-4-

Mardin/Midyat
13 Temmuz Çarşamba, öğleden sonra

Duyduğu araba ve tekerlek sesleriyle kabuğuna çekildi, kabuğu güneşte kararmış kaplumbağanın ürkek bir şekilde beklemesi, üstünden geçen arabanın gölgesiyle bir nebze sıcaktan kurtulmuş oldu; tekerleklere denk gelmemiş, aracın boşluk kısmında kaldığı için herhangi bir zarar görmemişti. Araç geçerken güneşin ışınlarıyla usulca ve ürkekçe kafasını kabuğundan çıkardı ve bir müddet bekledikten sonra ağır aksak bir şekilde yoluna devam etti.

Kuru toprakta sürüklenen tekerleklerden yükselen toz bulutları, öteye beriye dağılıyor ve toprak kokusu bahşediyordu. Beyaz Dacia Duster marka arabanın tangır tungur ilerlemesi, köylük yolun bozukluğundan kaynaklıydı; neredeyse taşlarla kaplanacak yol, aracın tekerleklerine büyük zahmetler veriyor, her ne kadar arazi aracı da olsa epey bir etkileniyordu. Şoför, taşlardan ve çukurlardan aracı korumaya çalıştıkça işi zorlaşıyor; direksiyon hidrolik olmasaydı, aracın hâkimiyetini kaybedeceğini bildiği için içten içe şükrediyordu.

“Ne kadar yolumuz kaldı?” diye soran şoför, yandaki arkadaşına baktı ve baktığı an, aracın tekerleği çukura düştü ve araç, hafif bir sarsıldı. Arkadaşı, elindeki haritaya bakarak:

“Yaklaşmış olmalıyız!” dedi.

“Neden elindeki kıytırık haritaya bakıyorsun?”

“Telefon çekmiyor,” diyen arkadaşı, tekrar telefonunu kontrol etti.

“Hani her yerde çekerdi?” diyerek gülümseyen arkadaşına baktı ve bilmem dercesine kafasını salladı.

“Bak, orada bir çoban var. Bir soralım ona!” diyen şoför, araca biraz gaz verdi. İlerdeki koyun sürüsünün yanında duran çoban, yanında duran eşeğine deh çekti ve onu yoldan çıkardı. Koyunları da yoldan uzak tutarken araç yaklaşmış, yavaşlamıştı. Çoban, bu yabancı adamlara göz ucuyla baktı. Uzun bir ıslık çalarak koyunları toplamaya çalıştı.

“Kardeş bakar mısın?” diye seslenen şoförün yanındaki adam, çobanın ona bakmasıyla:

“Altıntaş Köyü nerede?” diye sordu.

“Ez nızanım. (Bilmiyorum.)”

Şoför, arkadaşına bakıp göz kırptı. Arkadaşı, bu sefer de Kürtçe sordu.

“Keferze lıkıderiye? (Keferze nerede?)”

“Wısa bıçın, (Böyle gidin!)” diyen çoban, ilerdeki tepeyi işaret ederken şoför, gözlerini kısarak ileriye baktı. Çoban devam etti.

“Lı paş va gıriye, (Tepenin arkasında,).”

“Sağbit! (Sağ ol!)”

Şoför aracı hareket ettirdi. Çoban, gitmekte olan arabanın arkasından bakarken eşeğinin tekrar yola çıkmasıyla, onun ensesine vurarak deh çekti.

Tepeyi aştıklarında, karşılarında yetmiş seksen haneden oluşan bir köy gördüler. Taşlarla örülü duvarlar, toprak damlar, bozuk yollar ve taşlarla örülmüş avlularla süslü köye bakan şoför,

“Bu kilise, köyün kuzeyindeymiş,” dedi.

“Evet, bak karşı tepede!”

Şoför aracın gazına biraz yüklendi. Araç hafif bir hızla giderken bir toz bulutu, arkasında beliren rüzgârın emrine amade olarak dört bir yana savruldu. Yazın harareti her yerde hissediliyordu. Bu kuru rüzgârla bazı çer çöp de havalanmış, bir müddet havada kalarak kendilerini yerçekimi kuvvetine teslim etmişlerdi.

“Köyde kimse yok,” diyen şoför, araçla köyün içinde ilerlerken arkadaşı, etrafına bakınarak durumu anlamaya çalışıyordu.

“Kırsal kesimdeki insanlar, yazın sıcaklığından ve hararetinden kurtulmak için, kendilerini eve atıp bir şekilde serinlemeye çalışıyor olmalı!”

Araç, köyün kuzeyindeki yamaca tırmanırken şoför, giderek daha da bozulan yolda aracı zor kullanıyordu. Biraz daha gittiklerinde, kilisenin eski çanı görünmeye başlıyordu.

“İzozoel Kilisesi…” diyen arkadaşına baktı şoför, arkadaşı devam etti.

“Mimar Theodosius ve Theodore tarafından, 6. yüzyıl başlarında inşa edilmiş.”

“Tarihini ve mimarlarını boş ver de, aradığımız kişiyi nasıl bulacağız?” diye soran şoföre baktı, ardından etrafına bakınarak:

“Bilmiyorum, kiliseye bir girelim de!” dedi. Mecburen vitesi bire aldı şoför, yavaşça ilerledi, önündeki ahı gitmiş vahı kalmış yolda araç sendeliyor, motorundan horultular yükseliyordu.

“Hararet kaldırmaz değil mi bu?” diye soran arkadaşına yan gözlerle bakan şoför,

“Toros mu lan bu?” diye çıkıştı. Arkadaşı da gülümsedi. Kiliseye giderek yaklaşıyorlardı. Etrafta hiç kimse görünmüyordu. Etrafta in cin top oynuyordu hatta kalecileri bile yoktu. Araç nihayet geldi ve kilisenin önünde durdu.

Duvarları taşlarla örülü, çanı pas tutmuş ve rüzgârın değmesiyle hafif şıngırdayan kiliseye bakan şoför, arkadaşına bakarak kafasını salladı.

“Ferit, oğlum öcü falan saldırmaz değil mi?”

Şoförün sorusuyla Ferit denen adam, gülümseyerek:

“Öcü öcüye saldırmaz Haktan!” deyince Haktan adındaki şoför,

“Tamam, işte bana saldırır mı diye soruyorum,” diyerek arabanın kapısını açtı. Ferit yediği lafı hazmetmeye çalışırken Haktan, araçtan inerek kilisenin tahta giriş kapısına baktı. Ferit de inmiş, onun yanına gelmişti.

“Ne yapalım?”

Ferit’in sorusuyla,

“İçeri girelim bakalım!” diyerek önde yürüdü. Ferit de onu takip ederken etrafına da göz gezdiriyor, olası tehlikelere karşı uyanık olmaya çalışıyordu.

Oturaklar toz kaplamıştı, rahibin durup halka vaaz verdiği, dua okuduğu yerler de tozdan geçilmiyordu. Etrafına bakındı Ferit, Haktan önden yürüyor ve tozlara değmemeye çalışıyordu.

“Bırak tozu ağabey, kutsal toz bunlar!” diyen Ferit’e, omzunun üzerinden:

“Kes sesini lan! Müslüman’ız oğlum biz!” diyerek cevap gönderdi. Ferit gülümsedi. Bir tıkırtı sesi duyulunca ikisi de durdu.

“Neydi bu?”

“Fare olabilir Ferit, günah çıkartmaya gelmiştir belki!” diyen Haktan’a,

“Ağabey saçmalama, başkasının itikadıyla dalga geçilmez,” diye fısıldayan Ferit, tekrar duyulan tıkırtıyla Haktan’a yaklaştı. Haktan, bir eli belinde diğeri boşta bir şekilde dururken Ferit silahını sıyırmış ve sürgüyü çekmişti.

“Kimsiniz siz?”

Duyulan tok sesle ikisi de irkildi. Ama ortalıkta kimse görünmüyordu. Ferit etrafına bakındı, Haktan gözlerini ileriye dikmiş ve bekliyordu. Aynı ses tekrar duyuldu.

“Kimsiniz ve burada ne arıyorsunuz?”

İlerdeki karanlıkta bir siluet belirdi. Haktan gözlerini kısarak oraya yoğunlaşırken Ferit, arkalarını kolaçan ediyordu. Karanlıktaki siluet, güneş ışınlarının değdiği yerlere çıkınca Haktan, onun nasıl biri olduğunu gördü. Uzun boylu, zayıf ve üstü başı dağınık orta yaşlı adam, gözaltlarında biriken torbalarla görüşe çıkmış, onlardan birkaç adım uzakta durmuştu.

“Sen kimsin Pir-i Fâni?” diye soran Haktan, gülümseyen ve gülümserken tütünden sararmış dişleri görünen adamın:

“Buranın hizmetlisiyim,” demesiyle elini belinden çekerek:

“O zaman aradığımız kişi sensin,” dedi.

“Kimin aradığına bağlı, siz kimsiniz?”

Haktan ona doğru birkaç adım atıp aradaki mesafeyi kapattı.

“Beni, Jahnan El-Kürdavi gönderdi.”

Adam dudak büktü.

“Öyle birini tanımıyorum.”

“Bize güvenebilirsin. Sendeki emaneti almaya geldik.”

“Neyden bahsettiğinizi bilmiyorum. Birazdan yardımcılarım gelecek ve burayı temizleyeceğiz. Başka işiniz yok ise, sizi göndermek zorundayım.”

“Jahnan’la telefonda, görüntülü konuşman lazım!” diyen Ferit, telefonunu işaret etti ama ekrana bakınca suratı düştü.

“Tabi şebeke çekerse…”

Haktan, ciddiyetini bozmadan:

“Senin adın Bedo değil mi?”

“Ya da Bedran?” diye soran Ferit, adamın:

“Diyelim ki o kişiyim ama dediğiniz kadını tanımıyorum,” demesiyle Ferit, Haktan’ın kulağına eğilip:

“Ben bunu döverim,” diye fısıldadı. Haktan gülümsedi. Bedran denen adam, kafasını hafif yana eğerek:

“Bu kutsal yerde adam dövmek, büyük günahtır,” deyince Ferit, burnundan derin bir soluk aldı.

“Bak amca! Onca yoldan geldik, zorluk çıkarma lütfen! Sadece görüntülü bir arama yapacaksın, ondan sonra gene bize inanma, güvenme! Ama istirham ediyorum, şu kadınla bir görüntülü konuş, ha!”

Derin bir nefes alan Bedran,

“Telefonun çekmesi için, en tepeye çıkmamız gerek! Beni takip edin!” diyerek kafasını salladı ve deminki karanlık yere yöneldi. Haktan yürürken Ferit, onun peşinden yürüyerek:

“Bu herif, bizi yardan aşağı atmaz, değil mi?” diye sorunca Haktan, Bedran denen adamı gözden kaybetmemeye gayret ederek ona cevap yetiştirdi.

“Biz de Yaradan’a sığınırız Ferit!”

Karanlık yerden bir kapı açan Bedran, kilisenin arkasına çıktı. Arkasından Haktan ve Ferit de çıkmıştı. Hafif ilerideki tepeyi işaret ederek:

“Ancak orada çeker,” dedi ve ekledi.

“Bak, köylünün biri de orada internete girmiş!”

Ferit gülümsedi, Haktan da tebessüm ederek öndeki adamı izledi.

Tepenin başına geldiklerinde Bedran, Haktan’a döndü. Haktan da Ferit’e dönüp bakınca Ferit, cep telefonunu çıkardı ve ekrana baktı. Gerçekten de şebeke çekiyordu. İnterneti açan Ferit, telefondan yükselen bildirim sesleriyle gülümsedi ve Haktan’a bakarak:

“Gönderdiğim arkadaşlık isteğini kabul etmiş, ağabey!” deyince Haktan, gözlerini kısarak:

“Kim lan, Pelin mi yoksa?” diye sordu.

“Aynen, o!” diye sevinçli bir şekilde telefona adapte olan Ferit,

“Ne yazayım?” diye sordu. Bedran’ın öksürme numarası olmasa, onların bu muhabbeti uzayacaktı.

“Pardon ya, konu o değildi, hemen arıyorum,” diyen Ferit, yanlarındaki gence şöyle bir baktıktan sonra numarayı girdi. Çalıyordu. Az sonra Jahnan’ın görüntüsü belirdi.

“Bedran nerde?”

“Veriyorum,” diyen Ferit, telefonu Bedran’a uzattı. Telefonu alan Bedran, ekranda Jahnan’ı görünce gülümsedi.

“Nasılsınız bayan?”

“Teşekkür ederim Bedran, nasılsın?”

“İyiyim, Kutsal Meryem’e şükür!”

“Tövbe!” diye duyulan Ferit’in sesiyle Bedran, göz ucuyla ona baktı. Ferit gülümsedi ve sustuğunu ima edercesine ağzına fermuar çekti.

“Emanet yanında mı?”

“Buyurduğun gibi bayan!”

“Onlara teslim et!”

“Bayan! Biz böyle konuşmamıştık. Bunlar Türk istihbaratı değil mi?”

“Sen vazifeni yaptın Bedran! Bunu unutmayacağım. Lütfen şimdi dediğimi yapar mısın?”

“İsviçre’deki hesabımı kontrol etmem lazım.”

“Bu herif İsviçre’yi nereden biliyor ağabey?” diye fısıldayarak Haktan’a sokulan Ferit,

“Bize ne lan?” diyen Haktan’a baktı, omuz silkti.

Bedran, yanındaki gence bakarak:

“Hesabı kontrol et!” dedi. Genç başını salladı ve Ferit’in iri bakışları arasında telefonuyla uğraştı. Az sonra Bedran’a döndü, tamamdır mahiyetinde başını salladı.

“Nereye düştük lan biz?” diye soran Ferit, Bedran’ın asık yüzüne bakarak gözlerini kıstı. Bedran, telefonun ekranına bakarak:

“Tamamdır bayan! Emaneti teslim ediyorum,” dedi.

“Sağ ol Bedran, bunu unutmayacağım.”

Bedran telefonu uzatırken yanındaki gence döndü. Ferit telefonunu alırken Haktan, onları göz hapsine koymuştu. Genç ayağa kalktı. Birden bire suratında beliren alaysı gülümseme, Haktan’ın irkilmesine neden oldu.

“Ben o emaneti, asıl sahiplerine teslim ettim.”

Gencin lafıyla Bedran, aniden elini beline attı. Genç de belinden silahını sıyırdı. İki namlu, Ferit’le Haktan’ı hedef almıştı.

“Ne oluyor lan?”

Ferit’in gür nidası, tepeden aşağı uçup giderken Bedran, yüzünde müstehzi bir ifadeyle:

“Sizin buradan alacağınız yok, ecel dışında!” dedi. Burnundan soluyan Haktan,

“Ne demek bu?” diye sordu. Genç gülümsedi.

“Turfaya düştünüz demek, üzülmek yok! Nasılsa öleceksiniz.”

Derin bir nefes alan Ferit,

“O belge bizim için çok önemli, birader! Gel uğraştırma bizi!” deyince genç, öfkeyle gürledi.

“Sahipleri geldi aldı. Size de ikişer mermi kaldı.”

Başını salladı Haktan, yan tarafına dönüp Ferit’e baktı.

“Ne dersin Ferit? Mermi bize yeter mi?”

“Sanmam, az gelir.”

“Uzatmayın!” diye çıkışan Bedran,

“Ellerinizi kaldırın ve arkanızı dönün! Çömelin!” diye tısladı.

“Ha, bir de domalalım mı? Derdin ne lan senin? Sıkacaksan sık!” diye çıkıştı Ferit. Haktan, başını hafifçe salladı.

“Peki! Sakin olun!”

İkisi ellerini kaldırırken genç ve Bedran, onlara doğru adımlarını attı. Haktan ve Ferit çömelirken genç,

“Bedran Ağa, bunları bana ver, ben sıkayım! Buraları sahipsiz bellemişler,” deyince Ferit, yandan Haktan’a bakarak:

“Ben bunun ebesini belleyeceğim ağabey!” diye fısıldadı. Haktan gülümsemekten kendisini alamadı.

“İki kişiler zaten Numo! Biri sana biri bana…” diyen Bedran, Numo dediği gence bakıp gülümsedi. Ferit, Haktan’a bakıp gülümsedi.

“İki kişiler zaten Haktan Ağabey, biri sana biri bana…”

Ferit’in lafı biter bitmez Haktan, ansızın yerde takla atarak Bedran’ın paçasının dibine geldi ve hızla onun avret yerine sert bir darbe indirdi. Aynı şekilde Ferit de yuvarlanmış, Numo denen gencin dibinde peyda olmuş ve onun avret yerine sert bir tekme indirmişti. Bedran ve Numo acıyla böğürürken Ferit ve Haktan, onların ellerindeki silahları kapmış ve bu sefer de namlular, onlara çevrilmişti.

“Şimdi sıra sizde! Konuşun bakalım, bu belge nerde?” diye soran Ferit, namluyu Numo’nun şakağına dayamıştı. Numo acıyla kıvranırken Haktan, Bedran’ı tartaklayarak sıkıştırıyordu.

“Konuş lan Bedran, konuş! Belge nerede?”

Bedran, alnında parlayan boncuklaşmış terlerle onun suratına baktı.

“Geldi ve aldı. Sizden önce…”

“Kim?” diye çıkışan Haktan, Numo’nun:

“Söyleme ağa!” diye inlemesiyle Ferit’e baktı. Ferit, olanca gücüyle sert bir şamarı Numo’nun yanağında patlattı. Acıyla inleyen Numo, yaşlı gözlerle Ferit’in yüzüne baktı.

“Kim dedim Bedran, kim?”

Haktan’ın lafıyla ve namluyu sallamasıyla Bedran, acı içerisinde söylemek zorunda kaldı.

“Çoban kılıklı bir adam… Kürtçe konuşuyordu. Ben Saddam’ın oğluyum dedi. Ona vermek zorunda kaldık.”

Haktan aniden Ferit’in yüzüne baktı, gözleri iri bir şekilde bakışırlarken Numo, Ferit’in belindeki silaha göz dikmişti.

“Bu, o çoban olmalı!” diyen Haktan, ansızın Ferit’in belindeki silahı kapan Numo’ya ateş etti. Bacağından aldığı mermiyle inleyen Numo’yu gören Bedran, korkuyla kaçmak istedi ama arkasını döndüğü gibi dengesini kaybetti ve tepeden aşağıya yuvarlandı. Büyük bir bağırmayla tepeden aşağı düşen Bedran’ın arkasından:

“Ağam!” diye bağıran Numo’ya,

“O kadar seviyorsan, sen de git!” diyen Ferit, hızla onu tepeden aşağı itti. Numo da Bedran’ın peşinden aşağı düşerken ve bağırmasıyla köyün içinde yankılar yaratırken Haktan, Ferit’e yaklaşarak:

“Çoban kaybolmadan gidelim,” dedi. İkisi hızla geldikleri yere yönelirken ellerindeki silahları da fırlatmayı ihmal etmediler.

Beyaz Dacia köyden çıktığında ve tepeye doğru hızlandığında Ferit, ikide bir telefonunu kontrol ediyor ve şebekenin gelmesini arzulu gözlerle bekliyordu.

“Nerede bu sürü?” diye fısıldayan Haktan, telefonuna gömülmüş olan Ferit’e bakarak:

“Geldi mi şebeke?” diye sordu.

“Hayır, kıza da yazamadık, ayıp oldu şimdi!”

Göz deviren Haktan, burnundan derin bir soluk alarak yola adapte oldu. İlerde görünen sürüyle Haktan, gaza biraz daha yüklendi.

“Sürü orada!”

“İnşallah çoban da oradadır, ağabey!”

Haktan başını salladı.

“Görünmüyor.”

Sürüye yaklaştıklarında, başıboş hayvanların kendi hallerinde otladıklarını gördüler. Arabayı durduran Haktan, etrafına bakınırken:

“Eşeği de götürmüş,” diyen Ferit’e baktı. Sinirleri bozulmuş bir şekilde gülümseyen Haktan,

“Lan bir sus lan!” diye fısıldadı.

“Aha orada!”

Tepeden aşağı inmekte olan çobanı gördüklerinde ikisi de sevinçle arabadan indi. Ferit hemen silahını sıyırdı, Haktan da silahını çıkarıp silahı hazır hale getirdi. Çoban, arkasında eşekle aşağıya doğru inerken Haktan ve Ferit de hızla ona doğru ilerlemeye başladı.

“Nerede lan belge?” diye çıkışarak soran Ferit’e, yüzünde alaylı bir gülümsemeyle baktı çoban, arkasında duran eşeğin sırtındaki eyerden kara kaplı bir kutu çıkardı.

“Yukarıda çok oyalandınız,” diyerek düzgün bir Türkçeyle konuşan çobana şaşkın gözlerle bakan Haktan,

“Arkanızda iz bırakmadınız umarım,” diyerek onu daha da şaşırtan çobanın yüzündeki alaylı ifade, Ferit’in:

“Tek iz sen kaldın işte!” deyip elindeki kutuyu ansızın almasıyla ciddi bir ifadeye dönüştü.

“Benim izim silinmez, izim bilinmez, izim yok olmaz.”

Çobanın bu ağır lafıyla Haktan,

“Kimsin lan sen?” diye çıkışarak sordu. Çoban, üstündeki kirli gömleğin cebinden bir kimlik çıkardı. Kimliği Haktan’a uzattı. Kimliği alan Haktan, gördüğü amblemle ve isimle irkildi. Ferit, elindeki kutuya değil de Haktan’ın değişen yüz ifadesine bakınca gözlerini kıstı.

“Ne oldu ağabey, Cumhurbaşkanı mı?”

Kimliği Ferit’e uzatan Haktan,

“Değil ama kendin gör!” dedi. Kimliği alan Ferit, çobanın gülümseyen gözleri arasında ambleme ve isme bakınca irkildi.

“Haydi canım?”

Gülümsedi çoban,

“Valla canım!” dedi. Derin bir nefes alan Ferit,

“Kusura bakmayın efendim, şey ettik!” dedi.

“Ver bakalım kimliği!” diyen çoban, Ferit’in uzattığı kimliği aldı ve:

“E tabi o kara kutuyu da…” deyince Ferit, süt dökmüş bir kedi edasıyla kutuyu da uzattı.

“Şey, o kutudaki belge bize lazımdı,” diyen Haktan,

“Artık değil koçum! İnisiyatif bende, size iyi yolculuklar!” diyen çobana bakıp mecburen başını salladı.

“Emredersiniz efendim!”

“Haydi Karakaçan, yolumuz uzun!” diyen çoban, eşeğin yularından tutarak onların yanından ayrıldı.

“Ne yapalım ağabey?”

Ferit’e bakarak:

“Biz de beyaz kaçanımızla gidelim, ne yapacağız ki?” diyen Haktan, eşeğiyle uzaklaşmakta olan çobanın arkasından bir müddet baktı, ardından Ferit’le birlikte arabaya doğru yürüdü.

***

Ankara/Etimesgut
Özel Bilgi Hastanesi
13 Temmuz, akşama doğru

“Durumu nasıl Doktor Bey?” diye soran Orgeneral Salih Çollak, ameliyathaneden yeni çıkan doktorun karşısında durmuştu.

“Durumu stabil, şu an uyutmak zorundayız! Ancak çok kan kaybetmişti. Bileklerini diktik, yara çok keskindi. Adeta damarları parçalamış cinsten! Malumunuz, yolda bir kez de kalbi durmuştu. İyi olması, zamana bağlı! Birkaç saat içinde tekrar gerekli kontroller yapılacak, şu an kesin bir şey söylemek mümkün değil!”

“Onun yaşaması lazım, Doktor Bey!”

“Biz elimizden geleni yaptık, gerisi önce Allah’a sonra da ona kalmış, beklemekten başka yapacak bir şeyimiz yok!”

Orgeneral başını sallayınca doktor,

“Tekrar geçmiş olsun!” diyerek yanından ayrıldı. Orgeneral de Genelkurmay Başkanı’na bilgi vermek için telefonunu çıkardı.

Genelkurmay Başkanlığı

“Anladım Salih! Güvenliği had safhaya taşıyın, Orhan Kuzu’ya bir şey olmayacak!” diyen Genelkurmay Başkanı Orgeneral Muhlis Çakar, sinirle yerinden duramaz bir hale gelmişti. Odasının içinde tur atarken kapısının dinlendiğinden habersiz bir şekilde Orgeneral Salih Çollak ile konuşuyordu.

Kapıya sırtını yaslamış, yerinde dik durmuş bir şekilde etrafına çaktırmadan içeriden gelen konuşmaları dinliyordu, Genelkurmay Başkanı’nın emir subayı Yarbay Ercüment Türkcan. Gelip geçen askerler, ona tuhaf gözlerle bakıyor ama o, istifini bozmadan yerinde dimdik durup içeriye kulak kabartıyordu. Bir asker,

“Komutanım, bir sorun mu var?” diye sorar sormaz irkildi, kendisini düzelterek:

“Komutanımız telefonla konuşuyor, içeri girmek için müsait bir zaman bekliyorum. Sıkıntı yok!” diye onu geçiştirdi. Asker yoluna devam ederken o da işine devam etti.

“Tamam, Salih! Gözünü dört aç!” diyerek telefonu kapatan Başkan Bey, sıkkın bir nefes alarak masasına doğru yürüdü.

MİT-Kale

“Bölgede oluşturulmak istenen terör koridoru…” diyerek lafa giren Müsteşar Bey, karşısındaki koltukta oturan Devrim’in asık yüzüne bakarak lafına devam etti.

“…Türkiye’nin bölgesel stratejik kurallarına aykırı olduğu için, gerek ABD olsun gerekse diğer müttefikleri olsun, Türkiye’yi ve haliyle Cumhurbaşkanımızı sıkıştırıyorlar. Terör unsurlarına el altından silah ve mühimmat yardımlarını kaç kez ifşa etmemize rağmen, sanki bunları onlar yapmıyorlarmış gibi Türkiye’nin barıştan yana olmadığına ve savaş yanlısı olduğuna dair hem basında hem de bizim içimizdeki kuklalarına demeçler gönderdiler. 2000’li yıllarda yürüttükleri Büyük Ortadoğu Projesi tutmayınca, petrol yataklarında bağımsız devletler istemedikleri için, bu demokrasi yalanlarıyla hem bölge halkını hem de Türkiye’nin sınırları dahilindeki Doğu ve Güneydoğu halklarını, devlete ve askere karşı gelmelerine zemin hazırladı.”

Müsteşar Bey susunca Devrim, yerinde doğrularak lafa girdi.

“Kimi okumuş ve kendilerine aydın yaftası yapıştırmış bazı ehli kalem müsveddeleri; ‘ne işimiz var falan yerde, ne işimiz var filan yerde’ diyerek kamera önlerinde ahkam kestiler. Halbuki bilmiyorlardı ki falan yer de bizimdi, filan yer de bizdendi. Irak’ın kuzeyinde ve Suriye’nin Türkiye sınırında konuşlanmak istenen terör örgütlerinin bizim ülkemizin sınırlarında ne işi var? Onlar bunu sormuyor, soramıyor.”

“Çünkü kalemlerinin kırılacaklarını biliyorlar.”

“Bakın Sayın Müsteşarım! Türkiye, son yirmi yıldır epey yol kat etti. Gerek sanayi, özellikle askeri sanayiler olsun gerekse altyapı çalışmaları olsun, kendisini geliştirmiş, yetiştirmiş bir ülke konumunda! Her yıl ihracat rakamları büyüyor, ülkeye yerleşmiş müreffeh bir hava hâkim! Onlar bundan rahatsız, 90’lı yıllardaki Türkiye’yi arıyorlar. O güçsüz, çelimsiz ve kendisine bile yetemeyen eski Türkiye’yi istiyorlar. Neden? Çünkü karşılarında el pençe duran bir devlet başkanı yok; yüksek sesle konuştuğunda, yerine sinen bir hükümet yok! Onlar istiyor ki, o eski Türkiye’nin eski hükümetleri, eski yöneticileri olsun! Geçti o devirler, Sayın Müsteşarım!”

“Bu yüzden kudurmuş durumdalar!”

İkisi de bir sessizliğe büründü. Duvardaki saatin tik tak sesleri duyuluyor, onların sessizliği uzuyordu. Çalan kapı, onların sessizliğini bozdu.

“Girin!” diye seslenen Müsteşar Bey, mecburen misafirinin karşısından kalktı. İçeri giren Yavuz,

“Özür dilerim başkanım ama konu önemli!” diyerek yaklaştı.

“Ne oldu Yavuz?”

“Sahadaki elemanlar…” diyen Yavuz, Devrim’in de dikkatini çekmişti. Yavuz, önce Devrim’e ardından da Müsteşar Bey’e baktı.

“Devam etsene oğlum!”

“Sahadaki elemanlar, emaneti alamamışlar.”

“Neden?”

“Çünkü emaneti, başka biri almış.”

“Kim?” diye soran Müsteşar Bey, kaşları çatık bir şekilde Yavuz’un endişeli suratını inceledi. Devrim de Yavuz’un vereceği isme adapte olmuştu.

***

İstanbul/Üsküdar/Karargâh
13 Temmuz akşamı

“İki belgeyi de çözdük,” diyen Kağan, toplantı odasındakilerin yüzlerine bakarken Çetin’in yüzündeki morluklar dikkatini çekti.

“Çetin, benim gözlerim mi kararmış yoksa senin yüzün mü morarmış?”

Çınar gülümserken Çetin,

“Birader işine bak!” deyince Kağan,

“Anladım, aslan tırmalamış, neyse!” diyerek işine döndü. Çınar kıkırdarken Çetin, yan gözlerle ona baktı ve suratını astı.

“MUZ yöntemiyle belgelerdeki bütün karmaşık yazıları çözdük ve karşımıza şu yazılar çıktı.”

Ekranda beliren yazılar, hepsinin gözlerine hitap ederken Adem, bir eli çenesinde:

“Bu yazıların özeti var mı kardeş?” diye sordu. Feryal gülümsedi.

“Büyük bir hazırlık olduğunu, hazırlığın neye ve kime olduğunun belirsizliğini, Urfa sınırında bir kümeleşmenin varlığını, Sadid ve Şaddadilerin sınırda biriktiğini ve sınırdaki iki kritik noktanın varlığını ama nereleri olduğunu bilmediğini ve bunlardan uzak dursun diye, kendisini Şırnak’a sürdüğünü belirtmiş.”

Kağan, ağzı açık bir şekilde Feryal’e bakarken Hatem, Çetin’in durgun bakışları arasında:

“Bu ne demek şimdi?” diye sordu. Rojda yerinde doğrularak:

“Sessizliğin pis kokusu demek,” deyince Adem de başını sallayarak:

“Şimdi elimizde neler var?” diye sordu. Kağan, yerine geçerken cevabını önden gönderdi.

“Eğer iki terör unsuru varsa, iki kritik nokta da var. Feryal’le birlikte bazı durum değerlendirmeleri yaptık. Ceylanpınar sınır kapısı ve Mürşitpınar sınır kapısı… Özellikle sahadan aldığımız bilgilere göre, bahsi geçen terör unsurlarının özellikle o sınır kapılarına yakın konuşlandıklarını öğrendik.”

Delal’in sorusu, aslında masadaki herkesin sorusuydu.

“Peki, bunlar neden birikmiş olabilir oraya?”

“İşte, bizim de içinden çıkamadığımız soru bu!” diyen Feryal, Çelik’in:

“Ben bazı arkadaşlarımla temasa geçtim. Bu istihbaratların yersiz olduğunu söylediler nedense!” demesiyle Hatem, yandan ona bakarak:

“Muhtemelen onlar, başka bir renge büründükleri içindir,” deyince Çelik, kafasını salladı.

“Olabilir.”

Adem, yerinde doğrularak başka bir konuya geçti.

“Parkta Hüseyin’le buluşurken, birkaç adam geldi. Silah çektiler.”

Hatem devam etti.

“Çatışmayı göze alamadık, etrafta masum insanlar vardı. Biz de teslim olmuş gibi onlara sokulduk ve gereğini yaptık.”

Adem lafı devraldı.

“Üstlerinden görev kimlikleri çıktı.”

Delal’in sorusu, diğerlerinin de merakını kamçıladı.

“Kimlermiş?”

Derin bir nefes alan Hatem, Çetin’in durgun bakışları arasında, cevabını masanın göbeğine yerleştirdi.

“İstihbarat Daire Başkanlığı mensupları…”

Masadaki herkes irkildi, Feryal hariç. Kağan çenesini sıvazlarken Çelik, kafasını hafifçe salladı; Delal ve Rojda bakışırken Çınar, Çetin’in durgun suratına baktı ve Feryal, meseleyi anlamadığı için öylece durmak zorunda kaldı. Adem, hepsine birer ikişer baktıktan sonra:

“İşin içinde istihbarat varsa, iş büyük olmalı arkadaşlar!” dedi.

“Kimlik sahte olmasın?” diye tedirgin sesiyle soran Rojda, Hatem’den gelen olumsuz mukabilindeki baş sallamayla Delal’e baktı.

“Peki, ne yapacağız?”

Çınar’dan gelen soruya Adem,

“Devrim Bey gelsin de, konuşuruz!” diyerek cevap gönderdi. Herkes derin düşünceleri boylarken Feryal’in anlamsız bakışları, hepsinin yüzünde gezindi.

Balat/İsmailağa Camisi
13 Temmuz akşamı

Yatsı okunalı, namaz kılınalı bir hayli olmuştu; önünde durduğu duvardaki siyah tabelaya bakıyordu Meczup, altın sarısı kamaşan yazılarla caminin banisi yazılıyor, vefatı için Fatiha isteniyordu. Elini açtı Meczup, diline bir Fatiha yerleştirip caminin banisinin ruhuna hediye etti. Demire tutunarak içeriye göz gezdirdi. Cemaat epey vardı, kapıdaki dolaplardaki ayakkabı dolapları dolmuş taşmıştı. Etrafına bakındı, gözüne çarpan bir tesettür dükkânının kapalı kapısına baktı, tebessüm etti ve dönüp camiye adapte oldu. Caminin kümbetine takıldı gözleri; akşamın karanlığında ışıldayan kümbetin tepesindeki hilal şeklindeki demire baktı, gözlerinin içi gülümsedi ve kafasını hafifçe salladı. Derin bir iç çekerek giriş kapısına yöneldi.

Kapının üst kısmındaki yeşil kakmalı bölmeye baktı, elini sürdü ve Arap alfabesiyle yazılmış yazılara dokundu. Elini yüzüne sürdü, burnuna yaklaştırdı ve kokusunu genzine çekti.

“Aşk kokuyorsun ey taş, aşka düşmüşsün,” diye fısıldayarak sarı desenlerle süslü kahverengi kapıyı itekledi. İlerdeki şadırvana takıldı gözleri, bazı musluklardan damlalar süzülüyor, bazıları tam kapalı ve bazıları da bozuk olduğu için devreden çıkarılmıştı.

“Tıkandı Baba rahmet istedi, rahmetimiz tıkanmasın,” dedi ve tekrar Fatiha okudu. Tam ortadaki fıskiyenin karşısında durdu. Sağ elinin işaret parmağını fıskiyeden süzülen suya tuttu, parmağını dudağına sürdü ve fıskiyenin taşına oturdu. Duyduğu hareketlilikle arkasına baktı. Cemaat camiden çıkıyordu. Kendi rahatını bozmadı; insanların birer ikişer kapıya yönelmelerine baktı, onlar uzaklaşırken o istifini bozmadan onları izledi. Birden içinden bir türkü mırıldanmak geldi. Gözleri gülerek giden insanlara bakarken türküsünü diline nakşetti.

“Mahpustan bugün çıktım,
Kapıda kimse yoktu,
Yüreğim isyan bugün
İçerim fırtına…”

Başını hafifçe salladı. İnsanların giderek uzaklaşmalarına bakarak derin bir iç çekti ve türküsüne devam etti.

“Bir ben bir sigaram
Kalmışız baş başa,
Bir ben bir bu cami
Kalmışız baş başa…”

Camiden çıkan uzun siyah sakallı, kafasında imam takkesi ve üstünde siyah cüppesi olan adam, Meczup’u o halde görünce gülümsedi. Onun bir de türkü mırıldandığını duyunca, kafasını hafifçe sallayarak yavaşça yürüdü. Meczup, gelmekte olan cüppeli adamı fark ettiği halde istifini bozmadan türküsünü sürdürdü.

“Oy benim dertli başım
Ağrıyor bugün yine,
Bir dost bir gülücük
Ararım ben bu gece,
Ararım her gece…”

Türkünün nakaratını tekrarlarken, yanında duran adamın gölgesi üstüne düşmüş, adam da onu dinleyerek türküden kendisine pay almıştı. Türküyü bıraktı Meczup, önünde dalgalanan gölgeyi görünce gülümsedi.

“Bugün geç kaldın?” diye soran adamın sesiyle,

“Mahpustan yeni çıktım,” diyerek yanıt verdi.

“Dertli başın mı ağrıyor?”

“Başım mı var ki ağrısın?”

“Çorba içelim mi?”

“Limon da sıkacak mıyız?”

“Soğan da kırarız,” diyen adam ona elini uzatınca Meczup, uzanan eli kavradı ve ayaklandı.

Beyaz tasın içindeki mercimeğin dumanı havaya süzülürken Meczup, elindeki limonu sıktı ve suyuyla birlikte iki çekirdek de sıcak çorbanın dibini boyladı. Sonra tuz ekti, ardından kaşık çaldı.

“Sohbete gelmedin, endişe ettim?” diye soran adama aldırış etmeden somun ekmeğinden bir parça koparıp çorbaya daldırdı, yumuşayan ekmek parçasını ağzına atarak gözlerini yumdu.

“Allah Akubu’dan razı olsun.”

Gözlerini kıstı adam, eliyle sakalını ovarak:

“O kim?” diye sordu.

“Bir Allah kulu…”

Kaşları oynadı adamın, başını hafifçe sallayarak:

“Anlaşılan sen, gene kendi meşrebince konuşacaksın. Konuş bakalım!” dedi.

“Kırmızı mercimeği bulan Akubu’yu kimse bilmez, tanımaz. Asurlu bir kız çocuğu işte!”

Gülümsedi adam,

“Kimse seni de tanımıyor, ben bile tanımıyorum,” deyince Meczup, kaşıkla bir yudum çorba içti.

“Gönüller birbirlerini tanır, birbirlerine iltica eder, birbirlerine ensar ve muhacir olur.”

“Eyvallah! Çay içer misin?”

Cevap vermedi Meczup, çorbasını ekmek ve kaşıkla içerken adamın kalkıp gitmesine aldırış etmedi. Tasın dibinde kalan son çorbayı kafasına dikerek gözlerini yuman Meczup, adamın tüpü yakmasıyla gözlerini açtı. Çaydanlıktaki suyun fokurdayan tüpün üstünde ısıya alışmasını bekler gibi gözlerini kırpmadan karşı tarafına baktı. Adam geldi ve karşısına kuruldu.

“Ne oldu Meczup?”

Adamın sorusuna aldırış etmeden, elindeki boş tası masaya bıraktı.

“Bize dostlar ‘Meczup’ dedi
Halimizi ayan etti
İnci mercan yakut dedi
Sırrımızı beyan etti.”

Adam, sakalları bile gülercesine kafasını salladı.

“Çorbamızda marifet vardır; marifete kaşık çalanlar, dilsaz olur Meczup!”

Adamın lafına kulak asmadı, başka bir dörtlük dizdi.

“Hak’tan gele hoş kelamlar
Hoşa gelen hoş adamlar
Mest olan sarhoş adamlar
Bizi bize hayran etti.”

Kafasını sallıyordu adam, Meczup’un diğer dörtlüğünü bekledi. Onu fazla bekletmedi Meczup, hemen diğer dörtlüğü söyledi.

“Bizden değil bizden olan
Kuru laftan sözden olan
Bizden sermayesin alan
Zevk-u sefa, bayram etti.”

Bu dörtlük, adamın kaşlarının çatılmasına neden oldu. Sakalını sıvazladı adam, ucuna aklar birikmiş sakalından süzülen tütün kokusu, Meczup’un gözlerini yeşertmişti. Adam, son dörtlükteki manayı düşünüyor; gözleri yeşermiş Meczup’un melül bakışlarını yokluyordu. Yerinde doğrulan Meczup, adamın dikkatini daha da celp etti.

“Hayır söyle hayır olsun
Düz ovalar bayır olsun
Kuru toprak çayır olsun
Bülbül gülü seyran etti.”

Adam anlam veremiyordu; her bir dörtlüğünde ayrı manalar vardı, Meczup’un ne demek istediğini çözemiyordu ama aklını meşgul eden diğer bir husus, Meczup bu dörtlükleri neden dizmişti, bunu anlayamıyordu. Sustu Meczup, adamın yüzünde birkaç saniye kilitli kaldı, ardından tüpün üstündeki çaydanlığın fokurdamasıyla ikisi de kendine geldi.

“Bu çay DEM’ini tutmuş mudur Halit Hoca?” diye soran Meczup, imalı gözlerle onun yüzünü inceledi. Halit Hoca, onun ne demek istediğini anlamadığı için, öyle boş gözlerle baktı.

“DEM’ini tutmamış çayın tadı gevrek olur, içimi lakayt olur.”

Hâlâ çözememişti Meczup’u Halit Hoca; hoş, gerçi hiç kimse çözemiyordu onu ama Halit Hoca, belki şans eseri onu çözer, düğümlerinden manalar keşfederim umuduyla karşısına oturmuştu. Bu sefer çaydanlığın kapağı oynayınca Halit Hoca, Meczup’tan kopmak zorunda kaldı ve çay doldurmak için ayaklandı.

“Bize bizden yar olur mu?
Neyar bize yar olur mu?
Dost demi ağyar olur mu?
Meczup lafı kervan etti.”

Ayaklandı Meczup, elinde çaydanlıkla ona bakan Halit Hoca’ya göz değdirip kapıya doğru yürüdü.

“Çay içseydin?”

Bir şey demedi Meczup, kapıdan süzülüp çıktı. Arkasında şaşkın gözlerle ona bakmakta olan Halit Hoca, çaydanlığı yerine bırakıp pencereye yöneldi. Camdan dışarıya baktığında, hiç kimseyi göremedi. Kafasını hafifçe salladı. Geri döndü, kendisine çay doldurmak istedi ama masada, çorba tasının altına sıkıştırılmış ufak kâğıdı görünce gözlerini kısarak adımladı. Masanın başında durdu,

“Ne dedin, ne söyledin, ne bıraktın a Meczup?” diye fısıldayarak tasın altındaki kâğıdı aldı.

“Bu Temmuz, başka bir hararetli olacak.”

Gözleri kısıldı, yüzü buruştu ve Meczup’un ne demek istediğini anlamadığı için derin bir iç çekti.

***

Ankara/Etimesgut
Özel Bilgi Hastanesi

Kolunda açılan damar yoluna enjekte edilmiş serum hortumundaki sıvılar damarına giriyor, yandaki cihazda tansiyon ve kalp ritimlerini gösteren çizgiler akıp gidiyor ve cihazın sesi, odanın içinde fink atıp duruyordu. Binbaşı Orhan Kuzu’nun kapalı gözleri, bu yoğun bakım odasının ambiyansını görmesine olanak vermiyordu. İnip kalkan göğsü, nefes aldığını gösteriyor; arada bir milimce kıpırdayan kirpikleri, onun uyanacağına işaret ediyordu.

Kapıda duran iki asker, sanki duvardan ilham alır gibi hiç kıpırdamadan etraflarına göz kulak oluyor; gelip geçen insanların tuhaf bakışlarına meze olsalar da onlar, işlerinden ödün vermeden nöbetlerini tutmaya devam ediyorlardı.

Elindeki enjektörü dolduran hemşire, enjektördeki sıvı boşluğunu almak için hafifçe baskı uyguladı; enjektördeki sıvının birkaç damlası ağzından fışkırıp yere damlarken hemşire, etrafına katı bakışlar atarak tek başına durduğu bu hemşire odasından çıkmak için hareketlendi. Yaka kartındaki ismin belirgin olması için yakasını düzelten esmer tenli, siyah düz saçlı ve sağ yanağında minik beni olan hemşire, odadan çıkarak koridorda adımlarını konuşturmaya başladı. Hemşirelerin durduğu bölmenin önündeki masadan bir dosya aldığı gibi hızlandı. Gelip geçen insanlara, hemşirelere ve doktorlara samimi görünmek için tebessümler saçıyor; adımlarını hızlı atarak ayağındaki topuklu ayakkabının mermer zemini tıkırdamasına sebep oluyordu. Önünden geçtiği güvenlik kameralarına göz ucuyla bakıyor, doğal ve olağan ahvalinden ödün vermiyordu. Asansörün önünde durduğunda, yanında duran başka bir hemşirenin verdiği selamı aldı ve onunla muhabbet ederek asansöre bindi.

Yoğun bakım ünitelerinin olduğu kata varmadan, bir üst katta indi diğer hemşire; o, diğer hemşirenin gitmesiyle kapının çabuk kapanması için bir düğmeye bastı. Kapı kapanırken, suratına ince bir tebessüm gelip kondu. Kapı kapanır kapanmaz hemşire, diğer cebini kontrol etti ve içinde bir hap kutusu buldu. Derin bir nefes alarak hap kutusunun kapağını gevşetti. Tekrar cebine bırakıp açılan kapıyla asansörden indi. Bakışlarını, önünde iki askerin nöbet tuttuğu yoğun bakım odasına çevirdi ve bu sefer de adımlarını yavaş ve sakin atarak o odaya doğru yürüdü.

Etraf, olabildiğince sessiz ve sakindi; sadece iki askerden başka kimse görünmüyordu ve hemşire, yüzünde ciddi bir ifadeyle bu askerlere yaklaştı.

“İyi geceler!” diyerek odaya girmek istedi ama askerlerden biri,

“Hayırdır?” diye sorunca hemşire, kimlik kartını gösterip:

“Hastayı kontrol edeceğim,” dedi. Asker, kimlik kartındaki ‘Asmin Güneş – Hemşire’ yazısına göz değdirdikten sonra başını salladı. Hemşire Asmin, yüzünde mütebessim bir ifadeyle kapıyı açtı ve içeri girdi. Kapıyı kapatarak yataktaki Orhan Kuzu’ya bakan Hemşire Asmin, derin bir nefes alarak yavaşça yürüdü ve gelip yatağın başında, serum şişesinin yanında durdu.

“Şehit olma zamanı gelmedi mi, Binbaşı?” diye fısıldayarak sol cebinde duran enjektörü çıkardı. Suratında müstehzi ve kindar bir ifadeyle seruma baktı. Enjektörün iğne kılıfını çıkarıp cebine kattı. Enjektördeki sıvıya bakıp tebessüm etti. Yavaşça seruma yakınlaştı ve serumdaki sıvının damladığı yere enjektörü yaklaştırdı. Enjektörün iğnesini batırıp arkasına baskı yapmak için yeltendi ama ansızın duyduğu sesle irkildi.

“Dur, sakın onu boşaltma!”

Bir silahın sürgü sesi duyuldu ve ensesine bir namlu dayandı. Yutkunan Asmin Hemşire, gözlerini birkaç saniye yumdu; parmağı, enjektörün arka kısmındaki baskı yerinden ayrılmadı, arkasında duran kişinin nefesini ensesinde hissedebiliyordu.

“Ellerini kaldır, Asmin Güneş!”

Bu arkasındaki her kimse, onun adını biliyordu; yan gözlerle seruma, seruma saplanmış enjektöre ve yataktaki Orhan Kuzu’ya baktı. Arkasındaki adam, onu tekrar uyarmak zorunda kaldı.

“Sana, ellerini kaldır dedim.”

Tekrar yutkundu Asmin Hemşire, enjektörü serbest bırakarak yavaşça ellerini kaldırdı. Arkasındaki adam, bu Yavuz’dan başkası değildi, sakince ona yaklaştı ve kendisi, seruma saplanmış enjektörü tutup çekmek için iyice Asmin Hemşire’ye yaklaştı. Uzanıp enjektörü tuttu, çekeceği sırada Asmin Hemşire, onun bu kadar yakın olmasını fırsat bildi ve hızla kolunun dirseğini onun karnına geçirdi. Bir an bocalayan Yavuz, hızla enjektörü tutup çekmişti ama yediği darbeyle sendeledi ve enjektör yere düşerken o da yan yatmış, Asmin Hemşire’ye kaçma fırsatı doğmuştu. Çevik bir atakla kapıya yönelen Asmin Hemşire, kapıyı açtığı gibi koştu ama karşısında dikilen dört askerle neye uğradığını şaşırdı. Askerler ona silah doğrultmuştu. Askerlerin arkasında da Orgeneral Salih Çollak duruyordu; Yavuz da çıkmış ve onun arkasında durmuştu ve Asmin Hemşire, etrafını saran çembere baktı, hızla elini cebine attı ve demin asansörde kapağını gevşettiği hap kutusunu açarak içindeki tek hapı ağzına attı, etrafına bakarak hapı ağzında kırdı. Daha Yavuz ve Orgeneral Salih Çollak ne olduğunu anlayamadan Asmin Hemşire, boş bir çuval gibi yere yığıldı. Ağzından köpükler akarken, başında duran Yavuz’un siluetine son defa baktı ve gözleri yumuldu.

“Allah kahretsin!” diye fısıldayan Yavuz, eğilip kadının nabzına baktı. Kafasını sallayarak Orgeneral Salih’e dikti öfkeli bakışlarını; Orgeneral Salih Çollak, burnundan derin bir soluk alarak askerlerine baktı ve:

“Doktor falan çağırın!” diye talimat verdi.

“Doktor fayda etmez, ona telkin verecek imam lazım!” diye fısıldayan Yavuz, etrafına bakınarak hayıflı bir şekilde başını salladı.

Başkent Home Otel

Elindeki fotoğrafa bakan Jahnan,

“Nereden buldunuz bu adamı?” diye sorarak karşısındaki koltukta oturan MİT Müsteşarı Affan Çam’a baktı. Müsteşar Bey, sırtı koltuğa yaslanmış ve gözleri kadında bir şekilde:

“Tanıyor musunuz bu adamı?” diye sordu. Mardin Midyat’taki çobanın olduğu fotoğrafa tekrar bakan Jahnan, suratında anlamsız bir tebessümle:

“Tanıyorum tabi! Köyün çobanı bu!” deyince Müsteşar Bey, gülümseyerek kafasını hafifçe salladı.

“Çoban…”

Jahnan, onaylarcasına baş salladı.

“Basit bir çoban işte!”

“Bu ülkede, hiçbir şey basit değil; hiç kimse sıradan değil, Jahnan Hanım!”

“Ne demek bu?”

“Bu adam, İstanbul İstihbarat Daire Başkanı Sabutay Selvi!”

Birden irkildi Jahnan, tekrar fotoğrafa baktı; üstünde takım elbisesi, sakalsız suratı ve gülümseyen gözlerle kameraya poz vermiş bu adam, o köyde gördüğü, tanıdığı çobandı.

“Evet, bu adam çoban ama hangi sürünün çobanı, işte o belli değil!”

“Bu adamın benimle ne alakası var peki?” diye soran Jahnan, fotoğrafı masaya bırakıp Müsteşar Bey’in yüzüne ve diyeceklerine odaklandı.

“Mardin’deki adamlarımız, sizinle görüntülü konuşma yapan Bedran’ın, elindeki belgeleri bu adama verdiklerini söyledi. Bedran, sizin ona vereceğiniz yahut verdiğiniz para için, hem sizi hem de bizi sattı. Belgeler, bu çoban dediğiniz adamın ellerinde!”

Yüzü düştü Jahnan’ın, bakışlarında mahzun bir ifade belirdi; nemli bakışlarını önüne dikerek derin bir iç çekti, kafasını hafifçe salladı ve göğsünü daraltan bir sıkıntıya merhaba dedi.

“Lütfen Jahnan Hanım, varsa bir bildiğiniz, bizimle de paylaşın!”

Nemli gözlerle Müsteşar Bey’e bakan Jahnan,

“O belgelerin birinde, bir kroki vardı,” deyince Müsteşar Bey, bir umut ona yoğunlaştı.

“Krokinin koordinatlarını ezberlemiştim.”

İyice yerinde dikleşti Müsteşar Bey, kadının her lafıyla biraz daha umutlanıyordu. Hemen çantasından bir kâğıt çıkaran Jahnan, koordinatları bir kalemle yazarken:

“Neresi olduğunu bilmiyorum ama muhtemelen o kimyasal silahların olduğu sandık, bu koordinatların olduğu bölgede! Ama emin değilim ve koordinatların olduğu yerde ne var, onu bilmiyorum,” diyerek kâğıdı masaya bıraktı. Müsteşar Bey ayaklandı, geldi ve kâğıt parçasını aldı. Koordinatlara sadece on saniye baktıktan sonra kâğıdı buruşturup cebine koydu.

“Muhtemelen çoban, çoban köpekleriyle birlikte bu koordinatlara gidiyor. Teşekkür ederim Jahnan Hanım!”

Kadın başını salladı. Müsteşar Bey, yüzünde gülümser bir ifadeyle kapıya yönelirken Jahnan’ın sesiyle, kapıya yakın durdu.

“O çoban, sizden değil mi?”

Kadına dönerken, yüzündeki gülümser ifade dondu ve çiğ bir bakış bıraktı.

“İslamiyet’in Medine zamanında, sözde Müslüman gibi görünen bazı güruhlar peyda olmuştu. Bunlar, dilleriyle Müslüman olduklarını söylüyor ama amelleriyle, faaliyetleriyle İslam’a ve Müslüman’lara zarar veriyorlardı. Başlarında, Abdullah İbn-i Selül diye bir adam vardı. Bunlara, Kur’an ve Peygamber Efendimiz’in deyimiyle, Münafık deniyordu; Münafık, nifak sözcüğüyle eş anlamlıdır, Jahnan Hanım! Kelimenin anlamı; aslını gizleyip bir gruptanmış gibi görünen ama aslında o gruptan olmayıp o gruba zarar vermeye çalışan, bu uğurda nifaklar çıkarıp fitne fesatlar yaparak o grubu çökertmeye çalışan kişiler demektir. İşte bu çoban kılıklı köpek, aslını gizleyip bizdenmiş gibi görünen bir ehli nifaktır. O yüzden diyor ya Peygamber Efendimiz, ‘Aslını inkâr eden, bizden değildir.’ Müsterih olun; aslı aslına, nesli nesline çeker, Jahnan Hanım!”

Başını salladı Jahnan, Müsteşar Bey giderken son defa tebessüm etti ve durgun bakışlarla ardından bakan bir kadın bıraktı.

Koridorda ilerleyen Müsteşar Bey, çalan telefonunu cebinden çıkarıp ekrana baktığında, arayanın Yavuz olduğunu görünce hemen açtı.

“Söyle Yavuz!”

“Başkanım, Orhan Kuzu’ya suikast tertip edilecekti. Son anda mani olduk ama saldırgan, siyanür yutarak intihar etti.”

“Orhan Kuzu?”

“Kurtuldu. Demin gözlerini açtı, başkanım! Orgeneral Salih Bey, onunla konuşmak için doktor beyle görüşmeye gitti.”

“Oradan ayrılma Yavuz, gözünü dört aç!”

“Emredersiniz başkanım!”

Telefonu kapatan Müsteşar Bey, hemen Devrim’i aradı. Telefonu kulağına dayadıktan birkaç çalış sonra:

“Efendim Sayın Müsteşarım!” diye duyulan Devrim’in yorgun sesiyle:

“İstanbul’a geliyorum, Devrim Bey! Bu gece uzun olacak,” dedi.

“Bir gelişme mi var?”

“Geldiğimde konuşuruz, kahveler hazır olsun.”

“Acılı kahvenizi hazır olmuş sayın, bekliyoruz Sayın Müsteşarım!”

Telefonu kapatan Müsteşar Bey, hızlı adımlarla asansöre doğru ilerledi.

Konutkent

Öksüz Şendil’in morali, sıfırın dibini boylamış, asabı bozuk bir halde koltuğa çökmüştü; arkadaşlarının da ondan aşağı kalır yanı yoktu, hepsinin yüzünde endişe izleri, telaş emareleri belirgindi. Cemal Atmaz’ın durgun sesiyle, bir noktaya diktiği bakışlarını ona çevirdi Öksüz Şendil.

“Orhan Kuzu’yu kaybettik, eğer her şeyi biliyorsa ki mutlaka Tufan, her şeyi ona da anlatmıştır, bu iş biter.”

“Tufan, sadece Suriye’deki olaylardan haberdardı,” diyen Harun Güneş, herkesin bakışlarını kendisinde toplayınca:

“15 Temmuz’dan haberi yoktu,” diye devam etti.

“Ama tarihi biliyordu,” diyen Hayrettin Burç’un yüzündeki endişe izleri, diğerlerine de kötü enerji olup yansıdı.

“Alt tarafı bir tarih…” diyen Gürkan Öcek,

“O tarihte neler olacağını biliyor olamaz,” diye ekledi.

“İşi şansa bırakmamalıyız beyler!” diyen Öksüz Şendil,

“Erkene mi alıyoruz?” diye soran Cemal Atmaz’a bakarak:

“Hayır, asla! Tarih ve saat, aynı olacak,” dedikten sonra herkesin meraklı suratlarını birer ikişer izledi. Ardından, yerinde doğrularak:

“Orhan Kuzu, her halükarda konuşacak, bildiklerini söyleyecek. Peki, sizce onun bildiklerini söylemesi, ufak bir infiale neden olmaz mı? Bırakalım konuşsun, söylesin, anlatsın. Paşalarda bir korku belirse, daha güzel olmaz mı? İşte o zaman istediğimiz ortam hazır olur,” dedi.

“Bu riskli!” diyen Harun Güneş’in:

“O zaman tedbirler alınır, bırakın helikopter, füze uçurtmayı, kuş bile uçurtmaz bunlar! Bütün üslere sıkı denetim getirilir ve her şey zorlaşır,” demesiyle Öksüz Şendil, onun haklı olduğunu görünce derin bir nefes aldı.

“Peki, ne yapacağız?”

Gürkan Öcek’e baktı herkes, soru ondan gelmişti. İkinci soruyu, Hayrettin Burç dillendirdi.

“Böyle elimiz kolumuz bağlı mı duracağız?”

Öksüz Şendil bir şey diyemedi, şakağını kaşıyarak tekrar koltuğuna yaslandı ve sorulan sorular, cevapsız bir şekilde ortalıkta dolanıp durdu.

-Bölüm Sonu-

Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top