-10-

Sınıra yaklaşan birkaç militan, kamufle olmuş bir şekilde askerleri hedef alırken Onion, onları dürbünle izleyerek keyifle sırıtıyordu. Wolf Wirman’ın da içinde bulunduğu birkaç pikap, arkadan kampa yaklaşıyordu. Arkadaki nöbetçiler onları karşılıyor, yol gösteriyordu. Kamufle olan militanlardan biri, hızla yerinden çıkıp askerlere kurşun yağdırdı; birisi kolundan vurulurken diğerinin omzunu sıyıran mermi, yerini acı bir sızıya bıraktı. Diğer askerler, kamufle olmuş militanları bulmak için yerlerinden çıkıp ateş ederken militanlardan gelen mermilerle yerlerine saklanmak zorunda kaldılar. Vurulan askerler de kendilerini korumaya alarak beklemeye geçmişti.

“Hey dostum, şenlik başlamış?” diyerek Onion’a sarılan Wolf Wirman, gülerek:

“Sensiz keyfi olmazdı dostum!” diyen Onion’un omzuna hafifçe vurarak:

“Senin bu huyunu seviyorum,” diyerek gülümsedi ve:

“Türk askerinin işi gücü var, bunlar burada ne arıyor?” diye sordu.

“Ah, sanırım ölmek istiyorlar. Nedense bu Türkler, ölmeyi çok seviyorlar.”

“Evet, doğru diyorsun dostum!” diyen Wolf Wirman, militanlarından birine dönerek:

“Dostlarımıza yardımcı olalım,” diye talimat verdi. Militan başını sallayarak diğer Sadid militanlarının yanına gitti ve talimatları onlara nakletti.

Bulduğu aralıktan diğer tarafa süzülmüştü Adem; yanında ekibinden iki kişiyle sessizce Suriye tarafına geçmiş, uzakta görülen kamplara doğru sürünerek ilerlemeye başlamışlardı. Her ne kadar Hatem’in içi buna el vermese de mecburen kabul etmiş, plâna sadık kalmıştı. Adem önde, diğer iki arkadaşı yavaşça ilerlerken Hatem de yanında birkaç kişiyle sınır tellerinin biraz yukarısına konuşlanmıştı. Çetin, Çınar’ı yanından ayırmadan sınır tellerine yakın bir yere yerleşirken Bahadır Üsteğmen de askerlerinin imdadına yetişmek için taburuyla hızlanmıştı. Amaçları, kampı çembere alıp ateşe tutmaktı; biraz daha ilerleyen Adem, dürbünle kampa bakınca irkildi,

“Vay çakallar vay!” diye mırıldanıp arkadaşlarını da kontrol ettikten sonra:

“Sadid ve Şaddadiler bir olmuş, sınıra tünemiş,” diye fısıldadı.

Yerlerini alan Hatem, telsizle irtibat kurmak istiyor ama Adem yakalanır endişesiyle bunu yapmıyordu; birden bir irkinti hissetti, sanki soğuk bir rüzgâr esmiş gibi tepeden tırnağa irkildi, etrafına bakındı ama sakin durmaya çalışarak derin bir nefes aldı. Yanındakiler bunu fark etmişti ama sormadı; bedeni buzdan bir kalıp gibi olan Hatem, oturduğu yerde çömelerek dişlerini sıktı, ekipten biri ona yakın durup:

“Ne oldu?” diye sorarken Hatem, bir şey yok dercesine elini kaldırdı. Ama bir şey vardı, gene bir şeyler oluyordu ve Hatem, korktuğunun başına gelmesinden korkuyordu. Birden bir fısıltı duydu. Elleriyle kulaklarını kapattı. Başını sallayarak:

“Hayır,” diye sayıklarken ekipteki arkadaşı,

“İyi misiniz?” diye sordu. Hatem ona cevap veremiyordu, kulaklarında çağıldayan uğultunun başını ağrıtması da işin içine girince Hatem, tekrar:

“Hayır,” diye inledi. Uğultu yükseldi, başı çatlayacak raddeye gelmişti, dişlerini sıkarak ve gözlerini yumarak yerinde dikleşmeye çalıştı. Uğultu artınca Hatem, burnundan derin bir soluk çekerek bir astım hastası gibi sarsıldı. Ekipteki arkadaşları, ne yapacaklarını bilmez bir halde ona bakarken Hatem, giderek azalan uğultuyla gözlerini hafifçe açtı. Baş ağrısı da geçiyordu, yenmiş miydi? Bundan emin değildi. Uğultu tamamen dindi, baş ağrısı da tamamen geçti ve Hatem, yandaki silahını alıp arkadaşlarına bakarak, iyiyim dercesine başını salladı.

Sadid ve Şaddadi militanları, iyice sınıra dayanmışlardı; nöbetçi ve devriyeci askerleri sıkıştırdıklarını sanıyorlardı ama birden açılan ateşle yanıldıklarını anladılar. Bahadır Üsteğmen ve taburundan açılan ateşle birkaç militan yeri boylarken diğerleri gerisin geri çekilmeye başladı. Önceki askerlere mühimmat takviyesi yapan tabur, birden hücuma geçmişlerdi; Bahadır Üsteğmen, el bombasının pimini çekip hızla ileri fırlatırken Ademler de yandan ateşe geçmiş, patlayan bombaya silah sesleri de eşlik etmişti.

Birden bastıran çatışmaya bir anlam veremeyen Onion, Wolf Wirman’ın şaşkın bakışları arasında dürbünle baktı; Türk askerlerinin geldiğini gören Onion, iri gözlerle Wolf’a bakarak:

“Bunlar hesapta yoktu,” deyince Wolf Wirman, uzatılan dürbünü alıp baktı.

“Ah dostum, sadece bir tabur, o kadar!”

Ademler, sınır tellerine yakın militanları etkisiz hale getirip gözlerini kampa çevirmişlerdi; Hatemlerden de gelen mermiler, kampın aşağı ve yukarısının zapt edildiğini gösteriyordu. Çetin ve Çınar da atağa kalkmış, kampı mermi yağmuruna tutmuştu.

“Nereden çıktı bunlar? Ülkelerinde darbe yok muydu?” diyerek öfkeyle parlayan Onion, Wolf’un:

“Biz buradan sağ çıkmaya bakalım dostum!” demesiyle ona baktı ve sert bir sesle:

“Asla! Bugüne kadar yenilmedim ben, bugün de yenilmeyeceğim. İstediğimi alana kadar durmayacağım,” diye çıkıştı. Wolf sesini çıkarmazken Onion, bir adamına dönerek:

“Bazuka getir!” dedi. Adamı giderken Onion, üzerlerine yağan mermilerden korunmak için bir mevzi tuttu, Wolf da onun yanına geçti.

Adem, gözüne kampın olduğu yeri seçmişti; oraya sızmanın bir yolunu arıyordu, arkadaşlarına bakıp başını salladı, arkadaşları koruma ateşi açarken Adem koştu, o sırada mermiler onun sağından ve solundan geçiyordu. Hatem, Adem’in koşturmakta olduğunu görünce gözleri irileşti; onun ne yapmak istediğini anlamıştı, hemen arkadaşlarına dönerek koruma ateşi istedi ve onlardan da gelen koruma ateşiyle Hatem, tel boyu koştu. Bir aralık bulduğunda, hemen kendisini karşı tarafa attı. Bir yerde mevzi tutup ateş etmeye hazırlanıyordu ki beyninde çınlayan uğultuyla yerinde kalakaldı; tekrar her iki eliyle kulaklarını tıkayıp olduğu yerde çömeldi, gözlerini sımsıkı yumarak derin nefesler alıp vermeye başladı. İşe yaramadı bu sefer; uğultu yükseldi, baş ağrısı dayanılmaz boyuta ulaşınca Hatem, avazı çıktığı kadar bağırdı.

Bir yere sinip duyduğu feryatla yerinde kalan Adem, iri gözlerle bir noktaya bakıp Hatem’in içindeki çiple ilgili şikayetlerini hatırladı; birden irkildi, çipi aktif etmiş olabilirlerdi, hemen yerinden çıkıp üst üste ateş etti ve bir militanı vurup başka bir mevzie geçti.

Olduğu yerde kalakalmıştı Hatem; gözleri kapalı, silahı yerde, bir robot gibi yerde oturmuş bir haldeydi. Sadece nefes alıp veriyor, başka bir şey yapamıyordu. Kulaklarında çınlayan fısıltıyla ayağa kalktı. Her iki elini yanlara açarak dimdik durdu.
Çetin, Hatem’i gördü o halde:

“Hayır, abla!” diye bağırsa da sesini duyuramadı. Çınar da bağırdı çağırdı, Hatem adımlarını kampa doğru atıyordu. Adem yerinden fırladığı gibi koştu, öyle bir koştu ki mermileri umursamadı, aldırış etmedi vızıldayan kurşunları ve hızlandı, hızlandı, daha da hızlandı. Kampa iyice yaklaşmıştı. Hatem de karşıdan geliyordu.
Bahadır Üsteğmen ve taburu, sınırı aşmışlardı; bütün militanlar birer ikişer geri çekilirken askerler atağa kalkmış, onları kampa doğru püskürtmeye başlamıştı.

Onion, Hatem’e ateş etmek isteyen militana, eliyle dur işareti verince militan durdu. Adem’e odaklanmışlardı, zira deli gibi koşturup geliyordu.

“Juli, az kaldı,” diye fısıldadı Onion, kulağına dayadığı telefona.

***

İngiltere/Londra

Elindeki tabletin ekranına bakan Juliana, Hatem’in attığı her adımı görebiliyordu; işaret ettiği noktaya az kalmıştı, Hatem’in noktası ilerliyordu ve Juliana, fısıltılı bir sesle, yürümesi için komut veriyordu.

***

Ceylanpınar – Suriye Sınırı

Hatem ilerliyordu; gözleri kapalı, bilinci yitik bir şekilde adımlarını atıyor ve kampa yaklaşıyordu. Tam bir noktada durdu. Ne adım attı ne de bir hareket yaptı. Elleri yanlara açık bir şekilde durup yerinde dikleşti.

Adem koştu geldi ve tam kapma varacakken etrafını saran militanlarla karşılaştı,

“At silahını!” nidaları arasında kalakaldı. Gözleri Hatem’in üstündeydi, militanlar komutlarını yinelerken Adem, yutkunarak Hatem’e bakıyor ve ne yapacağını bilmez bir şekilde bekliyordu.

“İndir silahını Adem Bafralı!” diyen Onion, Adem’in karşısında durduğunda Adem, titreyen bir sesle:

“Ona bir şey olursa…” diye fısıldadı.

Çetin ve Çınar da sınırı aşmışlardı; yanlarında Bahadır Üsteğmen ve askerleriyle hızla ilerlerken birden bire patlayan bombalarla kendilerini yerlere attılar. Kampın tamamı havaya uçmuştu. Her yerde alev lavları görülürken koyu bir duman, neler olup bittiğini gizliyordu.

“Hatem!” diye bağıran Çetin, ayaklanıp gitmek istedi ama Bahadır Üsteğmen, onun üzerine atılarak durdurmayı başardı. Çınar donup kalmıştı. Olduğu yerde kalakalmış, bir tepki dâhi verememişti. Çetin bağırıp çağırıyor, Çınar öylece duruyor ve koyu dumanlar, hâlâ neler olup bittiğini gizliyordu.

***

Ankara
Akıncı Üssü

“Başkanı da ikna edemedik,” diyen Cemal Atmaz, Öksüz Şendil’in yüzüne soran gözlerle bakarken Hayrettin Burç, yorgun bakan gözlerini birkaç kez yumarak:

“Henüz hiçbir şey bitmedi,” derken Harun Güneş, elindeki telefona bakarak:

“Marmaris’ten eli boş dönüyorlar,”  deyince Öksüz Şendil, durgun bakışlarını ona çevirdi.

“Peki, nerede bu adam?” diye soran Gürkan Öcek, Harun Güneş’in:

“Kesin yurtdışına kaçmıştır,” demesiyle:

“O, yurtdışına kaçacak biri değil!” der demez Öksüz Şendil, yerinde doğrularak:

“Başkan bizim reçetemiz beyler! O elimizde! Eğer onu istiyorlarsa, istediklerimizi verecekler,” dedi.

“Ne isteyeceğiz?” diye tedirgin bir şekilde soran Cemal Atmaz, Öksüz Şendil’in:

“Yurtdışına çıkış…” demesiyle başını öne eğdi. Cemal Atmaz’ın sormaya çekindiği soruyu, Hayrettin Burç sordu.

“Yani, bitti mi?”

Öksüz Şendil bir şey demedi, susup önüne baktı ve diğerlerine düşen, birbirleriyle bakışmak oldu.

***

İstanbul
Atatürk Havalimanı
16 Temmuz Cumartesi
Sabaha karşı saat: 03.00

Hınca hınç doluydu havalimanı, her tarafta insan seli vardı; gecenin bu saatine kadar dışarıda olan ve nöbet tutan bu kalabalık, havalimanını askerlerden arındırmış ve beklemeye geçmişti. Herkes biliyordu ki Cumhurbaşkanı buraya gelecek ve nöbete duracaktı. Onun için darbeci askerler teslim alınmış ve her yer onlardan temizlenmişti. Duyulan uçak sesiyle kalabalığın heyecanı kat be kat arttı.

Kalabalıktan sıyrılan Paul, sırtında gitar çantasıyla yavaşça yürüdü; bir apartmanın kapısından içeri girdi, dönüp arkasına baktı ve havalimanıyla apartman arasındaki mesafeyi göz kararıyla ölçtü. Kendince karar verdiği mesafeyi aklında hesaplayarak asansöre doğru yürüdü.

Son katta asansörden çıkan Paul, dişlerinin arasına sıkıştırdığı kürdanla oyalanarak çatı kapısına yöneldi. Kol saatine göz gezdirdi. Çatı kapısına vardığında, kapısının asma kilitle kapalı olduğunu gördü. Tebessüm ederek bunu önceden hesapladığını görsele döktükten sonra çantasını sırtından indirdi. Fermuarı açarken etrafına göz gezdirdi ve çantadan bir kurbağacık çıkardı. Acele bir şekilde asma kilidi kırarak kurbağacığı tekrar çantaya yerleştirdi ve fermuarı kapatıp çantayı sırtına takarak kapıdan çatıya çıktı. Kapıyı tekrar normal kapatıp hafif eğilerek ilerledi.

Bir noktayı seçerek yerleşti Paul; önce üstündeki yazlık ceketin cebinden bir kablosuz kulaklık çıkarıp taktı, ardından telefonunu çıkardı ve Amos’un numarasını çevirip aramanın açılmasını bekledi. Amos’un sesi, kulaklarında yankılandı.

“Geldi mi?”

“Uçak geldi,” diye Amos’a yanıt vererek çantasının fermuarını açarken Amos’un,

“Bu işi başarmalısın!” demesiyle gülümsedi ve çantadan çıkardığı kanasın gövdesini yana bıraktı.

“Merak etmeyin efendim, bu işi olmuş bilin!”

“Senin Afganistan’daki avlanma hikâyelerini biliyorum Paul, bu yüzden seni seçtim. Ama unutmaman gereken bir şey var.”

Paul bu sırada silahını hazırlıyordu.

“Şimdiki avın, ne bir Afgan köylüsü ne de basit bir devlet reisi! Dünya beşten büyüktür, diyen biri o! Yakalanırsan yahut bu işi başaramazsan, bittiğimizin resmidir. O zaman gerçekten de dünyanın beşten büyük olduğunu görürüz ve hiç kimseye derdimizi anlatamayız.”

“Dünya beşten büyükse, ben de Türklerden büyüğüm, sör! Merak etmeyin!”

Eğildi Paul, silahın ayarlamalarını yaparken Amos’un durgun sesi duyuldu.

“Konsey başarısız oldu. Bütün ümidimiz sensin, Paul! Ona göre hareket et!”

“Konsey’in…” diyen Paul, dürbün netliğini ayarlarken,

“…hep başarısız olması, bizim akıllanmadığımız anlamına geliyor, sör!” demesiyle Amos, mahcubiyeti ses tonundan belli olacak şekilde:

“Sanırım öyle!” deyince Paul, tebessüm ederek dişlerinin arasındaki kürdanı tükürdü.

“Hazırım, sör!”

“Bol şans!” diyen Amos sessizliğe çekilirken Paul, onun telefonu kapattığını sandı ama Amos,

“Kapatmayacağım, Paul! Senin başardığını duymak istiyorum,” deyince Paul, onu es geçip hedefine odaklandı.

Büyük bir alkış ve slogan tufanı meydanı ablukaya aldı; ıslıklar, alkışlar ve sloganlar her yanı kuşattı. Pankartlar dört bir yanı çepeçevre kuşatmışken Cumhurbaşkanı’nın olduğu posterler de her tarafta görülmeye başladı. Önde MİT Müsteşarı Affan Çam vardı, korumalar ve istihbarat timlerinin çepeçevre sardığı bir konvoy da havalimanından çıktı ve meydana doğru ilerledi. Sloganlar iyice artmıştı, adeta mahşeri bir kalabalık avazdan yükseliyordu ve her tarafta inliyor ve her tarafı inletiyordu. Kameraların flaşları açılmış, canlı yayınlar başlamış ve muhabirler, tek bir avazdan anonslarını yapmaya başlamıştı.

Paul, Cumhurbaşkanı’nı görmeye çalışıyordu; kalabalıktan dolayı göremiyor, etrafını saran koruma duvarından dolayı seçemiyordu. Dürbününü daha da ayarlayarak görüş açısını düzeltirken gördü. Sırıtarak:

“İşte buradasın!” diye fısıldayarak hedefini iyice seçmeye gayret etti. Hedef dairesinin tam ortasına yerleştirdi Cumhurbaşkanı’nı, alt dudağını bükerek derin bir nefes çekti ciğerlerine ve iyice adapte oldu. Artık parmağının ucundaydı, parmağı tetiğe doğru giderken Amos’un sesini duydu.

“Gördün mü onu?”

“Hedefimde, emriniz nedir sör?”

“Hedefi indir!”

“Okey!” diye fısıldayarak parmağını tetiğe doğru götüren Paul, derin bir nefes daha alarak artık işi bitirme gereği duydu. Parmağı tetiği okşadı, biraz zorladı ve hedefteki Cumhurbaşkanı’nın konuşması arasında parmağı, iyice tetiği zorladı. Namlusuna susturucu takılmış bir silahtan, vızıltı şeklinde iki ateş sesi duyuldu. Paul’un elindeki silahın namlusu düştü, başı yana düştü ve kanasın üstüne kanlar damlamaya başladı.

“Değil bu milletin, bütün dünyanın ümit bağladığı bir lideri, size yem edeceğimizi mi sandınız? Kaç yılda bir yetişiyor böyle bir lider, haberiniz var mı? Cüretinizden hiç mi utanmadınız?”

Asaf Efendi, Paul’un başında durmuştu; elindeki silahı yavaşça indirip yerde, arkadan kafasından vurulmuş Paul’un cesedine bakarak kaşlarını çattı. Adımlarını attı, geldi ve Paul’un yanına çömeldi. Yandaki telefon çarptı gözlerine, ekrana baktı ve Amos Brown ismini görünce tebessüm etti. Aramanın sesini, kulaklıktan hoparlöre aldı. Amos,

“Ne yaptın Paul?” diye sorunca Asaf Efendi, telefonu yerden alıp:

“Yıllardır uğraşıyorsun; her seferinde yeniliyorsun, başarısız oluyorsun ama yılmıyorsun, Amos!” der demez birkaç saniyelik bir sessizlik oldu. Ardından Amos’un tedirgin sesi duyuldu.

“Sen de kimsin?”

“Benim kim olduğum önemli değil; bizim kim olduğumuz önemli! Bizler Fatih’iz, sizden İstanbul’u alan; bizler Yavuz’uz, gazabından dere tepe kaçtığınız; bizler Kuvay-ı Milliye’yiz, her cephede size cehennemi yaşatan ve bizler Alparslan, Ertuğrul, Osman Gazi ve cümle ecdadın nesliyiz, size kan kusturan! Peki sen kimsin Amos? İstanbul’da mahsur kalan, gazabın tadını duyan, cehennemi yaşayan ve kan kusanlarsınız siz! Hâlâ doymadınız değil mi? Bıkmadınız, usanmadınız, bitmediniz. Ama sizler hamle yaptıkça, galebe çalacağız ve bozguna uğratacağız sizleri. Bugünü sakın unutma Amos, sakın unutma! Seni de, seni ve kuklanı da kullanan o tanrıcıkları da yerin dibine gömmeye geliyoruz. Bu mesele burada bitmedi Amos, zamanını bekle!”

Telefonu kapattı Asaf Efendi, Eraser’in uzattığı dürbünü alarak meydana baktı. Cumhurbaşkanı konuşma yapıyordu. Yanında MİT Müsteşarı da vardı. Halkın sloganları, meydanı çepeçevre kuşatmışken Asaf Efendi, Eraser’e dönerek:

“Konsey’in defteri kapanmıştır, daha zor toparlanır,” dedi. Eraser başını sallarken Asaf Efendi, dürbünü ona uzatarak gülümsedi.

***

Sabahın ışıklarıyla birlikte, her yerde direniş kırılıyordu; sokağa düşen askerler, halk tarafından kuşatılıyor, ellerindeki silahlar alınıp üzerlerindeki üniformalar çıkarılıyor ve birer ikişer derdest ediliyordu. Teslim olan kimi askerlerin darbeden haberleri bile yoktu; kimisi tahkikat denilerek kandırılmış, kimisi Genelkurmay rehin alındı diyerek faaliyete geçirilmişti. Çoğu öğrencilerden oluşan darbeci askerler, Ekol’le yakından uzaktan alakası olmayan birinci sınıf öğrencilerden seçilmiş ve meydana sürülmüştü. İstanbul’daki köprülerde derdest edilen askerler, kameralarla televizyon ekranlarını okşarken sokaktaki tanklarda bulunan askerler de tanklardan çıkarılmış ve üniformaları sıyrılmış bir şekilde derdest edilmişti.

Ankara’da da durum benzerdi; sokaktaki tanklar etkisiz hale getirilmiş, askerler alıkonmuş ve panzerlerin üzerine kalabalıklar çullanarak geçit vermez hale getirilmişti. Sloganlar, ıslıklar ve yuhalamalar eşliğinde askerler alınırken polisler olaya el koymuş ve darbeci askerler, kelepçelenerek merkezlere götürülüyordu. Cumhurbaşkanı’nın sokağa inme çağrısı, yurdun dört bir yanda etkili olmuş ve darbeciler, neye uğradıklarını şaşırarak mecburen teslim olmuşlardı. Artık her yerde nöbet tutulmaya başlanmıştı; demokrasi nöbetleri, geceden sabahın ilk ışıklarına kadar sürüyor, halk her zamanki gibi sokağa iniyor ve sloganlar eşliğinde demokrasi zılgıtları çekiyorlardı.

***

Ankara
Akıncı Üssü
16 Temmuz Cumartesi
Saat: 12.00

Perişan halleri, bitkin halleri gözle görülecek cinstendi; her birinin gözleri kan çanağına dönmüş, suratları asılmış ve öfkeleri bedenlerinden taşmış bir şekildeydi.

“Ne yapacağız ağabey?” diye soran Yarbay Ercüment Türkcan,

“Paşayı götür, Ercüment!” diyen Öksüz Şendil’e,

“Nasıl?” diye şaşırarak sordu.

“Onu Genelkurmay Başkanlığı’na götür. Nesini anlamadın bunun? Başaramadık. Bitti!”

Yarbay Ercüment, hafifçe başını sallarken Cemal Atmaz,

“Biz ne olacağız?” diye sordu. Öksüz Şendil, yan gözlerle Yarbay Ercüment’e bakarak:

“Sizi bilmem ama ben kurtulurum,” deyince Yarbay Ercüment, aniden silahını sıyırdı ve masadakilere mermiler yağdırdı. Cemal Atmaz, Harun Güneş, Hayrettin Burç ve Gürkan Öcek, çeşitli yerlerinden aldıkları mermilerle masaya yığılırken Öksüz Şendil, istifini ve duruşunu hiç bozmadan onlara bakıyordu. En sonunda bakışlarını, Yarbay Ercüment’e çevirdi.

“Dün gece, hocamızla görüştüm. Bir savcı ayarlamışlar, Alparslan Karadut sağ olsun! Ben bir şekilde kurtulurum. Sizler teslim olun ve Yusuf’leyin bir hayata başlayın! Unutmayın, zindan bizi çürütemez ama ihanet, bizi mahveder. Zindanlar sana emanet, koçum! 90’lardaki gibi bir inzivaya çekileceğiz, sessize alalım kendimizi! Gün gelecek, devran dönecek ve elbet yine güçleneceğiz. O zamana kadar siz de istirahat edin!”

Yarbay Ercüment başını sallarken Öksüz Şendil, git dercesine elini salladı. Yarbay Ercüment, onun elini öpmek istedi ama Öksüz Şendil, gözleriyle kapıyı işaret etti. Yarbay Ercüment kapıya doğru yürürken Öksüz Şendil, durgun bakışlarını tekrar arkadaşlarına çevirdi.

Yarbay Ercüment, Başkan bey’i alıp Akıncı Üssü’nden ayrıldıktan üç saat sonra büyük bir ekip, karargâhın etrafını sarmaya başladı. Dört tane VIP araç, karargâhın avlusundan içeri girdi. Üstlerinde simsiyah elbiseler olan tim, hızla araçlardan indiler. Ellerinde uzun namlulu silahlarla giriş kapısına doğru hızlandılar.

Öksüz Şendil, camdan dışarıya bakmış ve timin geldiğini görmüştü. Cesetler ortadan kaldırılmış ve bir odada beklemeye geçmişti. Binada, kendisinden başka hiç kimse kalmamıştı. Camın önünden ayrıldı Öksüz Şendil, gelip bir koltuğa oturdu ve kapıya gözlerini dikti.

Birkaç dakika geçmişti ki kapı, paldır küldür açıldı ve silahlar, onu hedef alarak tim içeri girdi. Hepsinin kafasında siyah maskeler olduğu için, kimlikleri belli değildi. En önde olan hızlandı ve gelip Öksüz Şendil’in tepesinde dikildi. Namluyu onun alnına yaslayıp bekledi. Boştaki eliyle maskesini tutup kaldırdı. Rojda’ydı bu; öfkeden kıpkızıl olmuş gözlerle, Öksüz Şendil’in keyifli suratına baktı ve burnundan derin bir soluk alarak yutkundu.

“Ağabeyim şehit oldu, onca insan şehit oldu, memleketin altı üstüne geldi ve sen hâlâ nefes alıyorsun.”

“Burası hukuk devleti, bayan! Beni vuramazsınız.”

Aniden silahın dipçiğiyle Öksüz Şendil’in suratına sert bir darbe indiren Rojda, ikinci darbeyi vurmak istedi ama bir el, onun bileklerinden tutup durdurdu. Elin sahibi de maskesini çıkardı, Delal’di.

“Ne yazık ki doğru söylüyor. Teslim olmuş birini vuramayız, kanunlara aykırı!”

Rojda burnundan soludu ve hafifçe başını salladı. Delal, time dönerek:

“Alın şu herifi!” diye talimat verdi. Tim, Öksüz Şendil’i alırken Rojda, gözleri dolu bir şekilde Delal’e bakarak yutkundu. Delal onu kendisine doğru çekerek bağrına bastı.

Darbeciler tarafından el konmuş ve üs olarak kullanılmış bütün karargâhlara baskınlar yapılmış ve darbecilerden temizlenmişti. Güvercinlik de basılmış ve Orgeneral Salih Çollak, bir odada baygın bir şekilde bulunmuştu. Astsubay Hüseyin Çevik de yakalananlar arasındaydı. Onun da darbeci olduğu, Orgeneral Salih Çollak tarafından teyit edilmiş ve gözaltına alınmıştı.

***

ABD/Pensilvanya

Tansiyonu altüst olmuştu Hedyetullah’ın; beti benzi atmış, yüzü gözü kan ter içinde kalmış, koca bedenini bir titreme sarmış ve halden hale düşmüştü. Etraftaki talebeleri fır dönüyor, hocalarına bir şey olacak diye çok korkuyorlardı. Normalde adet olduğu üzere Hadis dersi verecek ve Türkiye’deki meselelerle ilgili bilgi ve teselli verecekti ama kendisi halden hale düştüğü için, talebeleri daha bir telaşlanmış, endişelenmişti. Doktor tansiyonu ölçerken Alparslan da yanında durmuş ve endişeyle onu izliyordu.

“Hocam dinlenmeniz lazım!” diyen doktora,

“Bir dilaltı ver doktor evladım! Geçer,” diyerek iyi olduğunu göstermeye çalışması, Alparslan’ın gözlerinden kaçmamıştı.

“Efendim,” dedi Alparslan, çekingen bir edayla:

“Lütfen istirahat ediniz!” deyince Hedyetullah, ona ters gözlerle bakarak susturdu. Doktor bir dilaltı verirken Alparslan, telefonuyla uğraştı. Telefonu kulağına dayayıp bekledi. Birkaç saniye sonra telefonu indirince Hedyetullah, yorgun gözlerle ona bakarak:

“Hâlâ açmıyor mu?” diye sordu. Alparslan, mahcup bir şekilde başını salladı. Hedyetullah, bardaktan bir yudum su aldıktan sonra talebelerine dönerek:

“Evlatlarım, müsaadenizle ben biraz istirahata çekileceğim. Malumunuz, artık yaşlandık ve takatimiz zayıfladı. Dersimize sonra devam ederiz,” deyince talebelerden biri:

“Canımız size feda, efendim!” der demez Hedyetullah, elini hafifçe sallayıp ayağa kalkmaya çalıştı.

Odasına gelen Hedyetullah, kapıyı kapatan Alparslan’a sırtı dönük bir şekilde:

“O Amos, gene her şeyi eline yüzüne bulaştırdı. Kurduğumuz Sulh Konseyi’nin mahvolmasına neden oldu. Onu asla affetmeyeceğim. Haddini aştı o!” dedi. Alparslan geldi ve karşısında durdu.

“Emriniz nedir efendim?”

“O çocuk hâlâ yanında, değil mi?”

Alparslan başını sallayınca Hedyetullah, tebessüm ederek:

“Güzel!” dedikten sonra:

“Önce misafirimizi uğurlayalım,” dedi.

“İçeri alındı, odanıza alabilirim.”

“Gelsin bakalım!”

Alparslan hemen kapıya yöneldi ve çıktı. Hedyetullah, sırtını kanepeye iyice yaslayıp beklerken kapı açıldı ve Baron Oscar Roberts, Alparslan’ın eşliğinde içeri girdi.

“Bay Bilen, ah çok üzgünüm!” diyerek Hedyetullah’ın elini sıkan Baron Oscar,

“Biz de… Biz de…” diyerek yer gösteren Hedyetullah’ın gösterdiği yere oturup:

“Her şey plânlanmış ve rayına oturmuştu. Ama işte Türkler, bütün plânlarımızı bozdu yine!” dedi.

“Bizde de beceriksizlikler var. Bütün kabahati Türklere atmamak lazım!”

“Amos’tan bahsettiğini biliyorum. Ama kendisinin de mutlaka geçerli nedenleri vardır.”

“Hiçbir geçerli neden, dağılan Konsey’imden daha mühim olamaz, Bay Roberts!”

“Sizin Konsey’iniz dağılmış olabilir ama Tanrı Kamarun ve Tanrı Lort Vira’nın gözde adamlarından Wolf Wirman’ı da bu uğurda kaybettik. Biz de en az sizin kadar üzgünüz.”

“Ben Amos’tan, O’nu istedim ama Amos, O’nu vurdurmaya çalışırken başarısız oldu. Şimdi de sizden Amos’u istiyorum.”

“Birlikte yola çıktığınız,” diyerek yerinde doğrulan Baron Oscar, kaşlarını çatarak:

“…arkadaşınızın ölmesini mi istiyorsunuz?” diye sordu. Hedyetullah da yerinde doğruldu.

“Birlikte yola çıkmış olabiliriz ama o, her seferinde beni mahcup etti. 99’dan beri mahcubiyet içerisindeyim. Halbuki daha evvelinde güzel işler yaptım. Erzurum’da, İstanbul’da ve Türkiye’nin türlü yerlerinde harika işler çıkardım. CIA için başarılı işlere imza attım. Pentagon’un ikinci şubesi gibiydim. Ama Amos’la yollarım kesiştiğinden beri, başarısızlıklarla anılır oldum. Bunun bir bedeli olmalı!”

“Amos’a gereken bedeli, biz çoktan ödettik. Karısını ve çocuğunu ondan kopardık. Daha Amos’a ödeteceğimiz bir bedel kalmadı.”

“Canı da mı kalmadı?”

Baron Oscar artık sinirlendiğini fark etti. Elleri giderek titremeye başlamış, yüzündeki renklere beyazlıklar sinmişti. Tekrar sırtını koltuğa yaslayarak:

“Tanrı Kamarun, Amos’tan vazgeçmez,” deyince Hedyetullah da sırtını koltuğa yasladı ve:

“Benden vazgeçer mi peki?” diye sordu. Baron Oscar, iyice çıkmaza girmişti. Nasıl davranacağını, ne söyleyeceğini bilemedi. Derin bir nefes aldıktan sonra:

“Bana süre verin, Bay Bilen! Bu konuyu, Tanrı Kamarun’la bir görüşeyim,” deyince Hedyetullah, hafifçe başını sallayarak:

“Anlaşıldı, Bay Roberts!” dedi. Baron Oscar tebessüm ederek başını sallarken Hedyetullah, istifini ve katı duruşunu bozmadan onu süzmeye başladı.

***

1 GÜN SONRA

***

ABD/New York

“Nasıl oldu?” diye soran Amos, Onion’un korku dolu gözlerine bakarak:

“Arkadaşın nasıl öldü?” diye sorusuna ekleme yaptı. Onion’un beti benzi atmıştı; korkudan titriyor, ellerini nereye koyacağını bilemiyor ve gözlerini hep ondan kaçırıyordu.

Adem’i aldıklarında, Hatem’in aniden düşüp bayılmasıyla patlayan mayın, diğer kurulmuş bombaları da tetiklemişti; Adem, olanca gücüyle bağırmış ve önünde duran Wolf’a bir tekme sallamıştı. Wolf da geriye savrularak başka bir mayına basmış, ayakta duramayıp düşünce de mayın patlamış, tam bazukayı fırlatacak adam da savrulunca, parmağı tetikte olduğu için yabana fırlatmıştı. Böylelikle kamp, bombalar içerisinde kalmıştı. Adem, o hengâmede Onion’u sımsıkı tutarak kendisine kalkan yapmıştı. Böylelikle ikisine de bir şey olmamış, onlarca militan ölerek onları da koruma görevi görmüştü. Hatem’den bir iz, bir işaret göremeyen Adem, resmen aklını yitirmiş, Onion’un üstüne çıkarak boğazını sıkmaya başlamıştı. Eğer bir militan, Adem’in kafasına vurup bayıltmasaydı, belki de Onion da ölmüş olacaktı.

“Arkadaşın için üzgünüm,” diyen Amos, gözleri dolu bir şekilde:

“Üzgün olmak, neyi değiştirebilir Bay Amos?” diye soran Onion’a,

“Ama büyük bir darbe indirdiniz, sizi tebrik ederim. Görev yolunda çekilen çileler, verilen kayıplar, paha biçilmezdir,” deyince Onion, derin bir nefes alarak:

“Siz bu adamı ne yapacaksınız?” diye sordu.

“Sormam gereken birkaç soru var, ondan sonrası malum, ölecek.”

“Nedir o sorular?”

Amos gülümsedi, yavaşça ayağa kalkarak içki dolabına doğru yürüdü. Onion, ondan bir cevap bekliyordu. Amos sessizliğini koruyarak dolaptan bir viski şişesi çıkardı. Sırtını Onion’a dönerek bir bardak aldı, bardağın dibindeki beyaz tozun üstüne viskiyi boşalttı. Ardından dönüp Onion’a doğru yürüdü.

“İç bunu, gerginliğini alır,” diyerek barağı ona uzattı. Onion bardağı alıp tek seferde tepesine dikti. Viskiyi midesine gönderirken Amos, kendisine de bir bardak doldurup geldi ve yerine oturdu.

“Senden başka, bu adamı aldığımızı bilen var mı?”

Başını salladı Onion,

“O patlamalarda, telefonlarımız hasar gördü. Juli’yle irtibat kuramadım,” deyince Amos, tebessüm ederek:

“Güzel!” dedikten sonra:

“Çünkü yanındaki bütün militanlar, öldü. Bir tek sen kaldın,” der demez Onion, birden irkildi ve elindeki viskiye baktı.

“İçkime ne koydunuz?”

“Ah, önemli bir şey değil!” diyen Amos, daha da sırıtarak:

“Sadece öldürecek bir zehir, o kadar!” deyince Onion, hemen ayağa fırladı. Bardağı yere fırlattı. Ama geç kalmıştı. Çünkü sadece bardağın dibinde bir yudumcuk kalmıştı. Diğerinin hepsi, çoktan midesinde yer etmişti. Bedeninde baş gösteren bir sarsıntıyla irkildi, bütün vücudu kasılmaya başladı, gözlerine karartılar düştü ve bedenindeki gücü kuvveti çekildi. Olduğu yerde yere yığılırken ağzından ve burnundan gri köpükler akmaya başladı.

“Tanrı seni kahretsin, Amos!” diyerek gözlerini yumdu. Viskisinden bir yudum alan Amos,

“Tanrı tanrıyı kahretmez,” diye fısıldadıktan sonra ayağa kalktı. İçeri giren adamına,

“Bunu Juliana’ya gönderin, kendi sonunu görsün,” diye talimat verdi. Adamı Onion’un cesedini alıp çıkarken Amos, ceketini düzelterek odanın arkasındaki kapıya doğru ilerledi. Kapının her iki kolundan tutup her iki yana doğru açan Amos, odanın ortasında, bir sandalyeye bağlanmış ve yüzü gözü yara bere içinde olan Adem’e baktı. Yüzünde sıcak, şefkat dolu bir tebessümle adımlarını içeriye atıp kapıyı tekrar kapattı.

“Uyandın mı?” diye nazikçe soran Amos, hafif kıpırdanan Adem’in karşısına bir sandalye çekti. Yorgun olduğu her halinden belli olan Adem, hafifçe başını kaldırıp ona baktı. Gözlerinin içi kıpkırmızı olmuş, beyazlıklar dahi kırmızıya bulanmıştı. Yorgun ve zor çıkan bir sesle:

“Ona nasıl kıydınız?” diye fısıldadı.

“Merak etme, ona kıyanlara cezalarını verdim. Senin yapamayacağını, ben yaptım. Sevdiğin kadının kanını yerde bırakmadım.”

“Ant olsun, senin de cezanı ben vereceğim.”

“Boşuna ant okuma! Sen bana hiçbir şey yapamazsın, ben de sana yapmayacağım çünkü!”

“Benden ne istiyorsun?”

“Sen benim kim olduğumu biliyor musun?”

“Amos Brown’sun sen!”

Gülümsedi Amos,

“Doğru!” dedikten sonra derin bir nefes alarak:

“Ben de senin kim olduğunu biliyorum,” diye ekledi.

“Ne istiyorsun?”

“Benim çocuğumu kaçırdılar, Türkiye’ye yerleştirdiler ve Türk istihbaratı içinde nüfuz sahibi olmasını sağladılar. Çeşitli eylemler, operasyonlar ve faaliyetler gerçekleştirmesini istediler. Oğlum, bütün bunları yaptı. İçinde büyüdüğü devlete ve onu yetiştirenlere asla ihanet etmedi.”

Adem, yorgunluktan zor bela açtığı gözlerle onu izliyor ve dinliyordu. Amos devam etti.

“Yeri geldi Suriye’ye gönderildi, yeri geldi Irak’ta faal oldu; türlü grupların arasına sızdı, türlü kamufle işler yaptı ve en sonunda onu yetiştiren devlet, kendi eliyle onu vurdu.”

Adem sesini zor duyurdu.

“Kimmiş senin oğlun?”

Derin bir nefes alan Amos, boğazındaki hıçkırığı bastırmak için yutkundu ve cevabını sundu.

“Asım Çavdarlı…”

Birden irkildi Adem, gözleri iri bir hal aldı ve yüzünde soğuk bir ifade belirdi. Çenesi titreyerek zor bela:

“Ne diyorsun lan sen?” diye tıslayarak sordu.

“Evet, o benim oğlumdu.”

Birkaç saniye sessizce bakıştılar. Önüne baktı Adem, Amos’un gözleri onun üstündeyken cılız bir sesle:

“Sana inanacağımı mı sandın? Asım senin oğlun, öyle mi?” diye sordu. Amos başını sallayarak:

“İnanması güç ama benim oğlumdu,” dedi.

“Ölmüş biri hakkında benim oğlum demek, gayet kolay olmalı, değil mi Amos?”

“Türk devletini ve onun kadim geleneğini biliyorum. Az çok kayıt dışı tarih de okudum. Selçuklularda ve Osmanlılarda bir ocak vardı. Hafiye Ocağı… Ki bunu ezeli düşmanımız Abdülhamit iyi kullandı. Bu ocaktaki kişiler; iyi kılık değiştirir, iyi kamufle olur ve yeri geldiğinde, çok güzel ölür. Teşkilat-ı Mahsusa, Yıldız Teşkilatı ve şu anki MİT… Siz Türk ajanları, çok güzel ölürsünüz. Öyle bir ölürsünüz ki, yaptıklarınız dillere destan olur. Asırlarca konuşulur. Teşkilat-ı Mahsusa’nın çok çetin bir adamı vardı. Neydi adı? Yakub Cemil… B ile… Bu Yakub Cemil, zamanında İngilizlerin arasına sızdı ve Mısır’da, çok başarılı operasyonlara imza attı. Değil mi? Biri daha var, bu da ölmüş olarak görev yaptı. Sinan Saim Pala… Bir uçak kazasında öldü, denildi; CIA ve Mossad işbirliğinde Afganistan’da gerçekleştirilen esrar ve yakıt operasyonunda yer alıp üst düzey iki CIA ajanını ve Mossad ajanını imha edip ellerindeki verileri alarak Çerkezler vasıtasıyla Türkiye’ye döndü. Büyük bir iş başardı. O verileri, dönemin Cumhurbaşkanı Turgut Özal, NATO toplantısında masaya yatırdı ve İsrail ile ABD’nin bu gibi faaliyetler içerisinde olduğunu belgeledi. Ondan sonra ne oldu? Turgut Özal’a, örgüt liderinin nerede olduğu bilgisi verildi ve Türkiye, operasyon için düğmeye bastı.”

“Sonrasını ben de biliyorum. Anlatmana gerek yok! Bunları bana neden anlatıyorsun? Benimle ne alakası var?”

Amos, adamının getirdiği viski bardağını alıp bakışlarını Adem’e çevirirken Adem, onun gözlerine bakarak bir şeyler anlamaya çalışıyordu. Nedense Adem, onun gözlerinde yıkılmış bir babanın son çırpınışlarını görmüştü; ister istemez acıdı ona ama gardını indirmedi. Amos, viski bardağını yandaki sehpaya bırakırken adamının ona durgun gözlerle baktığından haberi yoktu.

“Ben, en başından beri Asım Çavdarlı’yı izliyordum. Yetimhanede büyüyüşünden polis olmak isteyişine kadar, her şeyinden haberdardım. Ama onu polis yapmadılar. Genç yaşta, onu istihbarata aldılar, yetiştirdiler ve gözü kara bir ajan haline getirdiler. Türkiye’deki kuvvetli bağlarım sayesinde, onun her adımını izliyordum. Dersim Özer vasıtasıyla yaptıkları operasyondan da haberim vardı. İsteseydim, ilk gün onu deşifre ederdim. Ama yapmadım. Onun benim oğlum olduğunu bilmiyordum, sadece şüpheleniyordum. Ama öğrendim. O benim oğlumdu. Türkler de öğrenmiş olacak ki, onu öldürdüler. Ya da şöyle mi diyeyim? Ölmüş gösterdiler.”

Adem birden irkildi. Amos’un eli viski bardağına uzanırken adamı, heyecanla yerinde dikildi. Adem bunu gördü ama umursamadı. Amos, viski bardağını almayıp geri çekildi. Adem, gözlerini kısarak ona bakıyordu. Onun ne demek istediğini anlamaya çalışıyordu.

“Sonra sen çıktın ortaya, ansızın, birdenbire…”

Adem’in kaşları çatıldı.

“Asım benim istihbarattan arkadaşımdı. Onun öldüğünü duyunca, Türkiye’ye geldim.”

“Ama seninle ilgili hiçbir bilgiye ulaşamadım. Kim olduğunu, nereden geldiğini, ne görevler yaptığını ve nerelerde görev yaptığını bulamadım. Buna ne demeli?”

“Beceriksizlik demeli,” diyen Adem gülümserken Amos, sırtını sandalyenin sırt bölümüne yasladı.

“Yok! Örtülü operasyon demeli bence!”

Adem’in kaşları kavisli bir hal aldı.

“Ne?”

“Sen Asım’ın yerine geçtin, onun işlerini yapıyorsun ve Asım da gizli görevde! O ölmedi,” diyen Amos, Adem’in:

“Kalbimizde yaşıyor,” diyerek kıkırdamasıyla:

“Kes!” diyerek çıkıştı. Adem ciddileşti. Amos devam etti.

“Asım’ın nerede olduğunu söyle, ben de senin gitmene izin vereyim.”

“Sana Asım’ın mezarının yerini söyleyeyim, git orayı kaz! Çıkan kemiklerden numuneler al ve DNA testi yap! Belki öldüğünü öyle anlarsın.”

“Yapmadım mı sanıyorsun?”

Yerinden sıçrarcasına irkildi Adem, gözleri yuvalarından çıkacakmış gibi bir hal alırken Amos,

“O mezarda Asım yatmıyor,” deyince Adem, sıkıntıyla derin bir nefes aldı. Amos gülümseyerek yerinde doğruldu.

“Bak Bafralı! Sen bana Asım’ın yerini söyle, ben seni serbest bırakayım. Söz, onun karşısına asla çıkmayacağım. Sadece yaşayıp yaşamadığını öğrenmek istiyorum, o kadar!”

“Asım’ın yerini soruyorsun, öyle mi?”

Amos başını sallayınca Adem, hafif tok çıkan sesiyle:

“15 Temmuz akşamı, Asım’ı görmedin mi? Meydanları doldurmuştu. Her yerde Asım vardı, onun nesli vardı. Bayrak inmez, vatan bölünmez ve Asımlar ölmez diye bağırıyorlardı. Görmedin mi? Duymadın mı? Bilmiyor musun? Doğru ya, sizler zaten hep üç maymunu oynarsınız. İşinize gelmeyeni; görmez, duymaz ve bilmezsiniz. Asım ölmedi, Asımlar ölmez çünkü!” deyince Amos, kaşları kalkık bir şekilde:

“Bana, vatan millet edebiyatı yapma Adem! Düzgün bir cevap ver! Asım nerde?” diyerek sordu.

“Bana, bileceğim bir soru sor! Asım öldü diye biliyorum, yaşıyorsa da nerde olduğunu bilmiyorum.”

“Kafama sık, ben senin işine yaramam diyorsun, öyle mi?” diyen Amos, viskiye uzanıp aldı. Adamının gözleri onun üstündeydi. Adem, bir gözüyle adamına bakarak:

“Sana öyle bir şey söyleyeceğim ki, beni serbest bırakacaksın,” deyince Amos, nedir dercesine göz kırptı.

“Gel, kulağına söyleyeceğim!”

Amos elindeki bardakla ayağa kalktı, adamı yerinde dikleşmiş ve gözlerini onlara dikmişti. Amos geldi, bardağını bırakmadan Adem’in tepesinde dikildi. Eğildi, Adem onun adamına yan gözlerle baktıktan sonra iyice sokulan Amos’a kendini yandan vurdu ve elindeki bardak yere düştü. Yerdeki kızıl halıda oluşan mavi leke, Amos’un irkilmesine neden oldu. Hemen adamına dönüp baktı. Adamı yutkunurken Amos, hızla silahını çekip adamı vurdu. Göğsünden vurulan adam yere düşerken, odaya giren iki adam, silahlarını Amos’a doğrulttu. Amos’un gözleri irileşmişti.

“Beni mi vuracaksınız?”

“Hayır,” dedi birisi, diğeri de:

“Silah sesine geldik, sör!” deyince Amos, yerdeki adamı işaret ederek:

“Alın bunu!” dedi. Adamlar, yerdeki adamı da alıp dışarı çıkarken Amos, Adem’e dönerek:

“Bu bardağın içinde zehir olduğunu nereden bildin?” diye sordu.

“Şüphelendim. Sen aklını Asım’la yerken, adamın da seni öldürmek istiyordu. Bunu göremeyecek kadar kör olmuşsun.”

“Sana borçlandık, Bafralı! Serbest bırakacağım seni! Ama bana Asım’ın yerini söyle, lütfen!”

“Sen Asım’ı unut, Amos! Türk devletini düşün! Bu darbenin hesabı, er geç sorulacak senden ve saz arkadaşından! Onun için Asım’ı değil, kendinizi düşünün!”

Amos burnundan solurken Adem, bakışlarını ondan çevirip önüne baktı. Odada dolaşan sessizlik, yerdeki mavi lekenin değişen rengiyle bulanıyor; halıdaki grimsi leke, zehrin ne kadar tesirli olduğunu gösteriyordu. Adem susuyor, Amos bakıyor ve zaman akıp gidiyordu.

Pensilvanya

Hedyetullah’ın karşısında, elleri önünde ve mahcup bir şekilde durmuştu Öksüz Şendil; bakışları yerde, gözleri önündeki halının desenlerine odaklanmış ve sükûnetini korurken Hedyetullah, elindeki süt bardağından bir yudum aldı.

“Efendim, beni bağışlayın lütfen! Size layık olamadım. Verdiğiniz onca emeği heder ettim. Konsey’in yok olmasına ve kripto kardeşlerimizin deşifre olmasına neden oldum. Beni affedin, efendim!”

Derin bir nefes aldı Hedyetullah,

“Sen değil, evladım, sen değil! Hesaplarını yanlış edenler, bizi bu hale getirdi. Altmışlarda ektiğim tohumlar, yetmişlerde fidan oldu; seksenlerde filiz bağladı, doksanlarda boy verdi ama 2016 plânımız, beceriksizler yüzünden yerle bir oldu. Sorumlusu sen değilsin evladım!” derken kapı çaldı. İçeri, mahcup bir edayla giren Alparslan Karadut, Öksüz Şendil’in yanında, Hedyetullah’ın huzurunda durarak:

“Efendim, olumsuz bir durum zuhur etti!” deyince Hedyetullah, yerinde doğrularak:

“Amos’la ilgili mi?” diye sordu.

“Evet, efendim! Maalesef, elemanımıza ulaşamıyorum. Muhtemelen deşifre oldu ve öldü.”

Hedyetullah başını salladı. Öksüz Şendil yutkunurken Alparslan, başını öne eğerek sessize geçti.

“Yusuf gibi zindanlara düşen Yusuf yüzlülerimize selamlarımızı iletin. Bu devran böyle sürmeyecektir. Müsterih olsunlar ve gerekirse beni satsınlar. İsteyen konuşabilir, bana küfür bile edebilirler. Yeter ki renklerini korusunlar. Mutlak bir zamanda, tekrar meydanlara ineceğimiz müjdesini iletin onlara!”

Ayağa kalktı Hedyetullah, Öksüz Şendil ve Alparslan da yerlerinde dikildiler.

“Ben istirahata çekiliyorum, Allah yardımcımız olsun!”

İkisinin,

“Âmin!” fısıltıları arasında Hedyetullah, bulundukları odanın arka tarafındaki kapıya doğru ilerledi. Alparslan ve Öksüz de onun arkasından bakmakla yetindi.

***

1 GÜN SONRA

***

İngiltere/Londra

“Ben size ne demiştim, Bayan Juli?” diye soran Baron Oscar Roberts, elindeki silahın namlusunu Juliana’ya doğrultmuştu; Juliana diz çöktürülmüş, arkasında iki adam durmuş bir şekilde başını öne eğmişti.

“Sör! Beni affedin lütfen! Ben işlerin böyle olmasını istemezdim.”

“Wolf Wirman’dan sonra Onion’u da kaybettik. Sen daha af mı diliyorsun?”

“Bana bir şans daha verin,” diye kekeleyerek sızlanan Juliana, Baron Oscar’ın:

“Bu güzel vücuduna yazık olacak demiştim, değil mi?” diye sormasıyla:

“Sör! Eğer beni affeder ve bana bir şans daha verirseniz, bu vücudum, ömür boyu hizmetinizde olacak,” dedi. Aniden tetiğe bastı Baron Oscar; namludan fırlayan mermi, kadının kafasına saplandı ve Juliana, cansız bir şekilde yana yığıldı.

“Ben, vücuduyla pazarlık eden kadınlardan hazzetmem.”

Silahını indiren Baron Oscar, adamlarına dönüp burnundan soludu.

“Tanrı Lort Vira’ya bağlılığımı bildirin! İstediği kurbanlar, yerine getirilmiştir.”

“Sör!” diyen sağda olanı,

“Ya Amos Brown ne olacak?” diye sorunca Baron Oscar,

“Kendisinin son hatası affedilemez, doğru! Onun için ayrı bir plânım var,” dedi. Adamlar başlarını sallarken Baron Oscar, öfkeyle bezenmiş bakışlarını, kadının cesedine dikerek burnundan soludu.

***

Bir Hafta Sonra…

TÜRKİYE/İstanbul

Vapurun düdüğünden çıkan sesler, tepede gezinen martıların kanat seslerine çarpıyor; denizin hışırtılı gelgitlerine bulanıp ötelere sıçrayarak ahenkli bir ritim tutuyordu. Temmuz’un Ağustos’la cilveleştiği bir günü yaşıyordu insanlar; havanın sıcakları artmış, sıcaktan hararetlenen bedenler, denizin nemiyle de hemhal olarak daha bir ağırlık yaşıyorlardı.

Vapurun demirine yaslanmış, gözlerini ufka dikerek derin düşüncelere dalmıştı Adem; Hatem’le burada geçirdiği anları anımsadı, beraber pamuk şeker yemişlerdi ve Hatem’in saçlarına pamuk şekerler yapışmıştı.

Hatem’in saçına bulaşan bir parça pamuk şekerini alıp ağzına atmıştı Adem, gülümseyen kadının,

“Yapma be!” demesiyle gülümsemişti.

Gözleri nemlendi, yüreğine bağdaş kuran özlemle derin bir iç çekti. Onu uzaktan izleyen Meczup, elindeki gazetenin manşetine baktı. ‘KHK’LARLA TASFİYE EDİLEN EKOL MENSUPLARININ İÇİNDE HİÇ Mİ MASUM İNSANLAR YOK?’ Gazeteyi katladı.

“Elbet masumlar var. Ama kurunun yanında yaş da yanar çoğu zaman,” diye fısıldadı Meczup, bakışları tekrar Adem’e kaydı.

Duyduğu ayak sesiyle yerinde dikleşti Adem, Asaf Efendi gelmiş ve onun yanında durarak onun gibi gözlerini ufka dikerek düşünceli bir vaziyet almıştı.

“Seni iyi gördüğüme sevindim, Bafralı!” diyerek sessizliğini bozan Asaf Efendi, Adem’in:

“İyi görünmek, bizim birincil vazifemiz; hiçbir zaman iyi olmadığımızı göstermeyiz, sizin öğrettiğiniz ve yaşadığınız gibi!” demesiyle gülümsedi.

“Bizler iyi olmasak da, iyi olduğumuzu göstermemizi iyi biliriz.”

Adem başını sallarken Asaf Efendi, göz ucuyla Meczup’a baktıktan sonra tekrar Adem’e dönerek:

“Cuntacıların hepsi, hakim karşısına çıkıyor,” dedi.

“Ama elebaşları kaçmayı başarmış? Onu salan savcı kim?”

“Hakkında soruşturma başlatıldı. Öksüz Şendil’in kaçmayı başarması, cuntacıları ümitlendirmişti. Ama içlerinden biri, konuşmaya başladı. Ercüment Türkcan…”

“Genelkurmay Başkanı’nın emir subayı…”

Başını sallayan Asaf Efendi, devam etti.

“Tabi Delal’in yöntemiyle…”

“Tahmin etmiştim.”

“Bütün güvenlik kameralarına hasar vermişlerdi. Ama Feryal Kabakçızade, önceden bunu tahmin ettiği için görüntülerin çoğunu kurtarmayı başardı. Artık cuntacıların ve yandaşlarının, o gece için ‘Bu bir tiyatrodur,’ yaftasını çürüğe çıkardık.”

“Görüntülere rağmen, onca şehitlerimize rağmen, bunlar gene tiyatro diyecekler.”

“Şunu unutma ki Bafralı, o geceye ‘tiyatro’ diyenlerin hepsi, oturup evinde çekirdek çitleyerek sonucu bekleyenlerin ta kendisidir. Ve bizim nazarımızda, cuntacılardan hiçbir farkları yoktur.”

“Madem tiyatroydu, onlar da bir rol alsalardı ya!”

“Neyse, onlar bizim konumuz değil!” diyen Asaf Efendi, derin bir nefes alarak:

“Gönderdiğiniz tabutu aldık, içinden ruhu ölmüş bir canavar çıktı,” deyip gülümsedi. Adem de gülümseyerek:

“Sabutay Selvi’yi etkisiz ve katkısız bırakmanın tek yolu, onu bir tabuta koymaktı,” dedi.

“Güzel taktik! Konuşturduk ve gerekeni yaptık. Bulduğunuz TNT patlayıcılarıyla Ceylanpınar ilçesini haritamızdan silme amaçları vardı. Ceylanpınar’ın hemen yamacında olan Viranşehir ilçesini de hedeflerine almışlardı.”

“Yani içte kalkışma olurken, sınırı da boş bırakmamışlardı.”

“Sınırdan sızıp o iki ilçemizi yağmalamayı ve darbeye çanak tutmayı amaçlamışlardı.”

Tebessüm eden Adem,

“Ondan sonra NATO ve BM yetkililerine, ‘Türkiye’deki isyana ve iç karışıklığına bir çare bulun, bize yardım edin,’ yaygarasını koparıp onları da iç meselelerimize dahil etmeyi tasarlamışlardı,” deyince Asaf Efendi, hafifçe başını sallayarak:

“Doğru, ondan sonra ver cümbüşü!” dedi.

“Sadid ve Şaddadilerin ortak olduklarını biliyordum; onlardan biri İngiliz, diğeri de Fransa kuklası, onu da anladım da, İngiliz ve Amerikan’ın nasıl birlik olduklarını çözemedim. Aklım almıyor.”

“Çıkarlar Bafralı, çıkarlar… Çıkarlar bir olunca ve yenecek yemek de ortak olunca, itle çakal bir olur. Amaçları; bir türlü dize getirilemeyen ve eskisi gibi el pençe durmayan bir hükümeti ve liderini devirip yerine, kendi namlarına çalışan, İMF ve diğer bankaların kölesi olan ve bir laflarını iki etmeyen birini getirmekti. One minuete restiyle şahlanan hükümet ve lideri, artık yeri geldiğinde restini çekebilir tavır alınca bunlar, ipler iyice elimizden çıkmadan bir çare bulalım derdine düştüler. Türkün bayrağını yerden alan ve Türkün adını semalarda gezdiren biri, onlar için potansiyel bir riskti. Bu riski göze alamazlardı. Kurdukları terör sistemleriyle, finansal saldırılarla ve ekonomik krizlerle hamle yaptıkça, karşılığını aldılar. Dururlar mı? Asla! Durmadılar, durmazlar, duramazlar. Küresel bir gücün emriyle bu hainler, asla durmayacaklar. Biz de durmayacağız. Askıya alınmış ne kadar projemiz varsa; savunma sanayisinden teknolojiye, altyapıdan üst yapıya her ne projemiz varsa, askıdan indirip masaya serecek ve o projelerle kendimizi daha güçlü hale getirmeye çalışacağız. ASELSAN ve diğer sanayilerimizle koordineli hareket edecek ve Türkiye’yi, istenilen ve arzu edilen noktaya taşıyacağız.”

“Bırakırlarsa tabi!”

“El pençe duracak halimiz yok, Bafralı! Yumruğumuzu masanın göbeğine indirme zamanı geldi de geçiyor bile! Dün ‘one minuet’ diyen, bugün ‘haydi lan’ demesini de bilir, merak etme!”

Derin bir nefes aldı Adem, aklı tekrar Hatem’e takıldı. Asaf Efendi de susmuş, es vermişti. O sınırda olanlar, Adem’in kafasından hızla geçmiş, aklını bulandırmıştı. Bir anda her yerin alevlere gömülmesi, kulakları tarumar eden patlamaların olması ve insanların öteye beriye savrulması, zihninden geçip gitmiş, iz bırakmıştı. Bunu fark etmiş olacak ki Asaf Efendi, gözlerini denize çevirerek:

“Bunları kafandan silmelisin!” dedi.

“Zor…” diye fısıldadı Adem, ardından Asaf Efendi’nin,

“Amos Brown’la sohbetiniz nasıldı?” diyerek konuyu değiştirmesiyle:

“Şu an sizinle konuşacak durumda olmam, söylemesi zor olacak ama onun sayesinde!” dedi.

“Kendisine teşekkür mü etmeliyiz?”

“Ben kendisine borcumu ödedim. Onun ölmesine mani oldum,” diyen Adem, zehirli viskiden söz ettikten sonra:

“Sanırım bu yüzden hayattayım,” dedi.

“O yüzden olmayabilir,” diyen Asaf Efendi, tebessüm ederek ona baktı; Adem de tebessüm etti ve hafifçe başını salladı. Asaf Efendi, derin bir nefes aldıktan sonra:

“Ama buna sevinmedim değil!” dedi.

“Adam oğlunun peşinde! Asım’ın onun oğlu olduğu gerçek mi?”

“İnanması zor ama gerçek, Bafralı!”

Canının sıkıldığı, aldığı derin nefesten belli oluyordu Adem’in,

“Bunu sevmedim,” diyerek de daha da belli etti.

“Hiç kimse sevmedi. Ama istediği kadar, Asım benim oğlum desin, dursun! Asım biyolojik olarak onun oğlu olabilir ama ruhen bizim evladımız, bunu Amos da biliyor.”

“Amos’un derdinin, Asım’ı kazanmak olduğunu sanmıyorum. Neden peşinde olduğunu da anlamadım.”

“Onun Asım’ı bulması zor! İki gün önce bir kalp krizi sonucu, maalesef hayata gözlerini yumdu. New York’un gözde kiliselerinden birinde son yolculuğuna uğurlandı bile!”

“Amos Brown öldü mü?”

Asaf Efendi başını sallarken Adem, hayıflı gözlerini ondan kaçırmak zorunda kaldı. Asaf Efendi gülümsedi ve kinayeli bir üslupla:

“Üzülmüş gibisin?” diyerek sordu.

“Üzülmedim desem, yalan olur. Kendisiyle, kısa da olsa bir tanışıklığımız var. Amos Brown ya bana zarf attı yahut gerçeği söyledi, bilemiyorum ama Asım’ın mezarını açtığını ve DNA testi yaptığını söyledi.”

“Ölüyü o mezardan çıkardık biz, Amos’un aldığı DNA testinin hiçbir kıymeti pahası yok!”

Başını salladı Adem,

“Peki, bundan sonra ne olacak?” diye sordu.

“Timin görevi bitmez, Adem Bafralı! Kafa iznindesin diye, kendini bırakma! Yeni görevler bizi bekliyor.”

“Umarım sıradaki durağımız, imamın kayığı olur.”

Gülümsedi Asaf Efendi,

“İmamın kayığına, imamın kendisini bindirmek elzem ama zamanı değil! Bilirsin, meyveler olgunlaşmadan dalından koparılmaz!” deyince Adem, yüzünü ekşiterek:

“Bu meyve çürük,” der demez Asaf Efendi, tamamen ona dönerek elini onun omzuna koydu.

“Çürük de olsa, o bir meyve! Çürüğüyle olgunlaşsın, dalından koparması bize düşer zaten! Sen kendine dikkat et!”

Adem başını sallayınca Asaf Efendi, suratında şefkatli bir tebessümle onun gözlerinin içine birkaç saniye baktıktan sonra yanından ayrıldı. Adem, onun arkasından bakarken Meczup’la göz göze geldi. Meczup hâlâ gazete okuyordu. Adem tekrar yüzünü denize dönüp düşüncelere kucak açarken Meczup, ayağa kalktı ve gazeteyi banka bırakarak ona doğru yürüdü.

“Deniz gibi gelgitli olmak, her babayiğidin harcı değildir,” diyerek yanında duran Meczup’a hiç bakmadan:

“Denizde de gelgit bitmez, bizde de…” dedi Adem.

“Her fırtınadan sonra güneş doğar, gökkuşağı olur her yer!”

“Bizim göğümüzde renk kalmadı ki, kuşaktan kuşağa seyredelim.”

“Her rengin kendine has kuşağı, her dengin kendine has aşığı vardır.”

Adem, yandan ona bir bakış attı.

“Benim ne rengim kuşak bağlar, ne dengim aşık bağlar; tabiatın kanunudur, aşıklar daima ağlar…”

Gülümsedi Meczup, Adem’e bakarak:

“Bazen seçtiğimiz yol, sevdiklerimizi feda etmekten geçer. Sen yolunu seçtin, sevdiklerinden oldun,” deyince Adem de gülümsedi.

“Senin seçtiğin yol, seni neyden etti?”

“Akıldan…” diyen Meczup, tekrar bakışlarını denize çevirip:

“Akıl da sevdiğimiz değil midir?” diye sordu.

“Akıl mı isterdin şu dünyada, yâr mi?”

“Aklı kendisine yâr olan, yol yordam bilmez; yâri kendisine akıl olan, yolundan dönmez.”

“Yollar seni gide gide usandım, ha?” diye soran Adem, tebessüm ederek bakışlarını denize çevirdi. Meczup da gülümseyerek sessizliğe çekildi. Tepelerinde pervane dönen martılar, bazen onların üzerlerine gölge atıyor, bazen de çekilerek onları sessizlikleriyle baş başa bırakıyordu. Vapurun düdüğünden yükselen ikinci ses, onların sessizliklerine perde çekerken güneş, öğlen hararetini de bünyesine katarak kızgın oklarını suların göbeğine çarpıyor, sulara çarpan güneş ışıkları, kırılarak dört bir yana dağılıyordu.

*KONSEY macerası burada sona ermiştir. Dört seri ve bir ana kitapla yolunu sürdüren macera, bu son seriyle yolunu tamamlamış; gerçekleri soğuk duş etkisiyle aktararak geçmiş, şu an ve gelecekten spoiler vermeyi başarmıştır. Kim bilir, belki KONSEY'in başka bir macerasıyla karşınızda oluruz. Okuyan okumayan, göz değdiren 'bu ne la' diyen herkesi Allah'a emanet ediyor, saygı ve hürmetlerimi sunuyorum...

Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top