-1-

Temmuz'un başı, 2016
İstanbul, Marmara Denizi

Temmuz ayının ilk günlerinde hava, mutadı üzere sıcak, bunaltıcı ve nemden geçilmez bir haldeydi. Gökte parlayan güneşin kızgın okları, Marmara'nın fokurdayan sularına damlıyor; bin bir akisle buluşarak öteye beriye sıçrıyordu. Feribotların suları delerek yol alışları, martıların kanat gölgelerine takılıyor; gemilerin düdük sesleri, martıların seslerine eşlik ederken vapurlarda yolculuk yapanlar, dalgaların hışırtısını duyabilmek için martıları susturmak adına simitlerden parçalar koparıp fırlatıyorlardı.

Adalara yol alan vapurlardan birinde, güvertede oturmuş ve elindeki gazetenin manşetine bakıyordu; kafasına geçirdiği sarımsı kovboy şapkasıyla ve üstüne geçirdiği sarımsı ceketiyle sarımsı bir imaj bahşeden bu adam, kolundaki altın renkli saatin akrep ve yelkovanını kontrol ederken homurtulu bir ses çıkararak karşısında oturan kadının dikkatini çekti. Sarı dalgalı saçlı kadının dikkati, onunla ilgilenmeyen adamdan kopup diğer insanlara yönelince gazete okumakta olan adam,

"Saddam'ı da öldürdüler, yazık oldu adama!" diye homurdandı. Kadın, tekrar dikkatini ona çekti.

"Dün akşamki Galatasaray maçı ne oldu acaba?" diyerek gazeteyi katlayan adam, kadınla göz göze geldi. Kirli sakalları, dudaklarını bile kapatacak derecede uzamış bu acayip adam, kadının ürkmesine neden olmuştu.

"Ben Fener'in şike yaptığına inanmıyorum, hep o başkan yüzünden!"

Kadın, kaşlarını çatarak ona bakarken adam, gazeteyi ters katlayıp yan tarafına bıraktı ve yerinde doğruldu. Gözleri kadının üstündeyken,

"Kaç zamandır sinemaya gitmiyoruz," diyerek başını hafifçe salladı. Kadın, adamın deli olduğuna kani olunca ayaklandı ve başka bir yöne doğru yürüdü. Adam, sanki kadın yerindeymiş gibi boş banka bakarak:

"İddiayı da kaybettik, iyi mi?" diye güldü. Tekrar gazeteyi aldı ve rastgele bir sayfa çıkardı. Başlıkta, 'DEVLET İÇİNDEKİ TASFİYELER' yazısı çarptı gözlerine, alttaki haberleri içinden okurken yan tarafında gülüşen çifte yandan bir bakış attı. Baktığı yönde, kadrajına giren Adem'le Hatem, ellerinde pembe pamuk şekerlerle güverte demirine doğru ilerliyordu. Adam, gazetesini okumaya devam etti.

Hatem'in saçına bulaşan bir parça pamuk şekerini alıp ağzına atan Adem, gülümseyen kadının,

"Yapma be!" demesiyle gülümsedi.

"Saçın değildi," diyen Adem, demire yaslanarak bakışlarını denize çevirdi. Hatem, alnı kırışan ve demek ki canının sıkıldığı belli olan Adem'in yüzüne bakarken derin bir nefes aldı. Nefes alırken istemsizce inildeyince Adem'in bakışları kendisine döndü.

"Ne düşünüyorsun?"

"Olanları..."

Gülümsedi Hatem,

"Bence olacakları düşün!" diyerek ona sokulunca Adem, dudağının ucu kıvrılarak tekrar denize çevirdi mütebessim bakışlarını.

"Olacağı varsa olur, der şair ve ekler; her şey olacağına varır, varış ancak O'nadır..."

Derin bir iç çekti Hatem, gözleri denizin durgun ve argın sularındayken, içli bir sesle kedi gibi mırıldandı.

"İnandım ve tasdik ettim."

Gazeteyi katlayan adam, şapkasını kafasından indirip sırtını banka iyice yaslayarak:

"Aşıklar ölmez der Bizim Yunus, ölen ancak hayvandır," dedi ve el çırptı. Onun el çırpmasıyla vapurun düdüğü, bir müjdeyi haykırırcasına martıların nidalarına aheste bahşetti ve Marmara'nın durgun sularında seyrini sürdürdü.

***

Ankara/Etimesgut

Boş bir arazide duran siyah aracın şoför yanı kapısı açıldı; tüysüz suratlı, orta yaşlarının demini tutmuş bir adam, kalın siyah kaşları çatık bir şekilde araca bindi. Direksiyon tarafında oturan kısa saçlı ve balıketli adamın katı bakışları, yanında oturan adama çevrildi.

"Hoş geldin Binbaşı!"

"Hoş bulduk komutanım, hayırdır, bir sorun yoktur inşallah?"

Gülümsedi direksiyon tarafındaki adam,

"Bu inşallah, maşallah laflarını sevmiyorum ama mevki itibarıyla kullanmak mecburiyetindeyiz, haklısın!" deyince Binbaşı'nın kaşları çatıldı. Yerinde doğruldu direksiyon tarafındaki adam, derin bir nefes alırken iri burnundaki etten dolayı bir hırıltı sesi duyuldu.

"Düğmeye basıldı Binbaşı Orhan!"

Binbaşı'nın yüzünde merak emareleri peyda oldu.

"Ne düğmesi komutanım?"

Komutan denilen kişi gülümsedi.

"Affan Çam'ı alıyoruz," der demez Binbaşı Orhan, korkuyla yerinden sıçradı. Komutan dediği şahıs, lafına devam etti.

"Alıp kafasına sıkacağız, gerisi gelecek."

"Na-nasıl yani komutanım?"

"Dün gece rakıyı fazla mı kaçırdın? Ha doğru ya, sen bu cemaatçilik oyunlarına kendini fazla kaptırmıştın, içkiden karıdan uzak duruyordun ya, neyse! Beni iyi dinle şimdi! MİT Müsteşarı Affan Çam alınacak, derdest edilecek."

Binbaşı, hâlâ soğuk çıkan sesiyle:

"Ama neden?" diye sayıklarcasına sordu.

"Litvanya'daki sistemimize sızmışlar oğlum, her şeyi biliyorlar. Bütün faaliyetlerimizi biliyorlar. Artık harekete geçme zamanı! Eğer biz onu bitirmezsek, o bizi bitirecek! Anladın mı?"

Yutkundu Binbaşı, hafifçe başını sallarken komutan dediği şahıs, kendi tarafındaki aynadan arkasını kontrol ederek:

"Faaliyetin zamanını ve gerekli bilgileri, sana sonra söylerim. Sen şimdi git ve hazırda bekle!" dedi. Binbaşı başını sallayıp zor çıkan sesiyle:

"Emredersiniz komutanım!" dedi ve kapıyı açtı. Komutan dediği şahıs, son defa katı bakışlarını ona çevirdi ve:

"Ana düsturumuz nedir, bilirsin! Ketum ol, kafan gitsin!" deyince Binbaşı,

"Merak etmeyin komutanım," diyerek araçtan indi. Kapıyı kapatırken etrafına bakınan Binbaşı Orhan, üzerine çöken kasvetin ağırlığını zor taşıyacak gibi dizleri titredi ama dik durmayı bildi, araç hareket edip uzaklaşırken o yerinde dimdik bekledi. Araç gözlerden kaybolunca Binbaşı Orhan, hemen oturacak bir yer buldu. Dizleri titrercesine çöktü ve kafasını ellerinin arasına aldı. Komutan dediği şahsın dedikleri, beyninin orta yerinde çınlıyordu.

"MİT Müsteşarı Affan Çam alınacak, derdest edilecek."

Derin bir nefes alarak kafasını kaldırıp gökyüzüne baktı. Masmavi gökyüzünün berrak suretine bakarak gözlerini yumdu. Ama kafasının içindeki sesler, onun dinlenmesine mani oluyordu. Fısıldadı.

"Bu nasıl olur, nasıl olur bu? Ersin Komutan, bana neler söyledin sen, neler?"

Derin bir nefes aldı. Gözlerini açtığında, karşısında küçük mü küçük, şirin mi şirin bir kız çocuğunun durduğunu gördü. Kıvırcık kumral saçlı kızın çakıl gözlerindeki ışıltılar, onun gözlerinin yeşermesine neden oldu. Kız eğildi ve yerdeki oyuncak bebeğini aldı, kucaklarken tekrar Binbaşı Orhan'a baktı ve saf tebessümüyle adeta Orhan Binbaşı'nın katı yüzündeki gölgelere aydınlıklar bahşetti.

"Şirin, kızım nerdesin sen?" diyerek gelen kadın, küçük kızın elinden tutup uzaklaşırken Binbaşı Orhan, bir müddet arkalarından baktı. Kızın gözleri, gülümsemesi ve o berrak yüzü, Binbaşı'nın iç dünyasına güneşler doğurmuştu. Oturduğu yerde uzaklara dikti gözlerini Binbaşı, burnundan derin bir soluk alırken ruhundaki ağırlığı, ağzını açarak saldığı nefesle birlikte dışarı püskürtüyordu. Kendi içinde bir karara varmıştı, bunu uygulamak kendisine kalmıştı. Hemen ayaklandı ve yola koyuldu.

Esenboğa Havalimanı

Elinde siyah bir çantayla peronlardan çıkıyordu; üstünde siyah bir tişört, kot bir pantolon ve gözlerinde siyah bir güneş gözlüğü vardı. Adımlarında sakin, duruşunda bir durgunluk hakimdi. Çıkışa doğru ilerlerken, dikkat çekmeyecek şekilde karşı tarafına baktı; o yönde adımlayan kişiyle göz göze gelince, çaktırmadan kafasını milimce salladı, aynı şekilde mukabil alınca da adımlarını sürdürdü. Karşıdaki uzun boylu adam da onunla adımlarını konuşturdu; siyah seyrek saçlarının arasında görünen tek tük kepeğe aldırmadan gülümsüyor, karagözleriyle etrafına bakışlar yolluyordu.

Havalimanının otoparkından arka arkaya çıkan dört farklı renkte ve modelde araçlar, farklı istikametlere dönerek farklı yönlere ayrılırken güneş, öğlen sıcağını teğet geçerek ikindiyle buluşmanın hazırlığı içerisine giriyordu.

***

İstanbul/Şile

Bir parkta geziniyorlardı; çevrede oynayan çocukların cıvıltısı, güneşin güler yüzüne eşlik edip parkın her tarafına yayılırken ikisinin suskun ve mahzun bakışları, arada bir birbirlerini yokluyor, çocuklara kayıyor ve tekrar önlerine dönüyordu. Kaç zamandır içindeki sıkıntısını diline dökmeyi düşünüyordu Delal, Rojda'ya söyleyemediklerini söyleyip artık bu mesafelerin köküne vuslat suyu dökmesini tasarlıyordu ama yaşananlar, hep onun diline ve ayaklarına bağ olmuş, düşüncelerine gem vurmasına neden olmuştu.

"Sana söylemek istediklerim var," diye bir çırpıda lafa girince,

"Ne?" diye sayıklarcasına bir soruyla muhatap oldu Delal.

"Sence de artık yetmedi mi?"

Sustu Rojda, bakışlarını yere eğip sessizlik libasına bürünürken Delal, bu sefer üstelemek istedi.

"Bana bak!" diyerek yerinde durunca, kadının da durmasını sağladı. Kaçamak bakışlarla Delal'in suratını inceleyen Rojda,

"Artık yeter bence!" diyen Delal'e,

"Korkuyorum," dedi fısıldarcasına. Kaşları çatıldı Delal'in,

"Ne?" diye sorarken sesi de titredi istemsizce.

"Kötü şeyler olacak diye..."

Gülümsedi Delal, gülüşünde bir kinaye havası vardı. Rojda bunu sezince kaşlarını çatarak:

"Gülme öyle! Ciddiyim ben!" diye çıkıştı. Derin bir nefes alarak kendisini toparladı Delal.

"Gülüm!" diye tınıyla çıkan sese Rojda, yutkunarak bakışlarını çevirdi. Devam etti Delal.

"Canımın içi! Dünya bu, burası dünya! İyi şeyler de olacak, kötü şeyler de... Haklısın, biz çok badireler atlattık, çok şeyler gördük, yaşadık! Belki de daha da yaşayacak, göreceğiz. Ama bu, vuslatımıza engel olmamalı! Hep erteledik, hep ötelere gönderdik vuslatımızı; ömür dediğin ne ki zaten, bak gelip geçiyor. İkimiz de tükeniyoruz, geçen her dakika bizi tüketiyor. Madem bir yoldayız, o yolda adım atmalı, bir istikamete doğru ilerlemeliyiz gülüm! Hep yerimizde sayıyoruz, adım atalım artık!"

Delal haklıydı, Rojda bunun farkındaydı ama içinde bir ukde vardı ve bunu nasıl anlatacağını bilmiyordu. Elbet o da istiyordu vuslata ermeyi, bir çatı altında bir olmayı ama içindeki ukde, boğazında yumru oluyor ve onun yutkunmasına bile müsaade vermiyordu.

"Haklısın!" diye sayıkladı en sonunda, nemlenen bakışlarını Delal'e çevirip zoraki tebessüm etti ve:

"Ağabeyimle bugün konuşmaya gidelim en iyisi!" deyince Delal'in fişleri koptu. Öyle bir zıpladı ki yerinden, Rojda korkuyla geri çekildi; öyle bir avazı çıktığı kadar sevinçle sayıkladı ki, Rojda da kendini tutamayıp kahkaha attı.

"Allah be!" diye bağırıp Rojda'yı kendine doğru çekip sımsıkı sarıldı. Rojda onun kolunu itekleyip mıncıklarken Delal durmuyor, onu bağrına bastıkça bastırıyordu.

***

ABD/Pensilvanya

"Sana burada kalman gerektiğini, benim yaverim olarak yanımda durman gerektiğini söylüyorum Alparslan!" diyen Hedyetullah, elindeki süt bardağından bir yudum alarak koltuğuna doğru yürürken Alparslan Karadut da onun arkasından yürüyor ve tanzim ederek ricasını görsel haliyle sunmaya çalışıyordu.

"Efendim haklısınız, bana şeref veriyorsunuz, yanınızda kalmamı istemekle beni ihya ediyorsunuz lakin cihattan geri durmak, bana koyuyor."

"Seni anlıyorum," diyerek koltuğa oturan Hedyetullah, karşısındaki boş koltuğu işaret ederken:

"Sana hak da veriyorum," dedi ve o koltuğa geçmekte olan Alparslan'ı izleyerek ekledi.

"Ama unuttuğun bir şey var evladım! Halifenin yanında olmak, onu koruyup kollamak, cihadın bir parçası, değil mi? Sen burada yanımda kalacak, bana kol kanat gerecek ve gerekli işleri buradan yürüteceksin. Cihadın en önemli noktası, strateji meydanı, yani karargâh kısmıdır. Beni anladığını umuyorum."

"Anladım efendim, güveninizi boşa çıkarmayacağım inşallah!"

"Güzel! Şimdi git ve misafirimizi karşıla! Bay Amos neredeyse gelir."

"Emredersiniz efendim!" diyen Alparslan kalkıp kapıya doğru yürürken Hedyetullah, elindeki boş süt bardağını sehpaya bırakıp koltuğa iyice yayıldı.

Az sonra Amos içeri girdi, Hedyetullah zor bela ayağa kalkarken Amos, yüzünde ışıltılı bir tebessümle yaklaştı.

"Hoş geldiniz Bay Amos!" diyerek elini uzatan Hedyetullah, Amos'un onun elini sıkıp:

"Hoş bulduk Halife Hazretleri!" demesiyle adeta otuz iki dişi görünürcesine sırıttı ve:

"Aman Bay Amos, dereyi görmeden bize paçamızı sıvatmayın!" deyince Amos, gülümseyerek kendisini koltuğa teslim etti. Bir gözü, koltuğuna kurulan Hedyetullah'ın üzerindeyken lafını önden gönderdi.

"Paçanızı sıvayın, zaferin kokusunu duyabiliyorum."

Hedyetullah, katı gözlerini ona dikerek:

"Burnunuz yanlış koku alıyor olmasın!" deyince Amos'un bakışları da sertleşti. Sesi de aynı tavırla Hedyetullah'a ulaştı.

"İhtiyarladım ama bunamadım, Halife Hazretleri! Bu kinayeli tavrınızın sebebini tahmin edebiliyorum."

"Doğru tahmin," diyerek yerinde doğrulan Hedyetullah, sağ elinin işaret parmağını Amos'a doğrultarak:

"Yeşil Mühür'ü Türkiye'ye göndermek ve faaliyetlerde bulunmasını sağlamak, planlarımız arasında yoktu. Ama siz ve kıymetli İngiliz dostlarınız, Yeşil Mühür'ü, sanki ayak takımıymış gibi kendi işinizde kullandınız, sonuç ne? Yine hüsran...Şimdi de aynı darbukadan öttürüyorsunuz, paçamızı sıvıyoruz ama dereyi gördüğümüz için değil, kaçmak için temkin olsun diye, beni anladınız sanırım!" deyince Amos, hafif mahcup ama istifini bozmayan bir endamla bakışlarını önüne çevirdi.

"99'dan beri size inanıyor, her dediğinize kulak kabartıyor, baş sallıyoruz. Şimdi de inanalım mı yoksa başka alternatifler mi düşünelim, ne diyorsunuz Bay Amos?"

"Haklısınız!" diyerek yerinde doğrulan Amos,

"Son derece haklısınız ama size Yavuz'un kaftanını getiren biziz, doğru mu? Halifelik kaftanını getiren, halifeliği de getirir, unutmayın!" deyince Hedyetullah, burnundan derin bir soluk alarak yan gözlerle ona baktı.

"Size hem inanacağım hem de başka alternatifler düşüneceğim Bay Amos!"

Amos başını sallarken Hedyetullah, sırtını koltuğa iyice yaslayarak onun yüzünü incelemeye aldı. Birkaç saniyelik sessizlikten sonra Amos,

"Adamlarınız Ankara'ya ulaşmış, gelen haberlere göre herhangi bir sorun yok! Bizim kargo uçaklarımız, Türk ordusu kılığında onlara gerekli mühimmatları ulaştıracaklar. Gerekli bağlantılar kuruldu. Vakti gelince, halifenin ordusu harekete geçecek!" diyerek sessizliği bozarken Hedyetullah, suskunluğunu korudu. Amos ekledi.

"İngilizler sınırda hazır bekleyecek, Halife Hazretleri! Suriye sınırındaki kanatlar, içerdeki kargaşaya tuz biber eklemek için hazırda duracaklar."

"Onu istiyorum," diye fısıltıyla lafa giren Hedyetullah, gözlerini kısan Amos'a yandan bir bakış atarak:

"O, benim! Benim mekânıma gelip masama oturduktan sonra bana bıçak bileyen şahıs, benim huzurumda infaz edilecek," deyince Amos, onun kimden bahsettiğini anlayınca:

"Ama öyle bir şey yapamayız! Onu yok edersek, dünya ayağa kalkar, bunun farkındasınız değil mi?" diye sordu.

"Dünya siyaseti umurumda değil, Bay Amos! Eğer halife kimliğimle o geceyi tertip etmemi istiyorsanız, bu dediğimi kabul edeceksiniz."

"Söz veremem," diyen Amos, başka bir şey söyleyecekken Hedyetullah'ın,

"Söz vermeyin," demesiyle durakladı, ekledi Hedyetullah.

"Onu bana verin!"

Amos, Hedyetullah'ın gözlerindeki ciddi ve kararlı ifadeyi görünce yutkunarak sadece bakmakla yetindi.

***

Türkiye/Ankara
MİT - Kale

Soluğu Kale'de almıştı Binbaşı Orhan; beti benzi atmış, soluk soluğa kalmış bir şekilde bir koltuğa çökmüştü. Karşısındaki mensup elemanına bakıyor, lafı nereden başlatıp nereye bağlayacağını düşünüyordu. Elindeki bardak, elinin titremesiyle titriyor, içindeki sular da çalkalanıyor ve haliyle bu durum, mensup elemanı tarafından şüpheyle karşılanıyordu.

"Binbaşım, iyi misiniz?"

Mensup elemanının tok sesiyle irileşen göz bebekleriyle adama baktı. Derin bir nefes alırken iyi olmadığını, haliyle görsele taşıyordu. Bardaktan bir yudum su alırken tedirgin ahvali, giderek daha çok şüphe çekiyordu. Bardağı sehpaya bırakırken eli öyle bir titriyordu ki, mensup elemanının bakışları katılaştı ve septik bakışları, Binbaşı'nın üzerinde daha çok sabit kaldı. Mecbur, olanları anlatacaktı Binbaşı; yutkunduktan sonra lafa girdi, her şeyi harfi harfine nakletmeyi uygun buldu.

"Tabur komutanım Binbaşı Ersin Koldemir ile buluştum," diye başladı söze; tabur komutanının söylediklerini, harfiyle noktasıyla nakletti, heyecandan ve korkudan titriyordu. O anlattıkça, mensup elemanı yerinde dikleşiyor; gözleri irileşiyor, rengi beti atıyor ve ikide bir yutkunup duruyordu. Hedefteki kişinin Müsteşar Affan Çam olduğunu, faaliyeti ona karşı yapacaklarını ve onu ortadan kaldıracaklarını anlatıyor; dili döndüğünce, nefesi yettiğince olan biteni naklediyordu. Mensup elemanının yüzü şekilden şekle giriyor, nefesi sıklaşıyor ve duyduklarını hazmetmeye çalışıyordu. En sonunda Binbaşı Orhan,

"İşte, faaliyetin genel amacı bu!" diyerek lafını bitirdi. Mensup elemanı, derin bir nefes alarak:

"Emin misiniz komutanım?" diye sordu. Eminim anlamında başını salladı Binbaşı Orhan, tekrar suyuna uzandı ve dibinde kalan yudumları tek seferde içti. Mensup elemanı hemen ayaklandı ve oradan hızla ayrıldı. Binbaşı Orhan, soğuk bakışlarla onun ardından bir müddet bakakaldı.

***

İstanbul

Üsküdar civarında kurulmuş yeni karargâh, gene eski model kurgulanmış ve yapılan görsel dizaynla şüpheleri üstüne çekmez bir şekilde tasarlanmıştı; bir hayvan barınağını andırıyordu, dışarıdan görenler bir kedi köpek, sokak hayvanları barınağı olarak görüyor ama aslında arka planında bir karargâh olarak iş görüyordu. Barınağın içinde bir eski püskü asansörle yerin altına iniliyor, uzun ve dar bir koridordan geçilip tahta bir kapıya rastlanılıyor ve kapının ardında da bizleri, kocaman bir toplantı salonu karşılıyor. Geniş salonun ortasına yuvarlak bir masa bırakılmış, etrafına sandalyeler dizilmiş, üstüne dosyalar serilmiş ve toplantı yapacak kişiler yerlerini alarak hazır hale gelmişti. Masanın başköşesine Adem kurulmuştu, bir sağ tarafına Hatem oturmuştu, Hatem'in yanında Feryal vardı; Adem'in solunda Delal, onun bir yanına Rojda, onun yanına Çınar ve Çınar'ın dibinde, her zamanki gibi Çetin vardı. Kağan da masanın diğer başında, önündeki bilgisayarla uğraşıyordu.

"Her yer sükunet içinde," diyen Adem, masadakilerin yüzlerine bakarak lafını sürdürdü.

"Sanki geçen ay burada kıyamet kopmamış gibi!"

Çetin araya girdi.

"Büyük patronla yaveri de ortalıktan kayboldu."

Adem ona bakarak:

"Kuyrukları da yok," deyince Hatem, acımsı bir tebessümle:

"Ben ve çipim varız ama! Merak ediyorum, acaba ne zaman düğmeme basacaklar?" der demez Adem, yandan ona imalı bir bakış yolladı. Hatem'in sorar bakışları, Adem'i daha da tebessüm ettirmişti.

"Darbe mavalları da yalan oldu," diyerek tekrar araya giren Çetin, Çınar'ın:

"Henüz bilmiyoruz," demesiyle katı bakışları ona çevrildi ama hemen yumuşadı. Çınar ekledi.

"Ortalıktaki bu kasvetli sessizlik, fırtınadan önceki durumu anımsatıyor. Her an bir yerde bir patlak verecekmiş gibi..."

Delal, yüzünde anlamlı bir ifadeyle:

"Sanırım o fırtına, ben ve Rojda'nın kavuşması olabilir," deyince Kağan, bilgisayardan bakışlarını kaldırarak:

"Hop, ne oluyorsun?" diye sordu. Adem gülümserken Hatem, kaşları kavisli bir halde Kağan'a baktı. Rojda, yandan kardeşine de bir bakış atarak:

"Ağabeyimle konuşmaya karar verdik," derken Delal, Kağan'a bakıp başını sallıyordu.

"Tebrik ederim kardeşim!" diyen Adem,

"Tebrikler," diyen Hatem'e nispetli bir bakış sunarak:

"Darısı, kararsızların başına!" deyince Çınar kıkırdadı, Hatem de kaşlarını çatarak Adem'e döndü, Çetin bozulsa da rengini belli etmedi.

"Yalnız konumuz bu değil!" diyerek masadakilerin dikkatini çekince lafını sürdürdü.

"Ekol sessizliğe çekildi, ortada puslu bir hava var. Örgüt kanadı da sessiz, tarikat tarafı da suskun! Hatta Diyarbakır'da işlenen menfur suikastın sesi soluğu bile kesik! Sanki öldürülen bir emniyet müdürü değilmiş gibi Diyarbakır havalisi, kendi meşreplerince hayatlarına devam ediyorlar."

"Halk ne yapsın ki?" diye soran Çınar, Çetin'in de:

"Ellerinden bir şey gelmiyor," demesiyle lafına devam etti.

"Gelse bile devletin bir şey yapmasını bekliyorlar. Ve maalesef Veli Zafer Özkan Suikastı, arşivlere faili meçhul olarak kaydedildi."

Başını salladı Çetin,

"Diğerleri gibi..." diyerek derin bir nefes çekti.

"Ermenistan'dan bir bildiri yayınlanmıştı, hatırlayın!" diyerek tok sesiyle yerinde doğrulan Delal, yandaki Rojda'nın hayran bakışları arasında:

"Bizim Center denilen oluşumla, Miro Zaryas denilen adamla alakamız yok, diyerek tepkilere cevap sunmuştu," diye ekledi. Rojda gülümsedi.

"Sözde, tabi!"

Adem, Rojda'nın kinayesine gülümserken Hatem,

"Ama biz, atın da kim olduğunu, itin de ne olduğunu çok iyi biliyoruz!" deyince Adem, yerinde doğrulup ellerini masaya yerleştirerek lafını sürdü.

"Onun için arkadaşlar, atı alan Üsküdar'ı geçmeden, bu darbe mavalını açığa çıkarmamız lazım!"

Herkes birbirleriyle bakışırken Adem, gözleri ilerdeyken fısıldadı.

"Her şey için geç olmadan..."

***

Ankara/Konutkent
8 Temmuz Cuma akşamı

Havanın sabahki ahvalini değiştirmesi, sıcaktan ayaz bir hüviyete bürünmesi, dışarıda nöbet tutan birkaç adamın irkilmelerine neden oluyor; gökyüzünde ışıldayan yıldızlar, sokak fenerlerin hışmına uğrayarak parlaklıklarından ödün vermek zorunda kalıyorlardı. İki katlı bir villanın avlusunda gezinen adamlar, çevreyi tarayan dikkatli gözlerle tedbiri elden bırakmamaya çalışıyorlar; içerideki beş adamın korumalığını üstleniyorlardı.

Villanın ikinci katında, geniş bir salonda oturmuşlardı. Bu sabah Esenboğa'da görülen adamlar, akşam olunca soluğu burada almışlar, ufak bir dinlenmeden hemen sonra toplantı ahvaline geçmişlerdi.
Salonun başköşesindeki kahverengi koltuğa oturmuş adam, diğerlerine bakışlarını dikerek:

"Zemin hazır, zaman belli! Hedef belli, nokta belli!" dedi. Sağda, en başta olan adam,

"Askeri kanadın Akıncı'da bir araya gelmesi gerekiyor," deyince onun hemen yanındaki adam,

"Sayın Şendil!" diyerek başköşedeki adama bakınca Şendil dediği adamın:

"Sizi dinliyorum, Sayın Güneş!" demesiyle, çekingen bir tavırla sorusunu dillendirdi.

"Buna emin miyiz?"

Öksüz Şendil, kindar bir tebessümle:

"Hem de çok..." dedikten sonra:

"Yoksa korkuyor musunuz?" diye sordu. Harun Güneş, yutkunarak:

"İster istemez," deyince onun yanındaki, demin konuşan adam,

"Biz, yıllarca yaptığımız filmlerle, çektiğimiz dizilerle, halka bazı şeyleri anlatmaya çalıştık. Kimisi anladı, kimisi anlamamakta ısrar etti. Bu film, çok ses getirecek beyler!" dedi. Öksüz Şendil, bu adama bakıp başını salladı.

"Haklısınız, Sayın Burç! Bu film, çok ses getirmeli! Senaryo belli, oyuncular belli!"

Hayrettin Burç hafifçe başını sallarken,

"Bizim holdingimiz de..." diyerek lafa giren adama, Öksüz Şendil'in sol tarafına, en başa düşen adama çevirdiler bakışlarını. Cemal Atmaz, lafına devam etti.

"...gereken maddi, manevi desteği sunacaktır. Yeter ki azim olsun."

Onun hemen yanındaki adam,

"Kolejdeki çocuklar da hazır!" deyince Öksüz Şendil, ona bakarak:

"Gürkan Öcek'in koleji, her zaman başarılı öğrenciler çıkarmıştır. Şimdi de başarılı olacaklarına eminim!" der demez Gürkan Öcek, tebessüm ederek başını salladı. Yerinde doğrulan Öksüz Şendil, derin bir nefes alarak lafa girdi.

"Sloganımız, 'Her şey güzel olacak.'; parolamız ise 'Sulh'tur. Sulh Konseyi'nin Türkiye temsilcileri olarak faaliyete başlıyoruz! Nişanımız F serisinden bir dolardır. Bir nevi kimliğimizdir. Cebinde bir dolar olmayan, bizden değildir. Bunu unutmayın ve herkese ilan edin! Konsey atağa geçiyor. Önümüzdeki YAŞ toplantısında, bizden olan kardeşlerimizin tasfiye edilmemesi ve askeri alanda gücümüzün yok olmaması için, artık harekete geçme zamanı! Ana merkezimiz, Akıncılar Üssü'dür. Mevcut üslerimiz; Ankara Hava Kuvvetler Merkezi, Diyarbakır, İncirlik, Balıkesir, Çiğli, Akıncı ve Güvercinlik... Buralara adamlarımız yerleşmiş durumda! Düğmeye basmamızı ve harekete geçmemizi bekliyorlar. Gerekli mühimmatlar, silah ve gereken her şey, istif edilmiş durumda! Hazır olun arkadaşlar, başlıyoruz!"

Diğerleri bakışırken Öksüz Şendil, tebessüm ederek gözlerini onların üzerinde gezdirip duruyordu.

***

Ankara/MİT Müsteşarlığı, Kale

Telefonu ağzına yaklaştırmış, endişeli ama son derece sakin kalmaya çalışarak konuşmaya çalışıyordu Binbaşı Orhan Kuzu; karşısındaki koltukta oturanlara bakarken telefonun arama sesi duyuldu. Az sonra açıldı telefon ve tok bir ses, ortamı ablukaya aldı.

"Alo!"

Sesi titrese de kendini kontrol etmeye çalışan Binbaşı Orhan,

"İyi akşamlar komutanım, rahatsız ediyorum, ben Binbaşı Orhan Kuzu!" deyince Binbaşı Ersin Koldemir'in durgun sesi duyuldu.

"Hayırdır koçum, bu saatte, bir problem mi var?"

"Hayır komutanım," diyen Binbaşı Orhan, karşısındakilere bakarak lafına devam etti.

"Sadece yapacağımız faaliyet hakkında, sizden tam bir bilgi almak istedim."

"Ne faaliyeti koçum?"

"Geçen gün bahsettiğiniz faaliyet, komutanım!"

"Anlamadım koçum, ne diyorsun?"

"Komutanım, bu hat güvenilir, sıkıntı yok!"

"Ne diyorsun koçum, seni anlayamıyorum?"

"Komutanım, bana güvenin!"

"Anlayamıyorum. Yarın gel, yüz yüze konuşalım asker!"

"Komutanım, beni..." diyen Binbaşı Orhan, kapanan telefonun ekranına durgun gözlerle baktı. Karşısında oturanlardan biri, ortada olan buğday tenli adam,

"Telefonda konuşmaya çekinmiştir, sizden şüphelenmemiştir, merak etmeyin!" deyince Binbaşı Orhan, derin bir nefes alarak:

"Ne olacak peki?" diye sordu. Buğday tenli adamın yanındaki esmer tenli adam,

"Yarın gideceksiniz, odasında görüşeceksiniz! Üstünüze böcek yerleştireceğiz ve sizi dinleyeceğiz!" deyince Binbaşı, durgun bir şekilde:

"Bu, çok riskli!" der demez diğeri,

"Denemek zorundayız, aksi takdirde faaliyetin tam ne olduğunu öğrenemeyiz!" dedi. Derin bir iç çeken Binbaşı Orhan, her ne kadar tereddüt etse de hafifçe başını sallamakla yetindi ve üstündeki bakışlar arasında çenesini sıvazladı.

***

Ankara/Genelkurmay Başkanlığı

MİT Müsteşarı Affan Çam'ın arabası ve konvoydaki koruma arabaları, başkanlığın önünde durduklarında birkaç asker, yerlerinde dikleşerek beklemeye geçtiler; Müsteşar Bey'in koruması, hemen araçtan inerek kapıyı açarken diğer adamlar, etraf güvenliği sağlamak için araçlardan indi. Uzun boylu ve saçları kırlaşmış Müsteşar Bey, çevik adımlarla kapıya doğru yürürken Genelkurmay Başkanı'nın emir subayı, onu kapıda karşıladı.

"Hoş geldiniz efendim, buyurun!" diyerek yol gösterirken Müsteşar Bey'in katı bakışları, iri üzüm tanelerini andıran siyah gözleri ve ciddi yüz ifadesi, emir subayına mukabil olarak intikal etti. Hızlı adımlarla merdivenlere doğru yürürken Müsteşar Bey, askeri personellere başıyla selam vermekten geri durmuyor, bir an önce Başkan Bey'in odasına gitmek için adımlarını konuşturuyordu.

İçeri giren asker, tekmil verdikten sonra Müsteşar Bey'in geldiğini haber verdiğinde Genelkurmay Başkanı Muhlis Çakar, ayağa kalkarak üstüne başına çekidüzen verdi ve kafasını sallayarak Müsteşar Bey'i içeriye almasını talimat verdi.

"Binbaşı Orhan Kuzu," diyerek lafa giren Müsteşar Bey, hatır sorma faslından sonra hemen konuya girmişti. Başkan Bey, dikkatli gözlerle ona bakıyor ve onun ne diyeceğini merakla bekliyordu. Müsteşar Bey; Binbaşı'nın anlattıklarını direkt diline döktü ve her şeyi, baştan sona kadar anlattı. Genelkurmay Başkanı, MİT Müsteşarı'nın dediği her sözle kaşlarını çatıyor ve şaşırdığı, kızdığı yüz ifadelerinden belli oluyordu. Müsteşar Bey'in lafı bitince Başkan Bey, ahizeyi kaldırıp Emir Subayı'nı çağırdı.

"Merak etmeyin, üstünde duracağız Müsteşar Bey!"

Müsteşar Bey onaylarcasına başını sallarken kapı çaldı ve içeri, Başkan Bey'in emir subayı Ercüment Türkcan girdi.

"Emredin komutanım!"

"Bana, Orgeneral Salih Çollak'ı çağır!"

"Emredersiniz komutanım!" diyerek dışarı çıkan emir subayının arkasından bakışlarını alıp endişeli bir şekilde bekleyen Müsteşar Bey'e çevirdi Başkan Bey; yüzüne tatlı bir tebessüm yerleştirip sakin olmasını ister gibi başını salladı. Müsteşar Bey, derin bir iç çekerek:

"Kendi canımızdan korkumuz yok, Sayın Başkanım! Korkumuz, vatana ve millete bir zeval değmesidir. Ondan çekiniriz işte!" deyince Başkan Bey, hafif bir baş sallamayla yerine geçti. Sırtını koltuğuna yaslarken yüzündeki tebessümü silmeden lafa girdi.

"Hiçbir çekinceniz, endişeniz olmasın Sayın Müsteşarım! Belli ki bu, asparagas bir ihbar! Sayın Cumhurbaşkanımız neredeydi en son?"

MİT Müsteşarı Affan Çam, tebessüm ederek başını eğince Başkan Bey, Cumhurbaşkanı'nın gittiği yerin gizli kalması emrini verdiğini anladı. Bir şey demedi. Müsteşar Bey, cebindeki telefonu çıkarıp ayaklandı. Başkan Bey'in sorar gözlerine bakarak:

"Kendisine bir malumat vereyim," dedi ve pencere tarafına doğru ilerledi. Müsteşar Bey telefonla Cumhurbaşkanı'nı ararken kapı çaldı ve Başkan Bey'in gel direktifiyle Orgeneral Salih Çollak, yanında emir subayıyla içeri girdi. Başkan Bey, emir subayına, dışarıda beklemesini telkin eden el işaretini verirken Müsteşar Bey, telefonu kapatarak onlara doğru geliyordu.

"Derhal Güvercinlik Kara Havacılık Okulu'na gidiyorsun. Yanında askeri savcı ve birkaç personel de olsun. Sıradan bir teftiş gibi, rutin bir kontrolmüş gibi davran! Sakın bir şey belli etme!"

"Bir sıkıntı mı var komutanım?"

"Sen dediğimi yap!"

"Emredersiniz komutanım!"

Başkan Bey başını sallarken Orgeneral Salih Çollak, Müsteşar Bey'e de başıyla selam verdikten sonra gerisin geri kapıya doğru yürüdü. Topuk selamı vererek dışarı çıktı.

Koridorda, eli çenesinde ve heyecanlı bir şekilde bekleyen emir subayı Yarbay Ercüment Türkcan, Orgeneral'in çıkmasıyla yerinde dikleşerek hazırda bekledi. Orgeneral ona bir şey demeyip yanından geçecekti ki Yarbay,

"Komutanım, bir sıkıntı mı var?" diye sorunca Orgeneral, katı gözlerle ona baktı.

"Sen işine bak asker!"

"Komutanım, eğer bir sıkıntı varsa..."

"Ne öğrenmek derdindesin Ercüment?"

"Yanlış anlamayın komutanım! MİT Müsteşarı'nın gelmesi, sizin alelacele çağırılmanız, beni ürküttü. Onun için soruyorum."

"Sorma Ercüment, işini yap!" diyen Orgeneral, sert bakışlarla Yarbay'ın yüzüne birkaç saniye baktıktan sonra hışımla koridorda ilerledi. Yarbay, koridorda ilerleyen Orgeneral'in arkasından birkaç saniye baktıktan sonra hafifçe başını salladı.

"Sayın Cumhurbaşkanımızla görüştünüz mü?" diye soran Genelkurmay Başkanı Muhlis Çakar, MİT Müsteşarı Affan Çam'ın,

"Hayır, özel yaveriyle konuştum. Kendileri istirahatta imiş!" demesiyle başını sallayarak:

"Herhangi bir sıkıntı yoktur umarım?" diye sordu.

"Çok şükür!" diyen Müsteşar Bey, tebessüm ederek ayağa kalktı.

"Benim özel bir görüşmem var. Her şey için teşekkür ederim, başkanım!"

Başkan Bey de ayağa kalkmış, Müsteşar Bey'in uzanan elini sıkarak cevap sunmuştu.

"Rica ederim, kendinize dikkat edin Sayın Müsteşarım, siz bu ülke için lazımsınız!"

Gülümsedi Müsteşar Bey,

"Siz de lazımsınız, siz de dikkat edin!" diyerek başını salladı. Başkan Bey de başını sallayarak mukabil olunca Müsteşar Bey, kapıya doğru ilerledi. Başkan Bey de bir müddet arkasından baktıktan sonra koltuğuna oturdu.

MİT Müsteşarı Affan Çam ve konvoyu Genelkurmay Başkanlığı'ndan ayrıldığı sırada Orgeneral Salih Çollak da yanında ekibiyle, Güvercinlik Kara Havacılık Okulu'nu teftiş etmek üzere yola çıkmıştı. Elindeki dosyayla ilgilenen Orgeneral Salih Çollak, yanında oturan askeri savcının bakışlarına maruz kalıyor, bin bir soru barındıran bakışları umursamamaya çalışıyordu.

***

İstanbul/Üsküdar

"Ağabeyim birkaç günlük tatil için buraya geldi, aslında Ankara'da görev yapıyor," diyen Rojda, Delal'in sanki bunları daha önce bilmiyormuş gibi safça anlatıyordu; Delal, suratında müstehzi bir ifadeyle ona bakarken Rojda, başını sallayıp göz devirdi ve kısık çıkan sesiyle:

"Sanki kime anlatıyorsam..." diye fısıldadı. Delal, Rojda'nın navigasyon cihazına yazdığı konuma gelip durduğunda güneş, ikindiyi teğet geçmiş ve akşam için kolları sıvamıştı.

"Ağabeyine ne diyeceğiz?" diye soran Delal, aracı istop ederken Rojda,

"Ona, senin benim peşimde koştuğunu ve bana sarkıntılık yaptığını söyleyeceğim. Bakalım ne diyecek?" deyince Delal, tebessüm ederek:

"Çocuk haklı, sen de bu kadar güzel olmasaydın, der bence!" dedi. Rojda bir şey demeden kapıyı açtı, Delal de kapıyı açarak onunla birlikte araçtan indi.

Karşıdan gelmekte olan Ömer Halis, kız kardeşi ve yanındaki Delal'i görünce gülümsedi. Esmer tenindeki güneş izleri, onun çakı gibi bir asker olduğunu haykırıyordu; ince tıraşıyla, tüysüz suratıyla ve fidan kokusuyla kardeşinin karşısında durduğunda, Delal'in çekingen bakışlarını da yakalamıştı.

"Hoş geldin güzelim!" diyerek Rojda'yı kendisine doğru çekip sarılırken bir gözü, gözlerini yere indirmiş Delal'in üzerindeydi.

"Hoş bulduk ağabey!"

"Sen de hoş geldin!" diyerek elini uzatan Ömer Halis; Delal'in, çekingen bir şekilde elini sıkmasıyla gülümsedi ve kız kardeşine bakarak göz kırptı.

"Delal Piyale?"

Delal başını salladı.

"Evet, komutanım!"

Gülümsedi Ömer Halis, Rojda'yı bağrına basarak:

"Ne ayaksın sen?" diye sorup kaşlarını çattı. Rojda kıkırdarken Delal, sanki suçluymuş gibi mahcup bir edayla:

"Şey, anlamadım?" deyince Ömer Halis, ses tonunu biraz sertleştirip:

"Nesini anlamadın lan? Sana, ne ayaksın diye sordum," diye çıkıştı.

"Şey, ben..."

"Sen... Ne?" diyerek Rojda'dan ayrılan Ömer Halis, Delal'e yaklaşıp onun burnunun dibinde durdu. Onun yüzüne bakarak sesini daha da sertleştirdi.

"Konuşsana oğlum, dilini mi yuttun?"

"Şey..." diyerek yutkunan Delal, göz ucuyla Rojda'ya, yardım dilenircesine baktı.

"Ben buradayım lan, nereye bakıyorsun sen? Oyarım gözünü!"

Rojda kendini tutamayıp kıkırdayınca Delal cesaretlendi.

"Ama komutanım, yani şimdi bizi böyle ezmeniz, hoş mu? Ben kötü bir şey yapmadım ki! Sadece efendi gibi gelip sizden destur alacaktım. Neden böyle davrandığınızı anlayamıyorum komutanım!"

Gülümsedi Ömer Halis, her iki elini Delal'in her iki omzuna koyarak onu hafifçe sarstı.

"Hep böyle cesaretli ol ki, kız kardeşim emin ellerde, diyeyim. Hep böyle lafını sarf et ki, kız kardeşimi hak ettiğini bileyim. Hep böyle dik dur ki, bu adam kardeşime bakar, diyeyim ve gönlüm rahat etsin. Bizim anamız babamız yok, üç kardeşiz ve üçümüz de birbirimize emanetiz aslanım! Varsa büyüğün, baba yerine koyduğun yahut dost, kardeş bildiğin, al gel! Allah'ın emriyle, peygamberin kavliyle kardeşimi iste! Cevabı malumdur, veririz ama adet yerini bulsun!"

Delal'in gözleri yeşermişti, Ömer Halis'e sarılmamak için kendisini zor tutuyordu. Acımsı bir tebessümle Ömer Halis,

"Ne o lan? Ağlayacak mısın? Erkek adam ağlar mı be?" diyerek Delal'i hızla sarstı. Gözlerini yuman Delal,

"Mutluluktan, komutanım, mutluluktan..." diye fısıldadı.

"Benim yarın Ankara'ya dönmem lazım! Ayın on beşinde, yıllık izne ayrılacağım. O gün gelin, tamam mı?"

Delal başını salladı. Ömer Halis, kız kardeşine tekrar sarılırken Delal, nemli ve yeşermiş gözlerle onları izliyordu.

***

Ankara

Kulağına dayadığı telefona,

"Ne demek Orhan Kuzu'ya ulaşamıyoruz? Üstünde böcek yok muydu?" diye sinirli bir şekilde soran MİT Müsteşarı Affan Çam, mutedil bir hızla ilerlemekte olan arabasındaydı. Şoför, onun bildirdiği hızla ilerliyor, şehrin dışına doğru sivil bir arabayla seyrediyordu. Sadece ikisi vardı arabada, diğer korumalar ve konvoy, Kale'ye dönmüştü. Telefondaki mensup elemanına,

"Evladım! Orhan Kuzu'ya nasıl sahip çıkmazsınız? Böyle basit bir ihbar yapacak biri değil o!" dedi ve karşıdan gelen savunmaya kulak kesildi. Derin bir nefes aldıktan sonra:

"Tamam evladım, sahadakilere bilgi ver!" dedi ve telefonu kapattı. Telefonu indirdiğinde, şoförün:

"Dediğiniz yere yaklaşıyoruz efendim!" demesiyle başını salladı.

"Anlaşıldı!"

Şehrin dışında, kırsal bir alana yaklaşıyordu MİT Müsteşarı Affan Çam'ın arabası; etrafta hiç kimse yoktu, ne bir hane, ne bir insan ne de bir vesait vardı. Müsteşar Bey aracından inerken şoför de tedbir açısından inerek onun yanına yaklaştı. Affan Bey etrafına bakındı. Görünürde hiç kimse yoktu.

"Efendim, burası çok tehlikeli!" diyen şoförüne,

"Irak kadar değil," diyerek gülümsedi Affan Çam. Ceketini düzeltirken, gülümseyen gözlerle etrafını yokladı. Şoför, onun ne demek istediğini anlamamıştı.

"Ya da Suriye kadar..." diye fısıldayarak şoföre bakan Müsteşar Bey,

"Belki de Lübnan..." diye ekledi.

"Efendim," diye sayıklayan şoför, daha da tebessüm eden Müsteşar Bey'in,

"Korkma, Cengiz! Memleketimdeki her tehlike, dışarıdaki tehlike kadar beni yıpratmaz. Ben Irak'ta, Suriye'de ve Lübnan'da bombalarla raks etmiş bir insanım. Bu kırsal yerde, en fazla ayağıma diken batar. O kadar!" demesiyle gözleri etrafı tararken:

"Efendim, ayağınıza diken batmasına bile razı değiliz! Siz bu ülke için vazgeçilmezsiniz!" deyince Müsteşar Bey, minnet duyarcasına başını salladı. O sırada duyulan araba sesi, şoförle Müsteşar Bey'i yerlerinde dikleştirdi. Müsteşar Bey, yaklaşmakta olan arabaya bakarak:

"İşte, asıl vazgeçilmezler geliyor, Cengiz!" dedi ve bakışlarını, gelmekte olan arabadan çekip şoför Cengiz'in anlamaya çalışan bakışlarına çevirdi.

Siyah dacia duster marka arabanın durmasıyla Eraser'in hemen inmesi bir oldu. Arka kapıyı açan Eraser, hürmetli bir edayla kenara çekilirken Müsteşar Bey, arabaya doğru ilerledi. Eraser'in açtığı arabadan inen Devrim, Eraser'e bakıp başını sallayınca Eraser, hürmetle geri çekildi.

"Hoş geldiniz Sayın Özer!" diyerek elini uzatan Müsteşar Bey,

"Hoş bulduk Sayın Müsteşarım!" diyerek elini sıkan Devrim'e bakıp başını salladı.

"Nasılsınız?"

Devrim'in sorusuyla ve arabalardan uzaklaşmak için yürümesiyle Müsteşar Bey de onu takip etti.

"Teşekkür ederim Devrim Bey, siz nasılsınız?"

"Kaygılı..."

Müsteşar Bey, Devrim'in karşısında durduğunda:

"Neden?" diye sordu.

"Geçen ay yapılan operasyonları, çıkan çatışmaları ve kopan gürültüleri duymuşsunuzdur?"

Müsteşar Bey başını sallarken Devrim devam etti.

"Yapılan operasyonlar, elimizdekilerle ilgiliydi."

"Elinizde kimler vardı?"

"Ekol mensupları... Türkiye Ağabeysi ve onun yandaşları... Aynı amaca hizmet edenler... Vesaire... Elimizdekilerin hepsi öldü. Ama ölmeden önce de konuştular."

Affan Bey iyice adapte olmuştu.

"Olası bir darbeden ya da bir kalkışmadan şüpheleniyoruz."

Birden irkildi Müsteşar Bey, iri gözlerle Devrim'in suratına bakarken aklına Binbaşı Orhan Kuzu'nun dedikleri geldi. Devrim, onun değişen yüz ifadelerinden, bir şeyler olduğundan şüphelendi. Affan Bey çenesini sıvazlarken Devrim, gözleri kısık bir şekilde:

"Bir sorun mu var?" diye sordu. Müsteşar Bey, Binbaşı'nın Kale'ye gelişinden, onun söylediklerinden bahis açtı. O konuşurken Devrim'in de yüz hatları değişiyordu. İri gözlerle Affan Bey'in yüzüne bakarak:

"Hedefte yalnız siz yoksunuz, hedefte Cumhurbaşkanı da var," deyince Affan Bey, boğazı kuruduğu için yutkunmak zorunda kaldı.

"Derhal Kale'ye gitmeniz gerekiyor, acilen!"

Affan Bey başını sallayınca,

"Kale düşerse..." diyen Devrim, gözlerini birkaç saniye yuman ve Devrim'in lafının devamını bekleyen Affan Bey'in yüzünü inceleyerek:

"Türkiye düşer," der demez Affan Bey, burnundan derin bir soluk aldı ve zor da olsa lafa girdi.

"Gerekirse ben düşerim ama ne Kale düşer, ne Türkiye düşer."

"Ne siz düşün, ne Kale düşsün ne de Türkiye..."

Affan Bey gitmek için hareketlenirken Devrim'in lafıyla durdu.

"Büyük bir plan yapılıyor olmalı! Sahadaki bütün elemanlarınızla irtibata geçmeniz lazım!"

"MİT daha temizlenmedi, gusül süreci sürüyor."

"Gasil'e söyleyin, acele etsin, iş işten geçmeden..."

Affan Bey tebessüm etti, suratında ince tebessümle Devrim'in yüzüne bakarak müstehzi bir sesle:

"Ama eğer Gasil'in kendisi gusülsüzse, yapılacak bir şey yok!" deyince Devrim de tebessüm etti.

"Biz usul, erkân biliriz Müsteşar Bey! Gusülsüz, usulsüz ise bize düşen, usulüyle bir gusül aldırmak... Sizden ricamız, usulünce gusül aldırılsın ve Türkiye'nin namusu olan Milli İstihbarat Teşkilatı, yani Kale, ak pak olsun."

"Merak buyurmayın, gereken yapılacak ve yapılıyor. Zaten Orhan Kuzu'nun verdiği istihbaratla birlikte elimizi çabuk tutmamız gerektiği belli!"

"Biz de kendi alanımızda, daha detaylı ve teferruatlı bir araştırma yapacağız. Zaten olası bir kalkışmadan şüphemiz var, bukalemunlar, gölgeler ve diğer birimler, ellerinden geleni yapacaklar. Koordineli hareket edelim, Affan Bey! Siz Kale'den, biz dışarıdan..."

"Anlaşıldı Devrim Bey, büyüğümüze selamlarımı iletin!"

"Başüstüne!" diyen Devrim kafasını sallarken Affan Bey, selam mukabilinde başını sallayarak onun yanından ayrıldı. Affan Bey'in ayrıldığını gören Eraser, tedbir olsun diye Devrim'e doğru yürüdü. Devrim, ellerini ceplerine yerleştirip gözlerini ileriye dikti. Yanında duran Eraser'e bakmadan:

"Burnuma kötü kokular geliyor, Eraser! Midemi bulandıran bir sessizlik var, hayır olsun!" dedi. Eraser, Müsteşar Bey'in uzaklaşmakta olan arabasından bakışlarını alıp Devrim'e baktı.

"Tedbir bizden, takdir Allah'tan, efendim!"

Devrim ona döndü, gülümseyerek onun yüzüne baktı.

"Doğru dedin, doğru! Tedbir bizden, takdir Allah'tan... Gel o zaman, tedbirimizi almaya başlayalım!"

İkisi arabaya doğru yürürken ufak bir yel, fısıldarcasına esip yoluna devam etti.

***

İngiltere/Londra

Alton'un malikanesi, artık onun hizmetine verilmişti; Alton'un yerine geçmesiyle her şey değişmişti, malikanenin ambiyansından adamlara, kurulu düzenden her şeye kadar Juliana el atmış ve köklü bir değişimle yerini almıştı. Şimdi malikanenin büyük salonunda, Onion ve Wolf Wirman ile toplantıya oturmuştu.

"Alton'un her şeyini değiştirmişsin," diyen Onion'a, katı gözlerle bakarak:

"Her şeyini değil," diyerek yerinde doğrulan Juliana, bacaklarını üst üste atarak:

"Suriye'de kurduğu tezgâh hariç!" deyince Wolf Wirman, tebessüm ederek:

"Çünkü sen de biliyorsun ki," dedi ve kadının ona bakmasıyla gülümsemesine tatlı bir ihtişam yerleştirip lafına devam etti.

"Alton'un Suriye tezgâhı, büyük bir işe yarayacak."

Başını salladı Juliana,

"Evet, biliyorum. Şaddadiler ve Sadid ile Türkiye sınırına konuşlanacak ve gerekli yerde, gerekli şekilde sınırdan içeri girmeyi başaracağız. Bu konuda ikinize büyük görevler düşüyor," diye ekleyerek ikisinin dikkatini topladı.

"Onion'un görevi, Şaddadilerin başına geçmek ve sınırdan içeri girip Türkiye'nin iç karışıklığına katkıda bulunmak," diyen Juliana'nın gözleri, keyifli bir endamla Onion'un üstündeydi. Onion başını sallarken,

"Senin görevin ise Wolf Wirman," diyerek ona döndü ve ekledi.

"Sadid'in yeni halifesi olup komuta merkezine yerleşmek ve kendi sınır çizginden Türkiye'ye girip çatışmalara dahil olmak..."

"Güzel diyorsunuz Bayan Juli! Ama sizce Türk askerleri, bizim sınırdan geçmemize izin verirler mi?"

Soru Onion'dan gelmişti ve haliyle Juliana, tebessüm ederek ona baktı.

"Türk askerinin o zaman müsait olacağını sanmıyorum. Çünkü Türkiye'de büyük bir iç karışıklık başlayacak, Amos Brown'un parmağıyla Türkiye, bir bomba gibi patlayacak."

"O bomba..." diye sıkıntılı bir ses tonuyla lafa giren Wolf Wirman, kadının meraklı bakışlarına bakarak:

"...kucağımızda patlamaz, değil mi?" diye sorunca Juliana, hafifçe başını salladı.

"O bomba patlarsa, yalnızca bizim değil, hepimizin kucağında patlar, Wolf! Onun için korkmamanı tavsiye ederim."

Wolf Wirman bir şey demedi, kabul etmiş görünüyordu. Juliana tekrar ikisine bakarak onay bekler gibi ikisinin yüzünü incelemeye aldı.

***

Türkiye/İstanbul
10 Temmuz Pazar sabahı
Marmara Denizi, vapurlar

"Kaddafi'nin kefenini kirlettiler," diyen kovboy şapkalı adam, elindeki pet şişeden bir yudum su alıp iskele demirine yaslandı ve gözlerini denize dikerek derin bir nefes aldı. Güneşli, bunaltıcı ve nem oranı yüksek bir gün yaşanıyordu. İnsanlar iskelede birikmiş, güneşin ve denizin tadını çıkarıyorlardı. Adam, sarımsı kovboy şapkasını çıkarıp yüzüne yel yapmak için birkaç kez salladı ve tekrar taktı. Sarımsı ceketinin cebinden bir mendil çıkarıp alnındaki terleri silerken yan tarafında durup demire yaslanan ve denizi seyreden Eraser'e aldırmadan:

"Ekolojik dengenin anasını ağlattılar. Denizleri çöp yuvası yaptılar, yediğin balığın karnına bak, yosun yerine ip yumağı bulursun. Denizi kirlettiler, balıkları kirlettiler be!" diye söylendi. Eraser, ona yandan bir bakış atıp tekrar bakışlarını denize çevirdi.

"Hiroşima ve Nagazaki'de toplam kaç insan öldü, biliyor musun? 105 bin kişi... Kim yaptı? ABD... Neden? Canı istediği için... Savaş bahane dostum, bahane! Onlar, kendi atom bombasını denemek için Japonya'yı seçti. Ondan sonra savaş bitti, güldürme adamı!"

Tekrar pet şişesini açtı ve bir yudum daha aldı. Eraser iyice ona yaklaştı. Etrafına bakınarak, sözde ilgilenmiyormuş gibi yaptı ve kısık sesiyle sordu.

"Yeni bombalar nereye atılacak?"

Adam bir şey demedi, elindeki mendille alnını temizledi, Eraser de sükut edip beklemeye geçti. Adam tekrar bir şey söyledi, hep başka telden çalıyordu, bu seferki bambaşka bir tel oldu.

"Beddua seanslarını televizyonlarda bağırıyorlar, ellerini havaya kaldırıp, ezilip büzülüp, eğilip yamulup bir şeyler okuyor, bağırıyor, çağırıyor bizimki! Ben kimin tavuğuna kış demişim, diyor. Doğru, tavuklarımıza kış demedi ama kümesin altını üstüne getirdi."

Gülümsedi Eraser, bakışları denizdeyken:

"Yok mu bir horoz, gagalasın şunu?" diye sorunca adam, onunla alakası yokmuş gibi:

"Tavuklar bitti, şimdi yılbaşı için hindi avına çıkmış. Erken davrandı bizim Noel Baba, Aralık'ta gelecekken Temmuz'da geliyor. Kapıyı bacayı kapatalım!" der demez Eraser'in göz bebekleri iri bir vaziyet aldı ama etrafta kimse görmesin, fark etmesin diye adama bakmadı, bakışları denizde kaldı. Adam devam etti.

"Ben İsa Musa bilmem; milat, Temmuz'da sükun olacak."

Başka da bir şey demedi adam, elindeki pet şişenin kapağını açıp son kalan yudumları da içerek oradan uzaklaştı. Eraser de bir müddet yerinde kaldıktan sonra yürümeye başladı ve adamın aksi yönünde ilerleyip gözden kayboldu. Denizin dalgalarının hışırtısı, martı seslerine nakarat oluyor; güneşin pırıldayan ışıkları, suların aksine çarpıp kırılarak dört bir yana dağılıyordu.

-Bölüm Sonu-

Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top