırlarını alsın 😂 Sizden tek bir ricam var, artık oydan falan vazgeçtim - ne yapayım artık caydım yani 🤷‍♀️😂 - lütfen okuyan herkes bölüm ve hikaye hakkında kısa da olsa - uzun olması tabi ki daha makbul 👀😂 - yorumlarını belirtsin, çünkü inanın sizin fikirlerinizi duymak için yazıyorum, bu hobinin benim için başka getirisi yok. Dertlerimi anlattığıma göre sanırım artık çekilebilirim, hepinizi kocaman öptüm, bir daha bölümde görüşmek üzere, kendinize iyi bakın çiçeklerim 😽♥️♥️

Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top