15. Bölüm


Salâhattin Bey'in ölümünden sonra kaymakamlık işlerine on beş gün kadar, en kıdemli memur olan tapu müdürü vekâlet etti. Sonra İzzet Bey isminde, oldukça genç bir kaymakam geldi. Başlar başlamaz ilk işi evvela şehrin ileri gelenlerini hükümete çağırıp onlarla konuşmak, kendileriyle işbirliği etmek oldu. Bu toplantıda söylediği sözlere nazaran memleket çok mühim anlar yaşamakta idi. Yarın öbür gün düşman zırhlılarının Edremit körfezine girmesi ve belki de kasabayı bombardıman etmesi mümkündü. Ne çetin bir devirde yaşadıklarını anlamak için Edremitliler bu dakikayı beklememeli, şimdiden gözlerini açıp hükümetle el birliği etmeli idiler. Ve daha birçok şeyler.

Toplantıya çağırılanlar arasında memleket eşrafı da vardı. Zaten yeni kaymakam sözlerini asıl onlara tevcih etmişti. Kendini diğer memurların hepsinden büyük gördüğü için, konuşurken hatta Ceza Reisi ile Müftü'nün ve Kadı'nın bile yüzüne bakmamıştı. Herhalde, bu harp vaziyetinde, bir mülkiye amirinin geniş salâhiyetini onlara hissettirmek niyetindeydi.

Geldiğinin ikinci gecesi Çınarlı Han'daki odasında eşraftan birkaçıyla oturup kafayı çektiği kasabaya yayılınca, diğer tecrübeli memurlar:

"Tamam, Edremit'e malın gözünü göndermişler... Yükünü tutmadan gitmez!" diye söylendiler.

Fakat İzzet Bey, yükünü tutacağa da pek benzemiyordu. Eli pek açık ve eğlenceye biraz fazla düşkündü.

Küçük kasabanın şimdilik en mühim işini, yeni kaymakamlarıyla meşgul olmak teşkil ettiği için, onun günlük hayatı, en küçük teferruat bile unutulmamak şartıyla, kulaktan kulağa anlatılıyor, türlü türlü tefsirlere uğruyordu.

Yusuf yeni kaymakamı daha ilk geldiği günlerde gördü. Odasındaki tahta masanın başında oturuyor, kamış kalemlerden biriyle oynuyordu. Birdenbire kapı açıldı. Evvela sarışın bir baş, sonra sıska bir vücut içeri girdi.

İzzet Bey'in kirli san saçları, biraz daha koyu bıyıklan ve kaşları vardı. Otuz beş sularında görünüyordu. Donuk mavi gözlerini süratle etrafında gezdiriyor ve sözünü müteakip, sanki izah ediyormuş gibi, uzun ve zayıf kollarıyla işaretler yapıyordu. Odadakilerin herbirine adlarını sordu, sonra Yusuf un masasına gelip ellerini dayadı.

"Sen ne iş yaparsın?" dedi.

"Kâtiplik yaparım efendim!"

"Canım, vazifeni değil, yaptığın işi soruyorum!"

"Ne iş verirlerse onu yaparım!" dedi.

Kaymakam'ın yanında ve elleri bağlı olarak gezen bir memur izahat verdi:

"Merhum Salâhattin Bey'in damadıdır efendim!"

İzzet Bey başını çevirerek manalı bir tavırla:

"Bu mudur o?" dedi.

"Evet efendim!"

Yusuf masanın başında ayakta duruyor ve gözlerini Kaymakam'ın ellerinden ayıramıyordu. San tüylü ve iri kemikli parmaklarının tırnaklan kısa, yassı ve öne doğru kıvrıktı. Ömründe bu kadar çirkin el görmeyen Yusuf hayretle onların hareketlerini takip ediyordu. Kaymakam sual sorarken bir elini kaldırıp işaretler yapıyor, öbür elinin parmaklan ile de masayı tıkırdatıyordu.

Dilinde biraz Rumeli şivesi vardı, fakat bunu belli etmemeye çalışıyordu. Yusuf da evvela fark etmemişti. Fakat kulağı evdeki hizmetçinin sözleriyle dolu olduğu için, Kaymakam "Bu midir o?" deyince derhal anladı.

Yeni Kaymakam gözlerini odanın duvarlarında gezdirdikten, kenarda dayalı duran birkaç büyük ve eski deftere şöyle baktıktan sonra:

"Haydi bakalım, oturun yerlerinize!" diyerek çıktı gitti.

Kaymakam'ın bu ziyareti Yusuf üzerinde hiç hoş olmayan bir tesir bırakmıştı. Onun, baktığı yeri kirletiyormuş hissini veren yapışkan mavi gözleri ve masanın üzerine yerleşip bir müddet orada kımıldayan korkunç derecede çirkin elleri, bir türlü zihninden çıkmıyordu.

Ne kadar küstahça, ne kadar istihfafla soruyordu.

"Adın nedir?" yahut:

"Ne iş yapıyorsun?" derken, sanki dudaklarının arasından:

"Sen de adam mısın?" diyen ikinci bir cümle sessizce dökülüyor ve muhatabının dimağına varıyordu. İhtiyar Hasip ve Nuri Efendilere karşı merhametle karışık görünen bu istihfaf ifadesi, Yusuf a gelince daha keskinleşmişti. Hele gözü Yusuf'un kalem tutan başparmaksız sağ eline ilişince bu kadar komik bir manzaraya tahammül edilemeyeceğini belli eden bir gülüşle yüzü yayılmış, san fakat muntazam dişleri meydana çıkmıştı.

Yusuf, İzzet Bey'in kendisi hakkında:

"Bu mudur o?" demesinden de kuşkulanmıştı. Demek bu herife kendisinden bahsedilmişti! Neden acaba? Sonra kim bahsetmişti? Yusuf bunları düşünürken burada, eski kaymakamın oğlu veya damadı sıfatıyla, ne kadar münasebetsiz bir vaziyette olduğunu hissetti. Babası sağken bile memurların manalı fakat çekingen tavırlarından sinirlendiği halde, şimdi onların, sarih bir ehemmiyet vermeyiş ve küçük görüş halini alan, hatta bazen alay etmek derecelerine varan muamelelerine tahammül etmeye mecbur kalıyordu.

Hasip Efendi bir aralık başını Yusuf a çevirerek:

"Ne düşünüyorsun evlat?" dedi.

"Hiç, beybaba!"

"Beğendin mi bu adamı?"

Yusuf omuzlarım silkti.

Bunu menfi bir cevap telakki eden Hasip Efendi esefle başını sallayarak:

"Benim de gözüm tutmadı," dedi.

Nuri Efendi bulunduğu köşeden, gene o asık suratıyla, mütemadiyen mırındandığı duaları keserek, lafa karıştı:

"Her akşam beylerden biriyle içiyormuş!" dedi.

Hasip Efendi cevap verdi:

"Merhumun bu heriflerle karşı karşıya oturup eğlenmesine imkân mı vardı? Kimsenin aklına bir fenalık gelmeyeceğini bildiği halde, bir eşraf davetine bile gitmezdi. Hem de on sene burada oturup kendini tanıttığı, herkesin de ne mal olduğunu öğrendiği halde!"

Bir müddet durdu, sonra tekrar başladı:

"Daha geleli üç gün olmadı. Nereden de tanışıp işrete başlarlar. Kendini kurnaz zannediyor ama, üç günde kafese girer. Biz Salâhattin Bey'den evvel buna benzer kaymakamlar gördük, bu kasabada benden akıllısı yoktur diye dolaplar çevirmeye kalktılar da, defolup giderlerken halk arkalarından teneke çaldı. Bilmem ama, bunun da sonu odur!"

Nuri Efendi gene okumayı keserek:

"Yusuf Efendi oğlum!" dedi. "Dün akşam Hilmi Bey'le beraber içmişler. Evvela Çınarlı Han'da bir sofra kurdurmuşlar, sonra Hilmi Bey'in evine gitmişler."

Yusuf bir an düşündü. "Ne çıkar bundan?" dedi. Fakat birdenbire aklına Kaymakam'a kendisinden bahsedenin Hilmi Bey olması ihtimali geldi. "Acaba bu herifler benden daha ne isteyecekler?" diye söylendi.

Nuri Efendi'ye daha sormak, bir şeyler konuşmak istiyordu. Bugün nedense her zamanki gibi sessizce oturamayacaktı. Fena halde sıkılıyordu. Fakat o sırada her iki ihtiyar çoraplarını

çıkarıp ayaklarına nalın giymişler ve teneke ibrikleriyle, aptes almaya gitmişlerdi.

Bir müddet sonra Hasip Efendi önde, Nuri Efendi arkada döndüler. Dualar mırıldanarak kurulandılar ve odanın ortasına serdikleri eski seccadenin üzerinde yan yana namaza durdular.

Yusuf akşamı zor etti. Daireden çıktıktan sonra hızlı adımlarla evin yolunu tuttu. Yukarıçarşı'dan geçerken, Avukat Hulusi Bey, yazıhanesinin penceresinden başını uzatıp onu çağırdı.

Yusuf babasının ölümünden beri Hulusi Bey'i görmemiş, cenaze günü ise, ancak bir iki kelime konuşmuştu. O zaman Hulusi Bey:

"Oğlum, babanla aramızdaki hukuku bilirsin, bir derdin, bir ihtiyacın olursa hemen bana gel!" demişti. Fakat Yusuf o sırada bir şey dinleyip anlayacak halde olmadığı için Hulusi Bey'in o sözlerini ancak şimdi hatırlıyordu.

Küçük ve basık yazıhaneye girdi. Burası alelade bir dükkândı. Yalnız içerisi beyaz badana edilmiş ve birkaç kanepe, koltukla döşenmişti. Yerde güzelce bir halı, kenarda, avukatın önünde, geniş ve üzeri deri kâğıtlar, kahverengi zarflarla dolu bir masa duruyordu. Duvarlara güzel hatlarla yazılmış birçok levhalar asılmıştı. Hulusi Bey'in tepesindeki büyücek levhada usta bir sülüs ile yazılmış:

Ayinedir bu âlem, her şey hak ile kaim

Mir'atı Muhammedden Allah görünür daim. (Her şeyin Allah sayesinde ayakta durduğu bu âlem bir aynadır, Muhammed'in aynasındadaima Allah görünür. )

İbaresi vardı. Onun biraz solunda, dükkânın içine doğru yan yana asılmış duran daha küçükçe levhalarda: "Bir işte kasıt ne ise hüküm ona göredir!", 

"Şek ile yakın zail olmaz!",(Kuşku gerçeği ortadan kaldırmaz.)

"Zararı âmmı def için zararı has ihtiyar olunur!"(Kamunun yararı bireyin yararından üstündür.) gibi mecellerden alınmış cümleler vardı. Hulusi Bey'in tam karşısında, bir ihtar gibi, fevkalede güzel bir talik ile yazılmış:

Gariki bahri isyanım Dahilekyâ Resuullah (İsyan denizinde boğuluyorum, ey Hazreti Muhammed sana sığınıyorum) Levhası duruyordu.

Hulusi Bey, Yusufu içeri çağırdıktan sonra iskemlesini biraz kenara, üzerinde düstur ve mecelle ciltleri bulunan bir rafa doğru çekti, Yusuf a da karşısındaki kanepeyi gösterdi, sonra havadan bahseder gibi sordu:

"Oğlum, hiç uğramıyorsun! Nasılsın bakalım!"

"İyiyim efendim!"

"Hanım kızım nasıldır?"

"İyiler efendim!"

"Bir kahve içersin değil mi?"

"Teşekkür ederim efendim, hacet yok!"

"Olmaz! Ne demek! Bir kahve içmeden gidilir mi?" Sonra dışarıya doğru seslenerek karşı sıradaki kahveciye:

"Bize iki şekerli getir!" dedi.

Yusuf etrafına bakmıyordu. Hulusi Bey'in masasının ayaklan tomalanmıştı ve yukardan aşağı doğru inceliyordu. Yusuf bir gözünü hafif kapayarak bu ayaklardaki torna halkalarını seyrediyor ve bir taraftan da Hulusi Bey'in kendisini buraya neden çağırdığını merak ediyordu. İçinde buradan bir an evvel çıkıp eve gitmek ihtiyacı vardı.

Kahveler geldikten sonra avukat sordu:

"Yusuf Efendi, evladım, Edremit'te yerleşip kalmak niyetinde misiniz?"

Yusuf hiç beklemediği bu sual karşısında bir müddet durakladı, sonra:

"Bilmem ki?" dedi.

Sahiden de bilmiyordu. Bu sualin cevabını verebilmek için, aylardan beri kafasının içinde dolaşıp duran birçok diğer suallerin halledilmesi lazımdı. Hayatının ne şekil alacağını bilmeden ve bu hususta bir karar vermeden karşısındakine ne söyleyebilirdi?

Bir kere daha mırıldandı:

"Bilmem!.."

Hulusi Bey biraz düşündü: "Burada sizin ne malınız var?" dedi. "Elli ağaç zeytinimiz, on dönüm kadar tarlamız var!" "Sizi geçindirmez!.. Sonra bunlarla uğraşacak adam lazım, sen halbuki artık boş değilsin!"

Bir müddet sustular. Hulusi Bey tekrar sordu:

"Annenizin kimsesi yok mu?"

"Yok!.. Anası öleli çok oluyor, babası da üç sene evvel ölmüştü galiba. Nazilli'de reji memuru idi. Bir şey bırakmamış..."

"Senin kimsen yok mu?"

Yusuf gözlerini karşısındakinin yüzüne dikerek uzun müddet baktı. Bir şey düşünmüyor, sadece kafasının içinden birdenbire hızla geçmeye başlayan bir hatıralar şeridinin durmasını bekliyordu. Nihayet yavaşça:

"Benim de kimsem yok!" dedi.

O zaman Hulusi Bey, çaresiz bir vaziyette kalmış gibi iki elini açarak:

"Öyle ise yapacak bir şey yok!.." dedi. "Burada kalacaksınız. Fakat beni dinle evladım! Her şeyi açıkça konuşalım. Siz benim canım kadar sevdiğim bir arkadaşımın yadigârlarısınız. Sözlerime gücenme. Bir kere artık babanızın sağ olmadığını unutmayın. Bu lafımın sana bir ilişiği yok, daha ziyade valide hanım için söylüyorum. Ne diye saklamak, siz artık fakir bir aile sayılırsınız. Kendi âleminizde yaşamalısınız. Sonra bilirsin ki bu kasabada herkes senin dostun değildir. Başından türlü işler geçti. Onun için de tetik ol. Bulunduğun işe dört elle sarıl. Şimdi karışık zamanlar. Kendi kendine bir iş yapamazsın. Ticarete atılayım desen hem sermaye ister, hem tehlikeli iş. Bak, iki haftadır pazarcıları eşkıyalar soyuyor. At araba alsan, yarın hükümet bir emir verir, askeriye için zapt ederler, eline de bir senet verirler, ezip suyunu içersin. Yeni Kaymakam'm gözü şendedir. Hiç kimse kendinden evvelkinin adamlarını yerinde bırakmak istemez. Hatta üç dört gündür ne diye sana bir şey olmadı diye hayret ediyorum. Çünkü henüz daireye mülazım olarak devam

ediyorsun. Çıkarmak kolaydır. Fakat kimbilir, belki vicdanlı bir adamdır. Ben daha görmedim. Hakkında söylenenler pek iyi değil ama, doğrusu ancak Allaha malûmdur. Bak! En mühim şeyi unutuyordum. Senin Şakirde ve Hilmi Beyle aranda bir geçmiş vardır. Bunu da unut. Dayanacak kimsen yok, içinde onlara karşı en küçük bir düşmanlık sakladığını fark ederlerse seni ezerler. Yeni Kaymakam ile de hemen arayı doğrultmuşlar... Doğrultumsalar bile, paralan var, efendim, paraya karşı kimin gücü yeter ki!.."

Yusuf ses çıkarmadan dinledi. Hulusi Bey in onu buraya çağırışının sebebi herhalde yalnız bu nasihatleri vermek değildi. Yusuf onun evvela başka bir şey söylemeye hazırlandığını sezmişti. Fakat Edremit'i bırakıp gitmelerine imkân olmadığını söyleyince Hulusi Bey fikrini değiştirmiş, sözü başka taraftan açmıştı. Yusuf bunu pek güzel hissediyor ve dayanılmaz bir tecessüsle, Hulusi Bey'den asıl söylemeye hazırlandığı şeyi sormak istiyordu.

Fakat buna cesaret edemedi, daha doğrusu bu arzusunu ifade edecek kelimeler bulmaya ve cümleler tertip etmeye muktedir olamadı.

"Sen başka bir şey söyleyecektin; haydi onu da diyiver!" demek olmazdı. Başka yollardan yürümeli idi; fakat böyle ustalıklı sözleri Yusuf zihninin sükûnetle çalıştığı zamanlarda bile yapamazdı. Halbuki şimdi mütemadi bir ihtimal ve sual zinciri kafasının içinde uğultular yaparak dolaşmakta idi.

Yavaşça doğruldu. Avukatın elini öptükten sonra:

"Sözünüzden çıkmam Hulusi Bey Amca!" diyerek ayrıldı.

Ertesi sabah Yusuf daireye gider gitmez bir odacı:

"Yusuf efendi, sizi Kaymakam Bey istedi!" dedi.

Genç adam odasına girince Hasip Efendi ona doğru koşarak: "Evladım. Bu herif seni arattı. Pek meraktayız, çabuk gir çık da bize haber ver. İnşallah melunun fena bir niyeti yoktur!" dedi.

Yusuf a bir fenalık yapılması ihtimali bile, bu iki ihtiyarın kafalarında Kaymakam'ın aleyhinde toplanmaya başlayan şüphelerin kuvvetlenip kanaat haline gelmesine ve adamın kısaca "melun" diye adlandırılmasına kifayet etmişti.

Yusuf elindeki öğle yemeği çıkınını masanın üstüne bıraktı. Önünü ilikleyip yanı başlarındaki odaya gitti.

Kaymakam bir müddet masanın üzerindeki kâğıtlarla meşgul olarak onun girdiğini fark etmemiş göründü, sonra yavaşça başını kaldırarak:

"Sen misin?" dedi.

Tekrar birkaç kâğıdı okuyup imzaladı ve bazı yerlerini değiştirdi, belki on dakika daha Yusuf'u bekletti ve birdenbire yerinden kalkarak ona doğru yürüdü. Yüzü hayırhah bir tebessümle gerilmişti. Yusuf bu tebessümden memnun olacağı yerde korktu, hatta biraz da tiksindi. Bu insan başkasına, hatta bir iyilik yapacak olsa bile bunu böyle bir tebessümle evvelden haber vermeye hiç lüzum yoktu. Halbuki Yusuf karşısındakinin kendisine ara sıra fırlattığı kaçak ve ani bakışlardan asla iyi manalar çıkaramıyordu.

Öteki kaşlarını kaldırıp, mühim bir nutka başlıyormuş gibi yaptı:

"Bak evladım!" dedi. "Sen benim merhum selefimin dama dışın. Pederin merhuma gıyabi hürmetlerim vardır. Emin ol! Seni de onun devlete bir emaneti sayarım. Baktım, tetkik ettim, bu kâtiplik işi sana göre değil."

Yusuf'un bu sözleri anlayıp kafasına yerleştirmesini bekli yormuş gibi birkaç saniye sustu. Yusuf içinden: "Ulan, bizi kapı dışarı edeceksin, lafı ne diye uzatıyorsun?" dedi. Kaymakam tekrar söze başladı:

"Bak oğlum, sağ elinde bir parmak noksan. Geçmiş olsun. Fakat bu vaziyette ne kadar çalışsan güzel bir yazı sahibi olamazsın. Eh, senin memuriyetinde de adamı gösteren yazıdır. Mutasarrıfa giden bir tahrirat evvela onun gözünü yazısı ile kamaştırmahdır. Neyse... Duyduğuma göre sen biraz da serbest tabiatlı imişsin. Ben sana tam gönlüne göre bir iş buldum."

Kaymakam tekrar durdu. Karşısındakinin merakla sözün arkasını beklediğini görüyor ve memnun bir gülüşle ona bakıyordu: 

"Anladın mı evladım, tam sana göre bir iş. Sen hemen beş on kuruş tedarik edersin; elbet birkaç paranız vardır! Güzel bir at satın alırsın. Ben seni tahsildar yapacağım, süvari tahsildarı. Mal müdürü ile konuştum. Buradaki maaşını vererek seni oraya geçireceğiz. Ayrıca hayvanın için yem parası da vereceğiz. Köylerden devletin alacağını, vergisini tahsil edeceksin. Fevkalade iş! Öyle değil mi? Odada oturup sıkılmak yok. At üstünde köyleri gez. Hem para da artırırsın!"

Yusuf biraz şaşkın bir tavırla başını sallıyordu. Kaymakam sözünü bitirince:

"Siz nasıl buyurursanız öyle olsun!" dedi.

Kaymakam elini Yusuf'un omzuna koyarak:

"Eski Kaymakam babandı, ben de ağabeyin sayılırım. Bir derdin olursa bana gel. Haydi bakalım, odana git de emrimi bekle!" dedi.

Yusuf çıktı. Kafası karmakarışıktı. Bu adamın kendisine bir fenalık yapacağını düşünerek içeri girmiş, içerde bu kanaati büsbütün kuvvetlenmişti. Halbuki teklif edilen iş hiç de fena değildi. Ne tarafından düşünülürse düşünülsün, tahsildarlık herhalde bu Allah'ın belası tahrirat kâtipliğine tercih edilirdi.

Odada kendisini bekleyen Hasip Efendi ile Nuri Efendi'ye meseleyi anlattı. Onlar da bunda bir fenalık görmediler. Sadece:

"Belki herif seni civarında bulundurmak istemiyor? Ne kadar olsa biraz tuhaf kaçacak. Fakat bulduğu iş de hiç fena değil. Gençsin. Dayanıklısın. Karda kışta köyleri dolaşmak biraz güçtür ama, sana koymaz. Allah hayırlısı neyse öyle yapsın!" dediler.

Nuri Efendi:

"Bu Kaymakam sütü temiz bir insana benzemez ama, bu sefer bir iyi tarafına rast geldi herhalde!" diyerek başını salladı.

Yusuf eve dönerken avukat Hulusi Bey'e uğradı ve Kaymakam'ın kendisine söylediği şeyleri anlattı.

Hulusi Bey'in bu havadisten memnun olacağını tahmin etmişti, halbuki o sadece düşünceli düşünceli başını salladı, tıpkı Hasip ve Nuri Efendiler gibi:

"İnşallah hakkında hayırlısı budur!" dedi.

Yusuf yemekten sonra Muazzez'e yeni vazifesini söylediği zaman, genç kadının ilk sözü, mahzun bir tavırla başını yana eğip dudaklarını büzerek:

"İyi ama, Yusuf, sen köylere gidip günlerce kalırsan, ben burada ne yaparım?" demek oldu.

O zaman Yusuf un da çehresi değişti; birdenbire düşünceli bir hal aldı. Bu cihet onun da aklına gelmemişti. Şimdi buna hayret ediyordu: Nasıl olmuş da bunu hiç düşünmemişti.

Birdenbire aklına babasının bir lafı geldi: Kızılbaş köyünde, Yusuf Ayvalık'ta arabacılık yapmaktan bahsederken, Salâhattin Bey: "Sen çalışmaya gidersen karın ne yapar?" demişti. İşte şimdi Yusuf çalışmaya gidecek ve karısı yalnız kalacaktı. Acı acı gülerek: "Keşke yalnız kalsa!" diye mırıldandı. Köylere gidip belki de haftalarca evden uzaklaşınca, karısı, Şahinde ile beraber kalacaktı. Bunun Muazzez için yalnızlıktan bile feci olduğunu Yusuf gayet iyi anlıyordu.

Muazzez yavaş bir sesle:

"Yusufçuğum!" dedi. "Artık keyfimizin istediğini yapamayacağımızı biliyorum. Fakat senden böyle ikide birde ayrılı vermek de hoş değil. Sen de bilirsin, annem beni rahat bırakmayacak, hiç sevmediğim insanlara beni zorla götürecek, evi onlarla dolduracak. Sen kendisine bir şey söyleme! Nasıl olsa o bildiğini okur... Bari evde dırıltı olmasın. Ben onunla başa çıkmaya çalışırım; yalnız çok sıkılacağım. Bak şimdiden bir tuhaf oldum. Canım yukarı kata, odamıza gitmek istemiyor. Sanki sen yokmuşsun da orada seni arayacakmışım gibi oluyorum. Ah Yarabbi... Ne fena şey!.."

Genç kadının gözleri yaşardı. Yusuf acı acı yutkundu, sonra karar vermiş bir tavırla:

"Üzülme canım!" dedi. "Kaymakam git dedi ise zorla gönderecek değil ya! Hükümet işinden çıkarım..."

Muazzez hemen onun sözünü kesti ve ancak bir kadının düşünebileceği kadar ince düşünerek:

"Deli misin sen Yusuf!" dedi. "Hükümetten çıkarsın da ne iş yaparsın? Tutacağın iş sanki seni hiç benden ayırmayacak mı? Bu karışık zamanda insan bulunduğu yeri bırakır mı? Babamdan bir şey kalmadı ki, onunla geçinelim. Sen bu vazifende kalırsan zeytinlikle tarlanın işlerine de bakarsın, biraz halimize yardımı olur."

Yusuf henüz çocuk addettiği karısından bu sözleri duyunca azıcık hayret etti. Fakat bu, onu karısına hak vermekten alıkoymadı.

Babalarının cebinde çıkan beş on san lira ile Yusuf tâki paralar cenaze masrafına, imama, müezzine gitmiş, Yusuf'un elinde birkaç mecidiyeden başka bir şey kalmamıştı. Aybaşı na on gün vardı. Önleri kış olduğu için birçok masraflar daha yapılacaktı. Bunları gözünün önüne getirince Yusuf: "Hükümetteki işi bırakırım!" demenin manasız, hatta gülünç olduğunu fark etti.

Hadiseleri olduğu gibi karşılamaya, kendiliğinden bir şey yapmamaya karar vererek yattı. Pek sakin olmayan bir geceden sonra uyanınca hayatı biraz daha tatlı buldu. Hadiseler, gece vakti ve bir idare kandilinin ışığında konuşulduğu kadar ümitsiz ve korkunç değildi. Dışarda ağaçların yapraklarını oynatarak esen bir sonbahar rüzgârı, bu ölüme mahkûm yapraklan henüz koparamıyordu. Bu minimini yeşil mevcudiyetler bile içlerinde bu kadar kuvvetli bir mücadele ve mukavemet kabiliyeti taşırlarken, kendisinin karanlık düşüncelere dalması doğru olamazdı.

Yavaşça yataktan sıyrılarak pencereye gitti. Güneş ağaçların arkasından yükseliyor ve evlerin geniş bahçelerindeki otlan nemli bir ışığa boğuyordu. Yusuf böyle bir sabahta atla kırları dolaşmanın asla bir felaket telakki edilemeyeceğini düşündü. Başını çevirerek Muazzez'i çağırmak, dışansını onunla birlikte seyretmek istedi, fakat genç kadın başını yastığa gömmüş, sağ elini yanağının altına koymuş, bir çocuk gibi mışıl mışıl uyuyordu.

Yusuf onu uyandırmaya kıyamadı. Ayaklarının ucuna basarak yatağın kenarına gidip oturdu ve karısına uzun zaman baktı.

Muazzez'in saçları iki örgü halinde beyaz yastığın üzerinde uzanıyordu. Örgülerin uçlan biraz çözülmüş ve kumral saçlar bir sırma püskül gibi dağılmıştı. Şakaklarındaki saçların bazıları da yanaklarına kadar uzanıyor ve genç kadının yüzünü ince, ipek bir tül gibi sarıyordu. Ağzı biraz aralıktı ve nefes aldıkça beyaz dişleri parlıyordu. Gözkapaklarında kıl gibi ince mavi damarlar dolaşıyor, biraz dağınık olan kaşları ara sıra hafifçe ürperiyordu.

Genç kadın kımıldadı. Başını yukarı çevirdi ve bir kolunu yorganın üstüne atarak daha geniş, daha rahat nefeslerle uykusuna devam etti. Yusuf gözlerini kansının göğsüne dikti. Yakası kapalı beyaz entarisinin altında kabaran göğsü muntazam nefeslerle şişiyor ve yorganın kenarını yükseltiyordu. Mavi yüzlü yorganın üzerinde uzanan beyaz eh hareketsizdi. Biraz içeri

doğru kıvrılmış olan parmaklan yorganın kıvrımlarından birini yakalamış gibi duruyordu.

Yusuf yarım saat kadar onu seyretti, sonra güneşin yükseldiğini görerek giyinmek için kalktı. Bu esnada Muazzez gözlerini açtı. Başucunda kocasını görünce gülerek doğruldu ve pencereye vuran güneşe bakarak:

"Aman Yusuf, ne uyumuşum, ne uyumuşum!" dedi.

"Yok canım, o kadar geç değil!"

"Dur sana kahvaltı getireyim!"

Hemen yerinden fırladı, terliklerini ayağına geçirerek aşağı koştu.

Sabahlan kalktığı zaman kendisine böyle kahvaltı hazırlayacak veya sadece kolunu mavi yorganın üzerine uzatıp uyuyacak bir kadın yerine, herhangi bir köy odasının isli kalaslı tavanını görmek Yusuf'a bir an için pek acı geldi. Sonra bu gibi düşünceleri kafasından uzaklaştırmanın lüzumunu kendine telkin ederek doğruldu ve giyindi.

Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top