Ara Sıcak; Kasabı Takip Eden

Kasabı takip eden , kuzu gibiyim. Bıçağın altına kendi isteği ile yatan.

Hiç hatırlamıyorum mutlu olduğumu, fotoğraf karesi gibi geliyor bazen önüme, birkaç resim. İnsanların yüzlerini hatırlamamaya başladım. Ölen arkadaşlar hariç. Onların suratları hep önümde. Seslerini hiç unutamadım. Bazen bu dünyadan kendi isteği ile çekip giden her arkadaşıma özendim. Hepsini affettim. Onlardan daha korkusuz ve dik durabiliyordum hayata karşı ama onlar benden cesur çıktılar. İsimleri yüzleri unutmaya başladım ama çektiğim acılar hala aynı yerde duruyorlar.

Altı yaşına girmiş miydim, yoksa girmek üzere miydim şimdi hatırlamıyorum. Bir Çarşamba günü Annem markete giderken beni babama bıraktı. Oradan da hep birlikte eve döneceğiz. Dükkanın içindeyim, ürünlere bakıyorum, bir içeri giriyorum bir dışarı çıkıyorum fayansların çizgilerine basıp yürüyorum zaman geçmiyor.

O ara bir müteahhit girdi dükkana. Akrabalarımızdan birisi. Yaptığı evlerin tüm iç aksamlarını, dış cephe boyasına kadar bizimkiler yapıyor. Babam onla konuşurken daha da sıkıldım. Dükkanın hemen karşısında bir park var. Oraya gittim oynamaya başladım.

Salıncakta sallanırken birden karşıdan gelen babamı gördüm. Hemen salıncaktan indim ve bir asker gibi ellerimi saldım. Sonrasında ona doğru yavaşça yürüdüm. Bana kızmasın diye;

"Baba biliyor musun..."

Sözümü dahi tamamlayamadan, ben sana dükkandan ayrılmayacaksın demedim mi? Saatlerdir seni arıyorum. Gözlerindeki öfkeyi anlamıştım. Başımı öne eğdim. Onu yumuşatmak için kaç cümle kurduysam olmadı. Dinlemedi beni, cevap vermedi. Annem geldikten sonra eve döndük birlikte. Başıma bir şeyler gelecek ama ne geleceğini kestiremiyorum.

İçeriye girdiğim de, evin kapısının önünde bir paspas var. Dikdörtgen biçiminde 50 cm boyunda 30 cm eninde. Kırmızı beyaz kareleri olan bir paspas. Paspastan tam içeriye adım atacağım sırada.

"Sen burada kalacaksın. Bu paspasta."

Tamam kalırım dedim. Sonrasında "Ben sana dükkandan ayrılma demedim mi?" diye sordu. "Dedin." Dememle suratıma bir tokat attı. Sürekli geldi sordu ve ben tokat yedim. Kaç kere tokat yedim bilmiyorum. Ağladım, 'neden ağlıyorsun' dedi vurdu. Sustum, 'sana bir soru sordum niye cevap vermiyorsun' dedi vurdu. Özür diledim 'yap yap sonra da özür dile' dedi vurdu.

Daha güneş batmamıştı eve geldiğimizde, aylardan Marttı. Akşam yemeği yedirtmedi bana. Her on dakika da, belki de daha kısa, belki de daha uzun sürelerde beni tokatlayıp durdu. Paspasın üzerindeyim ve bir yere de gidemiyorum. Aşırı korkunç bir ceza. Paspasın karelerine bakıyorum bir oyun kurmaya çalışıyorum. Hayalimde bir araba o paspasın üzerinde gidip geliyor. Ben ayaktayım oturmuyorum. Ayaklarım ağrıdı, ayaklarımda dermen kalmadı. Susadım. Tuvaletim geldi. Acıktım. Sonra insafa gelip tuvalete gitmeme ve su içmeme izin verdi. Bir de altıma işediğim için dayak yiyebilirdim. Ondan beni kurtardı. Su ve açlık çok önemli değildi. Saat 9'da uyuyordum ama şunu unutmam; "Saat 11 oldu, şimdi yatağına git ve bu cezayı ben neden aldım diye düşün." Son sözlerinden sonra bir daha vurmadı. Fakat o günden sonra bende refleks olarak birisi yakınımda elini kaldırırsa hemen savunma pozisyonuna geçmeye başladım.

Hatta ilerleyen zamanlarda özellikle ilkokulda, orta okulda, sırf bu yüzden başım bir çok defa derde girdi. Yanımda ellerini kaldırıp durdu çocuklar. Bende başka bir şey geliştirdim. Onlara vurmaya. Bir keresinde ilkokuldayım. Fatih diye bir çocuk var. Sürekli sataşıyor. Üç tane yumruk attım. Tokat değil. Direk yumruk. Çocuğun tek gözü morardı ve dudağının hemen yanı. Ertesi gün öğretmen sorduğunda benim yaptığımı söyledi. Öğretmen beni yanına çağırdığında elini kaldırıp bağırmaya başladı. O elini kaldırdığı an ben de yumruğumu vuracak gibi kaldırdım.

Bana vuramazdı bunu şimdi anlıyorum. Ama o zamanlar anlayamam. Tanınmış bir aileydik ve çok akrabamız vardı. Bizi tanıyan yetişkinler asla bize bulaşmazlardı. Geçmişten gelen hikayelerle biraz çekinirlerdi bizden. Direk babamı aradı. Babam okula geldi. Öğretmeni dinledi dinledi dinledi. Sonra çocuğa döndü; "İyi misin bir şeye ihtiyacın var mı?"

Babam çocuğu tanımıştı. Babasını tanıyordu. Bizim yanımızda çalışan ustalardan birinin oğluymuş. Öğretmene ben hallederim diyerek kestirip attı konuyu. Sonrasında eve döndüğümüzde olayı anlatmamı istedi. Eve dönene kadar paspası düşünüyorum saatlerce orada kalacağımı.

"Elini kaldırdı bana doğru, bende vurdum."

"Öğretmen?"

"O da elini kaldırdı, fakat vurmadığı için ona vurmadım."

Kafasını salladı. "Aferin kedini ezdirtmemişsin." Diyerek ilk aferinimi aldım.

Babam bana kötü davranıyordu, annemin de ondan yana kalır yoktu. Annem bağırmıyordu, kızmıyordu, dövmüyordu ama bu olanlara sessiz kalıyordu. Günlere gider, akşam dizisini izler, akşam oturmalarına giderdi belli bir yaşa kadar da beni de götürdü.

Bu oturmalar da sürekli bana bakıp; "Eve gidince göreceksin sen." Derdi. Oysa hiçbir şey yapmazdım. Eve gidince de bir şey olmazdı oda ayrı konu. Ama beni korkuturdu bu şekilde. Annem için abileri, annesi, abilerin çocukları önce gelirdi. Babam için ise ben önce gelirdim. Bunu biliyorum. Anneme de hak veriyorum. Çünkü cahil iş bilmez herhangi bir mesleği yok. Babamın ani değişimleri, gelgitleri nedeni ile her an babam onu boşayabilir. O yüzden de annesinin evine gideceği için onlarla arasını iyi tutmak zorundaydı.

Belki de babası olmadığı için, abilerini baba yerine koymuştu bilmiyorum. Fakat bir keresinde babam annemi kapı dışarı etmeye ramak kalmıştı. "Emrah'ı da alıp giderim." Dediğinde Annem, babamın bir sürü psikopat yanıyla tanışmıştım ama "Emrah'ı alırım." Cümlesinden sonra adamın içinden canavar çıktı. Vurmadı anneme ama söylediği birkaç kelimeden sonra annemin beti benzi attı. "Gideceksen sen çek git. Emrah'ı götürmeyi aklının ucundan bile geçirme."

Babam aslında amcamın ölümüne kadar çok merhametli bir adamdı. Şakacıydı, komikti, konuşkandı. Martıları, güvercinleri, kumruları, kargaları beslerdi, yaz aylarında su ve kedi maması koyardı dükkanının önüne. Ha kazadan sonra da koyardı orası ayrı konu. Eli açıktı. Herkese borç verir sonra alamazdı. Kendi kendine söylenir öfkelenirdi.

Siz bakmayın babamın, otobüslerin kapılarının üstünde duran yazı gibi biri olduğuna. ''Basamakta durmayın, otomatik kapı çarpar'' bu çarpma sadece banaydı. Basamakta dururdum otomatik kapı da bana çarpardı. Yoksa babam merhametli bir adamdı.

Mutluluk nedir? Ne demektir? İnsan mutlu olabilir mi gerçekten? İnsan neden mutlu günlerini hatırlamaz da, göz yaşı akıttığı umutsuz günlerini aklından çıkartamaz. Neden mutluluğun sebebi kendi değilken, mutsuzluğun sebebi olarak kendini suçlar? 

Hiç hatası olmadığında bile kendinden neden nefret eder bir insan? 

Neyse konumuz bu değil.

Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top