-TEK BÖLÜM- (PART 3)
Kobani yakınlarına kadar sızmışlardı; Jafer, emrindeki gruba baktı, hücum için hazır ve nazır bekliyorlardı. El Muaykıt ve grubu da kentin başka bir tarafından saldıracak ve merkezde buluşacaklardı; öyle karar kılmışlar, harekat vaktini bekliyorlardı ve bıçaklar, son raddeye kadar bilenmişti. Jafer'in bir adamı, elinde bir kriptolu telefonla yaklaştı.
"Komutanım! Kamp yerimize baskın yapılmış! Türk ajan öldürülmeden, kurtulmayı başarmış!"
Jafer, derin bir iç çekti. El Muaykıt'ın sözünü dinlemediği için kendisini ve grubunu şanslı hissetti. Gülümseyerek:
"Bir de orada kalmayı tasarlıyorduk, kalsaydık belki de biz ölmüş olurduk!" dedi.
"Emriniz nedir?"
"Moral bozmak yok, yolumuza devam edeceğiz! Kampta şehit olan erlerimiz, bizim bu kenti aldığımızda adadığımız hedy olsun! Daha da şevklenin, gazamız mübarek olsun!"
"Anlaşıldı efendim!" diyen adam, Jafer'in huzurundan ayrılıp arkaya çekildi.
El Muaykıt ve grubu, kentin batısından saldıracaktı; onun grubu, biraz daha fazla, daha göz dolduruyordu ve komutan olarak kendisi, en ön safta durmuştu. Onun yanına da aynı şekilde biri yaklaştı ve kötü haberi verdi.
"Komutanımız, kampımıza baskın yapılmış! Türk ajan kurtulmuş!"
Gülümsedi ve umursamaz bir tavırla:
"Türklerin rahat durmayacağı belliydi zaten! Bir şey olmaz! Bu kenti aldığımızda, acımız dinecektir! Herkes hazır olsun!" diye talimat verdi. Adam, başını sallayıp huzurdan ayrılırken El Muaykıt, sinsi bir tebessümle kentin uzaktan görüntüsüne baktı.
"Birazdan burası, bir İslam beldesi olacak!" diye mırıldanırken gururlandı ve keyfi yerine geldi.
Peçeli, verilen emre uymuş ve Harut'la buluşmuştu; ikisi, merkezdeydi ve bir harap evde bir arada bekliyorlardı. İkisinin her şeyden haberi vardı. Sadid, birazdan taarruza geçecekti. Peçeli, iri göz bebekleriyle önüne bakıyordu. Harut, kulağına dayadığı kriptolu telefona:
"Efendim! Malum dosyanın izini bulduk! Şeyh Kara Ali denilen bir zatın himayesindeymiş!" dedi. Behram'ın sesi:
"Bilirim o şeyhi, içeri sızabilecek misin?" diye sordu.
"Efendim, dergahta büyük bir hazırlık var! Sanırım bir cihat emri verilmiş! Şeyh, müritlerini de yanına alarak savaşa girecek!"
"Kontrol sende o zaman! Taş üstünde taş bırakma ve o dosyayı bana getir!"
"Anlaşıldı efendim!" diyen Harut, telefonu kapatıp Peçeli'ye baktı. Peçeli, bir an başını kaldırıp adama bir bakış attı. Harut, gelip onun karşısında durdu.
"Dosyayı aldığımızda, birlikte buradan çıkıp gideceğiz Peçeli!" dedi. Peçeli, onaylayan bir baş sallayışla karşılık verdi.
"Konuşamıyor musun?"
Peçeli, cevap vermedi. Harut, tebessüm ederek:
"O dosyayı aldığımızda, dile gelip bülbül olacaksın!" dedikten sonra tiksinç bir kahkaha savurdu. Peçeli'nin öfkeyle parlayan gözleri, adamın kahkahasını bitirdi.
"Her neyse, çıkalım!"
"Muhtemelen..." diyerek söze giren Kerem, yan koltukta oturan Dersim'e bakarak:
"Kenti, doğudan ve batıdan kuşatmışlardır! Açık bir alandan sızmalıyız!" diye ekleyince Dersim:
"Araçla sızarsak, fark etmeleri uzun sürmez!" dedi. Merdan, ön koltukta oturmuştu.
"O zaman şef, biz de gizliden sızmaya çalışalım!"
Merdan'ın sunduğu teklif, Ceyhun'u dile getirdi. Direksiyona hakim olmaya çalışarak:
"Kamufle olabiliriz aslında! Burası, kırsal bir yer! Toprak rengine bürünürsek, işimiz kolay olur!" dedi. Dersim, usulca başını sallayarak:
"Önlerini kesebilirsek, çok zayiat veririz!" dedi. Kerem'in:
"Halkın arasına karışırlarsa da, bu sefer de işimiz zor olur!" demesiyle Merdan, aklına geleni diline nakletti.
"Bu peşmerge grupları nerde? Türkiye üstünden buraya sızmışlardı!"
Kerem, iyi ki hatırlattın der gibi başını sallayıp telefonunu çıkardı.
"Karargahtan bilgi alalım!" diyen Kerem, bir numara çevirdi. Kulağına dayadığı telefonun açılıp:
"Emredin komutanım!" denmesiyle:
"Asker, peşmerge gruplarının nerde olduğunu öğren çabuk!" diyerek talimatını, telaşlı bir sesle verdi.
"Anlaşıldı komutanım, derhal!"
Telefon kapanmamıştı, askerden ses seda gelmiyordu ve beklemek, Dersim'le yanındakilerin canını sıkmışa benziyordu. Az sonra askerin:
"Komutanım!" diye cıyaklayan sesiyle Kerem:
"Konuş asker!" deyince asker:
"Peşmerge grupları, malum kente sızmış durumda!" der demez Dersim, gülümseyerek Merdan'a baktı.
"Tamam asker, tetikte olun!"
"Alındı anlaşıldı komutanım!"
Kerem, telefonu kapatıp:
"Kobani düşmeyecek!" dedi ve Dersim'e baktı. Dersim, başını sallamakla yetindi.
Diğer araçta Sabit, kolundaki oyuklaşmış yaralarını kaşıyıp kanatırken yüzündeki öfke ve kin dolu ifadelerle önüne bakıyordu. Aracın kasasında, tek başına oturmuştu. Askerler ona yaklaşamıyor, kendilerini korumaya almış bir şekilde ondan uzaklaşmışlardı. Sabit, virüsten değil savaşarak ölmek için silahına sarılmıştı. Emrah'ı düşünüyor, onunla geçirdikleri güzel günleri düşleyip duruyordu. Derin bir iç çekip başını sallamak, yapacağı tek bir şeydi.
***
Rojava...
Kentin girişinde durmuşlardı; Behram, dürbünle kenti izliyordu, her şeyden habersiz insanların günlük uğraşlarıyla uğraştıklarını gördü, keyfi yerinde bir şekilde dürbünü indirdi ve yaklaşmakta olan araca baktı. Siyah bir pikap, hızla onlara doğru gelmekteydi. Behram, silahını yanındaki adama uzatıp bir iki adım attı. Aracın durmasıyla suratındaki tebessüm, kocaman bir şekil aldı. Uzun boylu, uzun siyah sakallı ve takriben kırk beşli yaşlara merdiven dayamış olan bir adam, yanında birkaç adamla araçtan inince Behram:
"Zordest, Zordest, Zordest!" diye üçlü bir nidada bulundu. Adam, Behram'ın uzattığı eli sıkarak:
"Beni kobani'den çıkartman, büyük bir incelik!" dedi. Behram, yönünü kente çevirerek:
"Masadakilerden biri olman, benim için de büyük bir avantaj dostum!" dedi. Zordest, Behram gibi yüzünü kente çevirmişti.
"Rojava'nın planlarımızda yeri yoktu! Şaddadilerin Rojava'yla alakası nedir?"
"Ulu Esed, bize böyle bir talimatta bulundu Zordest! Köydeki Yezidi ve Zerdüşt kadın ve çocuklar, bizler için büyük önem taşıyor. Onları, davamıza sadık kullar haline getirmek peşindeyiz!"
"Haydi kadınları anladım, maddi kaynak sağlamak için kullanacağız, ya çocuklar?"
"Çocuklar kızsa, büyüyüp sermaye olacak; erkekse, büyüyüp savaşçı olacak ve bizler, güçleşeceğiz!"
"Benim bir Zerdüşt olduğumu bilerek davet etmen, büyük cesaret doğrusu! Sana bu cesareti veren kim?"
"Cesur olmak, bizim huyumuzda mevcut dostum! Ayrıca sen, evet Zerdüşt olabilirsin ama bizim masamızın Zerdüşt'üsün!"
"Buna sevindim!" diyen Zordest, ellerini ovarak:
"Ne zaman başlıyoruz?" diye sordu. Behram, gülen suratını ona çevirdi.
"Hemen, şimdi!"
Zordest, aklına düşeni söyledi.
"Bana güzel bir parça ayırın dostum! Uzun zaman oldu kadın suratı görmeyeli!"
Behram, tiksinç bir kahkaha savurdu ve Zordest, elini onun omzuna koydu. İkisinin sinsi suratı, kentin hiçbir şeyden haberi olmayan yüzüne dönmüş ve tehlike çanları, minik bir ıslık şeklinde çalınıp duruyordu.
***
Küçük bir çocuk, avazı çıktığı kadar:
"Hatın bırevın hatın! (Geldiler, kaçın geldiler!)" diye bağırıp Kobani'nin geniş bir sokağında koşarken bir silah sesi duyuldu ve çocuk, sırtından aldığı mermiyle yere yığıldı. Bir feryat koptu sonra; silah seslerinin arasına karışan ağıtlar peyda oldu aniden ve ortalık, bir anda toza toprağa bulandı.
Birkaç Sadid militanı, açık bulduğu kapılara ateş ederek ilerlerken Emrah, yanında bir adamla aniden karşılarına dikildi ve üst üste ateş etti. O grubun en önündeki militanları, bu ateşten nasiplerini alıp yere düşerken Emrah, son kurşununu da tetikledikten sonra mevzi tuttu. Şarjörü değiştirirken Sadid militanlarına gün doğdu ve bu sefer de onlar hücuma geçti.
Jafer komutanlığındaki grup, Doğudan girmişti kente; mahalle arasından taş atan bir çocuk, kafasından aldığı mermiyle yere düşerken Jafer, taş bir evin damında beliren bir adamın ateş etmesiyle, önündeki adamını siper edip o damdaki adama ateş etti. Adam, vurulup damdan düşerken bağırdı. Jafer, yere düşen adamını kenara çekip açık kalan gözlerini kapattı ve ayağa kalkıp hiçbir şey olmamış gibi yoluna devam etti. Önden saldığı adamları, kentin içine sızmıştı. Jafer, kendinden emin adımlarla ilerliyordu.
Her tarafı ablukaya almış olan silah sesleri, kentin içinde yankılar yaratıyordu; Peçeli ve Harut, bir deponun içinde bekliyorlardı ve harekete geçmenin vaktini kolluyordu. Harut, başını hafifçe dışarı çıkardı. İki Sadid militanının onlara doğru geldiğini görünce gülümsedi. Peçeli, adamın neden gülümsediğini anlamamıştı. O iki militan, depoya yaklaşmıştı. Birbirlerine baktıklarında Harut, aniden onların karşısına çıktı.
"Ben Şaddadilerden Harut, işimiz var! Bize refakat etmeniz gerek!"
Adamlar, birbirleriyle bakıştı. Sağda olanı, telsizini çıkarıp düğmesine bastı. Jafer'in sesi:
"Ne oldu?" diye duyuldu. Adam, katı sesiyle:
"Burada bir adam var! Şaddadilerden olduğunu söylüyor, adı Harut'muş!" deyince Jafer, cılız bir sesle:
"Salıverin gitsin!" dedi.
"Bizden refakat etmemizi istiyor!"
"İyi o zaman yardımcı olun!"
Adam, telsizi cebine yerleştirip Harut'la Peçeli'ye baktı ve başını salladı. Artık serbestlerdi; adamların peşinden, temkinli ve sakin bir şekilde yürümeye başladılar.
Kararlaştırdıkları gibi kente giriş yapan Dersim ve arkadaşları, duydukları silah sesleriyle ürpermişlerdi; hem silah sesleri hem de toz duman, kentin yüzünü değiştirmişti. araçtan inmiş, kamufle bir şekilde kente sızmış ve bir sokakta ilerliyorlardı. Karşıda beliren Sadid militanları, Dersim'i harekete geçirdi. İlk kurşunu atan da Dersim oldu; on kişilik gruptan ilk vurulan, kendini yerde buldu ve Merdan, onun arkadaşını da indirdi. Mevzi tuttular; Kerem'in ateşiyle bir kişi daha inmiş, askerlerin atağa geçmesiyle onlara pek de bir şey kalmamış gibiydi. Merdan, başka bir sokağa daldı; yanına da Sabit'i aldı ve gördükleri Sadid militanlarını indirerek ilerlemeye başladılar.
Jafer, bir kadının avazı çıktığı kadar bağırmasıyla silahını ateşledi; kadın, göğsünden aldığı mermiyle düşerken Jafer, yanındaki adamın düşmesiyle irkildi. Kadının kocası, intikamını almış olmanın hazzıyla bir kez daha ateşledi ve Jafer'in önündeki adamı da vurdu. Jafer, dayanamadı ve üst üste ateşledi. Adam, un eleğine dönen bedeniyle yere kaypaklandı.
Bir Sadid militanı, bir evin kapısına tekmeyi geçirdi; içerdeki çocuklar, ona tahtalarla saldırdı ama adam, tetiği zorlayıp çocukları cansız bırakan mermilerle karşılık verdi. Takriben yirmi dokuzlu yaşlarındaki anneleri, avazı çıktığı kadar bağırdı. Adam, yüzünde muzip bir ifadeyle kapıyı kapattı. Kadın, örtüsünü yüzüne örtüp adamın niyetini anladığını belirten bir tedirginlikle geriye adımladı. Adam, silahını kenara bırakıp pantolonunun fermuarını çözdü. Kadın yutkundu ve adam keyiflendi. Kadın, sırtı duvara değene dek gerisin geri adımladı. Adam, kadının tam karşısında durmuştu. Ellerini uzatıp kadının boğazına sarıldı ve onu kendisine yapıştırdı. Aniden kapı açılınca adam, neye uğradığını şaşırdı. Sabit, adamın üstüne atıldı ve kadından ayırıp okkalı bir tokatla duvara yapıştırdı. Adam, Sabit'in boğazına yapıştı; Sabit, adamın karnına tekmeyi geçirdiğinde kadın, ölmüş olan çocuklarının başına geçmişti. Adam, bir yumruk salladı ve Sabit, aldığı yumrukla dengesini yitirdi. Kadın, gözlerine dolan hınç dolu yaşlarla adama baktı. Gözü, kenardaki silaha kayınca adam, çoktan Sabit'in boğazına yapışmış ve onu boğmakla uğraşıyordu. Zaten hastalıktan dolayı nefesi kesikleşen Sabit, adamın baskısıyla giderek nefessiz kalıyordu. Bir silah sesi duyuldu ve Sabit'in boğazını sıkan elleri gevşedi. Adam, bedenindeki son kuvvetle döndü ve gözü yaşlı kadına baktı. Kadın, tekrar tetiğe bastı ve adam, cansız bir şekilde yere yığıldı. Sabit, derin bir nefes alarak kadına ve yere yığdığı adama baktı.
"Haydi, seni güvenli bir yere götüreyim bacım, ben Türküm!" diyen Sabit, kadının acı dolu gülümsemesiyle başını salladı. Kadın, Sabit'in önünde kapıdan çıkarken vuruldu ve yere düştü. Sabit, kendini geri çekti ve yere düşmüş olan kadının açık kalan gözlerine baktı. Kadının açık kalan gözleri, aslında coğrafyanın içinde bulunduğu durumu içler acısı bir şekilde gözlere seriyordu. Silah sesi, Sabit'i kendine getirdi. iki Sadid militanı, eve doğru yaklaşıyordu. Sabit, uzanıp yerden silahını aldı ve aniden çıkıp üst üste ateş etti ama ıskaladı. Adamlar, daha da hızla eve doğru ilerledi. Sabit, sıkıştığını anlamıştı. Nasıl çıkacağını düşünürken üst üste silah sesleri duyuldu ve sesler dindi. Sonra da Sabit'i rahatlatan bir ses duyuldu.
"Nereye kayboldun adamım?"
Sabit, dışarı çıktı ve Merdan'ın gülümseyen suratıyla karşılaştı. Tam bir şey söyleyecekken arkada bir adam belirdi. Sabit, hiç düşünmeden üst üste ateş ederek o adamı indirdi. Merdan, arkasına dönüp baktığında adamın yerde olduğunu gördü. Gülümseyip:
"Eyvallah!" dedi ve gidelim dercesine başını salladı.
Jafer ve yanındakiler, kentin merkezine yaklaşmışlardı; kendinden emin tavrından taviz vermeyen Jafer, yanındakilere:
"Bütün halkı meydana toplayın! Ya iman edecekler ya da ölecekler!" diye bağırınca bir ses duyuldu.
"Önce sen iman et zındık!"
Dersim, yerinden çıkıp silahını ateşleyerek onlara doğru ilerledi. Jafer, neye uğradığını şaşırmış bir şekilde adamlarını öne saldı. Askerler, her taraftan ateş ediyordu. Jafer, kendini bir ara sokağa attı. Dersim, arkasından ateş ettiyse de ıskaladı ve bir iki militanı indirmekle yetindi.
Kerem, peşmergelerle bir araya gelmişti; peşmergelerin komutanı İsa Kafka, pala bıyıklarının arasından tok çıkan sesiyle:
"İslam'ın itibarına gölge düşürmek isteyen bu it sürüsü, geldikleri yere geri dönecekler Astsubayım! Kobani düşmeyecek!" dedi.
"Barzani'nin böyle bir adım atması, bölge halkı tarafından aslında Kürtlerin ne kadar yardımsever oldukları anlaşılıyor. Türkiye tarafından da zaten Barzani ve yönetimi her daim saygıyla anılmıştır!"
"Bizden arta kalan çöpler, zaten bu kentlerin altını oymuştur! Bir Zordest denilen adam peyda oldu! Kobani ve Rojava kentlerini haraca bağlamış, bizim adımızı kullanarak türlü faaliyetlerde bulunmuş! Onun da biletini kesmek, bu güne nasipmiş!"
"Sadid, iki gruba ayrılmış! Biri Doğu'dan, biri Batıdan kente sızmaya çalışıyor! Türk İslam Mücahitleri denilen bir grup tarafından ve askerlerimiz yardımıyla Farslı Jafer ve yanındaki militanları geri püskürtmeye ve gerekirse imha etmeye çalışıyor. Biz de İsa Kafka, batı tarafından sızmaya çalışan grubu bertaraf etmeye çalışalım!"
"Çok kalabalıklar Astsubayım! Gerçekten çok iyi eğitilmiş, hazırlanmış ve gözü dönmüş militanlarla karşı karşıyayız!"
"Elhamdülillah biz de güçlüyüz!" diyen Kerem, İsa Kafka'ya umut aşıladı. Peşmerge komutanı, gülümseyerek başını salladı.
El Muaykıt, militanlarına emir vermiş, kente doğru ilerliyorlardı; her bir militan, parmakları tetikte ve gözleri ilerde bir şekilde adımlıyor ve hücum emrini bekliyorlardı. Kentin en yakınına kadar gelmişlerdi.
Şeyh ve Emrah, yanında müritlerle dergaha yakın bir yerde konuşlanmışlardı; ilerde beliren Sadid militanları, Emrah'ın öfkesini kamçıladı ama şeyh, elini onun omzuna koyarak sakin olması için durdurdu.
"Bekle evladım, bekle! Kurduğumuz tuzağa düşsünler!" diyen şeyh, gözlerini on kişilik gruba dikti. Grup, açık bir alana geldiklerinde koca bir ağ, hemen üstlerine düştü. Grup, telaşla tetiğe bastıklarında kendi kendilerini vurdular ve acılar içerisinde canlarından oldu. Emrah, ayağa kalkmak için yeltense de şeyh, tekrar onu durdurdu. Telef olan grubun üstündeki bomba, aniden infilak etti ve koca bir toz yığını, dört bir yanı kuşattı. Şeyh, Emrah'a bakıp:
"Ayet-i Kerime'de Allah, insanoğlunun aceleci yaratıldıklarını söylüyor. Acele etmek şeytandan, sabretmek Allah'tandır evladım!" dedi. Emrah, başını sallayıp tozlar içinde kalan gruba baktı.
Jafer, başka bir sokaktan çıktığında Merdan'la Sabit'in karşıdan gelmekte olduğunu gördü. Telaşla ne yapacağını düşünürken Merdan, onu fark etti ve silahını ateşleyip:
"Dur, kaçma!" diye bağırdı. Jafer, karşı sokaktan çıkan beş militanını gördü. Hemen:
"Koşun, herifler orada!" diye seslendi. Beş militan, aldıkları emirle Merdan'la Sabit'in karşısına dikildi. Sabit, üst üste ateş edip bir duvarın arkasına geçti. Jafer, bulduğu fırsatı değerlendirdi ve arkasında durduğu evin camına silahıyla vurdu ve elini içeri sokup camı açtı. Kendini içeri attığında, yaşlı ve yatalak bir adamın uyuduğunu gördü. Yaşlı adam, hiç kımıldamamıştı. Jafer, ne olur ne olmaz diye düşünerek adamı vurdu. Adam, uykusunda ölüme teslim oldu. Jafer, hemen odadan çıkmak için kapıya koştu.
Sabit, bir adamı indirirken Merdan, takla atarak başka bir adamı indirdi ve yerini değiştirdi. Kalan üç adam, son güçlerini kullandı. Birinin mermisi bitince şarjörü değiştirmek için kenara çekildi. Diğer ikisinden biri daha düştü. Şarjörünü değiştiren adam, tam çıkıp ateş edecekti ki diğer arkadaşı da düştü. Çıkıp ateş edince alnından vuruldu.
Merdan, evin kapısında beklerken Sabit, Jafer'in içeri girdiği pencereye yöneldi. Camdan içeri girdiğinde, yaşlı adamın cesediyle karşılaştı. Gözleri nemlendi ve:
"Şerefsiz!" diye fısıldadıktan sonra kapıya doğru koştu. Salona geldiğinde, dama çıkan merdivende bir çocuk cesedi ve mutfak tarafında da bir kadının yerde yatmakta olduğunu görünce içi cız etti. Burnundan solurcasına merdivenleri tırmandı.
Jafer, diğer çatıya atlarken ayağını duvara vurmuştu; ayak tabanı şişmiş, belli ki canı çok yanıyordu ve hızla koşarak ilerledi. Sabit'in:
"Kaçma lan şerefsiz!" diye bağırmasıyla Merdan, adamın damda olduğunu anladı ve geri çekilerek Jafer'i kolladı. Jafer, canı her ne kadar acısa da ölümden kurtulmak için başka bir dama atlamış ve gelen koca grubunu görünce rahatlamıştı. Bulunduğu damın merdivenine yöneldi.
Sabit, öyle bir koşuyordu ki nefesi kesilse de durmuyor ve adamı elden kaçırmamak için tüm gücünü sarf ediyordu. Jafer'in merdivenden inip eve daldığını görünce, birilerini daha vurmaması için:
"Merdan! Bu eve girdi!" diye bağırdı. Merdan, evin kapısına doğru koştu. Sabit, eve girmeden bekledi. Gelen grubu görünce:
"Ulan!" diye sayıkladı. Hemen eve daldı. Alt kata inerken üç silah sesi duydu.
"Lan!" diye bağırarak aşağı indiğinde Jafer, ona da ateş etti. Ama yanındaki duvarı vurmuştu. Sabit, ona ateş ederek:
"Vurduğun her can için, döktüğün her kan için gebereceksin it!" diye seslendi.
"Beni öldürmek, sizin haddiniz değil!" diyen Jafer, tekrar ateş etti. Sabit, yerini değiştirip ateş edince Jafer, omzundan mermi aldı. Can havliyle kendini kapıya atan Jafer, kapıda onu beklemekte olan Merdan'dan habersiz bir şekilde kapıyı açtı. Merdan, bir kafa darbesiyle onu geriye itti. Sabit, arkadan ona silah doğrultmuş bir şekilde:
"Buraya kadar!" dedi. Jafer, kendinden emin tavrına bir de küstahlık katarak:
"Adamlarım buraya doğru geliyor! Onlardan nasıl kurtulacağınızı düşünüyorsunuz?" diye sordu. Merdan, onu kıskıvrak onu tuttu.
"İlk defa hayatında bir işe yarayacaksın pislik! Yürü!"
Merdan, onu itekleyerek dışarı çıkardı. Grup, evin önünde birikmişti. Merdan, avazı çıktığı kadar:
"Açın yolu, açın yoksa bu herifi geberteceğim!" diye bağırdı. Grup, tedirgin ve endişeyle Jafer'e baktı. Jafer, derin bir iç çekip:
"Boşuna uğraşmayın! Ben, onlar için sadece bir komutanım! Beni umursamazlar bile!" deyince Sabit, silahın namlusunu onun şakağına dayayıp:
"Geri çekilin lan!" diye bağırdı. Gruptan bir kımıldama dahi görülmedi. Jafer'in ensesine vuran Merdan, onun da konuşması için işaret yaptı.
"Geri çekilin!" diye seslenen Jafer, grubun harekete geçtiğini görünce gülümsedi. Merdan, zor bela bir şekilde onu yürüttü. Sabit, parmağı tetikte ve gözü grupta yavaşça adım attı. Aniden Jafer, kendini geriye savurdu ve Merdan'ın dikkatini dağıttı. Merdan yalpalayınca Jafer, hızla gruba doğru koştu. Sabit, daha ateş edemeden mermi yağmuruyla karşılaştı. Merdan'ın da kolundan tutarak geri eve girdiler. Kapıyı kapatan Merdan, camdan ateş açtı. Birini vurdu.
"Kötü sıkıştık abi!" diyen Sabit, Merdan'ın:
"Merak etme, bizimkiler yetişir inşallah!" demesiyle:
"İnşallah çabuk gelir!" diyerek ateş etti. Birini daha indirdi. Merdan'ın aklına bir fikir geldi. Cebindeki el bombasını çıkardı. Sabit'in de bir tane uzatmasıyla ikisini tuzaklamak için harekete geçti. Sabit, adamları oyalamak için ateş ediyor, vakit kazanmak için mermilerini harcıyordu. Merdan, iki bombanın pimine ip bağlamış ve ipleri de birbirine bağlayarak kapının çengeliyle birleştirmişti. Eğer kapı açılırsa, büyük bir patlama mahalleyi saracak ve gruptan birkaçı telef olacaktı.
"Yukarı çıkalım!" diyen Merdan, düzeneği işaret etti. Sabit, gülümseyerek son defa ateş ettikten sonra Merdan'ın peşinden merdivenlere doğru koştu.
Jafer, içerden ateşin kesildiğini görünce mermileri bitmiştir düşüncesiyle adamlarına bir el işareti yaptı. Üç kişi, yavaşça kapıya doğru yürüdü. Jafer'in gözleri, kapının üstündeydi; adamların kapının önünde durmasıyla gülümsedi ve kesin mermileri bitmiştir kanaatine vardı.
Merdan ve Sabit, çoktan başka bir dama atlamış ve koşarak onların görüşünden uzaklaşmıştı. bir başka eve girdiklerinde ev ahalisinden bir adamın onlara silah doğrultmasıyla durdular. Merdan, kolundaki Türk bayrağını işaret edip:
"Biz dostuz!" dedi. Adam, kaşlarını çatarak kapıyı işaret etti. Merdan, adamın neden böyle davrandığına bir anlam veremezken Sabit, kapıyı açtı ve Merdan, aklında beliren soru işaretleriyle dışarı çıktı.
Kapıyı açan adamlar, büyük bir patlamayla nefeslerinden feragat etti. Jafer ve yanındakiler, aniden yere yatmışlar ve toz duman içerisinde kalarak patlamadan kıl payı kurtulmuşlardı. Jafer, kendisine yapılan oyunu hazmedememişti. Derin bir nefes alarak kısık bir sesle küfür savurdu.
Akşamın basması, çatışmanın seyrini değiştirmemişti; El Muaykıt ve grubu da işe dahil olmuştu, kent düşmek üzereydi ve Türk askeri, peşmerge ve dergah ahalisi, çatışmanın önüne geçemez bir durumdaydı.
Kentin merkezine kadar gelmişlerdi; her iki grup, birazdan arta kalan halkı meydana toplayacaklardı, her yana adamları dağılmış, insanların evlerine baskınlar yapılıyordu ve insanlar, yaka paça derdest ediliyordu. Jafer, bir taşın üstüne oturmuş ve yanında El Muaykıt'la durum değerlendirmesi yapıyordu.
"Bu iş bitmek üzere! Sabaha varmaz, bu kenti ele geçirmiş olacağız!" diyen El Muaykıt, canı sıkkın bir şekilde:
"Çok çabuk oldu!" diyen Jafer'e bakıp:
"Bizim başarımız bu!" dedi.
"Bir pürüz var sanki!"
El Muaykıt, arkadaşına bir anlam veremeden sadece gülümsedi ve etrafına bakındı.
***
Rojava'da katliam vardı; Behram ve Zordest eşliğinde Şaddadiler, önlerine gelen adamları indiriyordu ve kentin merkezine kadar gelip ahaliyi toplamaya çalışıyorlardı. Direnenler düşüyor, vuruluyor ve canlarından oluyordu. Kadınların bir yerde bekletilmeleri ve başlarına adam bırakılmaları, çocukların korku dolu gözleri arasında gerçekleşiyordu. Behram, keyifle yudumladığı konyağını Zordest'e uzattı. Zordest, ağzı sulu bir şekilde:
"Çabuk olmalıyız dostum! Topladığımız kadın ve çocukları alıp gitmeliyiz!" dedi.
"Merak etme, birazdan bu iş biter!" diyen Behram, konyağı tepesine dikti.
Bir adam, pantolonunu giyerken bir kadın, elbiseleri parçalanmış ve kanlar içinde yerdeydi; belli ki kadın direnmiş ve adam, işini bitirdikten sonra kadını öldürmüştü. Zevkle kapıya dönüp ahırdan çıkan adam, bir başka adamın ona kürekle vurmasıyla yere düştü. Adam, hıncını alamamıştı ve üst üste vurarak adamı yere yapıştırdı. Silahını alıp gelenlere ateş etti. İki kişiyi vurdu, durmadan tetiğe bastığı için mermi bitti ve gelen grubun mermileriyle yere yığıldı. Gözleri açık bir şekilde canından olan adam, kadının hizasında yerdeydi.
Yaka paça bir kadın, diğer kadınların ortasına atıldı. Bir adam, başka bir kadını getirirken kadınların başında beklemekte olan adam, gelen kadının yaşlı olduğunu görünce silahını ateşledi ve diğer adamın getirmekte olduğu yaşlı kadın, vurularak yere düştü. Bağırışlar ve çığlıklar, dört bir yanı kuşatmıştı. Feryatlar göğe yükseliyor, dumanlar kaplamış dört bir yanı ve gece, karanlık bir kabus gibi çökmüştü kentin üstüne; yağmalanan evler, vurulan insanlar, yaka paça derdest edilen kadın ve çocuklar, bu zulmün sadece ana görüntüsüydü.
Bir kadının üstünde ona saldırmakta olan bir adam, kadının suratına bir tokat vurdu ve kadın, mecburi bir şekilde teslim oldu; adamın arkadaşı, onu telefonla kaydediyordu ve keyifle kahkaha atıyordu. Kadının feryadı, telefonun ekranında yansıyarak adamı keyiflendiriyordu.
Bir müddet sonra toplatılan kadın ve çocuklar, cesetlerin arasında zorla ilerletiliyor; ilerde bekleyen kamyona doğru yürütülüyordu. Behram ve Zordest, keyifle gülerek manzarayı izliyordu. Behram, bir damda duran tavus kuşunu görünce ateş etti. Kuşun vurulup yere düşmesiyle Zordest, hiddetle:
"Tanrının kuşuna ne saygısızlıktır bu?" diye bağırdı. Behram, sakin bir üslupla:
"Sakin ol dostum! O kuş, onların tanrısının kuşu! Senin tanrının kuşu değil!" deyince Zordest, birden sakinleşti.
"Haklısın dostum!" diyerek gülümseyen Zordest, gözlerini kadınlara çevirdi. Beyaz tenli ve siyah saçlı, takriben yirmili yaşlarda bir kadını görünce:
"Söyle adamlarına, şu parçayı bana getirsin!" dedi. Behram, kadını götürmekte olan adamlara:
"Şu kadını getirin!" diye bağırdı. Adamlar, kadını zor bela bir şekilde yaka paça tutup onlara doğru getirdi. Zordest, önünde duran kadının çenesinden tutup:
"Güzel parça, sahip çıkın şuna!" diyerek adamlarına talimat verdi. Kadının kaçma teşebbüsü, adamların sıkı sıkıya tutmasıyla başarısız oldu. Kadın, çaresiz bir şekilde:
"Lütfen bırakın beni!" diye yalvardı. Zordest, başını sallayıp:
"Seni daha yeni buldum güzel parça!" dedi ve adamlarına baktı. Adamları, kadını zorla yürüttü ve Zordest'in arabasına doğru götürdüler.
***
Tan yeri ağarırken Kobani'de, büyük bir kalabalık toplatılmıştı meydanda; meydanı kuşatmışlardı adeta ve hepsinin yüzleri kapalıydı. Jafer ve El Muaykıt, onların karşısında durmuştu. Büyük bir infaz grubu da bekliyor, bir talimat gelmesini ve bu kalabalığın telef olmasını bekliyordu. Kalabalığın yüzleri neden kapalı, neden büyük bir sessizlik var düşüncesiyle Jafer, içinin ürperdiğini hissetmişti; El Muaykıt, halinden memnun gibi bekliyordu ve yüzleri kapalı insanlar, başları öne eğik bir şekilde duruyordu.
"Neden bunların yüzleri kapalı?" diye soran Jafer, El Muaykıt'ın keyfini kaçırdı.
"Olsun Jafer, bir şey olmaz!" diyen El Muaykıt, infaz grubuna baktı. Jafer, iyice tedirgin olmuştu. Yavaşça doğmaya başlayan güneş, kentin tablosunu gözler önüne serdi. Mahalle arası cesetlerle doluydu, kadın çocuk demeden cesetler yığılmış ve kanlar suluyordu bu çorak toprakları; acınası tablo bundan ibaretti ve Sadid, İslam'ın sözde savunucuları, bu vahşeti yerine getirmişti.
"İnfaz grubu!" diye bağıran Jafer, kalabalığın arasında, en önde olan birini harekete geçirdi. Elini kaldıran kişi, Jafer'in duraklamasıyla:
"Son sözlerimi söylemek istiyorum!" diye izin istedi. Sesi tanıdık olsa da, yüzü görünmediği için kim olduğu belli değildi.
"Söyle bakalım!" diyen Jafer, ona izin vermişti.
"Sizler, İslam'ın sözde muhafızları, koruyucuları ve savaşçılarısınız! Biz de Müslümanlardanız! Bizim ne suçumuz var? Hepiniz büyük bir fitne çukuruna düşmüş mahlukatlarsınız! Allah, ayet-i kerimede, fitne katliamdan şiddetlidir diye buyurarak aslında bunu dile getiriyordu. Peki sizin bu zulmünüz, karşılıksız mı kalacak? Hayır! Sizin bir tuzağınız varsa, Allah'ın da bir tuzağı vardır ve Allah'ın tuzağı, en hayırlı tuzaktır!"
"Neyden bahsediyorsun sen?"
"Yani diyorum ki..." diyen kişi, elini yüzünü örten örtüye doğru götürdü. Jafer, şaşırdı; adam, bezi tutup yavaşça indirirken:
"...güvenme kendine, arkanda olanlara ve yanında duranlara!" dedi ve bezi sıyırdı. Kerem'di bu; diğerleri de yüzlerini açtılar. Dersim, Merdan, Sabit ve askerler, hep birlikte ortaya çıktı. Jafer irkildi, El Muaykıt'ın keyfi kursağında kaldı ve Sadid militanları, neye uğradıklarını şaşırmış bir şekilde bakıştı.
"Şimdi sıra bizde!" diyen Merdan, ilk kurşunu sıktı ve El Muaykıt, kafasından aldığı kurşunla yere yığıldı. Jafer, daha da telaşlandı. Sabit'in ateşiyle de biri düştü. Hep birlikte hücuma geçtiler. Düşen düşene militanlar, kendilerini savunmaya alırken Jafer, yine kaçmak için harekete geçti. Ama Dersim, onun arkasından ateş edip onu ayağından vurdu. Yere düşen Jafer, acıyla inlerken Sabit, bir iki kişiyi daha indirerek yer değiştirdi. Merdan, bir adamın boynunu kırarak yere yığdı. Dersim, Jafer'e odaklanmıştı. Kendisini bir kayanın arkasına alan Jafer, arada bir çıkıp ateş ediyor ve yerine siniyordu. Kerem'in askerleri, her attığı kurşunu bir adama hediye ediyor; sözde iyi eğitilmiş, gözü pek militanlar, kendilerine bile faydası dokunmadan yeri boyluyordu.
Emrah ve Azat Ağa, bir sokaktan çıktılar; meydanı kuşatan silah sesleri, Emrah'ı üzmüştü, o sanıyordu ki Sadid, meydanda topladıkları insanları infaz ediyordu ve Emrah, koşar adımlarla ilerlemekten başka bir şey düşünmemeye çalıştı.
"Şeyh de meydandaydı evlat!" diyen ağa, Emrah'ın yüreğini ağzına getirmişti. Halbuki şeyh, müritleriyle birlikte cenge tutuşmuş, ellerindeki silahlarla atağa kalkmıştı. Emrah, meydana çıkan sokağın başına geldiğinde, yanından seken mermiden son anda kurtulmuştu. Azat Ağa'yla birlikte mevzi tuttu. O sırada gözü, Dersim'e takıldı, Merdan'ı da gördü ve Sabit'in de ateş edip birini indirdiğini görünce sevinçten:
"Bizimkiler burada!" diye bağırdı. Ağa, Emrah'a ne olduğunu anlayamamıştı. Emrah, o an şevke geldi. Silahının şarjörünü değiştirdi. Belinden on dörtlüyü de çıkardı. Onu da kontrol etti. Ağaya dönerek:
"Bugün bizim düğünümüz ağa!" deyince ağa, anlamamış gibi gözlerini kıstı. Emrah:
"Ya Allah, Bismillah, Allah-u Ekber!" diye kükreyip atağa kalktı. Her iki silahıyla üst üste ateş ederek adımladı. Ağa, hemen onun ardından atağa kalkmıştı ve onunla birlikte ilerliyordu.
"Allah-u Ekber, Allah-u Ekber!" diye bağıran Emrah, dikkatleri üstüne çekti; Sabit, onu görür görmez gözleri parladı ve:
"Allah'ına kurban emmoğlu!" diye bağırıp Merdan'ın da dikkatinin o tarafa yönelmesine vesile oldu.
"Haydi koçum! Bak sana kalmayacak ha!" diyen Merdan, Dersim'in:
"Yetişen nasibini alır!" demesiyle gülümsedi. Dersim de onu görmüştü ve Emrah, Sabit'le Merdan'ın yanında durana kadar mermilerini bitirdi.
"Şimdi kucaklaşma zamanı değil!" diyen Sabit, hastalığına bir bahane uydurup onun da moralini bozmak istemedi ve Emrah, şarjörünü değiştirdikten sonra ateşe devam etti.
Dergaha gelmişlerdi; Peçeli, kapıda beklemeyi tercih etmişti, içeri girmiş olan Harut, şeyhin odasını karıştırıyordu. Kimsecikler yoktu dergahta; herkes cenge gitmiş, düğün farz edip katılmamak ayıp olur endişesiyle dergahı boş bırakmışlardı. Harut, şeyhin özel dolabındaki bütün eşyaları yere dökmüştü. Kitaplar, dergiler, gazeteler ve kısacası her şey, odanın ortasında yerdeydi. Uykulu gözlerle aramasını sürdüren Harut, bir şey bulamamanın hıncıyla:
"Peçeli!" diye seslendi. Etrafına bakınan Harut, az sonra içeri giren kadına bakıp:
"Bir şey bulamadım, bir de sen bak!" dedi. Peçeli, peçesinin altından parlayan gözlerle şöyle bir tarama yaptı. Yerdeki eşyalara kaydı bakışları, duvarları yokladı sonra ve tavana doğru kaydırdı. Bir iki adım attı, odanın ortasında durdu, sağ tarafa baktı, sol tarafa döndü ve taramasını kuvvetlendirdi. Bir şey bulmuş olacak ki, sağ tarafta duran sehpayı fark etti. Sehpanın altındaki ufak oyuk, gözlerine takılmıştı. Sehpayı kenara itekledi. Oyuğun tam ortasına baktı. Parmak başı boyutunda ufak bir oyuk daha gördü. Gülümsedi ve parmağını o oyuğa soktu. Bir çıt sesi duyuldu. Sol taraftaki çalışma masası, hafif bir gıcırtıyla sarsıldı. Masanın ortası, bir çekmece edasıyla ikiye ayrılınca Peçeli, dönüp Harut'a baktı. Harut, yavaşça başını sallayıp:
"Aferin kız, iyi başardın!" deyince Peçeli, bir şey demeden masaya doğru yürüdü. Masanın başına geldiklerinde, enine uzun ve dikine zayıf, bir tablet bilgisayar ebadında bir kasa gördüler. Harut, şifreli kasanın neden üç haneli olduğunu düşünürken Peçeli, '123' rakamlarını girdi; kasa açılmadı, Harut da şansını denemek istedi ve '321' rakamlarını girdi, yine açılmadı. Peçeli'nin gözleri, kasanın yan tarafında duran 'Siyer-i Nebi' isimli kitaba takıldı. Harut, tebessüm ederek:
"Şu ünlü Muhammed'in kitabı mı bu?" diye sorunca Peçeli, adet üzere suskunluğunu korudu ve aklına düşen rakamları girdi. '571'
Kasa, bir çıt sesiyle açıldı; Peçeli, Harut'un:
"Neydi şimdi bu?" diye soracağını bildiği için, kitabın kapağını açıp 'Hz. Muhammed'in Doğumu' konusunu gösterdi. Tarihini işaret edince:
"Sen nerden biliyorsun bu tarihi? Yoksa Müslüman mısın?" diye sordu. Peçeli, öyle bir bakış attı ki Harut, susmak zorunda kaldı. Kasanın içinden kırmızı bir dosya alan Peçeli, kapağını açmak istedi. Ama Harut, hızla onun elinden alıp:
"Yaşamanı isterim Peçeli! Buradaki bilgiler, çok gizli!" deyince Peçeli, başını sallamakla yetindi.
***
Rojava...
Güneş doğduğunda, etraf cesetten geçilmiyordu; kanlar içinde kalan cesetler, ırzına geçilip öldürülen kadınlar ve aralarında çocukların da olduğu insan yığınları, gözlere hitap ediyordu. Tozun ve dumanın göğe savrulduğu, sokakların kandan kıpkırmızı olduğu ve ceset kokuların ortalığa saldığı bir kentti artık burası! Arada bir silah sesleri duyuluyor, sonra duruluyor ortalık ve kahkahalar arasında çığlıklar yükseliyordu.
Behram, uykudan uyandırılınca Zordest, keyfi yerine gelmiş bir şekilde:
"Uyan dostum, sabah oldu!" dedi. Behram, yerinde doğrulup:
"Neden hâlâ buradayız?" diye sordu.
"Gidecek bir yerim yok da ondan!"
Çalan telefon, Behram'ın konuşmasını engelledi. Ekrana baktığında, yüzüne bir tebessüm yerleşti. Açıp:
"Efendim Harut!" dedi.
"Dosyayı bulduk efendim!"
"Güzel! Siz Pamila'ya geçin! Peçeli de gelsin! Birazdan biz de çıkarız buradan!"
"Anlaşıldı!"
Behram, telefonunu kapatıp:
"Kobani'de taş üstünde taş kalmamıştır Zordest! Sen de bizimle gelsen iyi olur!" dedi.
"Hayır dostum! Masa toplantısı için, malum yere gitmem gerek!"
"Doğru ya, toplantı vardı! Tarihi belli mi?"
"Evet, iki gün sonra..."
"Anlaşıldı dostum! Daha vaktim var! Ben Pamila'ya gideceğim! Sen ne yapacaksın?"
"Buranın batısında bir bağ evim var! Gerçi ev demeyelim, sığınak diyelim daha iyi! Yerin altında güzel bir yer imar ettim! Senin de görmeni isterdim!"
"Yok dostum! Ben mekanıma gideceğim! Hem toplantı için hazır olmam gerek!"
"Tamam dostum!"
Behram, tekrar uzandı ve çadırın tavanına bakıp keyifle gülümsedi. O sırada Zordest'in adamları, diğer çadırdan dün akşamki kadının cesedini çıkarıyorlardı. Behram, gürültüyü duyunca tekrar doğruldu.
"Ne oluyor ya?"
Zordest, kahkahalar arasında:
"Dünkü kadını atıyorlar!" deyince Behram, başını sallayıp tekrar uzandı ve Zordest'in kahkahasının dinmesini bekledi.
***
Kobani'de çatışma kızışmıştı; meydan boşaltılmış, Sadid militanları kentin güneyine doğru kaçma fırsatı içinde geri çekilmişti ve peşmergeler, bu sefer arkadan bastırmıştı. İki ateş arasında kalan militanlar, son güçleriyle çatışıyordu.
Merdan, Sabit'le birlikte ilerliyordu; Dersim ve Emrah, sırt sırta vermiş ve öyle ateş edip mevzileniyordu. Kerem, askerleriyle ilerlerken şeyh ve müritleri, başka bir cepheden cenge katılmıştı. Eli silah tutan halktan bazıları da iştirak etmiş, kentin sahipsiz olmadığı, atılan her mermiyle ispatlanıyordu.
Jafer, militanların en gerisinde kendisini korumaya almıştı. Vurulan ayağı toz içindeydi; acısı yüzünü kuşatmış, toz toprak içinde kalan siması, adeta tanınmaz hale gelmişti. Son anda işler aleyhine gelişmişti; zafer beklerken karşı taraftan gelen taarruzla afallamıştı. Bunu beklemiyordu; kaçmak istese de durumu buna elverişli değildi. Araçları ve eşyaları, öbür tarafta kalmıştı. Yayan kaçacak hali de yoktu. Çaresiz bir şekilde arada bir çıkıp ateş ediyor, tekrar yerine geçiyordu. Adamları geri hafif çekildiğinde o da geri çekiliyordu. Ortağı da ölmüştü; eli dar olmuştu şimdi ve şu an takriben altmış kişilik grubu, onun son umuduydu. Birden yanında dikilen bir gölge gördü; dönüp baktığında Simsar'dı bu ve Jafer, gözleri parlarcasına:
"Sen nerden çıktın?" diye sordu.
"Türklerin eline geçmiştim! Kaçtım!"
"Araban var mı?"
"Ne arabası Farslı? Canımı zor kurtardığıma şükrediyorum! Eğer yürüyebilirsen, bir şekilde çıkarız buradan! Rojava'nın batısında, Zordest'e ait bir sığınak var! Oraya yetişirsek, kurtulabiliriz!"
"Tamam, yardım et! Dayanmaya çalışırım!" diyen Jafer, zor bela bir şekilde ayağa kalktı. Simsar, çıkıp bir iki el ateş ettikten sonra bir adama:
"Sizler şeriat için cenge gelmişsiniz! Komutanın hayatı da, en az şeriat kadar önemlidir! Onu buradan çıkarmam lazım!" deyince adam, yavaşça başını salladı. Simsar, devam etti.
"O yüzden hep birden ateş edin, koruma ateşi lazım ki buradan çıkabilelim!"
Adam, tekrar başını sallayıp diğerlerine:
"Koruma ateşi!" diye bağırdı. Her taraftan ateş başlayınca Jafer, niyeti belli olmasın diye Simsar'a tutunarak yürümeye çalıştı.
Dersim, üzerlerine yağan mermi yağmurunun sebebini anlamak istedi, hafif başını kaldırınca bir mermi yanından geçti ve Dersim, tekrar yerine sindi. Emrah, yerini koruyup:
"Bunlar bir iş karıştırıyor!" deyince Dersim:
"Aklıma geleni yapmıyorlardır umarım! Şu Jafer itini ele geçirebilirsek, gerisi gelirdi! İnşallah onu çıkarmaya çalışmıyorlardır!" dedi. Emrah, hızla ayağa kalkıp oturdu. Bir müddet sonra ateş dindi. Dersim, yerinden çıkıp üst üste ateş ederek yerini değiştirince uzaklaşmakta olan iki kişi gördü. Arkadaşlarına:
"Jafer'le biri kaçıyor!" diye bağırdı. Sabit, bir iki el ateş edip:
"Herifi kaçıramayız!" deyince Merdan:
"Arkadan dolanırsak..." deyip sustu. Ceyhun, arkadan:
"Sabit'le ben, yanımıza birkaç asker alıp peşlerine düşebiliriz!" deyince Kerem, bunu makul bulmuş olacak ki:
"Olur, askerler koruma ateşi!" diye bağırdı. Ceyhun, Sabit, Merdan ve beş asker, açılan koruma ateşi arasında geri çekildi.
Şeyh, düşen bir müridini ateşten korumak için eğildi ama Azat Ağa, buna müsaade etmeyip şeyhi çekti. Şeyh, yaşlı gözlerini ondan saklamaya çalıştı.
"Allah kahretsin!" diyen Merdan, Ceyhun'un:
"Lan bütün araçların lastikleri patlatılmış!" demesiyle Sabit:
"Değiştiremez miyiz abi?" diye sorunca Merdan, başını hafifçe sallayıp:
"Hayır, çok geç olur! Hemen yola çıkalım!" dedi. Hepsi, hızla bir mahalleye daldı.
⚠⚠⚠
Devamı Part 4'te...
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top