Kör Nota | Deniz
Parça: Bolera - Ravel
• Dün gece radikal kararlar aldım,
Tuttum idam ettim seni içimde.
Tüm suçu gaz lambasına atan çocuk değilim, artık.
Babam bile büyüdü biliyor musun?
Kaç misket daha ütersem sağ çıkarım içinizden?
Dün gece radikal kararlar aldım,
Sonra çizgiyi aştım.
Siz görmediniz, hile yaptım.
Babam bile sustu biliyor musun?
Dün gece radikal kararlar aldım,
Sonra uyudum.
Sen en diri halinle karşımdaydın.
En suçlumuz gaz lambası.
Babam hâlâ çocuk.
Hiç misketim olmadı sanki.
Çizgiyi aşacak kadar büyümedim.
Korkarım hile yapamam.
Dün gece radikal kararlar aldım,
Tuttum kendimi astım.
Elimde küçük bir tabut.
Kör Nota | Deniz
" İstanbul'a hoş geldin, Füsun. "
" Füsun kim? " diye, bağıran bir ses duydum. Etrafıma bakındım ama kimse yoktu.
" Hey! Buradayım, yukarı bak. "
Başımı yukarı kaldırdığımda yurdun penceresinde bir kız, beline kadar aşağıya sarkmış bana el sallıyordu. Kaşlarımı çatıp ben de ona el salladım.
" Füsun, benim. "
Dudaklarından kısa bir kahkaha çıktı. " Kendi kendine mi hoş geldin diyorsun? "
" Evet, ne var bunda? "
" Pınar, bir deli daha geldi baksana. " dedi, içeriye doğru.
Bu söyledikleri biraz canımı sıkmıştı ama bir şey demedim. Daha yurda girmeden arıza çıkarmak istemiyordum.
" Dur kız. " dedi, eliyle hızlı hızlı işaret ederek. " Aşağı ineyim de bavulu taşımana yardım edeyim. "
" Gerek yok. " dedim, ama beni duymamıştı. İç çekip yurdun isminin yazılı olduğu tabelayı okudum. Özel Öğrenci Sömürme Kız Yurdu. Pekâlâ, bu kadar da dürüst olmak zorunda değildiniz. Ciddi anlamda sömürmüşlerdi bizi. Çalışıp biriktirdiğim para bile zor yetmişti. Ben öyle hâlâ olduğum yerde dururken korna sesiyle sıçradım.
" Alooo! " dedi, arabadan kolunu çıkaran, dayı bey.
" Afedersiniz, efendim. " dedim, kaldırıma çıkarken.
Kafasını büküp yoluna devam etti. Tekrar yurda döndüğümde biraz önce bana bağıran kızla göz göze geldim. Kapıya yaslanmış sırıtıyordu. " Şaşkın! " dedi.
" Şey ya dalmışım sadece. " diyerek bavulu sürükledim. Yanıma gelip elimden aldı sonra beraber içeri geçtik. Girişte kafeterya ve yurdun müdürüne ait olduğunu düşündüğüm bir masa vardı. Önünde iki tane kırmızı sandalye, üzerinde bilgisayar ve yemek artıkları.
Masanın arkasında oturan kadına gülümseyerek " Merhaba! " dedim. Ruhsuzca gülümseyip aynı şekilde karşılık verdi. Yüzü son derece soğuk duruyordu. Tepeden sıkıca toplanmış saçları, kalın çerçeveli gözlükleri, ince dudakları ve yeşil gözleriyle tam bir kontrol manyağı müdür tiplemesi vardı karşımda.
" Füsun, ben. " dedim. Daha kaç kere daha adımı söylemem gerekecekti, bilmiyordum. Başını sallayıp eliyle sandalyeye oturmamı işaret etti. Yardım için gelen kızla karşılıklı oturmuştuk.
" Yurdun kurallarından bahsedeyim biraz. " dedi, önündeki kağıtları düzenlerken.
" Ben de memnum oldum, efendim. Bu arada hoş buldum. "
Gözlüklerinin üzerinden bir süre yüzümü inceledi. " Kurallar diyordum. "
" Aslında bakarsanız babam biraz bahsetmişti. "
" Yine de biz üzerinden geçelim. " dedi, küçük gözlerini kısarak. Bu sanırım sabrımı zorlama demek oluyordu.
" Aman Feyza abla. " dedi, kız gülerek. " Arkadaşımız bir yerleşsin, ben ona tek tek anlatırım kuralları. "
" Tamam. " dedi, robotik bir sesle. Çok kolay ikna olmuştu. Sanırım bu kızın onu nazarında yeri değerliydi. Sonra çekmeceden anahtar alıp masanın üzerine, önüme koydu. " Odanın anahtarı. "
Bir şey demeden alıp avcuma kıstırdım. Kıza döndüğümde bana kaş göz işareti yapıyordu. Felçli gibi görünse de ne dediğini anlamıştım. Hemen kalkıp tekrar bavulumun ucundan tuttum. Beraber sürüye sürüye odamın olduğu kata çıkardık. Otuz altı numaralı odada kalacaktım. Kapının önüne geldiğimde kız elini koluma koyup konuştu. " Ben şimdi bu odaya girmiyorum. Kavgalı olduğum birisi kalıyor. Sen bavulunu yerleştirince bizim odaya gelirsin. " dedi, hemen sağ çaprazdaki odayı işaret ederek. Bakışlarındaki ima hiç hayra alamet değildi. Arada bir bavula bakması da gözümden kaçmamıştı.
Neydi bu şimdi? Benim oda arkadaşımla kavgalıydı ve yeni gelmiş birisini kendi safına mı çekmeye çalışıyordu? Birinci dünya savaşına zorla dahil edilmeye çalışılan Osmanlı gibiydim. Tarafsız olunmuyor muydu?
Kapıyı açtığımda önce başımı uzatıp bi' baktım. Birisiyle göz göze gelince tamamen açtım. İki kişilik bir odaydı. Beyaz duvarları, mavi dolapları, duvara sabitlenmiş küçük bir plazma televizyon, mini buz dolabı, bir tane çalışma masası, iki adet sandalye, parke zemin... Odama gözümü gezdirirken gülümsemeden edemedim. Çok güzeldi.
Telefonundan başını kaldırmış beni izleyen kıza döndüğümde konuşma gereksinimi duydum.
" Merhaba, yeni öğrenciyim ben. Odam burasıymış. "
" Aa! " diye, ünleyerek yerinden kalkıp karşıma dikildi. Ben de yatağımın yanına gelmiştim. Gülümseyerek elini uzattı. " Merhaba, Ekim ben. " dedi, elini sıkıp ben de kendimi tanıttım. Yatağın üzerine oturup biraz dinlendim. Bu süre de hiç konuşmadık.
" Kaçıncı sınıfsın? " dedim, ortamdaki sessizliği bozmak için. Telefonundan bakışlarını kaldırıp şöyle bir baktı bana. " İkinci sınıfım. " dedi. Belli ki pek konuşkan birisi değildi. Çok da ısrarcı olmamak için sessiz kaldım. En iyisi valizimi yerleştirmekti. Valizin fermuarını açmışken telefonum çaldı. Pantolonumun arka cebinden çıkartıp arayan kişiye baktım. Babam.
" Efendim, baba. " dedim, telefonu kulağımla omzum arasına sıkıştırarak.
" Vardın mı? "
" Evet, eşyalarımı yerleştiriyorum. "
" Bi' sıkıntı oldu mu? "
" Hayır. "
" Tamam, hadi kapatıyorum. "
" Anne- " derken telefon yüzüme kapanmıştı. İç çekip telefonu yatağa fırlattım, usulca.
Eşyam az olduğundan yerleştirme işini çabuk bitirmiştim. Boş valizi bazanın altına attım. Ellerimi birbirine vurup silkelerken gülümsedim. " İşte bu kadar. " dedim, kendi kendime sonra oda arkadaşıma döndüm. " Hey! Acıktım ben. Bir şeyler söylesek mi? "
" Ben aç değilim. " dedi, yüzüme bakmadan. " Dolabın üzerindeki kartlardan birisini arayıp sipariş verebilirsin. "
O telefonun içinde bu kadar önemli ne olabilirdi ki? Ayaklarıma panduflarımı geçirip odadan çıktım. Bavulumu taşıyan kızın tarafına da bir göz atsam iyi olacaktı. Gösterdiği odaya gelip kapıyı yavaşça tıklatıp araladım. Üç çift göz bana doğru çevrilmişken tanıdık yüz adımı söyleyerek ayağa kalktı. " Girsene içeri. " dedi.
Dediğini yapıp kapıyı arkamdan kapadım. " Merhaba, Fusün ben. " dedim, ortaya karışık. Bavulumu taşıyan kız tanıttı önce kendini. " Niğman ben de. "
Niğman, güler yüzlü cana yakın birisine benziyordu. Sarı saçları, uzun boyu, ela gözleriyle dikkat çekiciydi. Diğer kızlar Pınar ve Fatma Nur'du. Pınar, Ekim gibi soğuk birisine benziyordu. Esmer ve kısa boyluydu. Fatma Nur, biraz kilolu, uzun boyluydu. Çok konuşuyordu. Daha şimdiden sevgilisiyle neden kavga ettiklerini öğrenmiştim. Odada biraz daha kalıp kendi odama geçtim ve günün yorgunluğundan hemen uyuyup kaldım. İstanbul'da ki ilk günüm bu sayılıyorsa eğer, fena değildi.
✶
Gözlerimi ne kadar açabiliyorsam o kadar açtım. Hiçbir detayı kaçırmak istemiyordum. Galata Kulesi, tüm endamıyla karşımda duruyordu. Kalın duvarlarına sarılmak istiyordum. Aslında öyle de yaptım. İnsan kalabağını yarıp koştum kucakladım Kule'yi. Kerata halinden memnundu. Kulağıma taşların arkasından bi' kıkırdama sesi geldi. Aman Galata Bey ne yapıyorsunuz? Tekrar birkaç adım geri çekildim ve izlemeye devam ettim.
Bu eşsiz tarihi yapı, 528 yılında Bizans'lılar tarafından inşaa edilmişti. Bir yerde okumuştum: 69,90 metre yüksekliğe sahipti. Duvarlarının kalınlığı 3,75 metre olan kulenin iç çapı 8,95, dış çapı ise 16,45 metreydi. Gövdesi işlenmemiş moloz kullanılarak inşa edilen yapının ağırlığının yaklaşık 10 bin ton olduğu düşünülüyormuş. Bizans'lıların ahşaptan yaptığı kule o zamanlar fener olarak kullanılıyordu. Çıkan bir yangından sonra harabeye dönen kuleyi Ceneviz'liler moloz taşlardan savunma amaçlı olarak yeniden yapmışlardı. İstanbul, Osmanlı hakimiyeti altına girdiğinde ise dönem dönem birçok sebeplerle kullanılmış; tersena esirleri sığınağı, mehteran ocağı, gece yarısını haber verme gibi... Ah! Bir de Kız Kulesi ile olan aşkı var. En sevdiğim tarafı buydu. Onların aşklarını bilmeyen yoktur sanırım. En kısa zaman da sevgilisini de ziyaret edecektim.
İstanbul'a geleli bir haftadan fazla olmuştu. Bu sürede yavaş yavaş alışmaya başlamıştım. Okul inanılmaz kalabalıktı ve çok acayip tipler vardı. Daha doğrusu babamın 'zibidi' diye, adlandırdığı insan tiplemeleri. Mesela, kafa derisine kadar dövmeli erkekler, kafasını kazıttırmış piersingli kızlar falan. Kabul. İki metre boyunda yürüyen bir dövme gördüğümde ağzım açık bakıp kalmıştım. Neyse ki bacak boyu kadar yoktum ki beni fark etmedi. Kalabalık biraz yoruyordu. Küçük yerden geldiğim için adapte olmam zor olacaktı ama hayallerim için bu kadar sıkıntı değerdi. Başımı yana eğmiş bakarken bir kadın omzumdan itekledi. " Çekilsene kızım yoldan. " dedi, aksi bir sesle. " Durmuşsun tam ortaya. "
" Pardon, efendim. " dedim, kenara çekilirken. Bir şey demeden yoluna devam etti. Otuzlu yaşlarda, çakma sarışın bir kadındı. Ne kadar da kabaydı öyle?
Galata Kulesi'ne gelmişken bir fotoğraf çekilmesem olmazdı ama kime çektirecektim ki? Elimde telefonu sallarken etrafımdaki kalabalığa göz gezdirdim. Sonra bana doğru gelen adamın önünü kesip hızlıca konuştum.
" Efendim, rahatsız ediyorum ama bir fotoğrafımı çeker misiniz? " dedim, telefonu göz hizasında tutarak.
Çatık kaşlarla yüzüme bakan adam bir süre sessiz kalıp " Tamam. " dedi, düz bir sesle. Gülümseyip kamerayı açtım ve ekranda çekme yerini işaret ettim. " Buraya dokunarak çekeceksiniz. "
Telefonu hızlıca elimden alıp yan ve ters bir bakış attı bana. Hayır yani sanki kötü bir şey dedim. Herkes neden bu kadar sinirli ve gergin anlamıyordum? Kule'yi arkama alıp kameraya bakarak kocaman gülümsedim. İkinci poza geçmeden önce şüpheyle yüzüne baktım. " Telefonumu çalmazsınız değil mi? "
Derin bir iç çekti. " Hayır. " dedi, " Ayrıca benimki sizinkinden daha pahalı. "
" Öyle ölmem ya. " dedim, gözlerimi devirip. " Füze atsaydınız. "
Belli belirsiz gülümseyip tekrar kamerayı bana doğru tuttu. Birçok şekle girerek poz verdim. Zorla ciddi duruşlar, gülümseme, kahkaha, havalı hareketker, kuleyi kucaklamak, yere oturma... En son dil çıkardıktan sonra çatık kaşlı adam sabrı taşmışcasına " Yeter. " dedi.
" Tamam, tamam bence de yeter. " dedim, yanına gidip telefonu alırken. " Teşekkür ederim. " diye, ekledim.
Cebime attığım telefona bakarken " Bakmayacak mısın? " dedi.
" Gerek yok, sonra bakarım. "
Omzunu silkip bir şey demedi ve yoluna devam etti. Arkasından seslenecek gibi oldum ama vazgeçtim. Bir sonraki durağıma gitmek için yeterince oyalanmıştım burada. Aslında bakarsanız hayal ettiğim şeyi tatmaktan çok fena korkuyordum ama isteklerim daha baskındı. Geldiğim yokuşu inip ara sokaklarda gezerek sahile doğru yol aldım. İstanbul'un ara sokakları bile kalabalıktı.
Sahile geldiğimde bir banka oturup kocaman maviliği izledim. Sol tarafımda boğaz manzarası, karşımda Anadolu yakası, gemiler... Ayağa kalkıp denize daha çok yaklaştım. Dokunmak, koklamak istiyordum ama aşağıda kalıyordu biraz. Boynuma taktığım, hasır ipli şişe kolyeyi çıkarıp küçük kapağını açtım. İçine deniz suyu dolduracaktım. Daha önceden, bu işi yapmak için bir sokak satıcısından satın almıştım. Dizlerimin üzerine çöküp elimi denize doğru uzattım ama dokunmam mümkün değildi. Şu diğer, sahil kenarlarına da nasıl gidilir bilmiyordum. Daha fazla yaklaşmak için göğsümün üstüne yatıp belime kadar aşağı sarktım. Bir kayadan destek alıp boşta kalan elimi uzattım. Evet, işte olacaktı. Tam denize dokunacakken bir güç beni yukarı doğru çekti. Dudaklarımdan küçük bir çığlık kaçarken beni tutan kollardan kurtuldum. " Ne yapıyorsunuz ya? " dedim, tiz bir sesle bağırarak.
" Düşüyordun. " dedi, adam. Yüzüne baktığımda onu tanımıştım. Bu, fotoğraflarımı çeken çatık kaştı.
" Düşmüyordum. "
" Düşebilirdin. "
Her neyse dercesine elimi havada salladım. Biraz sinirlenmiştim.
" Ne yapıyordun öyle? "
" Denize dokunmak istedim. "
Gülümsedi. " Sen İstanbul'da yeni misin? "
Başımı kaşıyıp yüzümü buruşturdum. " Çok mu belli oluyor? "
Gülümsemesi daha çok yayılırken kolunu omzuma atıp adımlarıma yön verdi. " Nereye gidiyoruz? " dedim, sonra da kibarca kolundan kurtulup yanında yürümeye devam ettim. Yersiz samimiyeti vardı ama irdelemedim, detaylarda boğulmayı sevmiyordum.
" Gidince görürsün. " dedi, gizemli gizemli. Ona güvebilir miydim bilmiyordum? Ya beni kaçırıp organ mafyasına satarsa. Yan profiline şöyle bir bakış attım. Hiç böbrekçi tipi yoktu. Uzun boylu ve turuncuydu. Evet, turuncu. Turuncu kıvırcık saçlar, turuncu sakallar... İnce çerçeveli, yuvarlak gözlükleri, bal rengi gözleri vardı. Biraz büyük burnu, dolgun ve biçimli dudaklarıyla yanımda Vikings türünün şimdiki zaman modeli bir adam duruyordu. İnsanları tanıma tecrübem tam bir fiyaskodur ama kötü birine benzemiyordu.
On dakika gibi bir yürüyüşün ardından beni kayalıklı bir alana getirdi. " İşte." dedi, eliyle işaret ederek. " Buradan daha kolay dokunabilirsin. "
Minnetle yüzüne bakıp kayalara doğru hızlı birkaç adım attım. Aşağı doğru birkaç kaya inip daha çok yaklaştım. Denizle aramda yarım metreden az bir mesafe kalmıştı. Yanıma gelen çatık kaş, " Girmek ister misin? " diye, sordu. Olumsuz anlamda başımı iki yana salladım. " Şimdi ben istediklerimi yaparsam tüm büyü bozulacakmış gibi hissediyorum. "
" Bunu denemeden bilemezsin. " dedi, sonra ayakkabılarını ve çoraplarını çıkartıp pantolonunun paçalarını kıvırdı. Bana göz kırpıp suya girdi. Birkaç adım uzaklaştığında su dizlerine kadar gelmiyordu bile.
" Hadi! " dedi, eliyle işaret ederek.
Derin bir nefes aldım ve beyaz spor ayakkabılarımı ve pembe fosforlu çoraplarımı çıkardım sonra cesaretimi toplamak için biraz daha kayanın üzerinde kalıp suya girdim.
Soğuk su, ayaklarıma ilk değdiğinde bir parça ürperdim ama çok güzeldi. Aslında bakarsanız çay suyuna girmekten pek bir farkı yoktu. Adam, belli belirsiz elimden tutup biraz daha ileriye doğru götürdü. Sular neredeyse dizlerime kadar geliyordu ve pantolunumun bir kısmı ıslanmıştı. Gülümseyerek ayak ucuma doğru eğildim. Önce parmaklarımı gezdirdim suyun yüzeyinde. Arkamda küçük dalgalar bırakırken hoş bir görüntü çıkıyordu ortaya. Elimin tamamını daldırdım denize. Çıkartırken bir avuç su aldım ve burnuma götürdüm. Derin bir nefes alırken gözlerimi kapadım. Tanrım! Bu harikaydı. Gözümden bir damla yaş düşerken suları tekrar denize döküp doğruldum.
" ilk defa mı deniz görüyorsun? " dedi, adam şaşkınlıkla bakarken.
Başımı salladım. " İlk defa bu kadar yakından görüyorum ve yılladır hayalini kurduğum bir andı bu. "
" Ben de ilk kez birisinin hayallerine böylesine yakından tanık oluyorum. "
Başımı eğip ayağımla birkaç taşı yerinden oynatmışken " Gidelim mi? " diye, sordu.
" Tabii. " dedim, hareketlenmişken ama aklıma gelenle panikle durdum. " Dur dur az daha unutuyordum. "
" Neyi? "
Elimle 'bir dakika' işareti yapıp yolda kot ceketimin cebine attığım şişeyi çıkardım. Kapağını açıp içine deniz suyu doldurdum. Elimi havada şişeye doğru salladım ve kapağını kapattım.
" Ne yapıyorsun? " dedi, kaşlarını çatarak. Sanki hobi olarak kaşlarını çatıyordu.
" Deniz, gökyüzü, bulut ve güneş doldurdum. Gece de yıldız, ay ve karanlık doldurdum mu tamamdır. " Sözlerimi heyecanla bitirip şişeyi cebime attım.
" Tuhaf! " dedi, yanımdan geçip giderken. Alışık olduğum bir damgaydı, yine anlaşılmamıştım ama umurumda değildi esasen. Kendi kendime omzumu silkip ben de peşinen takip ettim. Açıklığa çıktığında elleri ceplerinde sallanarak beni bekliyordu. Ayakkabımın bağcıklarını bağlayıp seke seke yanına vardım. Yüzümde eşsiz olduğunu düşündüğüm bir gülümseme vardı. Soluğumu gürültüyle dışarı bırakıp elektiriklenmiş saçlarımı düzelttim.
" Teşekkür ederim, çok güzeldi. "
" Önemsiz. "
" Benim için önemli. "
" Peki." dedi, gülerek.
O kadar zaman vakit geçirdiğim genç adamla daha tanışmadığımı fark ettim.
" Bu arada, Füsun ben. " dedim, elimi öne doğru uzatarak. Elimi hafifçe sıkıp cevap verdi.
" Yankı. "
¤¤¤
04.03.2019 | 12.15
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top