Yaz Rüyası♔

BÖLÜMÜ OYLARSANIZ VE YORUMLARSANIZ SEVİNİRİM!

EĞER GÜNCELLEME BİLDİRİMİ GELMİYORSA KÜTÜPHANEDEN ÇIKARIP, BİR DAHA EKLEYİN VEYA BENİ TAKİP EDİN.

Bölüm Şarkısı:  Three Days Grace - Nothing's Fair In Love And War

Yayınlanma Tarihi: 12.05.2020 (01:44)

İyi Okumalar!

Larastka Krallığı - Başkent: Kantre - Ulu Saray

Jayce

Sıcak yaz günleri Kantre'yi bambaşka yapıyordu. İnsanlar kışın etkisini unutuyordu. Oysa biz kış insanlarıydık. Kışın bize yaşattığı her türlü zorluğa dayanırdık. Bu yüzden yazın bize gösterdiği tatlı rüyalara aldanmamız gerektiğini düşünüyordum. Kışı bu yüzden daha çok seviyordum. Daha gerçekçi, daha bizdendi. Yaz ise hayalcilerin mevsimiydi. Tatlı ve zehirli rüyalar sunarak bizi uyuştururdu. Kışın yaşanan zorluğun izlerini silerdi, yaşama karşı savaşı unuttururdu. Bu yüzden yazı sevmiyordum. Samimiyetsiz bir mevsimdi. Kış ise acı gerçeklerine rağmen bizdendi. Tatlı bir rüya yerine acı bir gerçeği her daim tercih ederdim.

Aynada kendime son kez bakmıştım. Kantre'nin dışında bizi bekleyen bir sürpriz vardı. Loya'dan öğrenmiştim. Kimden olduğunu bilmiyordum, Loya oraya gittiğimizde öğreneceğimizi söylemişti. Bir bilinmezliğe gitmekten memnun değildim. Önümün net olmasını severdim. Yine de onu tek bırakmamak adına gidecektim. Kapı açılmış, Loya gelmişti. Zümrüt yeşili etek, omuzlarını açıkta bırakan beyaz gömlek giymişti. Saçlarını ördürmüştü. Belinde kısa bir kılıç görünce gülümsemiştim. Güneyli yanını gösteriyordu. Buradaki kadınlar pek silahlarla samimi olmazdı. Loya ise kendini savunabilirdi. Onun bu yanını seviyordum.

Loya "Hazır olmana sevindim, atlar hazır. Bizimle beraber Adeline da gelecek."

"Adeline'ın meclis toplantısını yönetmesi daha doğru. Neden gelmek istiyor?" dedim.

"Çünkü bizimle olmak istiyormuş. Karşı çıkma, Jayce. Bana göre bizimle gelmesi ona farklı bir deneyim kazandıracak. Yönetim sadece sarayın içinde değil, bunu sen de biliyorsun."

Loya'ya karşı çıkmanın bir anlamı yoktu. Ellerimle onun güzel yüzünü sardım. Dudaklarını nazikçe öptükten sonra "Senin bilgeliğine sığınıyorum." dedim. O ise gülümsedi.

Odadan beraber çıkmıştık. Sarayın dışında ise Vadim ile bekleyen Adeline'ı gördüm. Atların önünde konuşuyorlardı. Vadim bir asker gibi giyinirken Adeline ise ava çıkacak gibi giyinmişti. Deri pantolonu, tuniği, ceketi. Tamamen bir avcıydı. Saçlarını açık bırakmıştı. Bu ona daha vahşi bir hava katmıştı. Güneş ışığı saçların dans ederken sanki kıvılcımlar çıkıyor gibiydi. Bizi gördüğünde gülümsemişti. 

Adeline masum bir sesle "Umarım sizinle sabahın bu vaktinde geldiğim için kızgın değilsindir, baba." dedi. İri gözleri masum masum bakıyordu. Bu gözlere insan kızamazdı.

Gülümseyerek "Tatlı kızım yaramazlık yapmak istemiş, neden kızayım?" dedim.

Vadim "Prenses Adeline, harika birisi. Krallığımız ona sahip olduğu için çok şanslı."

Adeline "Utanıyorum! Böyle konuştukça ne diyeceğimi bilemiyorum."

"Gerçekleri diyoruz, Prenses. Utanmanızı  gerek."

"Hadi, şu yere gidelim. Loya, sen önden git hayatım. Nereye gideceğimizi sen biliyorsun." dedim.

Atlarımıza binmiş, sivil giyinmiş askerlerle yola çıkmıştık. Sabah olduğu için hava daha serindi, sıcaklık yoktu. Hoş, biz bu sıcaklıklarda bunalıyorsak Esla yanıyor olmalıydı. Bizim buradaki sıcaklığımız onların bahar sıcaklıklarına denkti. Esla'nın yazını sevmiştim. Çünkü farklıydı. Kantre'nin yazı gibi yapmacık gelmiyordu. Esla gerçekten yazını yaşıyordu. Buraya nasıl kış yakışıyorsa oraya yaz yakışıyordu. Ateş ve buz. Bu iki dengenin simgeleri gibiydi bu iki şehir. Ateşin olmadığı yerde buz olamazdı, buzun olmadığı yerde ateş olamazdı. Bu dengeyi açıklayan bu söz hoştu. Fakat işler değişmişti. Ateş ve buz, birbirini yoketmeye çalışıyordu. Loya'nın dediğine göre birisi yokolduğu zaman diğeri de yokolacaktı. Dengenin sağlanması adına gerekli bir kuraldı. Peki buna gerek olmazsa ne olacaktı? Ateşin olmadığı bir hayat mümkün olabilirdi. Bunu yaşamadan bilemezdik. Dengenin yeniden kurulması lazımdı.

Denge yeniden kurulduğu zaman her yerin buz olmasını istiyordum. Buzun donuk güzelliğini yaşatmam lazımdı. Ateşin yıkıcılığından, asi tavrından kurtulacaktım. Ateş zararlıydı. Ülkemin yanıp kül olmaması adına her şeyi yapmay kararlıydım. En büyük kabusum ülkemin yıkılmasıydı. Aynı kabusu defalarca  görmek beni yıpratıyordu. Kül ve kar aynı anda yağıyor, sarayımı enkazlar içinde buluyordum. Loya, çocuklarım, sevdiklerim hep ölüydü. O enkazda beni karşılayan ise Ayashri ile Talayer idi. Onların beni öldüreceği sırada Ayashri'nin genç hali geliyordu. Masum olduğunu düşündüğüm zamanlardaki hali karşımdaydı. Neden karşımda o oluyordu, bunu çözebilmiş değildim. Belki de masumiyet zamanlarını özlediğim bir yanım vardı. Bunun dışında bir açıklaması yoktu. Genç Ayashri'nin benim yanıbaşımda ağlama nedeni buydu.

Loya'nın dur demesiyle durmuştuk. Düşüncelerimden sıyrılmış, etrafa bakıyordum. Kantre'nin dışındaydık. Issız bir hanın önünde durmuştuk. Oldukça bakımsız, oldukça özensizdi. Girişin önündeki yabani otlar büyümüştü. Herhangi bir yaşam belirtisi yoktu. Lanet bir yere gelmiştik."Loya, geri dönelim. Baksana uğursuz bir yere geldik."  dedim.

Loya hana bakarken "Bu kadar korkak olduğunu bilseydim, tek başıma gelirdim." dedi.

"Hanın bakımsızlığını görmüyor musun? Burada kim kalır?" dedim.

Hanın kapısı yavaşça açıldı. İçeriden suratsız bir adam çıkmıştı. Koyu tenli olduğuna göre Azinizarlı idi. Bir güneyliye göre cidden suratsızdı. Adam bizi süzerken bakışlarında alaycılık görüyordum. Adam "Sonunda geldiniz, ekselansları! Neden içeri girmiyorsunuz? Han bugün sizin için ayarlandı."

Loya atından inmişti. Birkaç adım atmıştı. Loya "Seni Talayer mi gönderdi?" dedi. Derin bir nefes aldım. Gerçekten Talayer yüzünden mi böyle berbat yere gelmiştik?

Atımdan indim."Bu toprakların kimin olduğunu bilmiyormuşsun gibi davranma yaşlı adam. Emirleri alacağın kişi benim." dedim.

Adam "Senin zorbalığına boyun mu eğeceğimi düşünüyorsun, Kuzgun Kral? Senin ve soyunun hükmü bize işlemez."

Sinirle "Beni kışkırtma, Hancı. Canını alıveririm, şimdi içeri girelim." dedim.

"Elbette, içeri girin." dedi. Sinsi yüzünde alçak bir gülümseme vardı.

Hana girmiştik. İçerisi de dışarısı gibi bakımsızdı. Tavanda örümcek ağları vardı, rutubet ise her yere yayılmıştı. Adeline öksürmüştü. Rutubet, toz onu hep rahatsız etmişti. Onu dışarı gönderebilirdim ama bu tekinsiz yere de güvenmiyordum. Hanın yemek salonuna geldiğimizde şoka girmiştim. Larastkalı kıyafetler giymiş, cesetler vardı. Herbir ceset kapıya doğru bakıyordu. Kimileri içki içiyor gibi ellerinde bardak vardı, kimileri ise konuşuyor gibi birbirine bakmıştı. Cesetler yaşıyor gibiydi. Kokuları onların ölü olduğunu gösteriyordu. Bu insanların sonu nasıl böyle olmuştu? Loya'ya baktığımda cesetlere şaşkınca bakıyordu. Eliyle ağzını kapatmıştı. Gördüğü manzara karşısında kendini tutmuştu.

Öfkeyle "Bu ne demek oluyor, Loya? Bu insanları tanıyor musun?" dedim.

Loya yutkunmuştu. Konuşamayacak halde gibiydi. Ağlamaklı bir sesle "Tanıyorum, onlar benim casuslarımdı. Sönmeyen ateşi öğrenmeleri için gönderdiğim insanlardı. Hepsi ölmüş!" dedi.

"Talayer'in seni ne kadar çok sevdiğini görmüş oldun! Sana ne kadar değer verdiği açık, Loya!" diye bağırdım.

Adeline "Baba, annemin bir suçu yok."

"Annenin bir suçu yok, bunu biliyorum. Benim kızdığım o piç. Beni bu şekilde mi korkutacak? Handaki cesetlerle bana Larastka halkını öldürürüm diyorsa korkmuyorum!" diye bağırdım.

Loya ise yanımdan gitmişti. Tek tek cesetlere baktı. Bir şeyler bulmak için onları kurcalamıştı ama hiçbir şey yoktu. Talayer mektubunu yazılı göndermemişti ama etkileyici bir yol bulmuştu. Arkamızda duran hancının boğazına yapıştım ve onu duvara yapıştırdım. Hancı ise gülmüştü. Öfkeden deliye dönmem hoşuna gitmişti. Sertçe "Konuş!" dedim.

Hancı sırıtarak "Ne konuşabiliriz? Sen bir hükümdarsın, ben ise basit bir hancıyım." dedi. Loya yanıma gelmişti.

Loya "Seni bu han için kim tuttu? Neden onlara yardım ettin?"

"Bunu anlayabilir misiniz? Siz bizleri dışladınız, eziyet ettiniz. Azinizar ise bizlere kucak açıyor iken onların isteğine boyun eğmemek aptalca bir hareket olurdu."

"Sen bu topraklarda doyuyorsun be adam! Azinizar'a hizmet etmeyi nasıl düşünürsün?" dedim.

"Senin bu topraklarını Yasher yaksın! Bir zamanlar doyduğum topraklardı, saygı duyuyordum. Fakat senin o leş vatandaşların benim karımla kızımın ölümlerine neden oldular. Onlara tecavüz ettiler, kızımın intiharına sebep oldular. Karım ise hastalandı, öldü. İşte o zaman benim için Larastka bitti. Bu cesetlerden farkları kalmadılar."

"Ne?"

"Tecavüzcüleri ise senin hakimin haklı buldu. Sömürge vatandaşının kızıysa uygundur denildi. İntikamını alamadım ama Azinizar bana intikam fırsatını verdi. Bak, hepsi ölü ve hanımın daimi müşterisi oldular. Senin ülkenin geleceği bu, Kral. Sen ve senin gibilerin sonu bu kokuşmuş cesetler olacak."

Yutkundum. Ne diyeceğimi bilemiyordum.Kendimi hancının yerine koymak istememiştim. Onun yaşadığını ben yaşasaydım, ne yapardım? Hiç bilemiyordum. Loya "Biz yardım edebilirdik ama onları geri getiremeyiz." diye mırıldandı.

Hancı kahkaha atmıştı."Ben intikamımı aldım. Kral Talayer sayesinde bana sunulan fırsatı değerlendirdim. Artık ölsem umurumda bile değil. O alçakların cesetlerini gördüğüm için mutluyum."

"Ölmekten korkmuyor musun? Seni öldürebilirim. Vatana ihanet ettin."

"Ben Larastka'ya ihanet etmedim, o bana ihanet etti. Tek isteğim, yaşamaktı. Karım ve kızımla yaşamak istedim ama Larastka bana bunu çok gördü. İlk önce dışladı ardından hayat damarlarımı kopardı. Şimdi yaşasam veya ölsem umurumda olur mu? İki sarhoş benim çiçeklerimi koparmış iken benim yaşamım kimin umurunda? Bırak, öleyim Kral Jayce. Sana Kral Talayer'in mesajını ilettim, görevimi yerine getirdim."

"Talayer'in mesajı bu mu? Ölüm mü?"

"İleri gidersen cesetleri yöneteceğini sizlere söyledi, anlamadın mı? Şimdi öldür, beni." dedi ve adamı bıraktım. Adam ise duvarın dibine çökmüş, gülüyordu.

Loya "Jayce, adamı öldüremezsin. Yaşadıklarından dolayı delirmiş, görüyorsun. Larastka ondan en değerli varlıklarını almış."

"Ona acıyor musun?"

"Larastka'da yaşamak istemiş, bu ülke onu yaşatmamış. Bence öldürelim ve sevdiklerine kavuşsun." dedi. Arkamdaki adama baktım. Delicesine gülüyordu. Acıdan delirmişti, aklını kullanamıyor diye insanlar acırdı. Yaşadıkları ağırdı. Fakat o adam Talayer gibi bir asinin mesajını göstermesine yardımcı olmuştu. Larastka'ya ihanet etmişti. Benim ülkeme ihanet etmişti. Bunun karşılığı olmayacak mıydı? Talayer'in elçisi olmayı kabul ettiğine göre henüz aklını yitirmemişti. Cesetlerle dolu bir hanın hancısı olmayı kabul etmişti. O zaman aklı gayet yerindeydi. Ölüm, bu adam için ödül olurdu.

"Hayır, Loya. Bu adam yaşayacak, yürüyerek Kantre peşimizden gelmek zorunda kalacak. Vadim, bu divanenin ellerini bağla. Senin atının arkasında sürüklensin."

"Jayce! Kendine gelir misin? Bu adam suçsuz. Sadece intikam isteyen birisiydi, Talayer kullandı. Cezalandırılmayı hakketmiyor."

"Ülkeme verilen bir mesajın aracısı oldu, sevgilim. Yaşadığı acılara üzüldüm, yaşamasını istemezdim ama o adaleti çok yanlış yerlerde aradı."

"Böyle yaparak insanları kendinden uzaklaştıracaksın!" dedi. Sesi gibi bakışları da sertti.

"Benim insanlarım bana yakın, diğerleri umurumda değil!" dedim.

Loya'nın cevap vermesini umursamayarak handan çıkmıştım. Sinirliydim, Loya'nın kalbini kırarak bu siniri çıkarmak istemiyordum. Ölüm, bu adama merhametti. Yaşadıkları korkunç olsa bile ona Larastka'ya ihanet etme nedeni vermiyordu. Saraya gider gitmez yapacağım ilk iş bu hancının davasına bakan hakimi ölüme göndermek olacaktı, bundan kimselerin kuşkuları olmasındı. Fakat hancıyı da bağışlayacak değildim. Talayer'in cesetlerle dolu sanat eserine destek vermişti. Düşündükçe sinir oluyordum. Talayer ise bize açıkça mesajını vermişti. Onlardan bir şey almaya kalkışırsak ölümle buluşurduk. Bundan korkmuş muydum? Asla! Beni cesetlerle süslediği bir han salonuyla korkutamazdı.

Han ile ilgili emrim cesetlerin ailelerine ulaştırılması yönünde olmuştu. Bizimle gelen sivil askerlerin lideri bu konuyla  ilgilenecekti. Ailelerinin gerçeği bilmesi lazımdı. Yaşananlar karşısında acıları olacaktı, neden böyle olduğuna dair isyanlarını görmek kaçınılmazdı. Her görevin bir tehlikesi elbette vardı. Onlar Larastka uğruna ölmüşlerdi. Kahramanca canlarını feda ettiklerine göre aileleri için bir yardım sağlayabilirdim. Larastka'nın evlatlarına nasıl sahip çıktığı görülürdü. Ah, kimbilir o sönmeyen ateşi bu ülkeye getirdiklerinde nasıl övgü alacaklarını düşünmüşlerdi! Rütbelerinin yükseleceklerine inanmışlardı, bu tehlikeli göreve katılmışlardı. Ölümle buluşmaları üzücüydü.

Kantre'ye daha yavaş dönmüştük. Vadim'in atının arkasına bağlı olan hancı yüzündendi. Ara ara bilerek hızlandığım oluyordu. O adamın sızlanmaları artınca yavaşlıyorduk. Yaşamasını istiyordum. En azından şimdilik kararım buydu. Ölüm ona merhamet olurdu. Talayer bu adamı umursamış mıydı? Bence hayır! Umursamış olsaydı şu an bu adam bu sefalette peşimden asla gelmezdi. Aslında Talayer bu adamı kolaylık gözden çıkarabilirdi. Sonuçta hancının amacı bir çeşit intihardı. Bu intihar görevini kabul ederek Talayer'in bir kişiyi daha düşünme sorunu ortadan kalkmıştı. Tilki Talayer! Senin bu akıl oyunlarından nefret ediyorum.

Saraya geri döndüğümde üstümdeki kıyafetlerden kurtulmuştum, çalışma odama geçmiştim. İlk emrimi ise vermiştim. Hancının davasıyla ilgilenen hakimi bulmalarını ve idam etmelerini emretmiştim. Verdiğim emrin sorgulanmadan gerçekleşsin dediğim zaman odamdan çıkılmıştı. Hala sinirliydim. Bir şeyler yapmak istiyordum ama olmuyordu.

Akşam yemeğine kadar kitap okumuştum. Yemekte ise Loya ve çocuklarla toplanmıştım. Hepsi ayrı ayrı mutluydu. Maida bugün dil dersinde öğrendiği kelimeleri söylüyordu. En sonunda ise onu alkışlamıştım. Bana mutlulukla bakmıştı. Keila kız kardeşini süzdükten sonra bana bakmıştı. Sakin bir sesle "Babacığım, sana bir şey söylemek istiyorum."  dedi.

"Ne oldu, Keila?" dedim. Keila ise Andrej'i süzmüştü.

"Abim düğün yapmak istemiyor! Basit bir nikah istiyormuş." dedi. Şarabını yudumlarken Andrej'e bakıyordu. Andrej ise oflamıştı.

Andrej "Keila, bunu söylemenin sırası mıydı? Ben uygun bir zaman diliminde açıklayacaktım."

"Diğer uçuk isteğinden bahsetmedim. Öz babasının da düğünde olmasını istiyormuş." dedi. Alaycılıkla bunu söylerken bir yandan da küçümseyici bakışlarla Andrej'i süzüyordu."Buna inanabiliyor musunuz? Ben ilk duyduğum zaman çok şaşırdım.  O prensi neden görmek istersin ki?"

Ben şaşırmıştım. Andrej'in abimi görmek isteyeceğini düşünmemiştim. Sonuçta ona babalık yapan bendim. Tuhaf hisler benimleydi. "Gerçekten mi?" diye fısıldadım.

Andrej gergindi. Bunun açıklanmasını beklemiyordu ama gerçekler her daim açığa çıkmaya mahkumdu. Bu yaşta bunu bilemeyecek kadar saf olamazdı. Bu sarayda öğrenmeliydi."Baba, ben bunu istiyorum çünkü o da istiyor. Onunla olan mektuplarımızda bu isteği vardı." dedi.

"Sen ne dedin? Olmayacağını belirtmiş olman lazım. O, sürgündeki bir prens!" 

Loya "Baban haklı, Andrej. Olmayacağını söylemiş olman lazımdı. Prens Arnav'ın bunu teklif etmesi bile büyük bir hata, büyük bir yanlış. O sana babalık yapmadı, senin ailen olmadı. Bunu bilmesine rağmen nasıl teklif edebilir?" 

Andrej "Anne, ben onu bir defa gördüm. Kötü davrandım ama yetişkinliğimde bunu düzeltemez miyim? Onun bu nikaha gelmesi iyi olacaktır. Esla'daki sürgünü sona ermeli."

"Oğlum, o sürgündeki prens! Asla bu topraklara dönemez. Üstelik geçmiş yıllardaki vasiyetine göre ölüsü bile Esla'da olacak. Bunu bildiğin halde nasıl sürgünden dönmesini teklif ediyorsun?"  dedim.

"Teklif ediyorum çünkü bu iktidar kavgasının son bulduğunu göstermemiz gerektiğine inanıyorum. Üstelik onun yaşayan tek oğlu  benim, kız kardeşim de var ama benim yerim farklı olmalı. Benim nikahımı görmek isteyecektir."

Derin bir nefes aldım. Andrej'in kalbini kırmak istemiyordum. Fakat beni buna zorluyordu."Düğününde Prens Arnav gelmeyecek. Senin baban yanında, Andrej. Farkında mısın?"

"Sizlerin yeri benim için ayrı, sizler benim ailemsiniz. Fakat onu da..."

"Fakat onu da göremezsin! Gerçek ailen yanında iken onu yanında istemen şımarıklıktan başka bir şey değil."

"İsteklerimi neden görmezlikten geliyorsun, anlamıyorum."

"Çünkü isteklerin istek değil. Seni büyütenlere karşı tutumunu gözden geçirdin mi, bizlerin ne hissedeceğini düşündün mü?"

Loya "Andrej, babanın demek istediği senin gerçek ve öz ailenin bizler olduğu. Prens Arnav'ın buraya gelişi ne yazık ki bir istek bile değil." dedi. Andrej ellerini sıkmıştı. Yüzü gergindi.

Andrej "Ben böyle bakacağınızı düşünmemiştim, benim hatam."

"Düğününün de olacağını kafana  güzelce sok! Sen bu ailenin prensi olarak yetiştin. Senin bunun farkına varacağına uç isteklerde bulunuyorsun. Sana sunduğumuz imkanları görmüyorsun!" dedim.

Loya sessizce "Hayatım, istersen oğlumuzun üstüne bu kadar gitme. Düğün telaşından olmalı." dedi. O, her daim ailemizdeki huzursuzluğu bastırmaya çalışırdı.

Keila küçümseyici bir şekilde "Düğün telaşından bile kaçıyor, nikaha indirerek basite indiriyor." dedi.

Andrej "Keila sen neden karışıyorsun?" diye bağırdı. Kızımın gözleri irileşivermişti. Andrej'in bu çıkışı onu irkitmişti. Andrej ise sinirle ona bakıyordu.

Soğuk bir sesle "Çünkü bu karar ailemizin alacağı bir karardı. Kendine saklasaydın çoktan devrik kral buraya gelirdi." dedi.

"Buna karışma hakkın olmadığını çok iyi biliyorsun!"

"Sana mı soracaktım? Seni yanlış bir karardan döndürdüğüm için teşekkür etmen gerekeceğine nankörlükle bana sesini yükseltiyorsun. Eh, nankörlük her zamanki tavrın. Son zamanlarda nankörsün!"

"Nankör değilim!"

"Nankörsün. Sana yapılanları görmüyorsun, elinin tersiyle itiyorsun. İmkansız isteklerinle babamızın annemizin karşısına geçiyorsun. Sonra da bana sesini yükseltiyorsun. Fakat ben ablama benzemem, bunu bilmiş ol."

Andrej bir şey diyeceği sırada Loya sertçe "Yeter! Yemek masasında kavga etmeniz sizlere yakışmıyor iken birbirinize seslerinizi yükseltiyorsunuz." dedi. İkisi susmuştu, birbirilerine ters ters bakmışlardı.

Yemek sonrası ise Keila bizlere müzik şöleni yaşatmıştı. Müzikte baya yetenekliydi. Birkaç çalgı çalabiliyordu, sesi ise naifti. Akşam yemeğindeki tartışmanın izleri silinmişti. Kızımın sesini dinlerken günün o berbat gerginliğini atıyordum. Aklımda ne Talayer'in iğrenç gösterisi vardı ne de Andrej'in saçma istekleri. Kızımın sesinde huzur bularak şarabımı içiyordum, gevşiyordum. Fakat aklımın bir köşesinde Keila'nın dedikleri vardı. Andrej'in bu tavırları nankörce miydi diye sorguluyordum. Ona her şeyi sunmuştum. Bir prens gibi yetişmesini sağlamıştım. Tarihteki en şanslı Tudersi, Andrej idi. Hiçbiri prens veya prenses muamelesi görmeden yaşamlarını sürmüşlerdi. Andrej ise verdiğimiz imkanlarla bunu yaşıyordu. Fakat  o hep uç isteklerde bulunuyordu. Bulunduğu istekler gerçekleştirilemezdi. Bunun farkında olmasını isterdim. Beni ve Loya'yı yormazdı. Loya benden daha çok üzülüyordu, bunu görüyordum. Andrej ile olan her tartışmamızda Loya ayrı geriliyordu. Öz annesi gibi endişeleniyor, aramızı yapmaya çalışıyordu. Denge kurmak çabaları vardı ama yetersizdi. Andrej dengeye yanaşmadığı sürece aramız daha çok bozulacaktı. Loya'nın bunu görmesi şarttı.

Görmezse Andrej yüzünden karşımda olabilirdi. Bu da ayrı bir sorundu. Evlatları için Loya her şeyi yapardı. Anaç bir yapısı vardı. Bu huyunu seviyordum. Üzücü olan şey ise Andrej'in Loya'nın bu anaçlığına rağmen onu üzen tavırlarda bulunmasına da sinirliydim. Beni üzebilirdi, kırabilirdi ama Loya'yı üzemezdi. Buna hakkı yoktu. Kendisine annelik eden bir kadın ezmeye kalkarsa karşısında ilk beni bulurdu. Ondaki bu tavırlarla bunu yapacağına dair şüphelerim fazlaydı. Ya Loya'yı üzerse diye düşünmeden duramıyordum. Canımı sıkıyordu. Andrej keşke elindekilerle yetinmeyi bilen bir çocuk olsaydı diyordum. O zaman hayat daha kolay olurdu.

Odamıza geçtiğimizde yatağımla buluştuğum için mutluydum. Loya ise geceliğini giymiş, kollarımın arasına yerleşmişti. Gül kokusunu içime çekerken işte gerçek şifa diyordum. Onun bakışı, kokusu günümü bitirmek adına güzel bir ilaç oluyordu. Loya "Bugün yoruldum." diye mırıldandı.

"Ben de yoruldum ve gerildim. Kesinlikle berbattı." dedim.

"Yine de günün sonunda birbirimizin yanında olmak güzel. Senin kollarının arasında olmayı seviyorum. Kendimi evimdeymiş gibi hissediyorum."

"Benim içinde aynısı geçerli. Büyük saraylarda kalabilirim, yatakları rahat olabilir ama sen yanımda yoksa her yer benim için harabedir."

Loya kafasını kaldırıp bana bakmıştı. Tek kaşı kalkıktı."Böyle güneyli sözleri söylemeyi nereden öğrendin?"

"Güneyli sözleri mi? Ah, benim güzeller güzelim. Ben her daim böyle konuşuyordum, sen bana karşı sağır isen bu kalbimi daha çok yaralar."

Cilveyle "Baldan tatlı sözlerine aldanırsam sana yenilmiş olurum. Tutsak olmak ise benim ruhumda yazılı değildir." dedi. Dudaklarını yavaşça öpmüştüm.

Fısıldayarak "Bence bugünü güzel sonlandırmamız için hala elimizde geçerli bir nedenimiz var." dedim. Bir kez daha öptüğüm zaman Loya kıkırdamıştı.

"Aşka, tutkuya her zaman vaktimiz yok mu?"

"Her zaman var, Loya. Ah, benim kuğu boyunlu sevgilim. Gül kokulu Loya'm. Sen benimle oldukça asla yenilmem." dedim ve Loya'nın dudaklarına yönelmiştim. Ruhlarımızın dansıydı, bedenlerimiz bir olurken aşk sözcüklerimiz bu dansın şarkısıydı.

Onunla olmak gerçekten ilaçtı, ruhuma şifaydı. Aşk en doğal ilaç değil miydi? Loya benim en zor anlarımda yanımda olmuştu. Varlığıyla bana destek vermişti. Ona aşıktım, o benim hayatım boyunca yanımda olmasını istediğim tek insandı. Benim vicdanımdı, benim merhametimdi. Benim tutkumdu, Loya. Onsuz bir hayat düşünemiyordum. Onu seviyordum. O ise en başından beri beni seviyordu. Bu aşkta onun emeği daha çoktu, bunu inkar edemezdim.

Sabah ise güne daha keyifli başlamıştım. Bütün gününde öyle geçmesini ummuştum. İsteğimin hemen olması ise beni ayrı keyiflendirmişti. Sakin bir gün geçirmek gerçekten iyi gelmişti. Dünün gerginliğini unutmuştum. Gün sakince akıp gitmişti. Ertesi gün ise meclis toplantısı sonrası odama geçmiştik. Stanley, Ronald ve Vadim  peşimden gelmişti. Stanley'i görmek daha şaşırtıcıydı. O, Loya'nın sadık adamıydı. Aiden'in vasjyeti üzerine Loya'nın yanında yer alıyordu. Aiden'in izleri hayatımızdan silinmemişti. Silinmesi ise mümkün değildi.

"Meclistekilere göre bu ceset olayına karşılık vermek adına hancıyı çarmıha germeliyiz. Sizin düşünceniz ne?" dedim. Bugünün konusu buydu. Dünden beri çözülememişti. Ben yaşaması en büyük ceza derken danışmanlarım  ölümü savunuyorlardı ve ibret alınması adına şehrin meydanında  sergilensin diyorlardı.

Stanley "Ben Kraliçe Loya'nın düşüncelerine katılıyorum. Bunu yaparsak çok zalim gözükürüz,  majesteleri."

"Adamın neden olduğu suçu görmüyor musun?"

"O adamın deli olduğunu siz söylediniz, bir deliyi cezalandırmak size yakışır mı?"

Ronald yüzünü ekşitmişti. Stanley'in dedikleri ona çok ters geliyordu."Lordum bunu demek size yakışmıyor. O deli dediğiniz hancı ülkemize yönelik bir tehdit mesajina destek veriyor. Başından üzücü olaylar geçmiş ama bu ona Larastka'ya ihanet etme bahanesi vermiyor." dedi.

"O adamın yaşadığını hissetmek çok zor. Ne yapacağını bilememiş."

"Adamın davasıyla ilgilenen hakim idam edildi. Adaleti bozanlara gereken cezayı verdik. Beni sinirlendiren Larastka'ya karşı işlediği suç. Bunun için cezalandırılmalı." dedim.

Vadim "Bence de cezalandırılması gerekli. Çünkü onun bu hareketi diğerlerine cesaret verecek. Çarmıha gerilip şehir meydanında tutarsak insanlar onun suçunun ağırlığını görür."

"Vadim ve acımasızlığı." diye mırıldandım. Bazen onun bu acımasızlığı bana fazla geliyordu. Her daim böyleydi, ondan farklı düşünceler beklemem aptalca olurdu.

Stanley "İnsanları daha çok öfkelendirecek! Cesaret edemeyecekler ama içten içe Azinizar desteği artacak."

Ronald "Larastka'nın yönetim anlayışı bu, Lord Stanley. Bunun farkında değil misiniz? Her daim başarılıdır."

"Her daim başarılı oldu ama zaman değişti. Insanlar baş kaldırmayı öğrendi. Biz ise bu konuda geride kaldık. Geçmişteki yöntemlerimizle şimdiki zamana ayak uydurmaya çalışmak ise felâketleri davet etmek demektir."

"Lord Stanley, sizin dediğiniz bir yaz rüyası. İnsanlar yaz rüyalarında baş kaldırmayı gördü ama kışın sert gerçekliği onlara nerede yaşadıklarını hatırlattı. Bir yaz rüyası kış gerçekliği karşısında hiçtir." dedim.

"Majesteleri bunu sizde gördünüz. Esla'daki yıllarınızı hatırlayın. O insanlar bir isyana nasıl hazırlandı,  onları bu isyana ne teşvik etti biliyorsunuz."

Vadim oflamıştı. Stanley'in bu dedikleri ona deli saçması geliyor olmalıydı. Bıkkın bir sesle "Dranil ile Jayce aynı değil. Jayce harika bir kral. Başarıyla yönetiyor. Dranil ise şerefsizin önde gideni olarak halkına kan kusturmayı seviyordu." dedi.

"Kral şimdi sömürgelere kan kusturursa Dranil'den farkı kalır mı? Bizim kendi vatandaşlarımıza iyi ama sömürge insanları da benimsenmek istiyor."

"Farkında isen diğer sömürgelerimiz ile sorunumuz yok. Zintrasa daha geçen gün yardımlar adına teşekkür mektubu gönderdi." dedim. Böyle mektuplar görmek hoştu.

"Azinizar en büyük sömürgemiz. Zintrasa ile onu bir tutmak komik, efendim."

Ronald sertçe "Seni pis serseri! Kral'ın karşısında olduğunu unutuyorsun. Lord Jason, seni görseydi utanırdı. Azinizar veya Zintrasa. İkisi sömürgedir. Birinin büyük diğerinin ufak olması onları birbirinden üstün kılmaz!" dedi.

"Elbette ikisi aynı değil. Toprak olarak Azinizar daha büyük,  daha çok insanı ve kaynağı var."

Vadim "Stanley, sömürge sömürgedir. Bunu aklından çıkarma."

"Beyin yerine saman var, böyle saçma düşüncelere nereden kapıldın? Aiden'e kısa süreliğine yaver oldun, değiştin. Seni hiç iyi etkilemedi."

Stanley Aiden'in adını duyunca yüzü yumuşamıştı. Bakışları hüzünlenmişti."Evet, lordum. Ben kısa sürede ondan çok şey öğrendim. En büyük ögrendigim şey ise vicdanımı kaybetmemek oldu. Bu yüzden sizlere muhalifim.  Vicdanımı kaybetmek, sizler gibi olmak istemiyorum. Babam gururlanmayabilir ama ben kendi doğrularımdan ödün vermeyeceğim için mutluyum." dedi.

Buruk bir tebessüm yüzümdeydi. Aiden burada olsa her şey daha farklı olurdu. O ölümü seçmişti. Kendi onurunu kurtarmak adına bunu yapmıştı."Ronald ve Vadim, Stanley'e kızmayı bırakın. Birilerinin vicdanın sesi olması lazım. Stanley'in böyle olması hoşuma gidiyor."

Vadim kaşlarını çatık bana bakarken "Hatalı konuşmasına rağmen mi? Bence saygısızdı." dedi.

Gülerek "İyiki Dutarse değilsin, Vadim. Senin kral olmanı düşünemiyorum." dedim. Benden daha sert olursun diyecektim aslında. Fakat onun bu bakışlarıyla bunu demem kalbini kırardı. Tabii varsa kırılırdı.

Ronald "Majesteleri konu dağıldı, Stanley başardı. Fakat karar vermeniz gereken bir konu var. Hancı ne olsun? İbret alınması adına çarmıha gerilip aç susuz bekletilsin mi?"

Stanley hırsla "Hayır, deyin! Bu karar bir felaketin öncü adımı olur." dedi.

"Sen sus, çocuk!"

Stanley bana bakıyordu. Gözleri umutluydu. Onun dediğini yapmamı istiyordu. Stanley'e bakarak "Stanley sen vicdanlı bir adamsın, bu huyun çok iyi. Fakat bazen kararlar alırken vicdanımızı  bastırmamız gerekir. O hancıyı yaşatarak cezalandırmak istiyordum. Fakat diğerlerinin ders alması şart. O adam şehrin meydanında çarmıha gerilecek. Açlık, acı onu öldürürken diğerleri  onun sonundan ibret alacaktır." dedim.

Stanley hayal kırıklığına uğramıştı. Ayağa kalkıp bana baktı."Aldığınız karardan pişman olmayın, majesteleri." dedi. Başını eğdikten sonra odadan çıktı.

Vadim ve Ronald zafer kazanmış edasıyla birbirilerine bakmışlardı. Cezayı uygulama kısmını onlara bırakmıştım. Bu mesele beni yeterince yormuştu. Doğru bir karar aldığıma inanıyordum. İbret olmalıydı. Atalarımın yaptığını yapmıştım.  Sömürgeleri dizginlemek adına korku şarttı. Bu korkuyla yücelmiştik. Stanley'in dedikleri bir yaz rüyasından ibaretti. Gerçek olamayacak düşlerdi. Bize kış kadar katı gerçekler lazımdı. Bunu o da biliyordu. Larastka insanıydı. Peki neden vicdanının etkisiyle yaz rüyalarına kapılıyordu, anlamıyordum.

Akşam yemeğinde ise Loya kararıma tepki göstermesini beklemiştim. Fakat hiçbir şey dememişti. O da Stanley gibi adamın yaşamasını savunmuştu. Bu şaşırtıcıydı. Bizim gibi düşünüyor diyordum ki Loya vicdanını gösterivermişti. Ona göre adam ömür boyu maden ocaklarında çalışabilirdi. Ölüm kararını duymuş olması gerekirken bu sakinliğine ne desem bilemiyordum. Adeline bile ondan daha çok şey söylemişti. Yaşaması lazım, kararı al diyordu ama hüküm verildi ise asla geri alınamazdı.

Hancıyı düşünmeden yeni güne başlamıştım. Sakalımı kısaltmış, lacivert takımlarımı giymiştim. Hancıyı düşündükçe aldığım karar aklıma geliyordu. Düşünmemek en iyisiydi. Üstelik ben bu kararı Larastka adına almıştım. Bunu bilirken neden hancıyı düşünerek kendime işkence ediyordum? Hiç gerek yoktu. Meclis toplantısı sonrası çalışma odama geçmiştim.  Benden sonra ise içeri Vadim girmişti. Hancı hakkında konuşacak olmalıydı. Bu konuyla o ilgiliydi.

"Hancı hakkında konuşacak isen o konu kapandı. Adamın acıdan nasıl kıvrandığını senden duymak istemiyorum." dedim.

Vadim hızla "Adam acı çekmedi,  Jayce. Adam çarmıha gerildiği anda bir okçu tarafından öldürüldü. Göğsüne 3 ok yedi ve meydandaki karmaşa sayesinde izini kaybettik." dedi.

"Ne?" diye bağırdım.

Şaşkınca Vadim'e bakarken hancının bu acısız ölümü aklımda kim bana meydan okudu sorusunu  getirmişti. O adam elbette ölecekti ama acı çekerek ölecekti. Böylece  amacına hizmet etmiş olacaktı. Bu ölüm onun merhametle ölmesini sağlamıştı. Hancı intiharına kavuşmuştu. Ben ise içten içe onu öldürene kızıyordum. Yoluma engel olmuştu. Larastka'yı korumak uğruna dökeceğim kana engel olması boşunaydı. Bir hancıyı kurtarabilirdi ama diğerleri ne olacaktı? O okçuyu bulduğum zaman efendisi onu kurtarabilir miydi? Ben sanmıyordum. Ben yaz değildim,  rüyalarla insanları uyuşturamazdım. Ben kıştım. Gerçeklerim acımasızlıktı ama insanı hayatta tutardı.

Talayer'in mesajı için düşünceniz nedir? Cesetlerle dolu bir han salonuyla verilen mesaj size göre neydi? Jayce'in tepkisi doğru muydu?

Andrej'in öz babasını nikahında görmek istemesi ve düğünün olmasını istememesi için düşünceniz nedir? Sizce Keila bunu neden söyledi?

Hancı'nın cezası sizce doğru muydu? Jayce'in o adamı şehir meydanında sergiletmesi için düşünceniz nedir? Hancıyı kim öldürdü?

Stanley-Ronald-Vadim konuşması için düşünceniz nedir?

Bir dahaki bölüm Loya olacaktır. Sevgilerle!

Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top