12. Bölüm


Muazzez'in uzun zaman geri dönmediğinin farkına varan Meliha üzüm yemeyi bırakarak içeri koştu ve Şahinde'ye Yusuf'un gelip Muazzez'i çağırdığını ve herhalde beraber gittiklerini söyledi.

Şahinde'nin ilk aklına gelen şey, Salâhattin Bey'e bir şey olması ihtimali idi. Telaş ile yerinden fırladı. "Aman gideyim. Beye bir şey mi oldu acaba? Yarabbim sen koru!" diye söylenerek telaşla çarşafının üstünü aldı. Muazzez'in kendisine haber bile vermeden gitmesi ona garip gelmiyordu. Hatta belki merakını artırıyor ve meseleyi gözünde büyütüyordu. Aşağı indiği zaman bir hizmetçi Muazzez'in yeldirmesinin ve başörtüsünün burada kaldığını söyledi. Şahinde ancak o zaman biraz şaşırarak:

"Amanın, bu kız deli mi oldu, nedir?" diye dövündü.

O esnada atını sürerek bağa giren Şakir, Yusuf'u bir araba ile şehre dönerken gördüğünü söyledi. Arabanın içinde Muazzez'in bulunduğunu fark etmemişti. Şahinde kızının yüzü gözü açık olarak şehirden geçmeyeceğine memnun olmakla beraber, daha çok şaşırdı. Demek Yusuf arabayla gelmişti, demek mesele bu kadar mühimdi. Şu halde niçin kendisine haber vermemişlerdi. Yoksa Yusuf artık onu aile efradından saymıyor muydu. Bu "yabanın köylüsü" kendisini en itibarlı ahbaplarının yanında böyle garip vaziyette bırakmaya nasıl cesaret ediyordu?

Köşke bitişik ahırda samanların üstüne uzanıp uykuya dalmış olan yanaşmayı kaldırarak arabayı koşturdular. Şube Reisi'nin hanımı da dönmeye karar vermişti. Bu hadise toplantının tadını kaçırmıştı. Üstü açık ve tek atlı arabanın içine bir kilim ve onun üzerine bir şilte kondu, bunlar da bir halı ile örtüldü. Şahinde, Şube Reisi'ninki ve kızı, hizmetçilerin yardımı ile, arka taraftan arabaya binerek şemsiyelerini açtılar ve kır at tırıs adımlarla yola düzüldü.

Kasabaya yaklaştıkça Şahinde'nin merakı artıyordu. Bir şey düşündüğü ve tahminlerde bulunduğu yoktu, sadece bir korku hissediyor ve eve gidince karşılaşacağı manzaranın ne olacağını bilmediği halde, ev aklına geldikçe ürperiyordu.

Şube Reisi'ninkiler Aşağıçarşı'da indiler. Şahinde mavi şemsiyesini yüzüne tutuyordu. Kaldırımlarda müthiş bir gürültü çıkararak ilerleyen yaysız arabada adamakıllı sarsılarak Çayiçi'ni ve Bayram Yeri'ni geçti; evine geldi. Eteklerini toplayıp kendi başına atlamaya kalkıştı, fakat beceremediği için yanaşmanın gelip elinden tutmasını bekledi, sonra kapının önündeki iki ayak taş merdiveni çıkarak hızlı hızlı tokmağı vurdu.

içerden hiçbir ses çıkmadı. Şahinde tekrar tekrar çaldı; cevap vermiyorlar ve açmıyorlardı. Alelade zamanlarda bile bir şeyi başından sonuna kadar düşünemeyen kafası merak ve heyecandan ve bilhassa tarif edilmez bir korkudan inmeli bir hale gelmişti. Kapıda durup aptal gözlerle sokağa veya evin üst katma doğru bakıyor ve hiçbir şeye karar vermeyerek bekliyordu.

İhtiyar Rumelili hizmetçi bir haftadan beri gelininin yanma gitmişti, fakat evde Kübra ile anasının bulunması lazımdı. Sonra Yusuf ile Muazzez bağdan araba ile dönmüşlerdi. Eve gelmeyip nereye gidebilirlerdi?

Birkaç kere daha sıkı sıkı tokmağı vurdu. Karşı taraftaki evlerden birinin kafesi kalkarak saatçi Rakım Efendi'nin hastalıklı karısının sapsarı ve alnı çatkılı başı göründü:

"Şahinde Hanım, boşuna çalma, evde kimse yok!"

Şahinde Hanım "Ne biliyorsun?" demedi, hatta bunu düşünmedi bile. Bütün işi pencerede oturup mahallenin ahvalini kafes arkasından kontrol etmek olan bu kadının verdiği malumat muhakkak doğru İdi. Sadece sordu:

"Nereye gittiler?"

"Kübra ile anası kollarında bir bohça ile çıkıp gittiler, ama nereye gittiklerini bilemedim!"

"Kollarında bir bohça ile mi?"

"Öyle ya.. Bir daha dönmeye niyetleri yok ellalem!" Şahinde derhal kendini unutup dövünmeye başladı: "Amanın, Müslümanlar! Evimi soyup da mı gittiler nedir? Hanım, ellerinde sedefli bir çekmece de var mıydı?"

 "Görmedim komşu, belki bohçaya tıkmışlardır." 

"Bizim Yusuf ile Muazzez de gelmediler mi?" 

"Gelmediler komşu, ikisi beraber miydiler ki? Sen kızın ile gitmemiş miydin?"

Ortada mühim birtakım meseleler döndüğünü hisseden komşular da kafesleri kaldırmışlar, mükâlemeye iştirake başlamışlardı. Saatçinin karısı merakından kendisi sualler soruyordu. Şahinde cevap verdi:

"Beraber gittim... Şeylere... Bir ahbabın bağına gitmiştik... Yusuf gelip kızı almış, buraya dönmüş. Halbuki evde yoklar... Babalarına bir şey mi oldu diye merak ettim ama, baksana, ortalıkta öyle bir şey yok... Şimdi de çocukları merak ediyorum!"

Komşulardan biri dayanamayarak sordu:

"Kız giderken sana haber vermedi mi?"

"Ya, haber vermedi işte... Ne oldu bunlara anlamadım!" Her şeyi kolayca tefsir ediveren komşular bu sefer düşünmeye dalmışlardı ve herhangi bir tahminde bulunamayarak sadece Şahinde'ye sualler soruyorlar ve zaten perişan bir halde olan kadını büsbütün şaşkına çeviriyorlardı.

Nihayet soracak suali kalmayan ve Şahinde'nin daha fazla sokakta durmasına lüzum görmeyen saatçinin kansı:

"Baksana Şahinde Hanım!" dedi. "Kapının önünde ne bekliyorsun? Kübra'nın anası giderken anahtarı pencerenin kenarına bıraktı!"

Şahinde aptal aptal karşısındakinin sarı yeşil yüzüne baktı. Bu yüzde vazifesini yapmış bir insanın sükûnetinden başka bir şey yoktu. Şahinde söyleyecek söz bulamayarak başını çevirdi, anahtarı alıp kapıyı açtı ve içeri girince taşlığın bir kenarına çöküverdi.

Kımıldayacak halde değildi. Şişmanca vücudunu hafif bir ter kaplamıştı. Çarşafını eliyle iterek başını açtı. Taşlıkta bir fevkaladelik yoktu. Kübra ile anasının yatakları kenarda dürülü duruyor ve üzerlerini her zamanki gibi bir kilim örtüyordu. Yalnız hep bu yatakların kenarında duran bohçaları yoktu. Şahinde bu kadınla kızın bu eve niçin geldiklerini ne kadar az düşündü ise, şimdi niçin gittiklerini de o kadar az düşünüyordu. Her şeyden evvel yorgundu. Ara sıra: "Muazzez'i bu oğlan nereye götürdü acaba?" diyor, fakat bir süre sonra: "Acaba bu kanlar giderken bir şeyimi alıp götürdüler mi?" diye üzülüyordu. Bu üzüntü, onu yerinden kaldırıp eşyasına baktıracak hale gelmeden, kayboluyor ve yerini boş bir gevşekliğe bırakıyordu.

Vakit geçtikçe korkusu arttı. Salâhattin Bey de hâlâ gelmemişti... Bu gece gene geç vakitlere kalırsa çıldırırdı. "Komşulardan birine gidip orada yatarım!" diyordu. Fakat kocası gelince kapıyı açacak ve kendisine İzahat verecek birinin evde bulunması lazımdı. Ne de olsa, gelecek olan bu evin erkeği idi ve Şahinde'de onu sokakta bırakacak kadar cesaret yoktu. Sonra, merakının ancak Salâhattin Bey tarafından giderilebileceğine, onun her şeyi anlatacağına dair içinde bir kanaat beliriyordu. Şimdi gözleri kapıda ve yüreği çarparak her dakika onu bekliyordu. Akşam olmuş, ortalık kararmaya başlamıştı. Lambayı yakmak için yerinden kalkarak sokak üstündeki odaya gitti. Sonra buraya niçin girdiğini unutarak pencereye yaklaştı ve sokağa bakmaya başladı. Sıcak günün sonunda sokaklarda beliriveren bir kalabalık, dört tarafa gidip geliyor, kimisi koltuğunda birkaç pide, kimisi elindeki kâsede biraz tahin pekmez ile evine dönüyordu. Alnını kafese dayayarak dışarısını seyreden Şahinde köşe başından kocasının görünüvermesini bekliyordu. Bu anda başka hiçbir isteği yoktu. Her şeyi unutmuştu. İçinde sadece müthiş bir korku ve tükenmez bir bekleyiş vardı. Herhangi bir mesele üzerinde durup düşünmeye alışmamış olan kafası, yükünü atmak için bir insana muhtaçtı ve Şahinde Salâhattin Bey'i, farkında olmadan, yalnız bunun için herhangi bir şeyi düşünmeye mecbur kalmaktan kurtulmak için, bekliyordu.

Ortalık adamakıllı kararmıştı. İhtiyarlar teşbihleri ellerinde akşam namazından dönüyorlardı. Şahinde minderin üstüne büzülmüş oturuyor, mahallenin çocuklarından birini çağırıp hükümete göndermeyi, Salâhattin Bey'e haber verdirmeyi akıl edemiyordu.

Kolunu pencerenin kenarına dayamış ve başını, yorgunluktan bitkin bir halde, onun üstüne yatırmıştı. Gözleri karıncalanıyor, başı zonkluyordu. Bu aralık yorgun ve ağır adımlar kapıya yaklaştılar. Şahinde yerinden fırlayarak dışarı koştu. Salâhattin Bey gelmişti. Daha ayakkabılarını çıkarırken karısı onun omzundan tutarak:

"Bey, Yusuf'u, Muazzez'i gördün mü?" diye sordu.

"Ne münasebet? Yusuf bugün bana uğramadı... Muazzez evde değil mi?"

"Aman bey, başımıza gelenleri sorma!"

"Ne oldu? Beni telaşa düşürme!"

"Çocuklar yok... Evdeki karı ile kızı da bohçalarını alıp gitmişler!"

"Kübra mı?"

"Ya, ikisi de... Bir haber bile bırakmamışlar. Kim bilir, evi de, soyup mu gittiler nedir. Ben telaşeden dört tarafa bakamadım... Seni bekledim!"

"Yusuf nerede?.. Muazzez, nerede?"

"İşte anlatıyorum ya, canım... Muazzez benimle gelmişti!.."

Şahinde birdenbire durdu. Bugün Muazzezde birlikte nereye gittiğini Salâhattin Bey'e söyleyemeyeceğini hatırladı. O anda başka bir yalan da bulamayarak kekeledi. Bereket ver- sin Kaymakam ona dikkat etmiyor, başı önünde sık sık nefes alarak sadece dinliyordu. Kansının sustuğunu biraz geç fark etti ve:

"Anlatsana canım!" dedi. Taşlıkta duruyor ve gözleri yarı kapalı dinliyordu. Şahinde kısık bir sesle:

"Ne bileyim ben, bey?" dedi. "Muazzezle ben Cennetayağı'na bir ahbaba gitmiştik. Yusuf bir yaylıya binip gelmiş, kızı almış. Ben ilk evvela seni rahatsızlandı sandım ama, eve gelince hiç kimseyi bulamadım. O kanlar anahtarı pencereye bırakıp savuşmuşlar..."

Ancak şimdi ortada ciddi bir mesele olduğunun farkına varan Kaymakam:

"Yusuf ne zaman Hilmi Beylerin bağına gelip Muazzez'i almış?" diye sordu.

Karısı hemen cevap verdi:

"İkindi sıralarında..."

Sonra, birdenbire düştüğü bir korkuya mağlup olarak, yalvarır gibi mırıldandı:

"Hilmi Beylere gittiğimizi nereden biliyorsun bey?"

Kaymakam omuzlarım silkti. Nereden bildiğinin o da farkında değildi. Cennetayağı, Yusuf, Muazzez, Kübra isimleri bir arada kulağına gelince bugün gidilen yerin Hilmi Beylerin bağı olduğu kanaati kafasında belirivermişti. Bu o kadar tabii olmuştu ki, karısına kızmayı bile akıl etmiyor, yalnız gitgide artan bir merakla:

"Nereye gitmişler?.. Nasıl haberin olmaz yahu? Sen ne biçim mahluksun?"

Diye söyleniyordu. Fakat karısından işe yarar bir cevap almak imkânı yoktu. Rabıtasız konuşuyor ve sözleriyle daha ziyade Salâhattin Bey'in zihnini karıştırıyordu. Kaymakam ne yapmak lazım geldiğini düşünmek için bir müddet sustu. Bu esnada evin sessizliği ona bir rüzgâr gibi çarptı. Gözlerini açıp etrafına bakındı: Karşısında perişan bir tavırla titreyen karısından başka bir şey göremedi. Karanlık taşlığa, bahçe kapısı tarafından, beyaz bir ışık vuruyordu. Demek ay oldukça yükselmişti ve çocuklar hâlâ dönmemişlerdi.

Onların bir daha dönmemek ihtimali göğsünü bir bıçak gibi çizerek boğazına kadar çıktı. Bu evde onlar olmadan oturmak, bu karşısındaki şişman ve zavallı mahlukla yalnız kalmak ihtimali onu yerinden sıçrattı:

"Nerede kaldılar bunlar... Nereye gittiler bunlar!" diye hiddetle bağırdı.

Karşısındaki ürkek bir hıçkırıkla cevap verdi. "Bilmem ki!"

O zaman Kaymakam süratle ayakkabılarını giyerek dışarı fırladı. Karanlık ve bozuk kaldırımlı sokaklarda ayaklarını taşlara çarparak ilerledi. Hükümet binasına gelince candarmayı karakola yollayıp bölük kumandanını çağırttı.

O gece takibe çıkıp muhtelif semtlere dağılan altı candarma, ilk iş olarak, kasabaya yarımşar, birer saatlik köylerde güzel bir akşam yemeği yediler. İki tanesi aynı köyde geceyi geçirmeye karar vererek odaya birer yatak serdirdiler; diğer dördü yemekten sonra atlarına atlayıp bir müddet daha gittiler ve ancak geç vakit vardıkları köylerde kalıp uyudular.

Burhaniye tarafına giden candarma geceyi Edremit'e yarım saat mesafede bulunan FrenkkÖy'de geçirdikten sonra sabahleyin güneşin doğup oldukça yükselmesini bekledikten sonra, öğleye doğru, Burhaniye'ye geldi ve caminin yanındaki bir kahveciden, akşam Ayvalık tarafına doğru bir arabanın geçtiğini öğrendi.

Hayvanını ve kendini yormaya hiç niyeti olmadığı için kahvede oturup yarım saat dinlendi. Bu esnada, bitişik handaki hizmetkârlardan birini, atını gezdirip kaşandırmaya memur etti. Çizmelerini çıkarıp önündeki demir masaya dayayarak yün çoraplarının içinde parmaklarını oynattı ve ancak kendisini hafif bir uykunun bastırmak üzere olduğunu anlayınca doğrularak gerindi ve hancının hizmetkârına:

"Ülen, getir hayvanı!" diye bağırdı.

Çizmelerini tekrar çekti. Hayvanın boynunu okşadıktan sonra kolanları sıktı. Dizginleri yakalayarak yüksek Çerkeş eyerinin üstüne atladı. Başka zamanlarda oldukça haşarı olan beyaz kısrak bu sıcakta adamakıllı uslanmışa benziyordu. Boynunu önüne uzatarak kaldırımların üzerinde tıkır tıkır yürümeye başladı.

O gün akşam üzeri Ayvalık'a varan candarma, yolun yarısında at üstünde uyumuş, diğer zamanlarda da silahını ensesine koyup ellerini iki tarafından geçirerek memleket türküleri tutturmuştu.

Uğradığı köylerde muhtarlara, bir oğlanla bir kız görüp görmediklerini sormuş ve menfi cevap almıştı. İşini bitirmiş olmanın verdiği bir vicdan istirahati ile Ayvalık Karakolu'nda uzanıyor biraz dinlendikten sonra şehri dolaşmaya çıkmayı ve bütün ahalisi Rum olan bu kasabanın güzel kızlarını gözden geçirmeyi düşünüyordu.

Burhaniye'den ayrılıp deniz tarafına doğru ağır ağır atını sürerken karşılaştığı bir yaylı araba, candarmanın hiç gözüne çarpmamıştı. Bunu pek tabii görmeliydi, çünkü arabanın içinde kimse yoktu ve hayvanları, san mintanlı genç bir köylü sürüyordu.

Bu köylü, arabayı biraz hızlı sürerek Edremit'e geldi. Aşağıçarşı'dan geçmek üzere iken oradaki bir nalbant dükkânından fırlayan bir adam koşarak hayvanların dizginlerine yapıştı; avaz avaz bağırmaya başladı:

"İn aşağı, keratanın oğlu, arabamı nereye götürüyorsun!"

Köylü hemen yere atladı. Mahçup fakat kendinden emin bir tavırla cevap verdi:

"Araba senin mi? Al öyleyse, ben de seni bulup malını geri vermeye geldim. Bunu da al! Yusuf Ağa yolladı, hakkı geçtiyse helal etsin dedi!"

Silahlığından bir kese çıkararak içinden bir lira aldı, karşısındakine uzattı.

Arabacı "Helal olsun," diye uzaklaştı. Bu esnada orada birdenbire beliren iki candarma köylüyü yakalayarak hükümete götürdüler.

San mintanlı delikanlı, bir köylü için en korkunç şey olan bu yolculuk esnasında bile, gülümsüyordu. Hatta kendisini Kaymakam'm karşısına çıkardıkları zaman da korkmadı, sadece:

"Candarmaya hacet yoktu beyim, zati ben de size geliyordum!" dedi.

Salâhattin Bey yerinden kalkarak ona sokuldu: 

"Nerden geliyorsun?" dedi.

Genç adam kahverengi gözlerini karşısındakine çevirerek:

"Yerimi nideceksin bey?" dedi.

"Beni Yusuf Ağa ile kızın gönderdi!"

"Ne yapıyorlar?"

"Bizim imam bu sabah nikâhlarını kıydı. Ellerinden öperler. Bunu diyivermek için beni buraya saldılar!"

Kaymakam bir müddet durakladı, sonra yüzüne bir tebessüm gelerek:

"Yusuf bizim kızı kendine nikâh mı etti?" diye sordu.

"Allah gönüllerine göre versin bey; kızın yiğit delikanlıya düştü."

"Başka bir şey söylemediler mi?"

"Yok, söylemediler! Siz merakta kalmayasınız diye beni gönderdiler. Arabayı da sahibine ulaştırdım!"

"Dönüp gelmeyecekler mi?"

"Döneceğe benzemezler ama, Allah bilir!"

Kaymakam çok ısrar ettiği halde, isminin İsmail olduğunu öğrendiği delikanlıya hangi köyden olduğunu söyletemedi. Oğlan iki üç hafta köye dönmeyeceğini, buradan Havran'a gidip oradaki eniştesinde kalacağını söylüyor ve Yusuf'la Muazzez'in kendi köylerinde olmadığını yeminle temin ediyordu.

Kaymakam nihayet başka bir şeye karar vermiş gibi ısrarı kesti. İsmail'i karşısına oturtarak onunla uzun uzadıya konuştu.

Edremit'e dönmezlerse hem kızının hem Yusuf un perişan olacaklarını, ikisinin de ellerinden bir iş gelmediğini, Yusuf un zaten yabancı olmadığını ve kendisinin bu nikâha muhalif bulunmadığını, "şart olsun", "dinim hakkı için" gibi büyük yeminlerle anlattı. Hiç kimseye haber vermeden ikisinin beraberce köye gitmelerinin en iyi çare olduğunu ve babalan ayaklarına gittikten sonra çocukların inat etmeyeceklerini, mümkün olduğu kadar açık bir şekilde karşısındakine izah etti. İsmail bütün bu laflardan pek bir şey anlamamakla beraber, karşısındaki adamın hiçbir fena maksadı olamayacağını sezmişti. Koskoca kaymakam tek başına köye gitmeyi isteyince diyecek laf kalmıyordu.

"Gidelim Kaymakam Bey, nasıl emredersen?" dedi. Salâhattin Bey hemen bir araba hazırlattı ve çocukları aramaya gittiğine dair eve haber yolladı. "Komşulardan birini çağırıp evde yatırsın!" dedi.

Ezanla beraber yola düzüldüler.

Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top