⚜️Bölüm 11 -"İlk Damla"⚜️

"Veritas odium parit."

⚜️ ⚜️ ⚜️

4 Sene Önce – Duviel

    Lauron, Kral Adon, bir Skurk rahibi ve Alita ile birlikte öğrencisinin odasındaydı. Vakit henüz öğlen olmamıştı, gökyüzü sıklıkla olduğu gibi bulutluydu. Yağan yağmur rüzgârın uğultusu ile birlikte odayı doldururken şöminede yanan ateşin çıtırtısı cama çarpan damla seslerine eşlik ediyordu. Başka bir gün olsa, Lauron bu sessiz ortamı oldukça huzur verici bulabilirdi. Fakat o an, içinde bulundukları durum onu hem heyecanlandırıyor hem de geriyordu.

     Alita, iki gün önce koyda bir görüye sahip olmuştu. Kendini karlar altındaki bir ülkede, gümüş bir tahtta otururken görmüştü. Bunu heyecanla ona anlatmış, ailelerini eve götürecek kuzgunun o olduğunu söylemişti. Bu kehaneti daha önce Alita'dan duymuştu. Waldorflar, yüz on beş yıl önce tahtı uğruna savaşa girdikleri ülkeleri Hénec'te büyük bir kıyıma uğramış, daha sonrasında ise ellerinden neredeyse sahip oldukları her şey alınarak sürgün edilmişlerdi. Sağ kalan son Waldorflar, kaçırabildikleri birkaç kıymetli eşyaları ile birlikte küçük kadırgalarında soğuk denizi geçerken, aralarında tıpkı Alita gibi büyü yeteneğine sahip olan Isla bir görüye sahip olmuştu. Soylarının karanlığın tanrısı olan Skurk'tan geldiği söylenen Waldorflar, efendilerinin onları hiçbir koşulda yalnız bırakmadığına inanıyorlardı. Isla'ya bahşedilen bu görünün Skurk'un onlara uzanan eli olarak kabul etmişlerdi. Kadırgalarını onun tarif ettiği rotaya çevirdiklerinde, kendilerini ilk ismi Nordheim olan Duviel'de bulmuşlardı. Terk edilmiş, harabe şehir onların yeni evi olmuştu. Isla'nın sözleri ise aileye umut vermiş, nesilden nesile aktarılmıştı.

     Ailemiz vaat edilen topraklarda kök salıp filizlenecek. Altına, güce ve tahta sahip olacağız. Zamanı geldiğinde, aramızdan bir kuzgun yükselip bizi tekrar evimize götürecek.

     Tıpkı Isla'nın kehanetinde olduğu gibi Waldorflar altına ve güce sahip olmuşlardı. Kral Adon ile birlikte sığındıkları ülkenin tahtını ele geçirmişlerdi. Kendi içlerinde, kehanetteki kuzgunun ölen Magnus olduğuna inanmışlardı. Lauron neden böyle düşündüklerini anlayabiliyordu. Magnus, ihtiyaç duyulan bir kahramandaki bütün özelliklere sahipti. Annesine acı çektirmeden, gülerek doğması onun seçilmiş olduğuna dair çıkarımları arttırmıştı. Ailenin uzun zamandır beklenen altın çocuğu iken, ölümü büyük bir yıkım olmuştu.

     Bu yüzden, sahip olduğu görü Alita için oldukça kıymetliydi. Koydan çıktığı andan itibaren heyecanı hiç dinmemişti. Birlikte şatoya döndüklerinde, üzerini değiştirip bir an dahi babasının huzuruna çıkmıştı. Sahip olduğu görüyü sevinçle anlattığında, Kral Adon'dan beklediği tepkiyi aldığı söylenemezdi. Duydukları onu mutlu etmiş gibi durmuyordu, bilakis şaşırmış ve şüpheye düşmüştü. Alita'ya tam üç kez ne gördüğünü ayrıntılı bir şekilde anlattırmış, sonrasında ise bunun herhangi bir kesin duruma işaret etmediğini söyleyerek odasına gitmesini emretmişti. Bu Alita'yı oldukça kırmıştı. Var oluşlarından itibaren Waldorf kanında büyü olduğu kabul ediliyordu. Nesiller boyu değişmeyen fiziksel özellikleri, soğuk auraları bunun en büyük kanıtıydı. Sık görülmese dahi, aralarından büyü gücüne hükmedenler yetişmişti. Her biri bulunduğu zaman içerisinde saygı görürken, Alita onlardan biri olup neden böyle bir tavıra maruz kaldığını anlamıyordu.

     Hayal kırıklığı ve öfke ile geçen iki günün sonunda, babası Adon yanına bir rahip olarak odasına gelmişti. Muhafızlarından birini yollayarak Lauron'un da onlara eşlik etmesini buyurmuştu. Lauron, o an neden kral, prenses ve rahip ile aynı odada bulunmasının altında yatan nedeni bilmiyordu. Neden bir araya geldiklerine dair bir fikri olduğu da söylenemezdi. Alita'nın odasındaki ahşap masanın bir ucunda o bir ucunda ise Kral Adon oturuyordu, Alita ise tam ortadaydı. Rahip, elindeki bakır kürenin içindeki tütsüyü yakmıştı. Masanın üzerinde tuz ve su duruyordu. Bir tür ayin olmalı diye düşündü.

"Haddimi aşmak istemem fakat tüm bunları neden yaptığımızı çözemiyorum."

     Alita'nın sözleri ile birlikte Kral Adon'un buz mavisi soğuk gözleri üzerine dönmüştü. Lauron, geçen yıllara rağmen adama hayran mı olmalı yoksa ürpermeli mi kestiremiyordu. Gür, aralarına gümüş parıltılar düşmüş siyah saçlarını kısa tutuyordu, ailesindeki herkes gibi mermeri andıran pürüzsüz bir teni vardı. Sakalları her sabah tıraş ediliyordu. Yüzü köşeliydi, çıkık elmacık kemiklerine ve kemerli bir buruna sahipti. Çenesinde bir gamzesi olması rağmen ifadesi oldukça sert ve katıydı. Sakinliğine rağmen derin olan ses tonu görüntüsünü tamamlıyordu.

"Sorgulamana gerek yok, uzun sürmeyecek."

     Alita adamın sözlerine herhangi bir cevap vermemişti. Oturduğu sandalyede ellerini önüne birleştirerek arkasına yaslanmışken, adının Lemi olduğunu öğrendikleri rahip elindeki yuvarlak tütsüyü ona doğru savurmuştu. Ağır bir kokuya sahip olan duman çevrelerini yavaşça sarmıştı. Gözlerine mil çekilmiş Lemi eski Hénic dilinde ayin sözlerini okuyordu. Bir müddet sonra tütsüyü masanın üzerine bırakıp elini önündeki kâseye sokarak Alita'nın üzerine su serpmişti. Damlalar genç kızın yüzünde yuvarlanırken, bir tutam tuzu yavaşça üzerine fırlatmıştı. Lauron, gözleri görmeyen bu rahiplerin nasıl bu kadar kendinden emin hareket edebildiklerine hala şaşırıyordu. Elinde tuttuğu tuz dolu kâseyi bırakan Lemi, adeta gözleri açıkmışçasına başını kaldırıp Alita'ya dönmüştü.

"Majesteleri, iki eliniz de bana uzatır mısınız ?"

     Alita karşılık vermeden oturduğu yerde sandalyesini çekerek ellerini adama doğru uzatmıştı. Lemi, üzerine giydiği siyah cübbenin kuşağından ahşap saplı küçük bir bıçak çıkardığında, Kral Adon'a dönmüştü.

"Ayini tamamlamam için prenses hazretlerinin kanı gerek, müsaadeniz olursa parmağına küçük bir kesik atacağım."

     Soğuk gözlerle olup biteni izleyen Kral Adon cevabında tereddüt etmemişti.

"Ne gerekiyorsa."

     Bununla birlikte Lemi tekrar Alita'ya dönmüştü. Kızın sağ işaret parmağına tıpkı söylediği gibi küçük bir kesik attıktan sonra kanının sol el bileğine damlamasını sağlamıştı. Üç damladan sonra kestiği elini bırakarak bileğini kavrayarak başparmağını kanın üzerine yerleştirmişti. Eski Hénic dilinde dua olduğunu düşündüğü sözcükleri mırıldanırken, dışarıda yağan yağmur bir anda güçlenmişti. Sakin damlalar adeta camları dövmeye başlamıştı. Rüzgârın sesi sessiz bir fısıltıdan odayı dolduran huzursuz bir uğultuya dönüşmüştü. Lauron ürperdiğini hissediyordu. Gözlerini Kral Adon'a çevirdiğinde adamın da pencereyi izlediğini görmüştü. Lemi başparmağı ile Alita'nın bileğini ovarak ayine devam ederken büyük bir gök gürültüsü kopmuştu. Adeta tüm şehri gümüşe boyanan bir şimşek kendini göstermişken Alita'nın buz mavisi gözleri yavaşça beyaza dönmüştü. Kendinden geçiyor diye düşündü. Bu onu korkutmuşken, Lemi irkilerek kavradığı bileğini masanın üzerine bırakmıştı. Hem o hem de Kral Adon olup biteni izliyorken, cübbesinin eteklerini kavrayarak bir adım geri çekilmiş, Alita'nın önünde diz çökmüştü.

"Hyvä Keia !"

     Alita'nın yüzünde, ona ait olmayan bir gülümseme belirmişti. Gözleri hala bembeyazdı, karşısında diz çöken rahibe bakıyordu.

"Kerro heille mitä näit. Olen Alitan sisällä. Hänellä on valta nyt."

     Konuşan Alita olsa dahi ses ona ait değildi. Alita ona ailesinin dilini öğretmişti.  Fakat ayinlerde kullanılan eski Hénic'i bilmiyordu. Lauron, içinde düştüğü şaşkınlık ve korku ile neler olduğunu çözemiyordu, konuşulanları anlamamak onu daha fazla germişti. Ayağa kalkıp Alita'nın yüzünü kavramamak için kendini zor tutuyordu. Onu daha önceleri birçok kez bu halde görmüştü. Keia'yı en az Alita kadar iyi tanıyordu. İçine hapsolduğu bedeni ele geçirmesinin her zaman iyi sonuçlar getirdiği söylenemezdi. Önceleri ona karşı daha dirençsiz olan Alita yıllar içinde aralarındaki dengeyi kurmuştu. Artık Keia'yı kontrol ettiği dahi söylenebilirdi. Başlangıçta içindeki bu yabancı ruhun kurbanı iken artık onu silah olarak kullanabiliyordu. Aralarındaki çatışma sona ermişti, uzun zamandır ikisi adeta tek bir kişiyi oluşturuyordu.

     Üçünün de şaşkınlık ve korku ile Alita'yı izliyorken kızın gözleri yavaşça beyazdan maviye doğru dönmüştü. Kendine geldiği ilk an adeta boğuluyormuşçasına elini boğazına yerleştirip nefes almaya çalışmıştı. Göğsü kesik kesik olan soluğuyla birlikte yükseliyordu. Lauron daha fazla yerinde oturamamıştı. Kral Adon'dan müsaade isteyerek ayağa kalkıp Alita'nın sandalyesinin önünde diz çökmüştü. Hala boğazında olan eline uzanıp avucuna almıştı. Mavi gözleri ona döndüğünde, kapıldığı dehşeti görebiliyordu.

"Korkma, korkmana gerek yok. Geçti, artık güvendesin."

     Sözleri Alita'yı sakinleştirmek için yeterli gelmemişti. Buz mavisi gözlerinin biriken damlalarla parladığını görebiliyordu. Alita daha önceleri Keia tarafından ele geçirilmeye alışamadığını, bunun kendini garip hissettirdiği defalarca kez söylemişti. Fakat gözlerindeki korku ve acı ile ilk kez karşılaşıyordu. Elinde olmadan omzunun üzerinden diz çökmüş rahibe baktı. Ona bir şey yaptı diye düşündü. Yapabilse adama çıkışacaktı. Krala ayini bitirmeleri gerektiği söyleyecekken Alita titreyen sesi ile konuşmuştu.

"Hyvä Skurk. Lauron, gördüm. Keia'nın kim olduğunu gördüm. Bana kim olduğunu gösterdi."

     Tek bir damla yaş, Alita'nın gözünden süzülüp soğuk yanağını geçerek dudaklarını bulmuştu. Avucundaki elleri, zayıf bacakları hastalığa tutulmuşçasına titriyordu. Lauron onu uzun zamandır bu şekilde görmemişti. Ellerini yanında olduğunu göstermek istercesine sıkıca kavramıştı, konuşurken gözlerini nemli gözlerinden bir an olsun ayırmıyordu. Belki de Kral Adon bu yüzden burada olmamı istedi diye düşündü.  Alita kendinden geçtiğinde, onu yatıştırabilecek tek kişi Lauron'du.

"Gördüklerini konuşacağız fakat önce sakinleşmen gerek. Sakın korkma, ben buradayım, elini asla bırakmayacağım."

     Alita dudaklarını sıkarak başını sallamıştı. Bir başka damla gözlerinden yuvarlanacakken Lauron buna izin vermemişti. Uzanıp soğuk yanağına değen damlanın izini silmiş, yanağını kavrayarak başparmağı ile ıslanan kirpiklerini okşamıştı. Başka herhangi bir anda, herhangi birinin kralın yanında kızına dokunabilmesi mümkün değildi. Fakat Alita'nın kontrolden çıkarsa neler yapabileceği ailesi içerisinde herkes biliyordu. Lauron'un görevi prensese eğitmekle sınır değildi, onun yakınında olmak, onu kontrol etmek zorundaydı.

     Adon'un gözleri ikisinin üzerinde gezse dahi herhangi bir şey söylememişti. Fakat olduğu yerde oturup olup biteni izlerken sabrının sonuna ulaşmıştı. Sandalyesini çekerek ayağa kalktığında hala olduğu yerde diz çöken rahibin karşısına dikilmişti. Kral uzun boylu, çevik ve geniş omuzları olan, gösterişli bir adamdı. Varoluşu ve taşıdığı tacı yeterince tehditkârken, elini oturduğu tahtı ona getiren kılıcının volkan kayasından dövülen siyah başlığına yerleştirmişti. Sesi sakindi, seçtiği sözcükler kibardı fakat etrafına adeta bir sis gibi yayılan tavrı daima gücünü gösteriyordu.

"Rahip Lemi, bana ne gördüğünüzü anlatın."

     Lemi, siyah cübbesinin eteklerini kavrayarak yavaşça ayağa kalkmıştı. Ellerini önünde birleştirip başını eğerek kralına dönmüştü. Hala Alita'nın elini tutan Lauron, omzunun üzerinden adamı izliyordu. Cübbesinin altında bacaklarının titrediğini fark etmişti. Bunun sebebinin Kral Adon olmadığını tahmin edebiliyordu.

"Majesteleri, prenses hazretleri size anlattıkları doğru. Kendileri yükselmesi beklenilen kuzgun, ailenizi evinize o götürecek."

"Sizi buna ikna eden ne? Bana ne gördüğünüzü söyleyin."

     Lemi mil çekilmiş gözleri açıkmışçasına Alita'ya dönmüştü. Aynı şeyi gördüler diye düşündü Lauron. İkisini de bu kadar dehşete düşüren gerçeği o da merak etmişti. Titreyen Lemi konuşmak için doğru kelimeleri seçemiyor gibi duruyordu. Gördüğü şey her neyse, prensesten çekinmesine yol açmıştı.

    Ağır tütsü kokusunun hâkim olduğu odayı yağan yağmur sesleri doldururken Alita ellerini ondan çekip ayağa kalkmıştı. Üzerindeki korkuyu sırtına giydiği bir pelerini çözercesine arkasında bırakmıştı. Hala yaşadıklarının etkisindeydi, Lauron titrememek için parmaklarını sıkarak yumruk haline getirdiğini görebiliyordu. Fakat bu onu konuşmaktan alıkoymamıştı.

"Rahibiniz gerçekleri gördü, majesteleri. Keia benim içime hapsolmuş sapkın bir ruh değil."

     Alita'nın sözleriyle birlikte Kral Adon Lemi'ye dönmüştü. Belirsizlik yoğunlaştıkça sesi sakin tınısını kaybediyordu.

"Bu ne demek ?"

"Kral cenapları, Skurk'un kurban edilen kızının ruhu prenses hazretlerinin içerisinde yaşıyor. Yükselen kuzgun sadece ailesini eve götürmekle kalmayacak, kanatları inanları gölgesi altında birleştirecek. Prenses Alita Hénec tahtına oturduğunda Skurk'un hükmü doğduğu topraklarda hâkim olacak."

     Lemi'nin sözleri ile birlikte odaya hiç olmadığı kadar derin bir sessizlik çökmüştü. Kimse konuşmaya cesaret edemiyordu. Lauron, diz çöktüğü yerden yavaşça doğrulup geriye bir adım atmıştı. Temkinli gözlerle Alita'yı izliyordu. Hâlihazırda şaşkınlık ve korku içinde savrulurken, Alita'nın görüntüsü bir mum ışığı gibi titremişti. Siyah saçları sarıya dönmüş, yüzü bir perde gibi dalgalanmıştı. Görüntüsü şeffaflaşarak içine hapsolan Keia'ya dönüşmüştü. Bu duruma ilk kez şahit olan Rahip Lemi inleyerek Hénic dilinde dua edip tekrar diz çökmüştü. Alita yok olmuş, Keia ortaya çıkmıştı. Yüzündeki gülümseme ile karşısında dikilen krala bakıyordu. Adon herhangi bir şey söylememişti. Çenesi kasılmıştı, kılıcının başlığını sıkı sıkıya tutuyordu. Kısa bir an odaya hâkim olan sessizlikten sonra Keia'nın görüntüsü tekrar şeffaflaşarak titremişti. Yüzü Alita ve Keia'nın birleşimine dönüşmüştü. Gülümseyen yüzüne prensesin soğuk bakışları yerleşmişti. Sarı saçlarının arasında Alita'nın siyah perçemleri gözüküyordu. Konuştuğunda çıkan ses hem Keia hem Alita'ya aitti.     

"Seçilmiş olan benim, her zaman bendim."

DC 138 / Güncel Zaman – Calabar

     İçine derin nefes çeken Alois, üç adım ilerisinde duran, kakmalarla süslenmiş çift kanatlı ahşap kapıya bakıyordu. Üzerindeki uzun siyah ceketin düzelterek ellerini saçlarının arasından geçirmişti. Kendi kendine bu kadar heyecanlanmaması gerektiğini tembih etse de avuç içlerinin terlemesine engel olamıyordu. Lord Gustav Waldorf ile daha önce birkaç kez görüşmüştü. O anlarda bile konuşurken kelimelerini dikkatle seçmeye özen göstermişti. Baş başa kaldıklarında yanlış bir harekette bulunmaktan korkuyordu.

     Başını çevirip bir adım arkasında bekleyen Boldmin'e baktı. Bir aptal olduğumu sanıyor diye düşündü. Yine de ona doğru eğilip gülümseyerek takılmadan edememişti.

"Nasıl gözüküyorum? Sence Lord Gustav'ın gönlünü çalabilir miyim ?"

     Ağır ve parlak bir zırh giyen Boldmin cevap vermek yerine gülümsemişti. Önünde bekledikleri kapı açıldığında, tıpkı onun gibi zırhlı olan muhafız dışarı çıkmıştı. Kapıyı onun için açık tutuyordu.

"Lord Gustav sizi bekliyor."

     Teşekkür eden Alois muhafızı geçerek içeri girdiğinde Kral Danışmanı Lord Gustav Waldorf masanın arkasındaki gösterişli sandalyesinde oturuyordu. Altı uykusuzluktan şiş olan, kapakları düşük keskin mavi gözleri üzerindeydi.

"Lord Gustav."

"Lord Hallstein, lütfen oturun."

     İlerleyen Alois Gustav'a ait olan masanın önündeki sandalyelerden birine oturmuştu. Adamın yüzündeki ifadeyi çözmek mümkün değildi. Kızgın, öfkeli, memnun, hoşnutsuz, mutlu, sıkılmış; herhangi bir şey söyleyemiyordu. Alnına ve göz kenarlarına derin çizgiler yerleşmeye başlamıştı. Öylece dururken bile, tıpkı danışmanlığını yaptığı Kral Hagen gibi yanağında gamzesi olduğunu görebiliyordu. Dudakları inceydi, uzun fakat biçimli bir burnu vardı. Kilolu olmamasına rağmen yüz hatları keskin değildi. Sağa taradığı, aralarında beyazlar olan siyah saçları köşelerden açılmaya başlamıştı.

"Şarap içer misiniz? Koleksiyonunuz kadar seçkin olmasa da elimde kaliteli bir şişe var."

"Eğer siz de eşlik edecekseniz memnuniyet duyarım."

     Soğuk gülümsemesini gösteren Gustav bakışlarını birkaç adım ötede bekleyen hizmetçisine çevirdiğinde, genç kız balkona doğru ilerlemişti. Alois, adamın onun hakkında daha saraya basmadan önce bilgi topladığını tahmin edebiliyordu. Bu yüzden, içkiye olan düşkünlüğünü bilmesi onu şaşırtmamıştı. Yine de bu bilgiyi o an öylesine paylaştığını sanmıyordu.

"Saray son yirmi gündür oldukça kalabalıktı. Öyle sanıyorum ki bu yoğunluk en çok sizi etkilemiştir."

"Doğrusunu söylemek gerekirse ne bu parlak saraydan ne de ihtişamlı misafirlerinden pek hoşlanmıyorum. Yapabilsem Kuzgun Tepe'ye geri dönmek isterim. Fakat biliyorsunuz, hepimizin yerine getirmesi gereken sorumlulukları var. Bulunduğumuz makamlar kişisel zevklere pek hürmet göstermiyor."

     Alois yavaşça başını sallarken krem rengi, kolları açık bir elbise giyen hizmetçi şaraplarını servis etmişti. Gümüş bardaktan ilk yudumunu alan ağzına yayılan yoğun tatla birlikte dudaklarını sıkmıştı. Söylediği kadar varmış diye düşünmeden edememişti.

"Sizin saraydaki günleriniz nasıl geçiyor? Alışabildiniz mi ?"

"Yalan söylememe gerek yok, bu rutine pek alışkın değilim. Fakat ayak uydurabiliyorum, adapte olmam pek zaman almaz."

"Bunu duymak güzel, istekli olmanız beni mutlu etti. Yaşınız oldukça genç, durumunuz gereği tecrübesizsiniz. Birçok kişi bu özellikleri aleyhinize görebilir fakat ben böyle düşünmüyorum. Gençliğiniz sizi eğitilebilir kılıyor, bu çoğu kişinin sahip olamadığı bir meziyet."

     Adam onu övüyor mu yoksa aşağılıyor mu emin olamamıştı. İçine düştüğü karmaşanın yüzüne yansımasına izin vermeyerek gülümsemişti. Teşekkür etmeyi düşünse dahi bir an için susmayı daha uygun bulmuştu.

"Bu yüzden sizi kendime yakın tutmak istiyorum. Aile isminiz ve kişiliğiniz size belli değerler katıyor. Fakat kabul edersiniz ki saraydaki mevkiinizi belirlemek için bunlardan daha fazlasına ihtiyacınız var. Ben, sizi danışmanlarımdan biri olarak atamayı uygun gördüm. Bu kararımı henüz kimseye açıklamış değilim, ilk önce sizinle konuşmak istedim."

     Sonunda Alois'in beklediği konuşma gerçekleşmişti. Adamın onu tam da bunun için huzuruna çağırdığını biliyordu. Düğünlerinin üzerinden neredeyse yirmi gün geçmişti. Daha Calabar'a gelmeden önce Drindall yerine başkentte yaşayacakları, onun sarayda bir göreve getirileceği konuşulmuştu. Evlendiği günden beri kendini anı yaşamaya öylesine kaptırmıştı ki bu konu hakkında neredeyse hiç düşünmemişti. Karşısında oturduğu, ifadesiz yüzüyle onu çarşaf gibi geren bu adamın yanında olmak istiyor muydu? Emin değildi. Fakat memnuniyetini belirtmekten başka şansı olmadığın farkındaydı.

"Yanınızda olmak benim için bir onurdur, lordum."

      Gustav gülümseyerek önünde duran bardağına uzanıp şarabından bir yudum içmişti. Renksiz gözüken mavi gözleri hala üzerinde geziyordu. Alois'i avuçlarını terletecek kadar geren tam olarak bu bakışlardı. Saraya adım attığı günden beri adam tarafından izlendiğini biliyordu. Herhangi bir hatasında soğuk elini ensesinin üzerinde hissedeceğine emindi. Kral Hagen mesafeli ve soğuktu, her gece aynı yatağı paylaştığı Alita büyü yapabilen gözü kara bir tipti. Fakat ikisi de onu Gustav Waldorf kadar ürkütmüyordu.

"Saraya gelen yabancı misafirlerimiz ve elçilerden sorumlu olacaksınız. Yanınıza donanımlı bir kâtip verilecek. Dış ilişkilerimizle yönelik ilk görüşmeleri siz yürüteceksiniz. Burada dikkat etmeniz gereken nokta şu; görüşeceğiniz kişiler her zaman istek ve tekliflerle gelecektir. Onları dikkatle dinleyip tahlil edeceksiniz. Fakat bir kanı oluşturabilecekleri herhangi bir tutumda bulunmayacaksınız. Ağzınızdan evet ya da hayıra dönük herhangi bir cevap çıkmamalı. Politik bir dille görüşmeleri yürütüp karşınızdakini orta noktada bırakmalısınız. Yaptığınız her görüşme sonrasında görüşlerinizi ve analizlerini içeren ayrıntılı notlar tutmanızı istiyorum. Her hafta aldığınız notlarla birlikte toplantımız olacak. İstişaremiz sonunda gerekli görülürse misafirinizle ben görüşeceğim, konu benim onayımdan da geçerse krala ulaşacak." 

     Alois duyduklarından pek memnun olmasa dahi şikâyetçi sayılmazdı. Adam onu yakınında tutmak istediğini söylediğinde her günü birlikte geçirmekten korkmuştu. Haftada bir toplantı diye düşündü, sanırım yapabilirim.

"Güveniniz için teşekkür ederim, elimden gelenin en iyisini yapmaya çalışacağım."

"Bu durumla alakalı sormak istediğiniz herhangi bir sorunuz var mı ?"

"Açıkçası birçok sorum var fakat işin içine girmediğim müddetçe ne kadar anlatırsanız anlatın taşlar yerine oturmayacaktır. Gerekli ipuçlarını aldığımı düşünüyorum, geri kalanını zaman içerisinde çözebilirim."

     Gustav ince dudaklarını sıkarak başını sallamıştı. Alois, ilk kez adamın yüzünde gördüğü ifadeden emindi; artık danışmanlarından biri olduğu Lord Gustav büyük bir takdir beslememekle birlikte tutumundan hoşlanmıştı.

       Kendinle gurur duy Alois.

"O halde anlaştık; artık resmi olarak danışmanlarımdan biri de sizsiniz.  Söylediğim gibi, en kısa zamanda yanınıza bir kâtip atayacağım. Birlikte takviminizi oluşturarak görüşmelerinize başlayabilirsiniz. Aslında, danışmanım olarak hâlihazırda fikrinizi almak istediğim bir konu var."

     Alois'in kaşları kırışmıştı, böyle bir durum beklemiyordu.

"Nedir ?"

"Biliyorsunuz, majesteleri Kral Hagen kardeşinizin hizmetlerinden faydalanmak istiyor. Açık söylemem gerekirse ben kendilerini pek tanımıyorum. Herhangi bir görevlendirme yapmadan önce sizinle konuşmak isterim."

     İşte başlıyoruz.

     Alois, karşısında oturmuş şarabını içen adamın söylediği gibi Abel hakkında pek bir bilgisinin olmadığına inanmıyordu. Beni ölçmek istiyor diye düşündü. Dürüst davranıp davranmadığını kardeşi hakkındaki görüşlerinden çıkarabilirdi. Alita'nın evlenmeden önce onu defalarca kez test ettiğini düşündüğünde adamın böyle bir şey yapması onu şaşırtmazdı.

"Size karşı dürüst olacağım, Abel'e iyi bir yay ve keskin birkaç ok verip ormana salarsanız bir kaleyi altı ay doyuracak kadar hayvan avlayarak gelir. Fakat kelimeleri kullanmakta bu kadar maharetli olduğu söylenemez."

"Silahlarla arasının daha iyi olduğunu söylüyorsunuz."

"Ok, kılıç, gürz, balta; her birini rahatlıkla kullanabilir. Yetenek olarak sayılabilir mi bilmiyorum fakat bu silahlara sahip olmadığı koşullarda karşısındakini yumruklarıyla devirdiğine birçok kez şahit oldum."

"Etkileyici. Lakin yeterli değil. Anlattıklarınız ışığında tasavvur ettiklerime göre sevgili kardeşinizin hizmetlerinden sizinki ile denk bir mevkide faydalanamayacağız. Henüz bir karara varmış değilim fakat eğer bir görevlendirme yapılması gerekirse saray muhafızları ya da kraliyet ordusu kendisi için doğru bir seçim olacakmış gibi duruyor. Böyle bir durumu sonuca bağlamadan önce ailenizle konuşmanız gerekebilir."

     Adamın sözlerine başını sallayarak karşılık vermişti. Ne demek istediğini görebiliyordu. Kraliyete bağlı herhangi bir askeri kolda gelecek planlamak yerine getirilmesi gereken belli başlı koşullara sahipti. Bunların ailesinde ne kadar kabul göreceğini kestiremiyordu.

"Elbette, hem ailem hem de kardeşimle görüşlerinizi paylaşacağım."

     Gustav sözlerine soğuk gülümsemesi ile karşılık vermişti. Birlikte şaraplarını içerken aile işlerinden konuşmuşlardı. Bir liman şehrini yöneten Waldorf ailesi ülke ticaretinin ana damarını elinde tutuyordu. Waldorflar, kendi madenleri dış pazara çıkarmakla kalmayıp tüccarların getirdiği ürünleri Cãstelion'a sürüyorlardı. Ülkenin dört bir yanından getirilen ticaret malları Duviel limanından açık denizlere çıkıyordu.

     Kendi ailesine geldiğinde ise işler oldukça basitti. Tüm Güneykapı dükalıkları gibi Hallstein ailesinin ana gelir kalemi tarımdı. Drindall bu yöndeki verimiyle ülkenin tahıl ambarı olarak sayılıyordu. Hayvancılık şehirlerinin gelişen bir başka koluydu. Yün tüccarlığı, maden çıkarmak kadar olmasa da iyi bir gelir getirisine sahipti. Doyurabildikleri asker sayısının fazla olması, Waldorf ailesi ile kıyaslandığında üstün gelebilecek belki de tek noktalarıydı.

     Böyle düşündüğünde yapılan evliliklerin zayıflıkları güce döndürmek adına gerçekleştirildiğini bir kez daha görmüştü. Waldorflar neredeyse yüz yıl boyunca evliliklerini Karaburun dükalıkları arasında gerçekleştirmişlerdi. Bu kaide ilk olarak Kral Hagen'ın Gölvadi ve Reneen Dükü Harvey Dúpont'un kızı Kraliçe Helma ile evlenmesi ile bozulmuştu. Bu şekilde en büyük düşmanlarını tahta ve kendilerine yakınlaştırıp sahip olmak istedikleri güçten bir parça vererek egale etmişlerdi. Prenses Alita ile evlenmesi onlara askeri yönden oldukça güçlü bir müttefik katmıştı. Ülkenin en zengin ailesi Waldorflar ticarete yön veriyorlardı, kraliyet gücüne sahiplerdi, en büyük düşmanları artık onlarla aynı saftaydı, eksik olan askeri yönleri ise Alita ile olan evlilikleri ile birlikte kendi hanelerine yazılan bir başka artıya dönüşmüştü.

     Böyle bir zekâya saygı duymamak mümkün değil.

     Uzun ve Alois için oldukça gergin geçen görüşmeleri sona erdiğinde şarap için teşekkür ederek dışarı çıkmıştı. Arkasında kalan ahşap kapı kapandığında, duraklayıp içine derin bir nefes çekmişti. Başardım diye düşündü, en azından artık bana o kadar da tiksinerek bakmıyor. Bu fikir onu güldürmüştü, üzerini düzeltip ilerlerken onu bekleyen Boldmin önüne çıkmıştı. Elinde mühürlü bir kâğıt tutuyordu.

"Efendim, görüşmeniz sürerken bir ulak bunu sizin için getirdi."

     Elindeki kâğıdı çeviren Alois üzerindeki yazıyı okumuştu; Majesteleri Prenses Alita'ya. Bu önü gülümsetmişti. Elinde tuttuğu kâğıdın Drindall'dan geldiğini biliyordu. Karısı için istediği hediye sonunda saraya ulaşmıştı.

*  *  *

"Baba !"

     Victor, şehirde ailesi ile birlikte yaşadığı köşkün çiçekler ve gür ağaçlarla bezeli bahçesindeydi. Elleri cebinde, gün batımını izlerken işittiği neşeli nida ile arkasını dönmüştü. Kızı Hilde, yardımcıları Sib'in elini bırakmış, toprak yolda koşarak ona doğru geliyordu. Gülümseyerek diz çöküp kollarını açmıştı. Henüz üç yaşında olan Hilde kıkırdayarak boynuna sarıldığında onu kucağına alarak yavaşça doğrulmuştu. Ellerini kestane rengi dalgalı saçlarının arasında gezdirip tombul yanağını öpmüştü.

"Kelebeğim, ne kadar güzel olmuşsun böyle."

     Hilde başını eğerek kıkırdamıştı, aynı zamanda kollarını oynatarak mavi elbisenin üzerine dikilen boncukları oynatıyordu. İkisi gülüşürken, kendi ile birlikte yürüyen uşakları ile konuşan Ruyka yanlarına gelmişti. İncilerle süslenmiş bir toka ile saçlarının üst kısmı toplanmıştı, dalgaları omuzlarından dökülüyordu. Pamuklu kumaştan dikilmiş işlemeli siyah elbisesinden karnı kendini belli etmeye başlamıştı. Karısı beş buçuk aylık hamileydi, ikinci çocuklarını bekliyorlardı. Bundan mütevellit, Victor ona karşı her zaman olduğundan daha dikkatliydi.

"Hazırım, çıkabiliriz."

"Üzerine bir şey almayacak mısın ?"

"Hayır, üşümüyorum."

     Sözlerine karşı nasıl istersen diye mırıldanmıştı. Toprak yolun sonunda at arabaları onları bekliyordu. Ruyka muhafızlarının yardımı ile oturduktan sonra kucağında Hilde'yi taşıyan Victor onu takip etmişti. Katılacakları akşam yemeğinin pek uzun süreceğini düşünmüyordu. Yine de muhafızlar ve yardımcıları Sib'in onlara katılmasını söylemişti. Bununla birlikte iki araba olarak köşkün sarmaşıklarla süslenmiş yüksek duvarları arasından çıkmışlardı.

"Haber göndermen yeterliydi, Hilde ve ben sana sarayda katılabilirdik."

     Kucağındaki kızının saçları ile oynayarak araladığı kalın perdeden dışarıyı izleyen Victor karısının sesi ile birlikte gözlerini üzerine çevirmişti. İyileşen Kral Hagen, sabahın erken saatlerinde tüm ailesi ile birlikte akşam yemeğinde buluşmak istediğini duyurmuştu. Saraydaki rutin işlerini halleden Victor, Ruyka'nın söylediği gibi birini yollayıp haber göndermek yerine bizzat köşke gelmişti. Kral Hagen'ın hastalanması iş yükünü artırmıştı, yoğunluğu adeta onu saraya hapsetmişti. Ailesini ihmal ettiğini biliyordu, her şey yavaşça akışına dönerken o da onlara vakit ayırmaya başlamıştı.

"Sizin gibi kıymetli hanımefendilere bizzat eşlik etmek istedim."

"Ne kadar düşüncelisin, sana sahip olduğumuz için şanslıyız."

      Ruyka dudaklarını kıvırarak gülümsemişti. Bu ifadesini biliyordu, alay ediyor diye düşündü. Son bir aydır aralarında ikisinin de bahsetmekten imtina ettiği soğuk bir rüzgâr esiyordu. Ruyka, kuzeninin hastalığından haberdar değildi.  Hamileliği onu anlam veremediği bir şekilde asabileştirmişken, saraydaki yoğunluğu sürtüşmelerine yol açmıştı. İkisi de birbirinden şikâyet ediyordu. Ruyka onu değişmekle suçluyordu, kullandığı cümlelerin çıktığı kapı aynıydı; Farklısın, aklın sürekli başka bir yerde. Victor bunu kabullenmiyordu, bilakis karısına ona karşı anlayışlı davranmadığı için yüklenmişti; tüm günümü meyhanede geçirip gelmiyorum Ruyka, elbette kafam başka yerlerde.

     Fakat içte içe, Ruyka'nın haklı olup olmadığını düşünmeden edemiyordu. Alita'nın düğünün üzerinden yirmi gün geçmişti. Evleneceği haberinin saraya yayılması ise daha önceye dayanıyordu. Duyduğu ilk an adeta karnına bir yumruk geçirilmişçesine kasılıp kalmıştı. O gün, hiçbir şeye odaklanamadan aynı cümlenin kafasının içinde tekrar ettiğini hatırlıyordu; Alita evlenecek.

     Sadece evleneceği haberini duyması dahi dengesini bozmuşken, Alita'yı bir hayli genç olan kocasıyla yan yana görmek ruhunun çektiği en ağır işkencelerdendi. Herhangi bir tepki vermemek, hislerini açığa çıkarmamak için adeta benliğiyle savaşıyordu. Geçen yıllar boyunca evlendiği kadını sevmeye çalışmış, bunda kısmen başarılı da olmuştu. Sürekli gözünün önünde olsa dahi, Alita'nın onu istemediğine, birlikte olamayacaklarına kendini ikna etmişti. Her şeyi arkasında bıraktığını düşünürken, onu başka bir adamla görmek içinde bir şeylerin ateşini tekrar yakmıştı. Bunun ne olduğunu bilmiyordu; kapıldığı hissin öfke mi yoksa sapkın bir sahip olma arzusu mu olduğunu kestiremiyordu. Bildiği tek bir şey vardı, Alita'yı o adamla görmeye katlanamıyordu.

     Benim yerime aptal bir çocuğu tercih etti.

     Ruyka tam da bu noktada haklıydı, kabul etmese bile böyle olduğunu biliyordu. Alita'nın evleneceğini öğrendiğinden beri zihni berraklığını kaybetmişti. Kendini hiçbir şeye tam anlamıyla veremiyordu. Düğünün ardından, onu başka bir adama sarılıp öperken görmek içindeki kabul etmek istemediği tüm duyguların ipini koparmıştı. İnsanlarla sohbet ederken gülümseyerek onları dinlemeye devam ediyordu. Hayatının akışını bozmuş değildi, makamının ve içinde bulunduğu durumun farkındaydı. Fakat tek bir düşünce sabah gözlerini açtığı an zihninde yankılanmaya başlıyordu; Neden beni seçmedi?

     Evlendiği adam, Alois henüz on dokuz yaşındaydı. Victor daha önce adını işitmemişti, etraftan kulağına çalınan dedikodular kadınlara düşkün olduğundan öteye geçmiyordu. İçinden ona karşı yükselen karanlık merakla adamın dikkatini çekmeyi başarmıştı. Tüm başkentte,  Alita'nın ağabeyi Aksel ile evlenmesine karar verilmişken Alois'e âşık olup bundan vazgeçtiği konuşuluyordu. İlk anda kapıldığı buhran ile birlikte buna o da inanacak gibi olmuştu. Alois sevimli bir yüze sahip uzun boylu bir genç adamdı. Kadınları başta çıkarma konusunda maharetli olduğu kulaktan kulağa yayılıyordu. Fakat prensesi bu meziyeti ile elde etmediğine emindi. Alita'yı tanıyordu, bir adama âşık olup mantığını arkasında bırakacak bir kadın değildi. Başka bir şey olmalı diye düşünüyordu, bu aptalı bana tercih etmesinin arkasında başka bir sebep olmalı. Birlikte yaptıkları sohbetlerde ona gülen yüzünü gösterip kim olduğunu öğrenmeye çalışmıştı. Alois neşeli, konuşkan ve oldukça kültürlüydü. Kelimeleri nasıl kullanması gerektiğini iyi biliyordu. Yine de, ona göre bu haliyle ancak kendisinin kötü bir kopyası olabilirdi. Dürtülerine hâkim olamayıp yaklaşsa dahi genç adamı tanımak ona iyi gelmemişti. İçindeki tehlikeli kıskançlık gün ve gün büyüyordu. Kapıldığı düşünceler adeta içini kemiren bir kurda dönüşmüştü; onda ne buldu? Alois'te bende olmayan ne var?

     Victor içine sürüklendiği bu durumun doğru olmadığının farkındaydı. Karısı ve kızından önce kendine saygısızlık ettiğini düşünüyordu. Yıllar önce, tüm hayatını ona adamaya hazırken ellerini bırakan bir kadın için ne üzülmek ne de öfkelenmek istemezdi. Fakat kendini adeta bir hastalığa düşmüş gibi hissediyordu. Kapıldığı sapkın düşünceler bir irin gibi zihnini ele geçirmişti. Ne kadar istese de başka bir şey düşünemiyordu.

     Neden beni seçmedi? Alois'te benden olmayan ne var?

     Sessiz geçen yolculukları şehrin sokaklarını geçip onları Beyazkaya Sarayı'na getirdiğinde, maiyetleri ile birlikte ailece yemeğin verileceği salona doğru yol almışlardı. Hilde, ona bakmakla yükümlü olan yardımcıları Sib'in yanında durmak istemiyordu. Saraydaki yoğunluk Victor ile kızının arasına girmişti, uzun bir zamandır birbirlerini pek görmüyorlardı. Adam, ailesiyle yaşadığı köşke gecenin geç saatlerinde geliyordu. Sabahları ile gün ışığı toprağa vurmadan yola düşüyordu. Hilde, ona oldukça düşkündü. O an, boynuna sarılmışken kucağından inmemekte ısrar etmişti. Ruyka, kızlarını şımarttığını söyleyerek böyle davranmamasını istese de Victor bundan herhangi bir rahatsızlık duymuyordu.

     Birlikte yemeğin verileceği salona girdiklerinde ana kraliçe Brenna, Lord Gustav, Alita ve Alois ile karşılaşmışlardı. Alita, yemek masasında ağabeyi Kral Adon'un sağında kalan sandalyede kocası ile birlikte oturuyordu. Brenna ve Gustav ise yüksek duvarlarının iki yanında da belli aralıklarla bulunan kemerli pencerelerin önünde sohbet ediyorlardı.  İçeri girdiklerinde, her birinin gözleri üzerine dönmüştü.

"Ruyka, demek sonunda bizi bu güzellikten mahrum bırakmanın ne kadar acımasızca olduğunu anladın."

     Ağır adımlarla yanlarını bulan Brenna, kucağındaki Hilde'nin saçlarını severek yanağını okşamıştı. Ona ve karısına selam verse dahi ilgisini kızlarının üzerindeydi. Söylediklerinin aksine, Hilde'nin saraya getirilmemesi Ruyka'ya değil ona ait bir karardı. Henüz üç yaşında olan kızlarının böyle bir ortamı görerek yetişmesini istemiyordu.

    Birbirinden mükellef yemeklerin olduğu masaya geçtiklerinde, Ruyka Gustav ve Brenna'nın yanına oturmuştu. Victor ise kucağındaki Hilde ile Alois'e doğru yönelmişti. Masadakileri selamladıktan sonra sandalyesini çekerek oturmuştu. Bununla birlikte yanındaki adamın yeşil gözleri üzerine dönmüştü.

"Lord Mascarián, izin verirseniz küçük hanımla taşınabilir miyim ?"

     Victor, içinden sevimsiz piç diye geçirse de gülümsemeye devam etmişti. Sırtını gövdesine yaslamış, kucağına oturan Hilde'yi yavaşça ona doğru döndürmüştü.

"Elbette. Hilde, bak Lord Hallstein seninle tanışmak istiyor."

     Utanan Hilde'nin iri gözleri Alois'i bulmuştu. Başını eğmiş, adamı izlerken aynı zamanda gülümsüyordu. Alois gümüş bir yüzük taktığı işaret parmağını uzatarak kucağındaki küçük elini kendine çekip öpmüştü.

"Merhaba Prenses Hilde."

      Alois ona prenses dediğinde Hilde utanarak kıkırdamıştı. Elini Alois'in parmağından çekip başını kaldırarak babasının çenesine dokunmuştu, ona bakmasını istiyordu.

"Baba, bana prenses dedi."

"Evet, tacın olmayabilir ama sen de benim prensesimsin."

      Hilde kıkırdayarak kucağında hareketlenmişti. Elleriyle elbisesinin boncuklarıyla oynuyordu. Duydukları onu hem utandırmış hem de sevindirmişti. Gözleri yanında oturmuş, onu izleyen Alois'e kaçamak bakışlar atıyordu.

"Sen de prens misin ?"

     Küçük kızın sözleri masadakileri güldürmüştü. Sırıtmamak için dudağını ısıran Alois başını iki yana doğru sallamıştı. Dirseğini masaya dayamışken Hilde'ye doğru eğiliyordu.

"Maalesef değilim. Fakat bir taç taksın ya da takmasın, senin kadar güzel kızlar her zaman prensestir."

     Tekrar kıkırdayan Hilde utanarak Alois'e sırtını dönüp yüzünü babasının göğsüne yaslamıştı. Victor saçlarını okşuyorken gözlerini yanında oturan adama çevirmişti. Yeşil gözleri hala küçük kızının üzerinde geziyordu, yüzünde geniş bir gülümseme vardı. Victor onu izledikçe içindeki garip dürtünün yükseldiğini hissediyordu.

     Masadaki sohbet devam ederken, Kral Hagen karısı Kraliçe Helma ile birlikte yemek salonuna girmişti. Üzerinde lacivert bir ceket vardı, omuzlarında her zamanki gibi değerli taşlarla süslenmiş yassı bir zincir yerleştirmişti. Victor, adamı günler sonra ilk kez görüyordu. Hasta yatağındaki haline göre daha iyi olduğunu söyleyebilirdi. Fakat zayıf ve solgun yüzü eski ihtişamından oldukça uzak duruyordu.

     Hagen'ın masadaki yerine geçmesi ile birlikte yemek servisi başlamıştı. Önündeki eti dilimleyen Victor, kucağındaki kızı ile ilgilenirken bakışlarını kısa bir anlığına Alita'ya çevirmişti. Siyah saçlarını sımsıkı bir topuz yapmıştı, o akşam için herhangi bir taç taşımıyordu. Üzerinde koyu kırmızı, ince bir elbise vardı, uzun kolluydu, yakası zarif boynuna kadar yükseliyordu. Elbisenin rengi öylesine iddialıydı ki, kendini göstermesi için herhangi bir takıya ihtiyacı yoktu.

     Gözlerini devirdiğinde, dilimlediği eti hizmetçilerden istediği küçük çatalla Hilde'ye uzatmıştı. Yapmamalıyım diye düşündü, bu tamamen saçmalık, kendime hâkim olmam gerek. Kısa bir an, Alita'ya bakmış olmasının masadaki herhangi kimsenin dikkatini çektiğini sanmıyordu. Fakat tüm bu kaçamak bakışların ve iç geçirmelerin bir yararı olmadığının farkındaydı. Ruyka ile evlenmesinin üzerinden dört sene geçmişti, bir çocuğunu kucağında tutuyordu, diğeri ise karısının karnındaydı. İstemeden kendini içinde bulduğu bu düzene ayak uydurmuşken, dengesini kaybetmek istemiyordu. Fakat içinden yükselen seslere söz geçirmesi gün geçtikçe imkânsız hale gelmeye başlamıştı.

     Bu aptal ona dokundukça aklına ben geliyor muyum? Beni hala hatırlıyor mu?

     Zihnini rahat bırakmayan düşüncelere rağmen, Victor yemek boyunca bir daha gözlerini Alita'nın üzerine çevirmemişti. Bonkör bir şekilde servis edilen şarap ve brendilerle masadaki sohbetleri devam ederken, Hilde kucağında uyuyakalmıştı. Hizmetçisi Sib'e gelmesini işaret eden Victor, kızını yavaşça onun kucağına bıraktıktan sonra tekrar masaya dönmüştü. İçki bardaklarını ellerine alan Hagen, Gustav ve Alita birkaç adım ötedeki pencerenin önünde kendi aralarında konuşuyorlardı. Seslerini işitse dahi Hénic dilinden herhangi bir şey anlamıyordu.

"Lord Mascarián, eşiniz ve Alita ne kadar birbirlerine benziyorlar."

     Victor bakışlarını kaldırıp Alois'e dönmüştü. Gözlerinden dudaklarına doğru yüzüne yavaşça bir gülümseme yayılmıştı. Aptal diye düşündü. Alita ve Ruyka'yı sadece ikisini yan yana ilk kez görenler birbirine benzetebilirdi. Yüz hatları birbirini andırıyordu. Fakat ona göre benzerlikleri sadece bundan ibaretti. Ona göre, karısı ve Alita'nın yan yana getirilmesi anlamsızdı. Ruhları ise kıyaslama dahi kabul etmiyordu. Fakat tüm bu düşüncelerine rağmen, masanın üzerinde duran şarap bardağına uzanıp büyük bir yudum içtikten sonra bacaklarını tıpkı onun gibi üst üste atarak adama doğru dönmüştü.

"Evet, benzer yüzlere sahipler."

"Eğer ruhları da birbirine benziyorsa size sık sık danışmam gerekebilir."

     Victor'un yüzündeki gülümseme dişlerinin ortaya çıktığı bir sırıtışa dönüşmüştü. Alois'in omzunun üzerinden Alita'yı kontrol etmişti. İlgisinin amcası ve ağabeyi üzerinde olduğunu anladığında dirseğini sandalyesine yaslayarak adama doğru sokulmuştu.

"Aynı gemideyiz, Lord Hallstein. Beni bir dostunuz olarak görmekten şüphe etmeyin. Waldorf ailesine sonradan katılmanın ne demek olduğunu iyi bilirim."

"Haklısınız, ihtişamlı fakat zor bir yapıları var. Alita ile tanışmam uzun bir sürece yayılmıyor. Fakat ne zaman onu çözdüğümü düşünsem yanılıyorum. Bir sıkıntısı var, farkındayım. Bana yansıtmamaya çalışıyor fakat gözlerinde görüyorum."

     Kardeşi ölüyordu, budala herif.

     Victor içinden geçenleri dillendirmemişti. Hala yüzündeki gülümsemeyi koruyordu. Onu ne kadar çileden çıkarsa dahi, Alois ile olan sahte dostluğunu sağlam temellerle kurmaya niyetliydi. Adama yakın olmak istiyordu. Aptalın teki diye düşündü, onu ruhu bile duymadan yönetebilirim.

"Majesteleri hakkında herhangi bir fikir belirtmem mümkün değil, kendisi ile belirli bir sohbetim hiçbir zaman olmadı. Fakat bu konuda Lord Amadeus'a danışabilirsiniz. Kendileri prensesi ailesinden daha iyi tanır. Sözlerine oldukça değer verdiğini herkes bilir."

     İşte ilk damla.

     Victor, iri siyah gözleriyle Alois'in vereceği tepkiyi bekliyordu. Genç adam kaşlarını kaldırarak usulca başını sallamıştı. Yeşil gözlerini devirerek elinde tuttuğu brendisinden içmişti.

"Evet, kendisi ile birçok kez karşılaştım fakat sohbet etme şansım olmadı. Alita ondan hayranlıkla bahsediyor."

"Lord Amadeus oldukça değerli bir kişilik. İnsanın çocuk yaşta kendine böyle bir akıl hocası, bir dost bulması gerçekten büyük bir lütuf. Sonuçta, hangimiz hayatımızı öğrencimize adayabiliriz ki? Böyle bir davranıştan ancak hayranlıkla bahsedilebilir."

     Alois bakışlarını kaldırmıştı. Yüzüne yayılan gülümseme bir öncekiler kadar canlı değildi. Soru işaretleri var diye düşündü. Karşısındaki adam oldukça basitti, böyle birinin Alita ile başa çıkamayacağını biliyordu.

     Bunu neden yapıyorum? Durmam gerek, artık kiminle olduğu beni ilgilendirmez.

     Victor, içindeki sesi takip etmeyi belki de her şeyden çok istiyordu. Fakat karşısındaki adamın zihnini bulandırmak ona tarif edemediği bir haz vermişti. Aptal bir genç adam olarak gördüğü Alois'e karşı öfkeliydi fakat uzun zamandır tanıdığı Amadeus'tan neredeyse tiksiniyordu. Alita'yı perde arkasından onun yönettiğinin farkındaydı. Evlenmek üzere olduğu kadının bir anda onu bırakıp gitmesinde parmağı olduğunu düşünüyordu.

     Bedelini ödeyecek diye düşündü, onu överek yerinden edeceğim.

*  *  *

     Dairelerindeki küçük masanın etrafına yerleştirilen sandalyelerin birinde oturan Alois, üzerini değiştiren karısını izliyordu. Akşam yemeğinden sonra dairelerine çekildiklerinde, Alita ikiz hizmetçileri ile birlikte banyoya geçip uzun uzadıya yıkanmıştı. Hizmetçileri geceliğini yatağa bıraktıktan sonra dairelerini terk etmişlerdi. Üzerindeki suyu çekmesi için sarındığı kalın kumaş ile yataklarının önünde duran divana oturan Alita ilk önce siyah saçlarını taramıştı. Ona aldırış etmeden vücudunu kuruladıktan sonra tamamıyla şeffaf olmasa dahi hatlarını belli eden askılı, krem rengi ince geceliğini giymişti. Elleriyle nemli saçlarını düzeltirken, gözleri üzerine dönmüştü. Bakışları birbirini bulduğunda Alois gülümsemişti.

"Sen beni mi izliyorsun ?"

"Evet. Son zamanlarda en sevdiğim uğraşlarımdan biri; seni çıplakken izlemek."

     Sözleri Alita'yı güldürmüştü. Elindeki kalın kumaşı divanın üzerine bırakarak ona doğru yaklaşıp masadaki gümüş sürahiden kendine su doldurmuştu. İçtikten sonra geri çekilecekken, Alois bileğini kavrayarak onu kendine çevirmişti. Alita sorgulayan gözlerle onu izliyorken, ellerini belinin kıvrımlı oyuntusuna yerleştirerek kucağına oturmasını sağlamıştı. Uzun parmakları ıslak saçlarının arasından geçip omuzlarından göğüslerini okşayarak kalçasına inmişti. Tadını en sevdiği içkiyle dahi kıyaslayamadığı dudaklarını öperken, Alita omzunu kavrayarak geri çekilmişti. Yüzlerinin arasındaki mesafe hala oldukça azdı.

"Kendimi pek iyi hissetmiyorum, bu akşam için beni affetmen gerek."

"Endişelenmeyin majesteleri, kötü bir namım olabilir fakat hayran olduğum bedeninizi yorma niyetinde değilim. Sadece sürprizim için güzel bir girizgâh oluşturmak istedim."

     Elini omzuna yerleştirmiş hala kucağında oturan Alita'nın alnı kırışmıştı. Donuk mavi gözleri yüzünde geziyordu.

"Sürpriz mi ?"

     Alois başını sallayarak elini ceketlerine özellikle diktirdiği iç cebine sokmuştu. Özenle katlanmış, Hallstein mührünü taşıyan kâğıdı çıkardığında karısının bir kat daha şaşırdığı görebiliyordu. Herhangi bir şey söylemeden hediyesini ona uzatmıştı. Mühürlü kâğıdı eline alan Alita, üzerindeki el yazısını mırıldanarak okumuştu; Majesteleri Prenses Alita'ya.

"Alois, bu nedir ?"

"Mührünü kırdığında anlayacaksın."

     İçine derin bir nefes çeken Alita, yüzüne gelen saçlarını kulağının arkasına yerleştikten sonra kırmızı mührünü kırmıştı. Mavi gözleri kâğıdın üzerinde gezerek yazılanları okurken, boşta olan eliyle ağzını örtmüştü. Yüzüne yayılan şaşkınlığı tarif etmek mümkün değildi. Okumayı bitirdiğinde bakışları üzerine dönmüştü, dudaklarının kenarına içten bir gülümseme yerleşmişti.

"Alois, bu gerçek mi ?"

"Evet. Güneş Suyu artık içinde bulunduğu arazi ile birlikte sana ait."

     Güneş Suyu, Drindall'daki orta büyüklükte bir göldü. Suyu oldukça berraktı, güneş üzerine yansıdığında ortaya eşsiz bir manzara çıkıyordu. Alois, bekârken sıklıkla yüzmeye gittiği gölden Alita'ya birçok kez bahsetmişti. Niyeti tamamen karısına ondan önceki hayatından bahsetmekken, kıskançlığına maruz kalmıştı. Güneş Suyu onlar zamanla iğneleyici bir şakaya dönüşmüştü.

     Drindall'da, Güneş Suyu'nda yüzdüğün kızlardan biri olsam yine benimle evlenir miydin?

     Alita'nın buz mavisi gözleri parlıyordu, neden olduğunu çözemediği bir şekilde yüzüne hüzünlü bir gülümseme yerleşmişti. Elindeki kâğıdı özenle katlayarak masanın üzerine bırakıp soğuk parmak uçları ile yüzüne dokunmuştu. Eğilip dudaklarını öptükten sonra boynuna sarılmıştı.

"Alois teşekkür ederim. Bu göl benim için tüm Cãstelion'dan daha değerli."

     Sırtını okşayan Alois, ellerini ıslak saçlarının arasında gezdirip yanağını avucuna alarak yüzünü ona dönmesini sağlamıştı. Alita'nın yüzüne yayılan içten mutluluğu ve memnuniyeti görebiliyordu fakat gözlerinin arkasına hapsettiği hüznü yok sayması imkânsızdı. Neden bu halde olduğuna dair tahminleri olsa dahi, bunu ondan duymak istiyordu.

"Güzel sevgilim, eğer seni mutlu edeceksen güneşi bile sırtımda taşırım, biliyorsun değil mi?"

     Alita dudaklarını sıkarak yavaşça başını sallamıştı. Soğuk gözlerine yerleşen damlaları seçebiliyordu. Onu böyle görmek Alois'i hiç olmadığı kadar derinden etkilemişti. Oturduğu yerde doğrularak birbirlerine yaklaşmalarını sağlamıştı. Kavradığı yanağını okşarken aynı zamanda fısıldıyordu.

"Alita, seni bu kadar üzen ne ?"

"Hiç, hiçbir şey. Sadece..."

     Alita yutkunmak zorunda kalmıştı. Ağlamamak için kendisiyle büyük bir savaş veriyordu. Alois, ilk kez alışık olduğu mağrur kadının farklı bir yüzü ile karşılaşmıştı. Acı çekiyor diye düşündü. Belini kavrayan eliyle uzanıp saçlarını okşamıştı. Yeşil gözlerini bir an olsun gözlerinden ayırmıyordu. Alita dudağını dişlerinin arasına alıp ısırmıştı. Tek bir damla gözlerinden yuvarlandığı an görmesini istemiyormuşçasına yüzünü silmişti.

"Bu akşamı unutma, olur mu? Beni sevdiğini sakın unutma."     

Yazan ; İlknur DUMAN

* * *

İşte birçok soruya yanıt olan yeni bölümümüz ! Victor'u ve düşüncelerini derinlemesine öğrendik sanırım, aynı şekilde Keia kısmı da çözülmüş oldu. Bu bölümü biraz zor yazdım, bilin bakalım neden ? İleriyi düşünmekten yazmaya konsantre olamıyorum :( Üzülüp tribe giriyorum falan, saçma bir duruma düştüm. Normal hayatımda zaten hiç beceremem, artık hikayeyi yazarken de anda kalamıyorum. Okuyan herkes yıldıza dokunup oy verirse bu dengesiz kızı çok mutlu eder, yorumlarını bırakırsa daha da mutlu eder, kim bilir belki anı yakalarım 👀😂 Ay çenem düştü yine, hepinizi çok öptüm, kendinize çok iyi bakıın 😽♥️♥️

Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top