9. Bölüm
Bir tesadüf, daha doğrusu bir felaket, birdenbire her şeyi değiştirdi.
Hacı Rifat'ın İhsan bir haftadan beri düğün yapıyordu. Bir çarşamba akşamı ahenk ve coşkunluk son haddine varmıştı. Çayiçi denilen mahalledeki evin avlusu kadınlarla ve kapının önündeki meydan erkeklerle doluydu.
Hepsinin başlan hacı yazmasıyla örtülü kadınlar, avlunun kenarında sıralanmış ve oturmuşlardı, ev halkından bir kısmı ile, samimi ve teklifsiz misafirler yukarı kata çıkan merdivene dizilip aşağıyı seyrediyorlardı. Oldukça soğuk havaya rağmen, belki de yaklaşmakta olan baharın verdiği bir cesaretle, düğün açıkta yapılıyordu. Avlunun ortasındaki taşlıkta birkaç çingene kansı, ellerinde zilli teflerle kısa tempolu oyun havalan çalıyorlardı. Mahallenin genç kadınlan ve kızlan önlerine bakarak ve sarı çetik pabuçlu ayaklarıyla kısa adımlar atarak bu kasabaya mahsus oyunlar oynamaktaydılar.
Gelin; başında, sıra sıra altın ve incilerle yüklü bir fes taşıyor ve ince bir tül arkasına, iki demet san tel yanaklarının üstünden göğsüne uzanıyordu. Onu bu günün hürmetine bir tahta iskemleye oturtmuşlardı. Şaşkın ve ağlamış gözlerle ara sıra etrafı süzüyor, fakat daha ziyade önüne bakarak, ihtimal bu sıkıntının biteceği dakikayı bekliyordu. Kollan ellerini örtecek kadar uzun olan ve etekleri yerde kat kat biriken vişne çürüğü kadifeden dallı elbisesi yüzüne hafif bir pembelik veriyor ve avlunun bir köşesinde yanan çıraların ışığı nemli kirpiklerini zaman zaman parlatıyordu. Yanı başında oturan anası, mütemadiyen üstlüğü ile gözlerini siliyor ve ikide birde gelip kulağına bir şeyler söyleyen, oğlan tarafına mensup kadınlarla konuşuyordu.
Birkaç kere gelini de oyuna kaldırdılar. Çingene kadınların tefleri birdenbire seslerini yükseltti, kısa mısralı şarkılar ağızlardan daha mana, hatta daha şehvet dolu olarak dökülmeye başladı. Ortaya çıkınca bir müddet ne yapacağını şaşırmış gibi bekleyen gelin, yavaş yavaş, adeta donukluktan çözülüyormuş gibi, kımıldadı. Etekleri zeminin iri, siyah taşlan üzerinde ileri geri birkaç hareket yaptıktan sonra, sıçramaya benzeyen küçük hamlelerle avluyu dolaşmaya başladı.
Altın işlemeli iri dallan çıraların ışığında parlayan kalın kadife elbiseye rağmen, vücudunun henüz çocukluktan çıkmayan nahifliği belliydi. Bol yenli kolları ancak göğsünün altına kadar kalkıyor ve parmaklan işitilmeyecek kadar hafif şıkırdıyordu.
Başından sarkan tüllerin altında, ince ince beline kadar uzanan saçları, vücudunun hareketlerine uyarak sallanıyordu; yan kapalı gözleri hep yerdeydi. Oyluklarını saran enli gümüş kemer, kalçalarının hafif ve ahenkli hareketlerini meydana vuruyor ve bu sırada ışık oyunları yapıyordu. Bütün raks, gelinin, vücudunun muhtelif yerlerini, belli belirsiz, fak^t görülmemiş bir ahenkle ve birbirinin içinde kaybolarak, hareket ettirmesinden ibaretti.
Kenarda dizili duran ve memnun bir tavırla başlarını sallayan kadınlar ve onların yanı başlarında bağdaş kurup uslu uslu oturan çocuklar, sanki gelinin hareketlerinden en ufak bir noktayı kaçırmaktan korkuyorlarmış gibi, dikkatle bakıyorlardı. Merdivenin altındaki bir tahta ambarın üstüne ilişen İhsan'ın annesi bile, hizmetçilere emir vermeyi bırakmıştı, tasvip eden gözlerle oyunu takip ediyor ve aslan oğluna layık bir gelin aldığını düşünüyordu.
Dışarıda erkeklerin yaptığı ahenk ise hiç bu kadar sakin ve ağır değildi. Geniş ve tozlu meydanın kenarlarına dikilen sırıkların üzerinde demir ızgaralar vardı ve bunların arasına sokulan çıralar, meydanı oldukça aydınlatıyordu. Bir kenarda mevki alan iki davul ile iki zuma ve bir klarnetten ibaret çalgı heyeti, bir an bile durmadan, ardı arkası kesilmez havalar çalıyor ve zumacıların şişirilmiş birer kursak gibi gerilen yanakları yağlı yağlı parlıyordu. Kenarlara dizilmiş olan ağaç kütüklerinin üzerinde kasabanın ileri gelen delikanlılarının hemen hepsi mevki almıştı. Mavi çuha elbiseli kabadayılardan, nefti şeytanbezi giymiş efendilere kadar, İhsan'ın bütün dostları gelmişlerdi. Az çok herkes sarhoştu ve İhsan bir elinde koca bir binlik, öbüründe teneke bir maşrapa ile dostlarını dolaşmaktan geri kalmıyordu.
Esmer yüzünde manasız bir yorgunluk ifadesinden başka bir şey yoktu. Ter damlalarıyla ıslanan ince ve seyrek bıyıklan, arkadaşlarının önünde, şaşkın bir gülüşle sanki daha seyrekleşiyordu.
Arkaya doğru attığı oyalı yemenili fesi, başının yan taraflarındaki siyah kıvırcık saçlarla ortasındaki ustura ile kazınmış yeri meydana çıkarıyordu. Kafasının içinde, bu akşam arkadaşlarına iyi hizmet etmek, onları iyi eğlendirmek düşüncesinden başka bir şey yoktu, bunun için zurnalar biraz duracak olsalar, derhal küfürleri savurarak o tarafa koşuyor, fakat zavallı çingenelerin pek çabuk boşalan iri rakı şişelerini, adamlarına mütemadiyen doldurtmayı da unutmuyordu.
Çalgıcılar halay havası çalınca, kütüklerin üstünden hemen beş, on kişi kalkıyor, arka arkaya dizilerek ağır ve ölçülü adımlarla meydanda dolaşıp oynamaya ve ellerini başlarının üstünde birbirine yaklaştırıp tekrar yanlarına bırakmaya başlıyorlardı. Bazen parmaklar iyi şakırdasın diye toprağa sürülüyor ve ağızlarından bir sarhoş geğirmesini müteakip yüksek perdeden bir nara fırlıyordu.
Ali, daha erkenden gelmiş ve bir köşeye oturmuştu. Pek sarhoş değildi. Çiğlik olmasın ve İhsan'ın hatırı kalmasın diye iki yudum rakı içmişti. Orta yerde dizlerini toprağa vurup dönen iki arkadaşına, keyifli gözlerle bakıyor; kendi düğününde her şeyi daha iyi yapabilmek için, etrafına dikkat etmekten de geri kalmıyordu.
İhsan, birkaç kere gelip, Ali'nin yanma oturdu:
"Ee, nasılsın bakalım, senin düğün ne zaman?" dedi.
"Etme canım, daha ortada bir şey yok!"
İhsan, sitemli bakışlarla onu süzdü:
"Bizden de mi saklı? Gücendim doğrusu, Ali!.." dedi.
Öteki cevap vermeden İhsan yerinden fırladı. Ah, onun gittiği yere bakınca, birkaç kişi ile birlikte gelen Şakir ile Hacı Etem'i gördü.
Şakir her zamanki gibi sarhoştu ve Hacı Etem'in koluna girmişti. Ayağında, paçalarının düğmeleri çözük, haki bir kilot pantolon, sırtında lacivert bir ceket ve yelek vardı.
Oturanlar, yeni gelenlere aralarında bir yer açtılar. İhsan onları karşıladı ve itibar etti. Şakir kendisine uzatılan rakı dolu maşrapayı yakaladı, kaşlarını havaya kaldırarak dikti, sonra yüzünü buruşturarak avucunun içiyle ağzını sildi. Hacı Etem, cebinden leblebiyle üzüm çıkararak uzattı ve İhsan'ın adamlarından biri, büyük bir çinko sahanın içinde, turşu yetiştirdi.
Bu aralık Şakir'in gözü birdenbire, kendisinden beş altı adım ötede oturan Ali'ye ilişti. Derhal etrafındakileri dirsekleriyle iterek olduğu yerde serbestleşti, sonra başını yukarıdan aşağıya ve sağdan sola gezdirerek müthiş bir nara attı.
Oradakilerden birkaçı, işi derhal çaktılar ve Hacı Etem kendi kendine:
"Sardık başımıza belayı!" dedi.
Çünkü, ortada güya henüz bir şey olmadığı söylenmesine rağmen, Ali'nin Muazzez'i alacağına kasabada olmuş bir iş diye bakılıyordu. En ziyade Şahinde Hanım'ın inkâr tarikiyle ilan ettiği bu havadis, daha ilk günlerden beri Şakir'in kulağına da gelmişti. Hacı Etem'le ikisi, Yusuf un üç yüz yirmi lirayı nereden edindiğini derhal anlamakta da güçlük çekmediler. Hacı Etem, bu oğlana güzel bir oyun oynamak niyetindeydi ve bir fırsat bekliyordu. Halbuki Şakir, olmuş bitmiş saydığı emellerini suya düşüren, her şeyi bırakıp peşinde koştuğu kızı, birkaç yüz san lira sayınca, elinden alıveren rakibini görür görmez, köpürmüştü. Güya kime söylediğini belli etmeyerek, fakat yan yarıya Ali'ye bakarak, küfürler savuruyor ve:
"Aman Şakir Bey, sana yakışmaz, ağır ol, dinin hakkı için!" diye kendisini teskine çalışanları omuzlarıyla iterek:
"Bırakın, beni, ben yakarım"diye bağırıyordu.
Ali de derhal işi fark etti; bir bela çıkmasın diye gitmeyi düşündü, fakat ondan sonra Edremit'te kimsenin yüzüne bakmaması icap ederdi. Bu kadarını yapamayacağını anladı ve aldırış etmemeye çalışarak yerinde kaldı.
Şakir gitgide azıyordu. Bir kere aklı Muazzez'e saplanmıştı, mütemadiyen onu görüyor ve nazarları Ali'ye iliştikçe hakikaten içinde kaynar sular köpürüyormuş gibi oluyordu. Bu korkak, bu miskin bakkalın kendisi gibi bir fabrikatör oğluna, bir beye üstün tutulmasına aklı ermiyor ve bütün bunların mesuliyetini bu anda Ali'de buluyordu.
"Benden kabadayısı varsa, çıksın bu meydana!" diye bağırdı.
"Yok ağam, senden üstün yiğit Edremit'te ne gezer!" diye etraftan hemen cevap verdiler...
"Benim yediğim yemişe elini kim sürecekmiş bakayım?.."
Gene etraftan atıldılar:
"Kimin haddine düşmüş, Şakir Bey?.. Sen keyfine bak..."
Ali, yerinde rahat oturamaz oldu. Şakir, boynunu iki tarafa kıvırarak, gözleri kapalı, bağırıyordu:
"Böylesi varsa, kanını içerim!"
"İçeriz, Şakir Bey, sen rahat ol!.."
Bu sırada davul zuma tekrar bir halay havası çaldı. Gitgide muvazenelerini kaybeden bacakları, yerde sürüklenip toz çıkararak, birbiri arkasına dolaşmaya başladılar. İkide birde oynayanlar duruyor, bellerden tabancalar çıkarak havaya dört, beş el sıkılıyordu.
Şakir, etrafındakileri iterek ortaya atıldı ve oynayanların arasına katıldı. İpekli Halep işi kuşağı çözülmüş, yerde sürünüyor ve ayağına dolaşıyordu. Sol eliyle onu beline sokuşturarak, oynamaya başladı. Zorla ayakta duruyor ve olduğu yerde dönüyordu. Dizlerini yere vurmak için eğildiği sırada yüzüstü tozlara yuvarlandı ve güçlükle doğruldu. Gözlerini açamıyor ve etrafa gözkapaklarının arasındaki bir çizgiden bakıyordu.
Bir aralık Ali'nin önünde olduğunu hissetti. Ona dönerek dimdik durmaya çalıştı. Yüzünün adaleleri ve dudaklarının kenarı sinirli sinirli oynuyordu. Hep o yan kapalı gözlerle, kaşları alnına doğru gerilmiş, meydan okuyan bir tavır aldı. Ali de doğrulmuştu; sapsan yüzüyle karşısındakine bakıyor ve şu anda Şakirt değil, etraftaki arkadaşlarını, bir korkaklık yaparsa onların ne diyeceğini düşünüyordu.
Şakir hafif bir silkindi. Oyuncular halkasının ortasına girmiş bulunan bir davul ile bir zuma bu tarafa yaklaşmıştı. Davulcu kamburunu çıkararak var kuvvetiyle tokmağı vuruyor, zurnacı ise, bütün vücuduyla oyuna iştirak ediyormuş gibi, kıvrıla kıvrıla üflüyor ve çalgının ağzını bazen oynayanlardan birine, bazen de, büsbütün coşarsa, dimdik gökyüzüne çeviriyordu.
Şakir oyuna devam ederek birkaç adım ilerledi. Bu sırada seyircilerden ve oynayanlardan bir kısmı silahlarını çekmişler, birbiri arkasına havaya sıkıyorlardı. Şakir de elini sol tarafına attı, lacivert ceketinin altından iri bir Smith-Wesson tabancası çıkararak yıldızlara doğru üç el sıktı.
Sonra sanki bu ağır silahı taşımaktan yorulmuş gibi, kolu ağır ağır aşağıya indi, Ali'nin hizasına gelince durdu, dimdik uzandı ve daha aşağı inmedi. Şakir'in biraz evvel açılmayan gözleri şimdi yusyuvarlaktı ve biraz dışarıya fırlamış gibi görünüyordu. Başı biraz sağa eğildi ve gözü namlunun hizasına gelince iki defa arka arkaya tetiği çekti.
Bütün bunlar: Tabancanın çıkıp, havaya sıkılması ve sonra Ali'ye doğru uzanması bir nefes alım kadar bir zamanda olmuştu ve birçokları ancak silah sesi üzerine başlarını o tarafa çevirdiler.
Ali kurşunları yiyince başını geri atmış ve oturduğu kütükten aşağı, toprağın üstüne süzülüvermişti.
Meydanda bulunanların hepsi, oynayanlar, davulcular, zurnacılar, rakı içenler, artık sızmaya başlamış bulunanlar, birbirine girmişti. Herkes yerde yatanın başucuna koşuyordu.
ihsan diz çökmüş, Ali'nin başını ellerine almıştı. Yanında ayakta duranlardan birine başıyla işaret etti, o eğilip yaralının göğsünü açtı. Kurşunlar dört parmak ara ile sol tarafa girmişlerdi. Siyah birer delikten ibaret olan bu yaralardan pek az kan geliyordu. İhsan başını kaldırarak etrafındakilere baktı. "Gördünüz ya, gitmiş!" demek istiyordu. Oradakilerden biri, bilgiç bir tavırla:
"Bırakın yakasını gayri... Allah rahmet etsin!" dedi.
Hep birden:
"Allah rahmet etsin!" dediler.
Ancak bundan sonra akıllarına Şakir geldi.
Başlarını çevirip baktıkları zaman, onun hâlâ orada, ateş ettiği yerde durduğunu, tabancayı tutan sağ elinin ölü gibi aşağı sallandığını ve diğer eliyle de, kendisini götürmek, kandırıp kaçırmak isteyen Hacı Etem'le diğer adamlarım uzaklaştırmaya çalıştığını gördüler.
***
Sokağın başından iki candarma ile genç bir candarma çavuşu belirdi. Hürriyetin ilanından beri oldukça kendilerini gösteren bu devlet kuvvetlerine karşı halk, eski zaptiyelere yaptığı gibi laubalilik gösteremiyor ve bir tanesi bir yerde görününce herkes işine gücüne gidip üstüne iş açmamayı tercih ediyordu.
Bu sefer de onların görünmesiyle meydanın boşalması bir oldu. Yolları tutmaya koşan candarmalar, şahit yazmak için ancak dört beş kişiyi orada alıkoyabildiler.
Bu şahitlerden ikisi, adlarını candarmalardan birine yazdırdıktan sonra, belediye doktoruna ve Ali'nin babasına gönderildiler.
Ve Şakir, koluna giren bir candarma ile birlikte, ağır ağır yürümeye başladı. Hacı Etem kargaşalık sırasında birdenbire ortadan kayboluvermişti.
Tavşanbayırı'nın eteklerindeki karakola kadar hiçbiri ağzını açıp bir şey söylemedi. Pembe boyalı ahşap binaya girince şahitlerle Şakir sofada kaldı. Çavuş, odasına girerek kâğıt kalem hazırladı. Şakir'in elinden alınan kocaman, toplu tabanca masanın üstünde uzanıyordu.
İlk önce içeri çağırılan Şakir ifade verecek halde değildi. Şaşkın ve hâlâ sarhoştu. Çavuşun verdiği tabakadan kalın bir cigara sarmaya çalışıyor, fakat titrek parmaklarının arasından cigara kâğıdı mütemadiyen kayıyordu. Çavuş önündeki kâğıtlara, duvardan alıp masanın üstüne koyduğu aynalı, küçük lambanın ışığında, katilin ancak hüviyetini yazabildi. Sonra kapının yanında bekleyen candarmaya:
"Al götür; şahitlerden biri gelsin!" dedi ve arkasına yaslanarak esnedi. Şakir, ayaklarını sürükleyerek, kapıya gitti, fakat dışarı çıkarken Hacı Etem'le göğüs göğüse geldi: Bu, sanki Şakirt görmemiş, yahut onu tanımıyormuş gibi, başını bile çevirmeden çavuşa doğru yürüdü:
"Nasılsın bakalım, Cemal Çavuş?" dedi ve sonra başını sallayarak ilave etti:
"Yazık oldu aslan gibi delikanlıya, billahi... Çok yazık oldu!."
Cemal Çavuş genç ve meslekte yeni bir candarmaydı, fakat Hacı Etem'in buraya Ali'ye yanıp yakılmak için gelmediğini anlamayacak kadar da saf ve acemi değildi. Şüpheli gözlerle karşısındakine baktı.
Hacı Etem, dışarı çıkmayıp kapıda bekleyen ve lakayt gözlerini kendisine diken Şakir'i göstererek:
"Bu oğlana anası yatak yorgan gönderdi, onları getirdim. Yolunuyor zavallı kadın; pek perişan oldu."
Sonra Şakir'e dönerek:
"Git yatağını ser de uyu... Sabah ola hayır ola... Bir kazadır oldu artık... Dikkatsizlik ettin. Sarhoşlukta insan daha çok sağma soluna bakmalı!" dedi.
Şakir bu sözlerin manasını düşünerek yavaş yavaş dışarı çıktı. İçeride Hacı Etem'le Çavuş yalnız kalınca bir müddet sustular. Sonra Çavuş gözlerini Hacı Etem'e çevirerek: "Ne var?" der gibi bir işaret yaptı.
Öteki susmakta ve derin derin düşünmekte devam ediyordu. Nihayet uzun hesaplar yapıp yekûnunu toplamış gibi başını silkti:
"Ne olacak bu oğlanın hali?" dedi.
"Allah bilir!.. Bir de Koca Reis bilir!"
Koca Reis dediği, Ağır Ceza, o zamanki ismiyle Mahkeme-i Cinayet Reisi'ydi. İriyarı ve oldukça yaşlı bir adam olduğu için halk, daha doğrusu mahkemeye işi düşenler, ona bu adı takmışlardı.
Hacı Etem hafifçe tebessüm etti ve karşısındakine manalı gözlerle bakarak:
"Koca Reis ne edecek ki? Bir kazadır oldu. İşte tasmim, tasavvur yok. Cinayet değil..."
Çavuş eliyle işaret ederek:
"Yapma canım!" dedi. "Bu kadarını bize bari anlatma... Şahitler dışarda. Şimdi hepsine soracağım..."
"İki gözüm; elmas çavuşum, bir beni dinle de sonra şahitlerini çağır!.. Zaten ben de şahit sayılırım. Hem oradaydım, hem de sarhoş değildim!.."
Yerinden kalkıp çavuşun masasına gitti. Ellerini kavuşturup oraya, Cemal Çavuş'un önüne dayandı; başını ileri uzatarak yavaş sesle, fakat hiç durmadan ve cümleleri birbiri arkasına sıralayarak birçok şeyler söyledi, bu meyanda, Ali'nin ölümünün bir kaza eseri olduğuna çavuşu ikna etti. Sonra doğrularak gitmeye hazırlandı. Bu sırada gözleri, masanın kenarında duran iri Smith Wesson tabancaya ilişti.
"İki gözüm," dedi, "bu iş bir kaza... Fakat bu kazayı Şakir'in yaptığı muhakkak mı?"
Cemal Çavuş bu kadarını anlamaya, deminki mükâlemenin ve onun sonunda masanın üstüne bırakılan ufak bir torbacığın kâfi olmadığını bildiren bir baş silkmesi ile cevap verdi.
O zaman Hacı Etem elini ceketinin sağ cebine atarak bir küçük torba daha aldı, masanın üstüne, diğerinin yanma bıraktı. Sonra pantolonunun cebinden ufakça bir Brovvning tabancası çıkarıp çavuşa uzattı. Karşısındaki hayretle silahı alıp bunun ne demek olduğunu sorarken, Hacı Etem masanın üstündeki iri, toplu tabancayı beline yerleştirdi.
Cemal Çavuş hep o sükûti ve anlayışlı tavrıyla karşısındakini süzüyordu. Dışarı çıkarken arkasından seslendi:
"Bir falso verip benim de başımı belaya sokmayın... işinizi sağlam tutun!"
"Sen merak etme... Müsaade et de dışarda şahitlere birer cigara vereyim."
Çavuş tekrar gülümsedi ve masanın üstündeki torbacıkları ceketinin iç cebine yerleştirdi; elinde tuttuğu Browning tabancayı da, çekmecelerden birini çekerek, oradaki kâğıtların üstüne bıraktı ve gözü kilitleyip anahtarı yanma aldı.
Odadan dışarı çıkan Hacı Etem, dördü de oturdukları sıranın üstünde uykuya dalmış bulunan şahitleri dürterek uyandırdı. Hepsine birer tutam kaçak tütün ikram ederek havadan sudan ve Ali'yi kimin öldürdüğünden bahsetti.
Bu şahitlerin üçü, gelinin geldiği Çorak köyündendi. Hacı Etem'in öğrettiği şekilde şahitlik ederlerse mahkemeye daha az gelip gideceklerini ve başlarına daha az bela sardıracaklarını düşünerek başlarını tasvip ile sallıyorlardı. Dördüncüsü davulcu çingenelerden biriydi. Hem candarma eline düştüm diye korkudan titriyor, hem de bu işten ne vurabileceğini hesaplıyordu. Fakat Hacı Etem, Çavuş'a gösterdiği eli açıklığı bunlara da göstermek niyetinde değildi. Onun için elini davulcunun omzuna koyarak:
"Ülen çingene," dedi. "Ben de oradaydım, bütün vukuatı gördüm. Her şey benim anlattığım gibi oldu. Eğer başka türlü ifade verip yalancı şahitlik edersen, leşini sererim!"
Davulcu oturduğu yerden kalkıp elini bağrına basarak: "Aha namusum hakkı için dediğin gibi ifade vereceğim... Ama bizim kışlak buraya uzaktır. Gelip gitmesi güç olur. İşler yüzüstü kalır, onun için telaşe ediyorum!" dedi.
Hacı Etem ona bir tutam daha tütün uzatarak kalktı, karakoldan çıktı ve gecenin bu vaktinden sonra Hilmi Beylerin evinin yolunu tuttu.
Çavuşun yânına giren şahitler hep aynı şeyi söylediler:
"Bir şey görmedik, bir şey duymadık! Herkes içip oynuyor, keyfine bakıyordu. Bir aralık Ali aman deyip yere yıkıldı. Melerleyim vurulmuş..."
Hepsi ifadelerinin altına parmak bastılar. Sonra onlar da karakoldan çıkıp üçü bir tarafa, biri başka tarafa, yollarına gittiler.
Cemal Çavuş nöbetçi olduğu için, geceyi orada geçirecekti. Odanın bir köşesinde duran yaylan bozuk kanepeye uzanarak, kaputunu sırtına çekti. Şakir, candarmaların koğuşundaki iki katlı tahta kerevetlerden birinin alt kısmına yatağını sermiş ve yatıp uyumuştu. O kadar derin bir uykudaydı ki, ne, saatte bir koğuşa girip nöbet değiştiren candarmaların gürültüsü, ne de dışarda, kapının önünde dolaşan nöbetçinin, sokağın taşlarında çın çın öten, nalçalı ayakkabılarının sesi onu uyandıramıyordu.
Muhakeme uzun sürmedi. Zaten Şakir, tevkifinin haftasında müstantik tarafından serbest bırakılmıştı. Bu bir haftanın da ancak gündüzlerini, onu da müdür odasında oturup cigara içmek ve nizamiye kapısının yanındaki küçük bahçede aşağı yukarı dolaşmak suretiyle, hapishanede geçirdi. Geceleri evine bırakılıyordu. Güya gizli olarak yapılan bu müsaadeyi kaymakam, müddei-umumi ve ceza reisine kadar herkes biliyor ve bir şey demiyordu. Çünkü başka türlü olmasına imkân yoktu. Bu böyle gelmiş, böyle gidiyor ve kasabanın başında bulunanların aklı bile, hürriyete ve onun getirdiği birkaç müsavat fikrine rağmen, Hilmi Bey'in oğlunun sahiden hapsedilebileceğini kabul etmiyordu. Hapishane ancak serseriler, köylüler ve aşağı tabakadan insanlar içindi; bir Hilmi Bey'in oğlu, adam öldürse bile, onlarla bir tutulamazdı. Değil böyle mahkûm olacağı şüpheli kimseler, on beş seneye mahkûm edilmiş eşrafzadeler bile, cürümlerinin cezasını çok kere yan yarıya evlerinde çekiyorlardı. Hapishanede kaldıkları zamanlar, valinin veya bir adliye müfettişinin nadir ziyaretine münhasırdı. Bazen aksi bir karakol kumandam veya hapishane müdürü geliyor, birkaç gün, o da kendini göstermek ve göz yıldırmak için, sertlik yapıyor, fakat bazı mahpusların dışardaki akrabaları gelip kendisiyle konuştuktan sonra, her şey eski şekline avdet ediyordu. Zaten ilk yapılan sertlik de, bir "pahalıya satılmak" manevrasından başka bir şey değildi.
İşte Şakir, içlerine düşeceğini sandığı mahpusları, iç avlu ile nizamiye kapısını birbirinden ayıran yüksek tahta parmaklığa yüzlerini dayayarak sessiz sessiz dışarı bakışırlarken gördü; bu da ancak bir hafta sürdü.
Sonra muhakeme safhaları başladı. Fakat müstantik, Şakir'in bu katilde alakasını tesbit edemedikten sonra, muhakemece yapılacak iş kalmamıştı.
Yalnız Ali'nin babasının uğraşması işi biraz uzattı. Şerif Efendi, o gece düğün yerinde bulunanlardan üç beş kişiyi şahitlik etmeye kandırmıştı. Bunlar ilk celsede vakayı gördükleri gibi anlattılar ve Şakir'in tabancayı Ali'ye doğrulttuktan sonra nişan bile aldığını söylediler. Fakat bunların bir kısmı sonraki celselerde, kimbilir neden, yavaş yavaş ifadelerini değiştirdiler, pek sarih olmayan birtakım kemkümlere boğuldular.
Diğer şahitler, bu meyanda karakolda ifade veren ilk dört şahit, bir şeyden haberleri olmadığını, o gece herkesin coşup havaya silah attığını ve bu gürültü arasında Ali'ye kimin kurşunu değdiğini kestiremeyeceklerini ileri sürdüler.
Şakir'in avukatı Hami Bey oldukça zengin ve Hilmi Bey'le de uzaktan akrabaydı. Meslektaşları arasında biraz tuhaf bir şöhreti olan bu adam, kasabanın en çok iş yapan dava vekiliydi. Keskin ve gür bir sesi, kandırıcı bir mantığı vardı. Aldığı davaların hemen hemen hepsini kazanıyor, fakat bunun için bazen pek temiz denemeyecek yollara saptığı oluyordu. Onun fikrince, nasıl harpte kazanmak için her vasıta meşru ise, adalette kazanmak için de mümkün olan her çareye başvurmakta beis yoktu. İfade değiştirtmek, cürmü başkasının üstüne atmak, yalancı şahit bulmak, beş on kuruş mukabilinde bir zavallıya: "Bu işi ben yaptım!" dedirtip, o işi asıl yapanı kaytarmak gibi şeyler, Hami Bey'in her gün tatbik ettiği ince usullerdi.
Fakat Şakir'in davasında zekasını pek fazla sarfa vesile olacak vaziyetler zuhur etmedi. Hacı Etem her şeyi yoluna koymuş ve avukata iş bırakmamıştı.
Reis, Ali'yi Şakir'in öldürdüğünü biliyordu. Zaten bunu bilmeyen de yoktu. Fakat bu bilgiden daha mühim olan şeyler vardı: Şahitler, deliller...
Bunlar hep Şakir'in lehineydi veya öyle tertip edilmişti. Kaymakam Salâhattin Bey ise, ileride anlatacağımız haller yüzünden, bu işle hiç meşgul olamadı.
Ali'nin babası muhakemede bağırıp:
"Davacıyım, kana kan isterim!"
Dedikçe, Reis'in yüreği parçalanıyor, fakat bir şey yapmayacağını düşünerek:
"Adaletten emin olunuz!" demekle iktifa ediyordu. Çünkü Şakir'in katil olduğunu ispat edecek delillere mukabil, ortada daha büyük ve müsbet bir delil vardı ki, bu bütün şahit ifadelerini, bütün ithamları çürütüyordu.
Bu bir doktor raporuydu. Bu rapora nazaran, maktul Şerif oğlu Ali'nin sol göğsünden çıkarılan kurşunlar, büyük çaplı ve ham kurşun atan bir tabancadan endaht edilmişti.
Halbuki muhakemede mevcut olan ve zabıt varakasına nazaran, vaka mahalline candarma yetiştiği esnada Şakir'in hâlâ elinde bulunan tabanca, küçük bir Browning'di.
Bu rapor meselesi ortaya atılmadan evvel ifadeleri alman şahitler, Şakir'in Ali'ye sıktığını söyledikleri tabancanın cinsini tayin edememişlerdi. Şerif Ağa sonradan bunların ifadelerini değiştirtip:
"Biz Şakir'in elinde büyük, toplu bir tabanca gördük!" dedirtti ise de, bu ifadeler bir işe yaramadı.
Şakir kendisine o gece hakkında sorulan bütün suallere: "Bilmem, sarhoştum, bir şeyden haberim yok!" diye cevap veriyordu.
"Ali ile bir geçmişin var mıydı?"
"Ne gezer? Mahalle bir komşuyuz. Ne geçmişimiz olacak?"
"Peki, bak ona kurşun sıkarken görenler var!"
"Yanlış, ben kimseye silah doğrultmadım. Havaya sıktım!"
Bu cevapları verirken yüzü: "Ee, artık sıkıyorsun, kes bakalım!" diyen bir ifade alıyor, kaşının biri kalkıyor ve dudakları aşağı doğru çekiliyordu.
Hami Bey, bu kadar açık bir hakikati müdafaa mecburiyetinde kaldığından dolayı hayret ediyormuş gibi bir tebessümle söze başlayarak meseleyi bir kere daha hulasa etti. Evvela Şakir'le Ali'nin dostluğundan, çocukluktan beri aynı mahallede beraber oynadıklarından tutturup, ortada düşmanlık doğuracak bir meselenin asla geçmediğini, hele birbirlerini öldürmeyi düşündürecek sebeplerin mevcudiyetini tasavvura bile imkân olmadığını söyledi.
Hakikaten Muazzez meselesi muhakemede bir kere bile ağıza alınmamıştı. Çünkü hiçbir taraf kaymakamı işin içine karıştırıp kızdırmak istemiyordu. Sonra, Muazzez'i istemek meselesi kadınlar arasında yayılmış bir iş olduğu ve Şerif Ağa bile karısını muhakemede şahit dinletecek kadar ileri gidemediği için, hiçbir taraf bu noktayı eşelemiyordu.
Bütün hadiseleri bilen Reis, Hami Bey'in, muhakemenin tavanını gürleterek:
"Maktul Ali ile müvekkilim, birbirlerine düşman olmak şöyle dursun, bir tehlike karşısında birbirlerini kurtarmak için ölmeye koşacak kadar samimi ve fedakâr iki dosttular," diye söylenmesini sonuna kadar dinlemek mecburiyetindeydi.
Hami Bey, vaka gecesini anlatmaya başlayarak o gece herkesin sarhoş ve neşeli bir halde havaya tabancalar sıktığını, bu serseri kurşunlardan ikisinin zavallı Ali'yi yere sermiş bulunduğunu, ortada bir cinayet değil, bir kaza mevcut olduğunu söyledi. Ve şöyle devam etti:
"Fakat bu kazanın faili Şakir Bey değildir. Çünkü hükümet tababetinin fethi meyit neticesinde verdiği rapor, sebebi katil olan silahın evsafını kat'î olarak tayin etmiştir ve bu evsaf, müvekkilimin kullandığı tabancaya asla tevafuk etmemektedir.
"Yüksek hâkimlerim! Burada tesadüfün ve ilahi arzunun bir cilvesine daha şahit oluyoruz; bir kaza oluyor ve bir vatan çocuğu ölüyor. Bu kâfi bir felaket! Artık başka bir felakete yol açmak
istemeyen tesadüf, adaletin elini yanlış bir yere sevkederek, hiçbir kasdı olmayan zavallı hakiki mücrimin bu arada unutulmasına sebebiyet veriyor..."
Müdafaanın sonuna doğru Reis'in yanında oturan iki aza uyumaya başladılar. Şerif Efendi, oğlunun katilinin göz göre göre temize çıktığını seyretmemek için ayakta durduğu köşeden sıyrılıp dışarı çıktı ve içini çeke çeke evine gitti.
Şakir de oturduğu iskemlede uyukluyordu. Hami Bey sözünü bitirdikten sonra Reis, muhakemeyi başka güne bıraktı ve o gün kararın okunacağını söyledi. Bu karar, herkesin beklediği gibi, beraatti.
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top