⚜️Bölüm 10 - "Kabuk"⚜️
"Divide et impera."
⚜️ ⚜️ ⚜️
"Kuş seslerini işitiyor musun? İnsan böyle bir yeri bırakmak istemiyor."
Elinde çiçek dolu bir tepsi tutan Lauron, gülümseyerek başını sallamıştı. Öğrencisi Alita ile birlikte Beyazkaya Sarayı'nın Altın Bahçe'sine inşa edilen Cam Köşk'telerdi. Altın Bahçe, başta kral olmak üzere kraliyet ailesine aitti. Sarayda çalışan soylu bir lord ya da leydi dahi kendi isteğine göre giremiyordu. Bakımı ve düzeni sarayın diğer bahçelerinden oldukça farklıydı, daha büyük bir ilgi ve alaka görüyordu.
İçinde bulundukları Cam Köşk, adını tamamen camdan yapılmış olmasından alıyordu. Beyaza boyanmış demirlere geçirilen camlarla inşa edilmişti. İnce ve uzun bir yapısı vardı, fakat saydam duvarları oval olarak yükselip tepede dar bir kubbe oluşturuyordu. Tam ortasında, adeta sakin bir nehiri andıran bir havuza sahipti, içerisinde nilüfer yaprakları ve renkli balıklar yüzüyordu. Her bir açıdan güneşi cömertçe içine kabul eden köşkün devasa duvar diplerine, dalları açılıp budaklanmak yerine sadece göğe yükselen sırım gibi ağaçlar dikilmişti. Ülkenin dört bir yanından getirilen çiçek tohumlarıyla, bahçe adeta bir renk cümbüşünü andırıyordu. Demir direkleri yeşil sarmaşıklar tarafından ele geçirilmişti. İrili ufaklı mermer saksıların her birinden ayrı bir koku yayılıyordu. Yeşilin her tonunu barındıran bahçede, insanın kendini bir eşsiz bir ormanda hissetmemesi mümkün değildi.
Onu gezintiye çağıran Alita, elindeki makasla bahçede çiçek topluyordu. Siyah saçlarının üst kısmı örgülüydü, serbest bıraktığı alt kısmı sırtına dökülüyordu. Üzerinde omuzlarını açık bırakan, işlemeli mavi bir elbise vardı. Özenle kestiği çiçeklerini onun tuttuğu tepsiye yerleştiriyordu.
"Birkaç gündür sende farklılık seziyorum. Umarım bunu kötüye yormam gerekmiyordur."
Alita, yüksek ve oldukça büyük mermer bir saksıya ekilmiş mor ve pembenin farklı tonlarına sahip olan şakayıklara doğru eğilip parmak uçları ile dokunarak kokuyu içine çekmişti. Lauron, kadının çiçekleri çocukluğundan beri sevdiğini biliyordu. Onu düşündüren, büründüğü bu dingin haldi.
"Mutluyum. Beni böyle görmeye pek alışkın olmadığın için yadırgıyorsun."
"Buna inanmayı isterim fakat daha önce mutlu olduğun anlara şahit oldum."
"Değişiyor olmam mümkün değil mi? Belki de artık farklı bir göze sahibimdir."
Yaprakları ve toprağı kontrol eden Alita, elindeki makas ile çiçeklerden birini kestikten sonra ona doğru dönmüştü. Mavi gözleri ondan bir karşılık bekliyordu. Lauron, ortada bir şey olduğuna emindi. Fakat bunun ne olduğunu tam olarak kestiremiyordu. Tahmin yürütmenin kadının ağzından laf almak için iyi bir yol olduğunu düşündü.
"Bu farklı göz sanırım Lord Alois Hallstein."
Alita kestiği pembe şakayığı elindeki tepsiye özenle yerleştirip tekrar saksıya dönmüştü. Gözlerini kısarak çiçeklerin yapraklarını kontrol ediyordu. Lauron, onu çiçekleri ile uğraşırken izlemeyi hep sevmişti. Onlarla tek tek ilgilenmesi, yapraklarından toprağına kadar ne durumda olduklarına bakması, dikkatini çeken detayları eksiksiz aklına not edip bahçıvana söylemesi; her biri küçük ayrıntılardı fakat onu herkesin görmeye alışık olduğu Alita'dan farklı kılıyordu.
"Alois'i pek uzun zamandır tanımıyorum. Yine de içimde garip bir his var, sanki yıllardır onunla birlikte gibiyim. Yanlış anlama, bu bana özgü bir durum değil. Sanıyorum Alois kiminle birlikte vakit geçirse aynı şeyi hissettirir. Farklı bir aurası var, anlatması güç. Sıcak, neşeli, hayat dolu bir adam fakat bir o kadar mahcup. Açıkça söylemiyor ama onu bugüne getiren yol pek parlak değil, görebiliyorum. Ailesi tarafından kabul görmemiş, farklı biri olmaya zorlanmış, bunu beceremeyince de en yakınları tarafından hor görülmüş. Daha acısı, dayatılan baskıyla kusurlu biri olduğuna ikna edilmiş."
Lauron için taşlar yavaşça yerine oturmuştu. Bu hikâyeyi oldukça iyi biliyordu, başkahramanı uzun yıllardır yanı başındaydı. Prenses Alita, kocası Alois ile benzer bir geçmişe sahipti. Tüm bunları öğrenmenin onu üzmüş olabileceğini düşündü. Bahsettiği mutluluk, kendi acılarına denk birini bulmak olabilirdi.
"Benzer yaralarınız var, bu anlaşmanızı kolaylaştıracaktır."
"Sanmıyorum. Alois yara aldıkça güzelleşmiş, berraklaşmış. Bende durumun böyle olmadığını biliyorsun. Yaralarımız benzer olabilir fakat sonuçları oldukça farklı."
Alita kestiği diğer bir şakayığı tepsiye yerleştirirken Lauron tek elini serbest bırakarak çenesine dokunmuştu. Eğdiği başını kaldırdığında göz göze gelmişlerdi. Alois olduğu kişiden utanırken, o içinde hala saklamaya çalıştığı bir hüzün taşıyordu.
"Onu güzelleştiren acı seni güçlendirdi, görmen gereken tek fark bu."
Gözlerinin içine bakan Alita kendini geri çekerek ona arkasını dönmüştü. Yapraklarını kontrol ettiği şakayıklardan birini daha kesip dalından ayırmaya koyulmuşken sohbetlerinin konusunu kendinden öteye çevirmişti.
"Sözlerimden seni tenzih ediyorum fakat Alois ile birlikte yeni bir şeyi fark ettim; etrafımdaki erkeklerin hepsi birer kaya gibi, oldukları yerde sarsılmadan duruyorlar. Sertler, uzaktan zararsız gözükenlerin dahi sert kenarları var, kıyısına yaklaştığında tehditkârlar. Ben bunu görerek yetiştim, buna alıştım. Bana ideal erkeğin böyle olması gerektiği öğretildi. Fakat Alois'e baktığımda bunun doğru olmadığını görüyorum. Onun ruhu kayadan değil, tıpkı bu köşk gibi camdan inşa edilmiş; saydam, kırılgan, parlak. Belki de asıl güç budur; her şeye rağmen kırılgan ve şeffaf kalabilmek."
"On dokuz yaşında her erkeğin ruhu biraz camdandır. Umarım Lord Hallstein bunu muhafaza etmeyi başarabilir."
Sözleri Alita'yı gülümsetmişti. Hala üzerine eğildiği çiçekle uğraşıyordu. Soğuk gözlerini kısarak yaklaşmıştı. Yeşil yaprakları birbirine geçmiş dallar öylesine sıktı ki, budamak isterken zarar vermekten korkuyordu.
"Sözlerinizdeki hoşnutsuzluğu sezebiliyorum sevgili Lord Amadeus."
"Hoşnutsuz değilim. Fakat açık konuşmam gerekirse evlenmiş dahi olsan yeni tanımaya başladığın birinden böylesine tutkuyla bahsetmen bana doğru gelmiyor. Umarım Lord Hallstein seni hak edecek bir adamdır. Yine de, bu karara varmamız için biraz daha beklememiz gerektiğini düşünüyorum. Hiç istemesem bile, tüm bunlar seni bir hayal kırıklığına da götürebilir."
Alita makasıyla dalından kestiği şakayığı burnuna götürüp uzun uzun koklamıştı. Ona döndüğünde, tıpkı biraz önce olduğu gibi gözlerini kaçırarak çiçeğini diğerlerinin arasına yerleştirmişti. Topladıklarını beyaz, pembe ve mor olarak üçe ayırıyordu.
"Geçen gün, uzun zaman sonra Victor ile baş başa kaldım. Özel bir durum değildi, sadece birlikte koridorda yürüdük. Gözlerimi kaldırıp yüzüne dahi bakmadım, onun da artık benimle pek ilgilendiğini sanmıyorum. İçimde ona dair hiçbir şey kalmadı fakat ihtimalleri düşünmeden yapamıyorum; birlikte nasıl olurduk? Ruyka yerine benimle evlense, karşımızda kimse duramazdı."
Lauron'nun dudakları duydukları ile birlikte gerilmişti. Victor Mascarián'ı Alois'ten çok daha iyi tanıyordu. Alita kocası ile benzer acılara sahipti fakat eski sevgilisi Victor ile ruhları aynı karanlık kumaşı paylaşıyordu. Adam pervasız ve gözü karaydı, Alita bir ateş yakmaya kalksa söndürmeye çalışmak yerine ağaç devirip odun taşıyacak biriydi. Belki de Kral Adon yıllar önce bu gerçeği görmüştü diye düşündü. Ona göre evlenmelerine izin vermemesinin altında tek bir sebep yatmıyordu.
"Bunun üzerine yorum dahi yapmayacağım. Sana da aynı şeyi tavsiye ederim."
Alita solukça gülümseyerek haklısın diye fısıldamıştı. Ellerini yaprakların arasında gezdirip herhangi bir böceğin musallat olup olmadığını son kez daha kontrol ettikten sonra ağır adımlarla ilerlemişti. Topladığı çiçekler rengârenk şakayıklardan oluşuyordu. Bir buket yapmaya çalıştığı açıktı, Lauron sahibinin kim olacağını merak etmişti.
"Peki, siz ve ben birlikte nasıl olurduk Lord Amadeus? Hiç düşündünüz mü? "
Kendi içinde çiçeklerin sahibini düşünen Lauron, böyle bir soruyu beklemiyordu. Alita'nınkilerden koyu bir tona sahip olan mavi gözlerini şaşkınlıkla, adeta refleks gösterircesine ona doğru çevirmişti. Alita'nın arkası dönüktü, hala ağır adımlarla ilerliyordu. Henüz açmaya başlamış, kokusu etrafa yayılan pembe güllerin önüne geldiğinde duraklamış, eğilip kokladıktan sonra omzunun üzerinden ona doğru dönmüştü. Konuşmadan, sadece birbirlerinin gözlerine bakarak sessizliği paylaşmışlardı. Lauron herhangi bir tepki vermezken, Alita bir müddet sonra dudaklarını kıvırarak yavaşça gülümsemişti.
"Yüzünüzün aldığı şu hale bakın. Şaka yapıyorum sevgili Amadeus, korkmanıza gerek yok."
Prenses gözlerini devirip tekrar pembe güllere dönmüştü. Fakat Lauron'un bakışları hala onun üzerinde geziyordu. Herhangi bir şey söylememiş, sessizliğini bozmamıştı. Böyle bir durumda konuşmanın mı yoksa susmanın mı daya iyi olacağına karar verememişti. Kendi içinde doğru sözleri bulmak için uğraşıyorken Alita olduğu yerde sıçramıştı. Elindeki makası saksının köşesine bırakıp parmağını dudaklarının arasına götürmüştü. Bununla birlikte kapıldığı garip ruh halinden sıyrılan Lauron, çiçek dolu tepsiyi bir adım ötesinde duran demir banka bırakıp öğrencisine doğru yaklaşmıştı. Elini kavrayıp dudaklarının arasından çekmişti.
"Sana bu şeylerle uğraşırken eldiven giymeni defalarca söyledim."
Parmak ucuna batan iri dikeni görebiliyordu, etin içine gömülmüştü. Tırnağı ile oynayıp yüze çıkmasını sağladıktan sonra yavaşça çekip çıkarmıştı. Dikenin battığı yer hala kanıyordu, fakat avucunda tuttuğu elinin diğer parmak uçlarında da küçük yaralar vardı. Alnı kırışan Lauron, başparmağını yaralarının üzerinde gezdirirken gözlerini Alita'nın yüzüne çevirmişti.
"Bunlar nasıl oldu ?"
"Önemli bir şey değil. Hadi artık buradan çıkalım, ne dersin ?"
Alita geri çekilmek istediği an Lauron elini bırakmayıp kavrayışını sıkılaştırmıştı. İnatla ondan kaçırdığı gözlerine bakıyordu. Bir şey saklıyor diye düşündü, artık bundan emindi. Söz konusu ne mutluluk ne de değişimdi; Alita ondan bir şey saklıyordu.
"Bana söylemek istediğin bir şey var mı? "
"Ne gibi ?"
"Bilmiyorum, bunun cevabı sende saklı."
İçine derin bir nefes çeken prensesin uçuk mavi gözleri etrafta gezdikten sonra onu bulmuştu. Bu halini iyi biliyordu. Zihninde en ufak bir şüphe kaldıysa dahi yok olduğuna emindi. Alita ondan bir şey saklıyordu ve bu konuda hem rahatsız hem de kararsızdı. Gözlerine baktığında içine düştüğü karmaşayı görebiliyordu.
"Bana güveniyor musunuz ?"
Lauron cevabında tereddüt dahi etmemişti.
"Elbette, tüm kalbimle."
"O halde bir kereliğe mahsus adımlarımı sizin elinizi tutmadan atmama izin verin."
Bu Lauron için en az biraz önceki kadar beklenmedik olmuştu. Herhangi bir tepki vermek yerine sadece başını salladı. Hala Alita'nın elini avucunda sıkı sıkıya tutuyordu.
"İstediğini yapmakta özgürsün. Sadece, ne olduğunu bilirsem seni koruyabilirim."
"Yanıldınız Lord Amadeus, olan bu. Emin olduğunuz bir konuda yanıldınız. Benim için endişelenmenizi anlıyorum, bunun için minnettarım. Fakat bu kez adımlarımı tek başıma atmak istiyorum."
Lauron herhangi bir şey söylemeden tekrar başını sallamıştı. Kırılmış ya da üzgün değildi, bu durumu bir güç gösterisine çevirmeyi planlamıyordu. Bilakis, Alita'nın tek başına doğru kararlar alması ona bir şeyleri doğru yaptığını gösterebilirdi. Yine de, kapıldığı garip hissin önüne geçemiyordu. Saklamaya çalışsa dahi, küçük bir kurt içini kemirmeye başlamıştı.
"Nasıl istersen. Benim her zaman burada, yanında olduğumu biliyorsun."
* * *
"Çiftleşme vakti gelmiş teke gibi kokuyorsun. Hizmetçilere senin için bir küvet getirmelerini söyleyeceğim."
Alois, hala yatağında yarı uykulu bir şekilde uzanan Abel'i kokladıktan sonra geri çekilmişti. İçki ve ter kokusu feci halde etrafı sarmıştı. Bir anlığına kendini Beyazkaya Sarayı'nda değil de bir meyhanede gibi hissetmişti. Elini burnunun önünde savurarak geriye doğru birkaç adım attığında, hala biraz uyku sersemi olan Abel homurdanmıştı.
"S*ktir git Alois."
"İnan bunu yapabilmeyi isterdim. Fakat lanet olsun ki kardeşiz, senin bu halde olduğunu bilerek sıcak havuzumda şarabımı yudumlayamıyorum."
Ayağı yere yığılmış yatak örtüsüne takıldığında sendeleyerek dengesini kaybetmişti. Küfrederek arkasında kalan şöminenin kemerine tutunduğunda yatağında yüzüstü uzanan Abel'in şiş gözleri ile onu süzerek kıkırdadığını fark etmişti. Mırıldanarak bir şey söylediğini işitse dahi kelimeleri ayıramıyordu. Küfür ediyor olmalı diye düşündü. Ailelerinin Drindall'a dönmesinin üzerinden beş gün geçmişti. Yalnız kaldıkları ilk andan beri Abel'in yaptığı tek şey kendini ona verilen odaya kapatıp küfrederek içmek olmuştu. Alois artık bunun önüne geçmesi gerektiğini hissediyordu.
"Vakit öğleyi geçeli epey oldu. Artık şu kokmuş yatağından kalkabilir misin Abel ?"
"Ben senden ne emir ne de akıl alırım. O kendini beğenmiş prensesi becermenin seni olduğundan daha fazla erkek yaptığını sanıyorsan yanılıyorsun, gözümde hala küçük bir budalasın."
O ana kadar gayet sakin olan Alois, biraz ötesinde duran şarap dolu sürahiyi eline alıp hışımla Abel'in yattığı yatağa yönelmişti. Hareketlenmesine izin vermeden eliyle boynunu kavramıştı. Dizini bacaklarına bastırarak kalkmasına engel olurken bir sürahi dolusu şarabı yüzüne boşaltıyordu.
"Biricik kardeşim, küçük aklınla beni aşağılamaya çalışıyor olabilirsin. Fakat bu sözleri şu ince kapının arkasından bir kişi dahi duyarsa seni ne karımın ne kral olan kardeşinin ne de amcasının elinden alamam, anlıyor musun?"
Bağırarak uzandığı yerde çırpınan Abel bir müddet altında kalsa dahi elleriyle omuzlarını kavrayıp onu alt etmeyi başarabilmişti. Yüzünden kırmızı şarap damlaları yuvarlanıyordu. Dişlerini sıkıp küfür ederek yumruğunu geçirecekken Alois elindeki gümüş sürahiyi kafasına doğru savurmuştu. Bununla birlikte kardeşi adeta vahşi bir hayvan gibi inleyerek alnını tutup tekrar yatağına yığılmıştı. Alois silah olarak kullandığı sürahiyi hala elinde tutuyordu. Cibinliğin ahşap direklerinden destek alarak ıslak yataktan kalkmıştı. Üzerindeki ceketi düzeltiyorken, adeta bir gölge gibi onu izleyen Boldmin kapıyı çalmadan içeri girmişti. Beline kadar gelen parlak kılıcını kabzasından çıkarmıştı, saldırmaya hazır duruyordu.
"Lord Hallstein, özür dilerim efendim fakat sesleri işitince tehlikede olabileceğinizi düşündüm."
Yaşadıkları boğuşmadan dolayı hala nefes nefese olan Alois cevap vermeden önce kendini toparlamayı beklemişti. Elindeki sürahiyi yere bırakıp, biraz ileride duran, Abel'e ait beyaz gömleği alarak parmaklarına bulaşan şarabı silmeye koyulmuştu.
"Sorun yok Boldmin, kılıcını yerine koyabilirsin. Sadece kardeşimle şakalaşıyorduk, öyle değil mi Abel ?"
Hala kızaran alnını tutan Abel yatağından doğrularak başını sallamıştı. Boldmin'in parlak ve ağır zırhını süzüyordu. Adam kılıcını kabzasına yerleştirip başını eğerek selam verdikten sonra tekrar dışarı çıktığında ayağa kalkıp şömine kemerinin üzerindeki aynaya yönelmişti. Alnı o andan şişmeye başlamış gibi duruyordu.
"Alois, işe yaramaz b*k torbası şu yaptığına bak."
Üzerinde sadece pantolonu olan Abel'in kısa saçlarından gösterişli gövdesine doğru şarap damlaları yuvarlanıyordu. Odadaki küçük masanın önünde duran Alois'e yönelip gömleğini çekiştirerek elinden almıştı. Yüzünü silerken alnına geldiği an dişlerinin arasından kısık homurdanmalar yükseliyordu.
"Kafan öyle boş ki sadece darbe aldığında çalışıyor."
"Süslü bekçine dua et, yoksa kimse seni alamazdı."
Alois sırıtmıştı. Masanın etrafına yerleştirilmiş ahşap sandalyelerden birini çekip uzun bacaklarını üst üste atarak oturmuştu. Alaycı ifadesi ile karşısında dikilen Abel'i süzüyordu.
"Çelişkilerle dolu bir adamsın."
Abel ona herhangi bir cevap vermek yerine üzerindeki şarabı silmişti. Beyazdan soluk pembeye dönen gömleğini yere fırlattığında, masadaki diğer bir sandalyeyi çekip Alois'in yanına oturmuştu. Masadaki su dolu sürahiye uzanıp tepesine dikerek adeta günlerdir susuz kalmışçasına kana kana içmişti. Elinin tersiyle ağzını sildiğinde oturduğu yerde Alois'e dönmüştü.
"Açık konuşacağım, burada kalmak istemiyorum. Karınla, kardeşiyle ya da amcasıyla; kiminle konuştuğun umurumda değil. Beni Drindall'a göndereceksin."
"Merak etme, gerekli konuşmayı yaptım. Fakat buradaki insanlar seni oldukça sevmiş olmalı, gitmene pek razı değiller."
"Yeterince çabalamamışsındır, prensesi Aksel'in elinden almak için kullandığın or*spu cilveni belki şimdi de kullanabilirsin."
Alois sözlerine aldırmadan arkasına yaslanmıştı. Yeşil gözleri kardeşinin üzerinde geziyordu. Onu bunun için suçlayamam diye düşündü. Abel, çocuklukları boyunca onun babası tarafından aşağılanmasını, dövülmesini, aç bırakılmasını, sinirden gözü döndüğü anlarda ahıra dahi kapatılmasını izlemişti. Aksel ve Abel babaları Alva'nın birer gölgesi olarak yetişmişken Alois annesinin yanından ayrılmamıştı. Her biri küçük çocuklarken dahi, oğullarını gezintiye çıkaran Alva onu aralarına katmıyordu.
Alois sen bizimle gelmiyorsun. Çelimsizsin, hastalanıp kimseyi uğraştırma.
Aksel ve Abel, böyle bir ortamda yetişmişlerdi. Babaları onlara doğru olanın bu olduğunu öğretmişken, kardeşlerine kızsa dahi nefret, öfke besleyemiyordu. Alois, zaman içinde oldukça üzülmüş ve hırpalanmıştı. Fakat artık bu durumu kendi içinde öyle güçlü benimsemişti ki, kabul görmemek onun canını yakmıyordu.
"Abel, bunu duymaktan hoşlanmıyor olabilirsin fakat artık yanında annen, baban ya da kıymetli kardeşin yok; ben varım. Bu gerçeğe ne kadar çabuk alışırsan senin yararına olur."
"Bu ne şimdi? Aklınca karına ve peşinde dolaşan parlak köpeğine güvenip bana güç gösterisi mi yapıyorsun ?"
"Gökler aşkına, ne kadar kırılgan egolarınız var. İnsanların beni senden üstün görmesi ödünü kopartıyor değil mi? Ailecek bir hiç olduğuma kendinizi öyle alıştırmışsınız ki saygı görmem hepinizi dehşete düşürüyor."
Aralarında kısa bir sessizlik oluşmuştu. Abel öfkeliydi, bunu görebiliyordu. Calabar'da onunla birlikte kalmaktan mutlu değilken konuşmasından öte nefes alması dahi Abel'i rahatsız ediyordu.
"Sen hala bir hiçsin, Alois."
"Eğer ben hiçsem senin ne olduğunu çok merak ediyorum."
"Beni kışkırtma, yüzün kan içinde kalana dek yumruklarımın tadına bakarsın. Ve emin ol, ellerim uzun zamandır senin için kaşınıyor."
Alois konuşarak bir yere varamayacağını bir kez daha fark etmişti. Oturduğu yerden yavaşça kalkıp sandalyesini kaldırarak yerine bırakmıştı. Yeşil gözleri hayal kırıklığı ile Abel'in üzerinde geziyordu. Başıma bela olacak diye düşündü. Abel'i kontrol altına almazsa bir yerden sonra ayağına takılacağını hissediyordu.
"Odana bir küvet getirmelerini söyleyeceğim. Üzerindeki şu koku gidene kadar yıkan, gerekirse hizmetçi kızlardan biri yardım etsin. Artık kendine çeki düzen versen iyi olur. Bugüne kadar sesimi çıkarmadım fakat bu soytarılığa daha fazla izin vermeyeceğim."
"Söylediklerini yapmazsam ne olur ?"
"Babamıza, senin hakkında hoşuna gitmeyecek kelimelerle doldurduğum bir mektup yazmak zorunda kalırım. İkimizin de iyiliği için, beni buna mecbur bırakma."
Aralarında daha fazla konuşma olmamıştı. Alois, yere yığılmış kıyafetler ve yatak örtüsüne basmamaya dikkat ederek kardeşine ait odayı terk etmişti. Koridorda ilerlerken, Boldmin onu bir adım geriden takip ediyordu. Tam olarak değilse bile sarayda yönünü bulmayı öğrenmişti. Birbirine geçen koridorlardan merdivenlere ulaşıp bir üst kata çıkmıştı. Ona ait odaya açılan hole geldiğinde, tıpkı onun gibi hole açılan diğer merdivende beliren Alita'yı görmüştü. Birbirlerini fark ettikleri ilk an gülümsemişlerdi. Holün ortasında buluştuklarında, Alita parmak uçlarında yükselip dudaklarına küçük bir öpücük bırakmıştı.
"Merhaba."
Alois'in yüzündeki gülümseme genişlemişti. Bu tek kelimelik selamlaşma, evlendikleri ilk günden beri devam ettirdikleri kısa süreli bir geleneğe dönüşmüştü. Hoşuna gitmediğini söyleyemezdi.
"Merhaba."
"Karşılaşmamız ne hoş oldu, ben de tam sizi ziyaret etmek istiyordum Lord Hallstein."
Sözlerine karşılık, yaklaşıp beline dokunarak yanağını öpmüştü. Aynı zamanda sırıtarak kulağına fısıldıyordu.
"Şuraya bakın, şimdi Lord Hallstein mi oldum? Hatırladığım kadarıyla sabah kollarımda farklı şeyler söylüyordun."
"Eğer beni odana götürürsen belki aynı şeyleri tekrar söylerim."
Alois dudağını ısırarak geri çekilmişti, hala gülümsüyordu. Alita'nın buz mavisi gözleri üzerindeydi. Ona bakarken, insanların görmeye alışık olduğu prenses sıcak bir hayale dönüşüyordu.
"Bu teklifi reddetmek beni kahrediyor fakat bir misafirimi bekliyorum, daha önce verilmiş bir sözüm var."
"Demek öyle, sanırım seni şimdiden kaybettim."
"Ne yapabilirim? Bu yerde sıkılıyorum, yeni dostlara ihtiyacım var."
Alita sıkılıyor musun diye mırıldanıp kolunu kavrayarak tekrar dudaklarını öpmüştü. Geri çekildiğinde yüzünde muzip bir ifade vardı. Kolundaki eli yükselip saçlarının dalgaları arasında gezmiş, sonrasında ise belini bulmuştu.
"Sizin benden başka kimseye ihtiyacınız yok, Lord Hallstein."
"Prenses hazretleri, bu sözlerle beni şımartıyorsunuz."
Alita herhangi bir şey söylemeden geri çekilip iki üç adım gerisinde duran hizmetçileri Rinda ve Rita'ya dönmüştü. Kızlardan biri elinde rengârenk şakayıklardan oluşan bir buket tutuyordu, diğerinde ise pembe güller vardı. Alita, elini uzatıp pembe gülleri ona vermesini istemişti. Hazır bir iple bağlanmış gülleri yaklaşıp kendisine uzattığında, Alois elinde olmadan sırıtmıştı.
"Bunlar bana mı ?"
"Evet, senin için topladım. Odana götür, muhakkak su dolu bir vazoya yerleştirmelerini söyle. Kokuları muhteşem, eminim de sen de seversin."
Onun için toplanmış bir demet gülü alan Alois gülümseyip mırıldanarak teşekkür etmişti. Hayatında hediye aldığı anlar sayılıyken, çiçek almak onu sevindirmiş hem de şaşırtmıştı. Yaklaşıp karısına sarılmış, saçlarını öperek kokusunu içine çekmişti. Kendini hissettiği bu duyguya kaptırıp aptal bir aşığa dönüşmek istemiyordu. Fakat o an, kollarının arasındaki kadının kokusu ciğerlerine işlemiş, sıcak nefesini boynunda hissederken kalbi hiç olmadığı kadar hızlı atıyordu.
"Güllerin hakkını yemek istemem fakat benim en sevdiğim koku bu."
Alita gülerek başını omzuna yaslamışken Alois karşısında duran Victor Mascarián'ı fark etmişti. Dün tıpkı o an olduğu gibi karşılaşmışlar, öğleden sonra odasında şarap içmek için sözleşmişlerdi. Beklediği misafiri gözükmüşken, adamı fark ettiğini göstermek istercesine gözlerine bakarak Alita'dan bir adım geri çekilmişti. Başını kaldıran karısı, arkasını döndüğünde Lord Mascarián'ı fark etmişti. Alois, o sıcak kadının göz açıp kapatana kadar nasıl bir anda insanların görmeye alışık olduğu soğuk prensese dönüştüğüne bir kez daha şahit olmuştu.
"İşte, misafirim geldi."
"Misafirin Lord Mascarián mı ?"
"Evet, dün birlikte odamda şarap içmek için sözleşmiştik. Kendisine özel seçkimden bahsettim, karşı konulmasının zor olduğunu biliyorsun."
Alita herhangi bir cevap verene kadar Victor ağır adımlarla yanlarına gelmişti. Yüzünde her zaman sahip olduğu o gülümseme vardı. Başını eğerek her ikisine de selam vermişti.
"Majesteleri, Lord Hallstein."
"Lord Mascarián, ben de tam sizden bahsediyordum."
Adam eğdiği başını kaldırdığında gözleri Alita ve onun arasında gidip gelmişti. Bir an elinde tuttuğu güllere baktıktan sonra onu muhatap alarak konuşmuştu.
"Sanırım uygunsuz bir anda sizi rahatsız ettim, dilerseniz görüşmemizi başka bir güne erteleyebiliriz."
Alita ona fırsat vermeden araya girmişti. Sesi ve takındığı tavır kibirli ve soğuktu. Tıpkı Lord Mascarián gibi kendine onu muhatap almıştı.
"Hayır, buna gerek yok. Benim katılmam gereken bir görüşmem var, lütfen misafirinle ilgilen Alois."
"Peki, o halde seni akşam yemeğinde görürüm."
Alois yanı başındaki Alita'ya sokulup yanağını öpmüştü. Lord Mascarián karısına tekrar başını eğerek selam verdikten sonra holde birlikte ilerlemeye başlamışlardı. Elinde hala bir demet gül taşıyordu. Bir an omzunun arkasından geriye baktığında, Alita'nın hizmetçileri ile birlikte hala olduğu yerde onu izlediğini görmüştü. Göz göze geldiklerinde dudaklarını kıvırarak gülümsemişti. Ona göz kırpıp önüne dönen Alois, koridora geçene kadar bakışlarının sıcaklığını adeta sırtında hissetmişti.
* * *
"Hagen'ı hala neden göremediğimi anlamıyorum. Saygısızlık etmek istemem fakat on gün oldu. Durumu daha iyiye gidiyorsa, en azından uzaktan yüzünü görebilmeme izin verilmeli."
Helma'nın dairesindeki boş şöminenin önünde duran sandalyelerde, oğlunun hamile karısı ile karşılıklı oturan Brenna dudaklarını sıkarak gülümsemişti. Aralarında duran sehpadaki elma yaprağından demlenmiş çayına uzanıp bir yudum alarak arkasına yaslanmıştı. Hagen hastalanıp yataklara düşeli tıpkı Helma'nın söylediği gibi on gün oluyordu. En başta, Gustav o dâhil kimsenin kralın yanına girmesine izin vermemişti. Vücudu zayıfken rahatsız edilmeden güçlenmesi gerektiğini söylüyordu. Fakat aradan beş gün geçtikten sonra, ısrarlarına dayanamayıp onu bizzat eşlik ederek oğlunun yanına götürmüştü. Hagen kendindeydi, fakat oldukça solgun ve bitkin gözüküyordu. Yüzünün rengi adeta kireç gibi olmuştu, soğuk gözlerinin altına koyu halkalar eklenmişti. Güzel yüzü zayıflamış, yanakları çökmüştü. Ona iştahının kesildiğini, sık sık kustuğunu söylemişti.
Yine de daha iyiyim, gittikçe gücümü topluyorum.
Oğlunu bu halde görmek, onu dahi uykularından etmişken Helma'nın buna dayanamayacağını düşünüyordu. Kapılacağını üzüntü ve endişe hem onu hem de karnındaki bebeğini kötü etkileyebilirdi.
"Helma, endişelerini anlıyorum. Fakat Hagen durumu oldukça iyi, gittikçe daha da iyi olacak. Hastalığının sebebi henüz bilinmiyor, aynı ortamda bulunduğunuzda sana da sirayet edebilir."
"Biliyorum, haklısınız fakat onu görmeden rahata eremeyeceğim. On gün oldu, on gündür yüzünü göremiyorum. Evlendiğimiz günden beri ondan hiç bu kadar ayrı kalmadım."
Brenna genç kadına sabırlı olmasını tembih ederken odanın kapısını çalmıştı. Helma'nın yanında bekleyen baş nedimesi Saline, ilerleyip kapıyı açmış, nöbetçi ile konuşmuştu. Kimin geldiğini öğrendiğinde ellerini önünde birleştirip onlara söylemişti.
"Majesteleri, Prenses Alita huzurunuza çıkmak istiyorlar."
Kızının adı geçtiği an Helma'nın nasıl gerildiğini görebiliyordu. Alita'nın soğuk ve karanlık aurasının ona iyi gelmediğini Hagen'ın rahatsızlığı ile birlikte daha net görebilmişti. Bu konuda ne yapması gerektiğini tam olarak bilmiyordu. Alita'ya söz geçirmek imkânsızdı, Helma'yı çoktan sindirerek gözünü korkutmuştu. Bunun arkasındaki sebebi görebilse dahi, destek vermesi onun için mümkün değildi. Helma, saraya ayak bastığı ilk an, genç kızı görmekten o da rahatsız olmuştu. Fakat Helma'nın Magnus'un ölümüyle hiçbir alakası olmadığını yıllar içinde kabullenmişti. Karşısındaki yalnız ve korkan kadına işkence etmenin ölen oğlunu ona geri getirmeyeceğini biliyordu.
"Lütfen kendisini içeri davet et Saline."
Saline emredersiniz majesteleri dedikten sonra kapıya yönelerek Alita'yı içeri almıştı. Üzerinde omuzları açık, mavi bir elbise olan Alita içeri girdiğinde ağır adımlarla ilerleyip yanlarını bulmuştu. Elinde rengârenk şakayıkların olduğu bir çiçek buketi vardı. Başını eğerek Helma'ya selam vermişti.
"Majesteleri."
Helma herhangi bir cevap vermeden solgunca gülümsemişti. Saline, oturdukları yerin solunda kalan masadan bir sandalye alarak Alita için getirmişti. Eteğini toplayarak oturan genç kadının gözleri ikisinin üzerinde dönüyordu.
"Eğer sohbetinizi böldüysem özür dilerim. Annemin ziyareti hakkında herhangi bir bilgim yoktu."
"Helma son günlerde kendini pek iyi hissetmiyor, böyle bir süreçte hepimiz onun yanında olmalıyız."
Alita sözlerine soğuk gülümsemesini göstererek cevap vermişti. Brenna, bir zamanlar neşeli, yerinde duramayan bir kız çocuğu olduğu halleri artık neredeyse hatırlayamıyordu.
"Çok haklısın, ben de tam bu nedenle sevgili Helma'yı ziyaret etmek istedim. Hepinizi sarsan zor bir sürecin içerisinden geçiyoruz. Helma ve ben, Hagen hastalandığı ilk an yanındaydık. O anın verdiği korku ve endişe ile kabul ediyorum biraz hırçın davrandım."
Bu sözler dahi ikisini de şaşırtmaya yetmişken, Alita bir adım öteye gitmişti. Kendini sevimli ya da kabul edilebilir hale sokmaya çalışmıyordu. Özür dilerken takındığı tavır dahi soğuk ve katıydı. Fakat Brenna, bu kelimeleri kullanmasının dahi kızı için büyük bir adım olduğunu biliyordu.
"Hagen'ı bir an öyle görmek tüm dengemi alt üst etti. Kötü bir alışkanlık biliyorum fakat korku beni saldırganlaştırıyor. O yüzden, niyetim bu olmasa dahi seni üzdüğüm için özür dilerim, Helma."
Aralarında kısa bir sessizlik oluşmuştu. Helma'nın solgun yüzüne önüne geçemediği şaşkınlık yayılmıştı, sonrasında ise bunu saklamak istercesine gülümsemişti. Brenna, hala korktuğunu görebiliyordu. Alita'nın bu özrü neden dilediğini o da kestirememişti. Kendi aklıyla böyle bir şeye karar vereceğine inanmıyordu. Alita hakkında bildiği bir şey varsa o da olağanüstü gururlu ve mağrur olduğuydu. Amadeus zorlamış olmalı diye düşündü. Kızına istemediği şeyleri yaptırabilecek tek güce hocası Lord Amadeus sahipti.
"Bu çiçekleri Cam Köşk'ten senin için topladım. Böyle zor günlerde renkler ve çiçekler biraz olsun insana iyi geliyor."
"Hem nazik sözlerin hem de bu güzel çiçekler için çok teşekkür ederim. Saline, lütfen buketimi bir vazoya yerleştirir misin ?"
Helma, renkli şakayıkları hizmetçisine vermişti. Alita'nın ziyaretinden sonra sohbetleri pek uzun sürmemişti. Dilenen özür ve çiçekler ortamı yumuşatsa dahi Alita ve Helma arasındaki gerilim tamamen dinmiş gibi gözükmüyordu. Hâlihazırda oldukça korkan Helma'nın daha fazlasına yorulmasına Brenna'nın gönlü razı olmamıştı. Hamile kadının dinlemesi gerektiğini söyleyerek kızını da yanına alarak daireden çıktığında, birlikte yürümeye başlamışlardı. Alita'nın soğuk gözlerini üzerinde hissediyordu. Kızının hoşnutsuzluğu dile getirmek için kelimelere dahi ihtiyacı yoktu, Alita bakışları ile konuşabilmeyi beceren ender insanlardandı.
"Helma'dan özür dileyerek doğru olanı yaptın."
Alita'ya doğru döndüğünde, mavi gözleriyle karşılaşmıştı. Ona bakarken alayla gülümsüyordu.
"Sanırım hislerimiz karşılıklı. Helma'ya bu şekilde kucak açman takdire şayan bir davranış, herkesin yapabileceği bir şey değil."
"Zavallı kızın hiçbir günahı yok, Alita. Ayrıca hamile ve neredeyse kocasını kaybediyordu."
"Ah evet, dikkatini celp etti mi bilmiyorum fakat benim de kardeşim ölüyordu. Fakat sen bana nasıl hissettiğimi sormak yerine sevgili Helma'ya nasıl karanlık ve saldırgan bir mizacımın olduğunu anlattın."
Brenna bir an için dumura uğramıştı. Alita'dan buhran geçirecek kadar korkan Helma'ya birkaç kez kızının karakterinin karanlık ve saldırgan olduğundan bahsetmişti. Bunu onu kötülemek için yapmamıştı fakat gerçeğin üstünü örtemeyeceğini biliyordu. Amacı sadece Brenna'yı uyarıp Alita'dan uzak durmasını tembihlemekti. Gizli kapılar arkasında konuştuğu bu sözlerin kızının kulağına ulaşacağını hesaba katmamıştı.
"Bu saçmalıkları nereden işittin ?"
"Her yerde bir gözüm, her yerde bir kulağım olduğunu sakın aklından çıkarma, anne. Kıymetli gelinin ile bir şeyler paylaşmak istiyorsan ona ayağıma dolaşmamasını söyleyebilirsin."
Boş koridorda birlikte ilerliyorlarken, Brenna kızının kolunu kavrayarak durdurup sol tarafında kalan kemerli pencerenin önüne çekmişti. Alita ona direnmese dahi kolunu kavramasından hoşlanmamıştı. Parmaklarının baskısından kurtulduğunda, çekik mavi gözleri üzerine dönmüştü. Bakışlarında bir an küçüklüğündeki ürkek kızı gördüğünü sanmıştı. Elini uzatıp omuzlarından dökülen parlak saçlarına dokunmak istese dahi yapamıyordu.
"Yanına gelmek, sana nasıl olduğunu sormak isterdim. Fakat beni korkutuyorsun Alita, yanında olmaktan çekiniyorum."
"Lütfen, bahane bulup vicdanını rahatlatmaya çalışma. Sen hiçbir zaman benim yanımda olmadın. Ağladım, bağırdım, çığlık attım, adını sayıkladım, senden yardım istedim. Kocana boyun eğmek dışında hiçbir şey yapmadın."
Alita'nın sözleri eski anıları bir anda gözünün önüne sermişti. Küçük bir kız çocuğuyken nasıl bacağına sarılıp ağladığını hatırlamıştı. Onu kapatıldığı mahzende bırakmak zorunda kaldığında arkasından anne diye haykırışı kulağına tekrar dolmuştu. Henüz birkaç sene önce, artık mutlu olmak istediğini söyleyerek yardımını istemişti.
Victor'u seviyorum, bu öylesine bir his değil. Onunla birlikte mutluyum, başka birini istemiyorum.
Tüm bunları hatırlamak göğsüne ağır bir yük yerleştirmişti. Yaklaşıp Alita'nın koluna dokunmuş, yavaşça okşamıştı. Karşısındaki bu soğuk kabuğun arkasında, hala küçük kızının olduğunu hissediyordu.
"Özür dilerim, gücüm yetmedi, yapamadım. Fakat hiçbir şey için geç sayılmaz. Yeniden başlayabiliriz, yanında durabilirim. Elimi tekrar tutabilirsin."
"Artık benim kimsenin elini tutmaya ihtiyacım yok. Ne yapmaya çalıştığını görebiliyorum, vicdanını rahatlatmak istiyorsun. Buna izin vermeyeceğim. Beni izlemeye devam et, çünkü dönüştüğüm bu canavarı sen yarattın."
Brenna'nın kenarları kırışmaya başlayan kahverengi gözleri dolmuştu. Ağlayacak değildi, duyduğu sözler canını yaksa dahi içinde bulunduğu ailede bunları duymaya alışmıştı. Onu üzen, karşısındaki bu tanıdık öfkeydi. Elini çekinerek kızının yanağına uzatmıştı, başparmağı ile soğuk tenini okşarken aynı zamanda boğuk sesi ile mırıldanıyordu.
"Yanılıyorsun Alita. Gözlerindeki bu soğuk öfkeyi tanıyorum. Maalesef sen babana dönüşüyorsun."
* * *
Çalışma odasında, ahşap masasının arkasındaki kakmalar ve sedeflerle süslenmiş sandalyesinde oturan Gustav önüne yığılan mektupları okuyordu. Alita'nın düğünün üzerinden neredeyse on beş gün geçmişti. Saraydaki kalabalık büyük oranda azalmış olsa dahi kutlamaların önü arkası kesilmiyordu. Övgüler, istekler, sahte iltifatlar diye mırıldandı. Okuduğu mektuplar bu üç temel üzerinde ilerliyordu. Kalıplar, gösterişli övgü cümleleri aynıydı, sadece istekler ve ricalar değişiyordu.
Elindeki bir diğer mektubu katlayarak bıraktığında arkasına yaslanıp şarabından bir yudum içmişti. Tam bu anda odasının kapı çalmıştı, içeri girilmesini söylediğinde yeğeni Alita karşısında belirmişti.
"Müsait misin ?"
"Ara verdim sayılır, gelebilirsin."
Alita, bununla birlikte ahşap kapıyı kapatarak içeri girmişti. Oturması için masasının önünde duran sandalyelerden birini gösterdiğinde, elinde tuttuğu kâğıdı görmüştü, katlanmış ve mührü kırılmıştı.
"Sanırım sen de okumam gereken bir mektup getirdin."
"Evet, emin ol masana yığılanlardan daha ilgi çekici."
"Bir isteği olan herkes aynı hevesle hareket ediyor, mektuplar konusunda oldukça seçici hale geldim."
Alita gülümseyerek elindeki kâğıdını masanın üzerine bırakıp parmağıyla ona doğru uzatmıştı. Üzerindeki kırılan mühürden kartal simgesini seçebiliyordu. Bu onu bir anda şüpheye düşürmüştü. Çekik, buz mavisi gözleri Alita'nınkilerle buluşmuştu.
"Oku lütfen, yazılanlara daha çok şaşıracaksın."
Gustav önündeki kâğıda şöyle bir baktıktan sonra eline almıştı. Özenle kırılmış mührün kırmızı parçaları kucağına dökmüştü. Katlanmış kâğıdı araladığında zarif bir el yazısı ile karşılaşmıştı.
Baba,
Mektubumu sana Lord Valuan ile gönderiyorum. Maalesef bu riske girmek zorunda kaldım. Kocam, majesteleri Kral Hagen kardeşinin düğününden üç gün sonra dairesinde kanlar içinde bayıldı. Durumunun ne olduğunu bilmiyorum. Daha önce karşılaşmadığım kadar çok muhafız kapısında nöbet tutuyor, kimsenin onu görmesine izin vermiyorlar. Bana durumunun iyi olduğunu söylendi. Buna inanmayı ne kadar istesem de güvenebileceğim kimse yok. Hagen ölse dahi saklayacaklarını düşünüyorum.
Burada yalnızım, insanlar ailemizi düşmanları olarak görüyor. Mektubum eline geçer geçmez harekete geç. Sonuç ne olursa olsun artık burada yalnız olmak istemiyorum.
Kızın Helma.
Elindeki küçük mektubu okumayı bitirdiğinde, içini çekerek arkasına yaslanmıştı. Yazılanlar sahibine ulaşsa olacakları tahmin etmek bile istemiyordu. Hagen ölmemişti, geçirdiği hastalık onu hırpalasa dahi gün ve gün gücünü topluyordu. Fakat ölmek üzere olduğu haberi ülkeye yayılırsa, ayağa kalktığı an kapısının önünde ayaklanma bulabilirdi. Henüz varis edinememişti, arkasında bir erkek kardeşi yoktu. Oturduğu tahtı sarsacak en büyük sorun belirsizlikti ve bu mektup soruna temel hazırlıyordu.
"Bu mektup eline nasıl geçti ?"
"Sana Helma'ya dikkat etmemiz gerektiğini söylemiştim fakat beni dinlemedin. Ben de kendi yöntemlerimi kullanmak zorunda kaldım."
Gustav yavaşça başını sallamıştı. Görebileceği her şeyi gördüğünü düşündükçe zaman ona yeni dersler veriyordu. Alita'yı, gücünü ve iradesini hiçbir zaman küçümsememişti. Bilakis herhangi bir konu hakkında görüşünü her zaman danışmıştı. Fakat Helma hakkında önünü görmeyen bir nefretle yol aldığını düşünürken hata ettiğini fark etmişti.
Düşmanın küçüğü ya da büyüğü olmaz.
"Herhangi birine burada yazılanlardan bahsettin mi ?"
"Hayır. Mektup elime geçeli bir hayli oluyor, herhangi bir harekette bulunmadan önce düşünmek istedim. Ne Alois'e ne de Amadeus'a bir şey anlatmadım. Açık konuşacağım, bana karşı Helma'yı savunduğun için bu durumu sana da anlatmayacaktım. Mektubu yakmayı düşündüm fakat sonra karşımızda kim olduğunu görmen gerektiğine karar verdim. Helma'yı hafife alma amca, bir sırtlan tarafından yetiştirilmişken ne kadar zararsız olabilir ?"
"Haklısın, onu küçümsemekle hata etmişim. Bundan sonraki adımlarımızda dikkat etmeliyiz. Bu mektup seni Helma'ya karşı hırçınlaştırmasın. Ona saldırmamız Helma'yı daha tehlikeli hale getirecektir. Bize güvenmesi gerek."
"Bunu ben de düşündüm. Mektubunun ulaşmadığını sezdiğinde ilk şüpheleneceği kişi benim. Bu yüzden, buraya gelmeden önce odasına gidip tavrımdan dolayı özür diledim. Hagen'ı o halde görmenin beni ne kadar kötü etkilediğini anlattım. Şu an için inandığını sanmıyorum. Helma benden korkuyor, en ufak bir hatasında ona saldıracağımdan emin. Fakat zaman içinde onunla uğraşmadığımı görünce başka birinden şüphelenmek zorunda kalacaktır. Bu da bana olan gardını düşürür."
Alita, adeta Gustav'ın aklından geçenleri ayrıntılı bir şekilde anlatmıştı. Adam yeğenine güvense dahi öfkesinin muhakeme yeteneğini körelttiğini düşünüyordu. Bu mektubu okuduğunda, Alita'nın Helma'ya öldürmek istercesine saldırmasını beklerken sakince ve bir planla yanına gelmesi onu şaşırtmıştı. Fakat aynı zamanda bundan dolayı fevkalade memnundu.
"Güzel, oyunu nasıl oynaman gerektiğini öğreniyorsun."
Alita gülümsemişti. Tıpkı onun gibi arkasına yaslanmışken, ailelerine özgü buz mavisi gözleri etrafına soğuk ışığını yayıyordu.
"Yeterince düştüm, artık nasıl ayağa kalkmam gerektiğini biliyorum."
Yazan; İlknur DUMAN
* * *
Selam ! İşte yeni bölüm ! Size Düş bittikten sonra hızlanacağım dememiş miydim ? 😂 Aslında bu bölümle birlikte çok güzel bir karakter indeksi ekleyecektim, multimedyalar hazırdı, Hagen Alois falan hepsini ayarlamıştım ama çöp oldu 🥺 En kısa zamanda tekrar düzenleyip ekleyeceğim ♥️ Bu arada lütfen canımız hocamız Amadeus ile tanışın 👀😂 İlk yazdığım andan itibaren onun için kafamdaki isim Richard Madden'di, hatta direk olarak onu tasvir etmeye çalıştım. Aslında hayal gücünüze ket vurmamak için hiçbirini paylaşmayacaktım ama tutamadım işte kendimi 😂🤷♀️ Ay yine felaket konuştum, okuyan herkese çook teşekkür ediyorum, alttaki küçük yıldıza tıklayıp yorumlarınızı benimle paylaşırsanız çok sevinirim, hepinizi kocamaan öptüm 😽♥️♥️
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top