/Kısım 6
Tenha bir yere çekildiklerinde Merdan, derin bir nefes alarak:
“Ne yapacağız beyler? Adamın bize çok iyiliği dokundu, onu böyle bırakacak mıyız?” diye sordu. Serdengeçti, bir gözü Hasan’ların üstündeyken:
“Elbette bırakamayız ama vazgeçmek de olmaz!” dedi. Hasan, Atilla’yla Misha’nın tepesinde dikilmiş ve silahını onlara doğrultmuştu. Birkaç adım mesafe vardı aralarında, pek de risk arz etmiyordu.
“Peki ne yapalım?” diye sordu Ferhat, derin bir nefes alan Merdan’a bakarak:
“Böyle bekleyelim mi?” diye sorusunu katladı.
“Elbette bekleyemeyiz, her geçen saniye vakit kaybı!” diye mırıldanan Merdan,
“Benim bir fikrim var!” diyen Serdengeçti’ye dönerek gözleriyle sorar gibi süzdü.
Tel Aviv’de, bir otele gelmişti Mirşah; şık giyinmiş, güzel kokular sürünmüş ve tabir caizse jilet gibi olmuştu. Asansörün aynasında kendisini düzeltirken saçlarına el sürdü, çenesini sıvazladı ve güzel olduğuna kanaat getirince gülümsedi. Bir yarım saat önce Sare aramış, buranın adresini vermiş ve onu davet etmişti. Üzgün olduğunu, herkesin hata yapabileceğini ve affetmenin büyüklük olduğunu söyleyerek aralarındaki soğukluğun giderilmesi için onu buraya çağırmıştı. Açıkçası Mirşah, böyle bir şeyi bekliyordu ama neden böyle aniden olduğu, aklını mıncıklayan bir soru işareti haline gelmişti. Asansörden çıktığında, sağına soluna bakıp ufak bir kontrol yaptı. Görünürde hiç kimse yoktu. Mirşah, ceketinin ucuna elini refleks olarak sürdükten sonra adımlarını, karşıki kapıya doğru attı. Her adım atışında sıkıntı baş gösteriyor, alnı kırışıyor ve nefesinde bir sıklaşma peyda oluyordu. Bunun nedenini bilemese de, pek de üstünde durmak istemiyordu. Onca zamandan sonra Sare’yle tekrar birlikte olacak ve onunla zaman geçirecekti. Şu Türkler yüzünden zor günler geçirmişti. Birazcık rahatlamak, stres atmak ve ferahlamak, onun da hakkıydı diye düşünerek kapının önünde durdu. Kapıyı yavaşça çalarken, sıklaşan nefesini kontrol altına almak için bir iki yutkundu. Açılan kapıyla gülümsedi; sırt dekoltesi açık kızıl bir askılı elbise giymişti Sare, göğüs dekoltesi de cezp eden bir görünüme sahipti ve adeta davetiye çıkarıyordu. Dudaklarındaki kızıl ruj, kanı andıran bir görüntü bahşetse de Mirşah, o dudaklarda abı hayat ararcasına göz gezdirdi. Kadının baştan çıkarıcı bakışları, Mirşah’ın vücuduna ter olarak damlamıştı.
“Gelsene!” diye baştan çıkarıcı bir tonla buyur etmişti Sare, içeri girerken istem dışı bir şekilde yutkunmuştu Mirşah ve ortamdaki aşırı romantizm koku, büyüleyen bir atmosfer yaratmıştı. Kollarını Mirşah’ın boynuna dolayan Sare, ılık nefesini onun yüzüne fısıldadı.
“Seni seviyorum!”
Uzanıp kadının dudağından mini bir buse aldı Mirşah.
“Ben de seni seviyorum!” diye fısıldarken kadının arzuyla kapanan kirpiklerine hayran kaldı. Sare, Mirşah’ın her temasıyla ürperirken Mirşah, kadının aşk kokan bakışları altında eriyor gibiydi. Birlikte yürüyüp yatağa doğru ilerlerken Sare, ondan ayrılıp:
“Bir şeyler içmeye ne dersin?” diye sorunca Mirşah, kadını tekrar zapt ederek:
“Senden daha güzel içki yoktur bebeğim!” diye fısıldadı.
“Ben bir kadeh şarap içeceğim, sen de içer misin?”
“Dudakların zaten şarap gibi, bırak da ondan tadayım!”
Sare, onun ellerinden kurtularak köşedeki masada duran şarap şişesine doğru yürürken:
“Bir kadeh…” diye mırıldandı. Şişenin kapağını açıp bardaklara doldururken Mirşah, ceketini çıkarmış ve yatağa oturmuş bir şekilde onu bekliyordu. Sare, bardakları alıp ona doğru geldiğinde Mirşah, tebessüm ederek ayağa kalktı. Sare, bardağı ona uzatırken göz ucuyla duvardaki saate baktı. Saat dörde ramak kalmıştı. Bardağını kaldırdı Mirşah, Sare de kaldırıp onun gözlerinin içine baktı. Tam bir yudum alacakken durdu Mirşah. Kadının gözlerinin içine baktı, bakışlarını süzdü ve bir şeyler aradı. Ama bulamamıştı, bardağı tekrar ağzına doğru götürürken Sare’nin kalbi, vücudunu yarıp dışarı çıkarcasına atmaya başladı.
“Güzelliğine…” dedi Mirşah, kadeh dudaklarıyla temas halindeyken Sare, ürkek bir ceylan misali gözlerini kaçırdı ondan ve Mirşah, aniden kadehi yere atınca irkildi. Yerdeki örtü, şarabın değdiği her yerde koyu köpüklü izler bırakırken Sare, Mirşah’ın gözlerinin içine baktı.
“Neden Sare, benden bu kadar mı nefret ediyorsun?”
Bir şey demedi Sare, diyemedi ve aniden kadehi tepesine dikti. Mirşah, elektrik çarpmış gibi sıçrarken Sare, boğazındaki yudumu midesine gönderdi. Mirşah, onu sımsıkı sararken ve onu sarsarken Sare, zehrin etkisiyle çırpınmaya, sallanmaya ve sarsılmaya başlamıştı.
“Sare, hayır olamaz!” diye sayıklayan Mirşah, kadının yere düşmesiyle üzerine eğildi ve onu sımsıkı sardı.
“Lanet olsun, lanet olsun!”
Sare ölmüş, gözlerini yummuş ve Mirşah’a büyük pişmanlıklar bırakarak can vermişti. Mirşah, kadının başını kucağına alıp sımsıkı sararak ve koklayarak:
“Lanet olsun!” diye sayıklayıp duruyordu.
Akşamın karanlığı, her yeri ablukaya almıştı; şehrin görüntüsüne karanlıklar çökmüştü, aydınlık yerlere kara örtüler çekilmişti ve hafif esen yelin ne dozajı artmış ne de yönü değişmişti. Aynı yön ve aynı dozajla esmeye devam ediyordu.
Kapıyı çaldı Vasilly, giydiği takım elbiseyle gözlere şık bir imaj bahşediyordu. Açılan kapı, bir çift şaşkın göz barındırıyordu. Emma, gözlerini kısarak:
“Ne oldu Bay Vasilly, sizi beklemiyordum?” diye sordu. Vasilly, tebessüm ederek:
“Ben şaşırtmayı severim Bayan Emma, sizinle özel bir konu hakkında konuşmak istiyordum!” dedi.
“Bu saatte mi?”
“Beni mazur göreceğinizi varsaydım! İçeri buyur etmeyecek misiniz?”
Emma, mecburi bir şekilde kenara çekilip eliyle içeri buyur ederken Vasilly, elindeki çiçekleri kadına uzatıp içeri girdi. Emma, çiçeklere şöyle tepeden acayip bir şeymiş gibi baktıktan sonra kaşlarını oynatıp onun peşinden yürüdü.
Kendini kanepeye bırakan Vasilly, Emma’nın çiçekleri bir masaya bırakıp ona doğru gelmesiyle:
“Biliyorsunuz ki, Süleyman Sandığı incelendi!” diye lafa girdi. Emma, onun karşısındaki koltuğa oturup:
“Ama Süleyman Sandığı mı, başka bir şey mi olduğu, henüz bir netlik kazanmadı!” deyince Vasilly, hafifçe başını sallayıp:
“Doğru! Ama bu, Süleyman Sandığı olmadığı anlamına da gelmez!” dedi.
“O da doğru! Peki inceleme sonuçları ne? Siz de o kuruldaydınız!”
“Bunu çok mu merak ediyorsunuz?”
“Herkes gibi…”
“Ama siz herkes değilsiniz, herkesten daha farklı ve daha güzelsiniz!”
“İltifatınız için teşekkürler, soruma bir yanıt vermediniz!”
“Bu sorunuzu, ancak bir şekilde yanıtlarım!”
“Ne?”
Vasilly, onun arkasındaki yatağı işaret edince Emma, irkilerek ayağa fırladı.
“Siz ne yaptığınızı sanıyorsunuz? Kendinizi ne sanıyorsunuz?”
Vasilly de ayağa kalktı.
“Böyle vahşi olmanıza gerek yok! Gerçi ben, vahşi kadınlardan hoşlanıyorum!”
Emma, kendisine doğru gelmekte olan adamdan ürkmüştü. Kapıya doğru koşmak istedi ama arkadan zapt edilmesiyle bağırdı. Vasilly, önce kadının ağzını sımsıkı kapattı ama sonradan gülümseyerek bıraktı. Emma, nefesi yettiğince bağırıp çığlık atsa da, bu katta kimsenin olmadığını anladığında, bağırmayı bırakmıştı.
“Haydi bağır, bağır haydi bebeğim!” diye fısıldayan Vasilly, kadının ensesine öpücükler kondurup sımsıkı tutarak yatağa doğru ilerletti. Emma, midesinin kalktığını hissetti; adeta midesi boğazına dayanmış, nefesi sıklaşıyor ve başı dönüyordu. Bu adamdan kurtulmalıyım diye düşünerek komodinin üstündeki kül tablasına uzanmaya çalıştı. O eğilirken Vasilly, bundan istifade etti ve kadının pijamasını indirmeye çalıştı. Kül tablasını tutup hızla adama dönen Emma, sımsıkı tutulan kollarını oynatamaz hale gelince elindeki kül tablası, boşluğa savruldu. Sırt üstü yatağa düşen Emma, kaçıp kurtulmak istese de Vasilly, çoktan üstüne çıkmayı başarmış ve onu öpücüklere boğmuştu. Direnmeye çalışan Emma, Vasilly’nin tokadıyla serseme döndü. Vasilly, hızla kadının geceliğini yırttı. İri gözlerle kadına bakan Vasilly,
“Vay canına!” diye fısıldarken Emma, yaşlı gözlerle ona bakıp:
“Lütfen yapma!” diye sayıkladı. Vasilly, onu dinlemedi.
Ceketini giyen Vasilly, yatakta donmuş bir robot gibi öyle cansız gözlerle ona bakan Emma’ya tebessüm ederek:
“Haydi itiraf et bebeğim, senin de hoşuna gitti!” deyince Emma, bir şey demeden öylece suratına baktı. Kadının yanağından bir makas alan Vasilly, keyifli bir şekilde sırıtarak kapıya doğru yürürken Emma, soğuk gözlerle onun arkasından bakmakla yetindi.
Hasan’ın söylediği yer, Kudüs’ün tenha bir sokağıydı; çevrede gezinen İsrail askerleri olsa da Hasan, buranın daha dikkat çekmez bir yer olduğunu söylemesi ve hatta güvenli yer diyerek özenle belirtmesi, Ferhat’ların ikna olmasını sağlamıştı. Akşam yemeği için bir şeyler hazırlamıştı Hasan; etli pilavın yanında ayran da olması, kaç gündür doğru dürüst bir şey yiyemeyen Ferhat ve Arzu için bulunmaz bir nimetti.
“Nerden buldun tavukla pilavı Hasan?” diye soran Ferhat, Hasan’ın:
“Ümmüye sağ olsun ağabey, o hazırlamış getirmiş!” demesiyle gözlerini kısarak:
“Ümmüye?” diye sordu.
“Bizim komşunun kızı…”
Kaş kaldıran Merdan, bıyık altından gülümserken Arzu, bir şeyleri sezmiş olacak ki başını öne eğdi ve Serdengeçti’nin:
“Bu Ümmüye bekarsa Hasan, bu yemekleri kaçırma derim!” demesiyle gülümsedi. Ferhat da gülümserken Hasan, Arzu’dan çekindiği için sadece tebessüm ederek:
“Kısmet be ağabey! Hele şu işler hallolsun, Filistin kurtulsun, bakarız!” deyince hepsinin boğazındaki yemekler, sanki ileri gidemedi ve öylece durup birbirlerine baktılar. Filistin kurtulsun, o zaman bakarız demişti Hasan; memleketini her şeyden üstün tutmuştu, vatanını göz ardı etmemişti ve istikbalini, sadece toprağına bağlamıştı. Arzu, dolan gözlerini Ferhat’tan yana saklarken Merdan, ayran bardağını alıp derin bir iç çekti; Hasan, acaba yanlış bir şey mi söyledim dercesine onlara bakarken Ferhat, kaşığını bırakıp nemli gözlerini Serdengeçti’nin suratında gezdirdi ve onunla ılık bir bakışma yaşadı.
“Ne oldu ağabey, yanlış bir şey mi dedim?” diye soran Hasan, sorgularcasına Ferhat’ın suratına baktı. Ferhat, acımsı bir tebessümle:
“Yok be kardeş, yanlışlık sende değil; yanlışlık, size böyle bir düzeni reva görende! Size bu zulmü verende yanlışlık, size eza edende, cefa verende Hasan’ım!” diye sayıkladı. Arzu’nun dolan gözleri, Ferhat’ın bu sözleriyle boşalan bulutlar gibi parladı. Yanaklarını ıslatan gözyaşlarını, başından def edercesine silmeye çalışan Arzu’ya bakıp:
“Bu canileri size musallat edende yanlışlık Hasan, onların size yaptığı işkencede ara yanlışlığı kardeşim! Bizde ya da kendinde arama!” diyen Ferhat, Merdan’ın:
“Yanlışlık, bu zulme kulak tıkayanda Hasan; bu feryadı duymazdan gelende, bu ıstırabı görmezden gelende, bu yaraya tuz basanda, Hasan’da değil yani!” demesiyle başını salladı. Hasan az kalsın ağlayacaktı, Arzu ağlıyordu zaten ve Serdengeçti, parlayan gözlerini onlardan gizlemek istercesine kaçırıyordu. Ayağa kalktı Arzu, onların yanından giderken hıçkırıklar baş göstermiş, doluya benzer sicim gibi yaşlar dökülmüştü parlayan yanaklarına ve ardından gelen Ferhat’tan habersiz bir şekilde, kendini tenhaya çekmişti. Salıverdi gözyaşlarını Arzu; içinde biriken her ne varsa, damlalar halinde döküldü boşluğa, akıp gitti bir sel gibi ve Arzu, hıçkırıklara boğuldu. Nefesi yetmedi, ağladı durdu, nefesi yettiğince hıçkırdı ve birinin onu sarmasıyla kendini kaybetti. Yere yıkılırken en son Ferhat’ın endişeli suratını görebildi. Gerisi koca bir karanlıktan ibaret kaldı.
Gözlerini araladığında, içeri süzülen güneş ışıklarını fark etti önce; yerdeki halıya yansıyan bir gölge sezdi ve başını kaldırıp baktığında, telaş ve endişe dolu tanıdık bir sima gördü. Ferhat, onun alnına elinin sırtını dayayıp:
“İyi misin?” diye sordu. Arzu, yutkunduktan sonra başını salladı.
“Çok korkuttun beni!” diyen Ferhat, onun yanına oturdu. Kadının elini eline alarak:
“Sana bir şey olursa, benim yaşamım biter Arzu! Bana bunu yapma, diren lütfen!” dedi. Arzu’nun dudakları aralandı, kısık sesi zor duyuldu.
“Sen kimsin?”
Ferhat, derin bir nefes alarak açıklama ihtiyacı hissetti. Artık zamanıydı.
“Ben Ferhat Hizanlı! Türk devletinin çok özel bir biriminde, saha elemanı olarak çalışıyorum! Geçen ay, görev icabı buraya geldim! Görevim hakkında bilgi veremem ama görevlerimden biri de sensin! Seni sağ salim Türkiye’ye götürmek… Onun için kendine dikkat et, bana yardımcı ol lütfen!”
Arzu, doğrulmak istedi. Ferhat, kadının her iki kolundan tutup doğrulmasına yardımcı oldu. Ferhat’ın gözlerinin içine bakan Arzu, ılık bir sesle:
“Yani sen, işe yaramaz biri değil misin?” diye sorarak acımsı bir tebessüm yolladı. Ferhat, derin bir nefes alarak:
“Yaradığım tek iş, seni sevmek Arzu!” deyince yanakları kızardı kadının; nefesi kesikleşti, benzinde soluklar belirdi ve başını öne eğdi. Ferhat devam etti.
“Gayrısına yarar mıyım, bilmiyorum! Ama yaradığım tek iş, senin sevgine sahip çıkmak, sevgine tamah etmek ve seni sevmek! Ben bu işte ustayım Arzu! Öyle güzel başarıyorum ki seni sevmeyi, cümle nefretler benden hicap ediyor. Cümle mesafeler saklanacak delik arıyor. Aramızda mesafe var sanıyordun, dibinde bittim, değil mi? Kader örmüş ağlarını Arzu, bizi bize mahkum etmiş ve bizi bize dolamış! Artık et de biziz, kemik de!”
Arzu’nun yanakları, kıpkızıl elmaları andırsa da Ferhat, öyle güzel ve derin baktı ki kadın, kaçacak delik aradı resmen ve her göz kaçırdığında, gözleri otomatik dolanıp Ferhat’a takıldı. Ferhat, ayağa kalkarak:
“Haydi kalk, kahvaltı edelim!” dedi.
Panelvan, ara sokaktan çıktığında ilerideki İsrail askerlerine ait askeri araç gözlere çarptı. Hasan, hiç çaktırmadan yoluna devam ederken Ferhat, birden elini onun omzuna koyarak:
“Dur hele!” dedi. Hasan, yavaşça sağa çekerek aracı durdurdu.
Bir İsrail askeri, yaklaşık on beş yaşlarındaki Filistinli kız çocuğuna silah doğrultmuş ve karşısında duruyordu. Kız yere çömelmişti, elleri başının üstünde ve başı öne eğikti. Asker ona,
“Kimsin, nerden geliyorsun?” diye sorduğunda kız çocuğu,
“Feza benim adım! Okuldan geliyorum!” diye cevap verirken Ferhat, köşede belirdi. Yalnız o gelmişti. Araçtaki asker de inince Ferhat, sanki Filistinli biriymiş gibi sakince yaklaştı.
“Ne yapıyorsunuz benim kızıma? O size ne yaptı?”
Kızın başındaki asker, silahın namlusunu ona doğrultup:
“Sen nerden çıktın?” diye çıkıştı. Ferhat, elini kaldırıp:
“Şu köşeden çıktım, sakin ol!” dedi. Kızın nemli bakışları, Ferhat’ın mahzun bakışlarına çarptığında Ferhat, ağlamamak için zor yutkundu ve asker, Ferhat’a doğru bir adım daha atarken Ferhat’ın üstündeki telefon, Mirşah’ın bıraktığı telefon çaldı. Ferhat, askeri umursamadan telefonu açtı. Asker, araçtan inen diğer arkadaşına bakarken Ferhat,
“Seni dinliyorum!” diye tısladı.
“Takas yapmaya karar verdiniz mi? Eğer kararınız olumluysa, buluşma yerlerini bildirmek için aradım!”
Ferhat, bir gözü askerlerde:
“Evet, olumluyuz! Ama şu an işim var, iki askerin burada ve ölmek için çok hevesliler Mirşah!” deyince askerler, irkilerek bakıştı. Küçük kız da şaşırmıştı. Askerler, Mirşah’ın ismini duyduklarında dudakları uçuklatan bir şaşkınlık geçirmişlerdi ama Ferhat, onları daha da şaşırttı ve ansızın silahını sıyırıp üst üste askerleri mermi yağmuruna tuttu. Küçük kız çığlık atarken Ferhat, telefonda bunu dinleyen ve belki de öfkeden deliren Mirşah’a:
“Sıra sana da gelecek!” dedikten sonra hızla kızın yanına gitti. Telefonu açık bırakmıştı. Kız, gözyaşları ve korku dolu gözlerle Ferhat’a sarılmıştı. Ferhat, kıza sarılmış bir şekilde telefonu kulağına dayayıp:
“Şimdi söyle Mirşah, nerde ve ne zaman?” diye sordu. Mirşah ona buluşacağı yeri ve saati söylerken Ferhat, kızın korkmaması için onun sırtını sıvazlıyordu.
“Mirşah aradı!” diyen Ferhat, panelvanda, arka koltukta oturan küçük kızın ürkek bakışları arasında arkadaşlarına malumat geçiyordu. Serdengeçti, bir gözü Ferhat’ta, bilgisayarla uğraşırken:
“Ne zaman buluşma peki?” diye sordu. Merdan’la Hasan’ın gözleri yoldayken Ferhat, gözleri kızı teskin etmekte olan Arzu’nun üstünde:
“Bu gece…” diye yanıt verdi.
Koyu bir karanlık sarmıştı her yeri; ayın da piyasadan çekilmesi, kapkara bir gecenin oluşmasına olanak sağlamıştı ve birazcık esen yel de kaybolmuş, boğuk bir sıcaklık baş göstermişti.
Kudüs’ün tenha bir köşesine gelmişlerdi. Tahta tabelanın üstünde, ‘El Usema’ ismi yazılıydı ve galiba sokak veya cadde ismiydi. Mahalle ismi de olabilirdi. Arzu’yla küçük kız, sonradan adını öğrenmişlerdi; Feza idi adı ve Arzu’yla Feza, Hasan’la birlikte panelvanın içinde kalmışlardı. Merdan, Serdengeçti ve Ferhat da, yanlarında Atilla ve Misha ile birlikte buluşma noktasına, başka bir araçla gelmişlerdi. Aracın içinde bırakılan Atilla, sırtıyla bağlı olduğu Misha’ya,
“Kurtulur kurtulmaz, ilk işim bunlardan kurtulmak olacak! Gerekirse Gazze’yi, her yeri yakar yıkarım, bunları bulur, mahvederim! Sen de bu iştesin!” diye tısladı. Misha, gözleri dışarıda:
“Merak etmeyin efendim, her daim yanınızdayım!” dedi.
“Ne konuşuyor lan bunlar?” diye soran Ferhat,
“Bizi bulup mahvedeceklerini, intikam meselesi işte dostum!” diyen Serdengeçti’ye dönerek:
“Nasıl bildin?” diye sordu.
“Tahmin…” diyen Merdan, ileride beliren askeri araca bakarak:
“Geldiler işte!” dedi. Serdengeçti, cebindeki el bombasını çıkartıp sımsıkı tutarken Ferhat, demin kaputuna bıraktığı C4 yeleğini giyerek silahını kontrol eden Merdan’a baktı ve göz kırptı. Merdan, tebessüm ederek:
“Yakıştı!” dedi. Askeri aracın hızı düşmeden yaklaştı, biraz daha yaklaştı ve mecburen hızını düşürdü. İnen onlarca asker, etraf güvenliğini sağlarken Ferhat, C4 görünsün diye gömleğini sıkıca çekti. Serdengeçti de elindeki bombayı işaret ederek gülümsedi. Merdan, silahını onlara doğrultup Mirşah’ın araçtan inmesini bekledi. Az sonra Mirşah, yanında bir asker ve baba dedikleri Abdusselam El Bistami ile birlikte araçtan inerken arkadaki askerler, tedbir amaçlı onlarla birlikte yürüdü. Merdan, kendini ön safa almıştı. Mirşah’ın karşısında durduklarında Merdan, bir gözü baba dedikleri adamdaydı. Yazık, adamı baya hırpalamışlardı; belli ki konuşturmak istemişler, başaramayınca da işkence etmişlerdi. Yanakları morarmış, gözlerinin altında da morluklar vardı ve dudakları çatlamıştı babanın; Merdan, onun bu halini görünce, Mirşah’a dönerek sert bir şekilde:
“Ulan deyyus! Babanız yaşındaki adama, işkence mi ettiniz lan?” diye sordu. Mirşah, öfkeden burnundan soluyarak:
“Eğer her şeyin mahvolmasını isteyen biri olsaydım, şurada kafanıza sıkardım! Ben size en baştan, buraya gelmeyin dedim! Burası cehennem, buradan çıkış yok dedim! Beni dinlemediniz! Geldiniz ve kendi ateşinizi yaktınız! Şimdi o ateşte yanın, göreyim sizi!” dedi. Merdan, tebessüm ederek:
“Sen bir fitnesin Mirşah, senin ağababaların, makam ve mevki sahibi sığındığın herkes, büyük bir fitnenin küçücük parçaları sadece! Ben ateşle oynadım ama siz, cürümünüz kadar yakamadınız Mirşah! Ben giderim, izim kalır. İzim sana ibret olsun! İhanetin kutlu olsun Mirşah Badem! İpini çeken, elbet bulunur!” dedi. Mirşah, önce yan gözlerle Serdengeçti’ye baktı; Ferhat’ın kin dolu bakışlarına çevirdi gözlerini ve yine Merdan’a dönerek:
“Eğer eliniz güçlü olmasaydı, buradan çıkamazdınız!” dedi. Merdan, derin bir nefes alarak:
“Bizim sadece elimiz değil, imanımız da güçlü Mirşah! O yüzden bize bir şey olur, aman sakın yapmayalım gibi saçma sapan kuruntulara girmiyoruz! Allah Kerim, Rahim deyip dalıyoruz! Şimdi kes tıraşı da, adamına söyle, babanın elini çözsün!” dedi. Mirşah, başını sallayarak:
“Sen de adamlarına söyle, Atilla’yla Misha’yı getirsin!” dedi. Merdan, omzunun üstünden Ferhat’a bir bakış atarken Mirşah, adamına bakıp başını salladı. Asker, babanın elini çözerken Ferhat, ön koltuktan aldığı hard disk kutusunu ve arkadaki tutukluları alıp onlar doğru yürümeye başladı. Ferhat geldi ve Merdan’ın arkasında durdu. Merdan, uzatılan hard disk kutusunu alınca Mirşah, gözleri iri bir şekilde ona baktı.
“Umarım, içindekilere bakmadınız ve kopyalamadınız?”
Merdan, tebessüm ederek:
“Sen diyene kadar bakmamıştık ama sen dedikten sonra merak ettik!” deyince Mirşah’ın iri gözleri, öfkeyle seğirdi. Serdengeçti araya girdi.
“Lakin bir türlü açılmadı! Güvenlik duvarını geçemedim!”
Gülümsedi Mirşah, bir kaşı oynarken:
“Güzel! O zaman sorun yok!” dedi. Adamına bakıp başını salladı tekrar ve adamı, babayı Merdan’a doğru itekledi. Baba gelirken Ferhat, Atilla’yla Misha’yı adama doğru itti. Merdan, Atilla ve Misha’nın gidişini izleyerek:
“Sakın bir delilik yapıp peşimizden gelmeyin! Atilla’nın üstünde bomba var. Dikkatli olun!” deyince Mirşah, ruhu çekilmiş gibi sıçradı. Geriye dönüp baktığında Atilla, üstüne başına bakıyordu. Merdan, Ferhat’a dönerek gidelim dercesine başını salladı. Ferhat, elindeki uzaktan kumandalı pimi işaret ederek:
“Biz gidiyoruz, takip eden olursa, Atilla’yı uçururuz!” dedi ve araca doğru yürüdü. Ferhat hariç hepsi araca bindiğinde Merdan, babanın elini tutup öperek:
“İyi misin baba?” diye sordu. Babanın gözleri, huzurla kapanıp açıldı. Sesi de huzur bahşediyordu.
“Allah razı olsun evlat, elhamdülillah çok iyiyim!”
Ferhat da binince Serdengeçti, hızla çalıştırdı aracı ve Mirşah’ların ürkek bakışları arasında harekete geçti.
“Yalnız adamlar, gerçekten Atilla’nın üstünde bomba var sanıyorlar ağa!” diyen Ferhat, üstündeki bombalı yeleği çıkarmakla uğraşıyordu. Merdan, arkayı kolaçan ederek:
“Güzel, peşimize takılmadılar! Bu iş bitti beyler!” dedi. Serdengeçti, tebessüm ederek:
“Benim dediğime inandı lavuk, bilgileri taşımadığımı sandı!” deyince Ferhat, onun omzuna dokunup:
“Sus birader, nazar değecek!” dedi. Onların gülüşmesi, babanın huzurla parlayan gözlerine yansıyordu.
Öğleden sonra Tel Aviv’de kutlamalar baş göstermişti; Atilla Alay ve Misha El Yehova’nın kurtulmaları şerefine, her yerde eğlenceler tertip edilmiş, hatta büyük bir parti de verilmişti. Yine Hamis için verilen partinin aynısı gibi ve aynı yerde düzenlenmişti. Herkes iştirak etmişti; üst düzey Mossad ajanları, Başbakan’ın yeni özel kalemi, birkaç bürokrat ve akademisyenler, herkes partiye gelmişti. Az buçuk endişe ve telaş olsa da, Türkler için bu sefer olağanüstü bir güvenlik tertibatı sağlanmıştı. Her yere gizlenmiş sniperlar, dört bir yana konuşlanmış dronlar ve uzun namlulu askerlerin kol gezdiği her yerde, büyük bir koruma kalkanı oluşturulmuştu. Garsonlar, servis işleriyle uğraşırken birkaç müzisyen, ortama uygun müzikler icra ediyordu.
“Dostum, gerçekten şanslısınız! O barbar Türklerin elinden kurtulmak, büyük bir mucize adamım!”
Vasilly’nin söyledikleri, Mirşah’ın suratını ekşitmişti. Ama belli etmeden:
“Ama şans değil, kahramanız adamım!” diyerek rahatsızlığını ifşa ederken Vasilly, yanlarında duran Emma’ya yan gözlerle bakarak:
“Tanrım, bu ne güzellik böyle? Ah Emma, bizi öldürtmek mi istiyorsun tatlım?” deyince Emma, öyle bir bakış attı ki, adeta Vasilly, yer yarılsın içine girsin istedi. Emma, Mirşah’ın kısık gözlerle ona baktığını görünce, meseleyi uzatmak istemedi. İçkisinden bir yudum aldıktan sonra:
“Atilla Bey nasıl, kendine geldi mi?” diye sorarak konuyu değiştirdi. Mirşah, başını sallayarak:
“Evet, geldi! Birazdan buraya gelecek de, bebeğim senin neyin var?” diye sorup aynı meselede kalmak istediğini beyan edercesine kadının suratını süzdü. Emma, önce Vasilly’nin suratına baktı, daha sonra da Mirşah’a dönerek:
“Can sıkıntım var, önemli değil!” dedi. Mirşah, Vasilly’nin alaylı bakışları arasında kadına sokularak:
“Ben o sıkıntıyı giderebilirim tatlım!” dedi ve kadının kulaklarına üfleyince Emma, midesinin ağzına dayandığını fark etti. Hemen oradan uzaklaşırken Mirşah, onun arkasından baktı. Kadının öğürdüğünü, istifra etmek için bir yerlere tutunup başını eğdiğini görünce merakla Vasilly’ye baktı. Vasilly, ben bilmem dercesine elini kaldırınca Mirşah, onu boş verip kadının peşinden gitti.
Kusmamıştı, hemen bunu fırsata çevirip lavaboya koşma istedi ama kolundan tutan el, bedeninde yarattığı etkiyi istifra alarmı olarak belirtince Emma, hızla çömelip içinde ne varsa dışarı çıkardı. Mirşah,
“Tanrım!” diye sayıklayıp başını çevirdiğinde Emma, ikinci defa öğürüyordu. Birkaç garson ve personel, hemen onlara yardım etmek için yaklaşmıştı. Emma, hızla lavabo tarafına koşarken Mirşah, burayı temizleyin dercesine el kol işareti yaptı.
Lavabodan kadının çıkmasını bekliyordu Mirşah, yüzünde acayip bir merak vardı, endişe ve telaş da barındırıyordu bakışları; Emma çıkarken Mirşah, onun yolunu keser gibi önünde durdu ve onun her iki omzundan tutarak:
“Neyin var bebeğim, hasta mısın yoksa?” diye sordu.
“İyiyim, bir şey yok! Yediğim bir şey dokunmuştur!”
“Tatlım, hamile olabilir misin?”
“Hayır, yok öyle bir şey! Hem sen korunuyordun, başka da olmadığına göre!”
Öyle dercesine kaş göz oynatan Mirşah, yine de anlamsız bulduğunu ima eden bakışlarla Emma’ya bakarken Emma, gözlerinin önüne gelen o sahneleri unutmak istiyordu ama her gözünü yumduğunda; Vasilly’nin ona zorla saldırdığını, öpüşlerini ve dokunuşlarını, kısaca her şeyi görüyor ve yine midesi tavana kalkıyordu. Başını sallayıp gözlerini Mirşah’tan kaçırınca Mirşah, kadının elini sımsıkı tutarak:
“Bebeğim, bu senin hayatın! Eğer başkasıyla yakınlaşmışsan, bunu mazur görürüm! Sen benim kölem değilsin! Bizimkisi sadece bir kereydi, tekrar olacağı yok!” deyince Emma, ikinci bir şok daha yaşadı. Bu sefer deli gibi gülümseyerek:
“Ya sen ne diyorsun? Beni kullandın, öyle mi? Yani bana karşı boştun, bir şey hissetmeden sadece bir araç olarak mı kullandın? Tanrım, inanamıyorum! Siz erkeklerin hepsi birbirine benzemek zorunda mı? Yani her şey, o şey için mi? Ah inanamıyorum! Ben de aptalım, sana inandım ve güvendim! Lanet olsun!” diye tısladı. Mirşah, kadının bu sözleriyle irkildi. Kadının ona karşı boş olmadığını biliyordu ama ona verdiği tek şey, anlık bir ihtiyaçtan öte geçmez diye düşünüyordu.
“Sen iyi misin bebeğim?”
“Lanet olsun, sana da bebeğine de!” diye fısıldayan Emma, hızla onu iterek yanından geçti. Mirşah, kadının arkasından bakarken derin bir nefes aldı ve hafifçe başını sallamakla yetindi.
Atilla, kadehe doldurduğu viskiden koca bir yudum alırken karşısında duran Misha, öfkeden burnundan soluyarak bekliyor ve adamın konuşmasını sabırsızca istiyordu.
“Bunlar, Asım’ın arkadaşları Misha!” diye lafa giren Atilla, Misha’nın anlamsız bir şekilde göz süzmesini umursamadan lafına devam etti.
“Asım Çavdarlı… Bir türlü alt edilemeyen kişi! Kaç yıldır hem bizim hem de Sadullah’ın anasını ağlattı! Tam yaklaşmıştık ama…”
Misha, susan adamın tekrar konuşmasını ister gibi:
“Ama?” diyerek sordu.
“Gene kaçırdık!” diye tıslayan Atilla,
“Bunlar da, onun arkadaşları! Bizi az kalsın bu toprakların tarihine gömüyorlardı Misha!” diye ekledi.
“Ama gömemediler efendim! Gömemezler de…”
Kapının çalması, onların muhabbetini bölmüş gibiydi. İçeri giren Mirşah, gelip Atilla’nın karşısında durduğunda, hürmetli bir şekilde ceketini önünde ilikledi.
“Durum nedir?” diye soran Atilla, Mirşah’ın:
“Hard disk inceleniyor efendim!” demesiyle, yavaşça yerinde doğruldu. Bir gözü Misha’ya kayarken:
“Kaşla göz arasında kopyalamış olmasınlar? Biliyorsun ki, o hard diskin içinde Suzana Manuel dosyasının tek ve kopyası olmayan özgün hali vardı. Eğer onu kopyalarlarsa, o zaman yandığımızın resmidir. Dikkatle incelesinler Mirşah!” dedi. Mirşah başını sallarken Misha,
“Ben fark etmedim ama adamın dediğini duydunuz, bir türlü kilidi kıramamışlar. Bence bir şeyi almamışlardır efendim!” dedi. Mirşah, başka bir konuya geçmek istediğini:
“Efendim!” diye lafa girerek belirtti. Atilla, gözleriyle konuş dercesine komut verince Mirşah, aldığı nefesi sıkıntıyla verdikten sonra:
“Bir sandık bulduk, tabuta benzeyen bir sandıktı efendim!” deyince Atilla, heyecanla yerinde dikeldi. Gözleri pörtlemiş gibi:
“Evet?” diyerek sorunca Mirşah,
“İnceledik ve gerekli araştırmaları bitirdik!” der demez, yüreği ağzına gelmiş bir şekilde:
“Devam et!” diye tısladı.
“Maalesef efendim, Süleyman Sandığı değil!”
Hayalleri suya düşmüş gibi olduğu yere kıvrılan Atilla, umutları yıkılmış bir edayla çenesini sıvazladı ve gözlerini ondan ayırmadan:
“Ya ne çıktı?” diye sordu.
“Büyük bir komplo, efendim!” diyen Mirşah, soğukkanlı olmaya çalışarak:
“Hem de herkesin gözü önünde…” diye ekledi. Atilla, bu sefer de merakla örülen bakışlarını adamının suratında gezdirip:
“Ne olduğunu söyleyecek misin yoksa beni böyle kıvrandırmaya devam mı edeceksin Mirşah?” der demez Mirşah, yutkunduktan sonra lafa girmek için boğazını temizledi. Atilla ve Misha, onun ağzından çıkacak kelimeleri ve sözcükleri, büyük bir heyecanla bekliyordu.
Vasilly, balkon pervazına yaslanmış ve gözyaşları içerisinde ağlamakta olan Emma’nın arkasında durduğunda Emma, sanki onun geldiğini hissetmiş gibi:
“Siz erkeklerin hepsi aynı, birbirinizin kopyasısınız Vasilly!” diye fısıldadı. Vasilly, onun yanında durup pervaza yaslanarak:
“Ne oldu bebeğim? Yoksa Mirşah, o seksi popona tekmesini mi vurdu?” diye alaysı bir tavırla sorunca Emma, iğrenerek onun yüzüne baktı.
“Seni aşağılık pislik! Yaptığınla övünüyorsun, değil mi?”
“Ah bebeğim, senin sayende aletimin çalıştığını ve hâlâ işe yaradığını öğrendim! Mutlu oldum tabi! Ama az önceki duruma bakılırsa, sanırım sen mutlu olmamış gibisin! Bebeğim, biraz rahatlamanı öneririm!”
“Tanrım, senin gibi ve sizin gibi pislikler, neden bir bakteri gibi yok olmuyorlar, anlamış değilim? Tanrı sizi neden yarattı, bunu düşünmek sıkıcı!”
“Rahatla bebeğim, yardımcı olmamı ister misin?” diye sorup kadının omzuna dokunmak için elini uzatan Vasilly’yi iterken:
“Dokunma bana pislik!” diye bağırdı Emma. Vasilly, alaylı bir şekilde sırıtırken bir iki asker, hemen balkonda bitti.
“Sorun yok çocuklar, bayanın sinirleri bozuk!” diyen Vasilly, askerleri hemen postalamıştı. Kadının yanında durduğunda, onun hâlâ ağlamakta olduğunu görünce şaşırdı.
“Neden ağladığını söylersen, belki sana yardımcı olabilirim tatlım!”
Emma, tiksinmiş bir şekilde onun suratına bakıp:
“Buradan aşağıya atlarsan, bana en büyük yardımı etmiş olursun pislik!” diye fısıldadı. Gülümsedi Vasilly, hafifçe kendini sarkıtarak:
“Ah bebeğim…” dedi ama lafı yarıda kalıp birden kocaman bir feryada dönüştü. Aşağı doğru süzülürken bağırıyor, haykırıyor ve çırpınıyordu. Öyle sert bir şekilde betona çakıldı ki, kafatasından fışkıran kanlar, dört bir yana savrulunca aşağıdaki birkaç kişi, bu manzaranın korkunçluğu ve şokuyla bağırmıştı. Emma, gözünü kırpmadan onu aşağı itmişti. Vasilly süzülüp yere düşerken o, delirmiş gibi ardından kahkaha atmıştı. Kahkahaları hâlâ devam ederken ve sevinçle bağırıp el çırparken aşağıdan Vasilly’nin bir koruması, patronunun başında bitti ve onun çoktan canından olduğunu görünce silahına davrandı. Hızla yukarıdaki kadına namluyu doğrultup tetiğe basınca kurşun, fizik kurallarına düz geçercesine yukarı hızla süzüldü ve Emma’nın alnına yapışıp onun kahkahasını sonlandırdı. Bu sefer Emma’nın feryadı, aşağıdakileri ve içerdekileri kuşatmıştı. Aşağı süzülürken ve daha yere varmadan canından olan Emma, yere çakılıp bir eşya misali hurdalığa döndüğünde askerler, polisler ve güvenlik güçleri, hemen olay yerinde hazır hale gelmişti.
“Ne oluyor burada?” diye gürleyerek soran Mirşah, karşılaştığı manzarayla adeta beyninden vurulmuşa döndü. Bir yanda Emma, diğer yanda Vasilly, ikisi de kanlar içinde ve ikisinin de gözleri açık bir şekilde yerdeydi. Askerlere bakıp:
“Nasıl oldu, kim yaptı?” diye çıkışarak soran Mirşah, askerin:
“Bayan, Vasilly’yi aşağı itti ve Vasilly’nin adamı da kadını vurdu!” demesiyle Mirşah, Vasilly’nin adamına dönüp baktı. Hızla silahını çekip adamı kaşla göz arasında vurduğunda, yine bir panik dalgası peyda olmuştu.
“Ne olmuştu aşağıda?” diye soran Atilla, Mirşah’ın derin bir nefes almasına göz yumdu ve adamdan gelecek cevaba kendini hazırladı.
“Arkeologumuz Emma, Vasilly’yi aşağı itti; Vasilly’nin adamı da Emma’yı vurdu, başka bir şey yok yani efendim!”
Atilla, Mirşah’ın öyle basit bir şeyi anlatır gibi olanları anlatmasına sinirle üfledi; burnundan soluyup yerinde dikleşti, yetmedi, ayağa kalkıp ona doğru birkaç adımda yaklaştı ve dibinde durarak nefesini salarcasına tısladı.
“Ulan ahmak herif! Öyle kolay, değil mi? Sen Vasilly’nin kim olduğunu bilmiyormuş gibi öyle rahatça her şeyi anlatıyorsun lan!”
Mirşah, sakin bir şekilde:
“Ama efendim, benim ne suçum var? Ben bir şey yapmadım ki!” diye mırladı. Atilla, burnundan solurken kapının çalması, ortamdaki gergin havaya sünger çekmiş gibiydi. Ama içeri giren takım elbiseli bir adam, sanki felaketi haber verecekmiş gibi mahcup bir tavırla onların karşısında durdu.
“Söyle!” diyen Atilla, adamın mütereddit edalar içerisinde bocalamasını umursamadı. Adam, konuşmak için dudaklarını araladı.
“Efendim, hard diski açtık ve…”
Atilla, başka kötü bir haber daha dinlemek istemiyordu, elini kaldırıp onu durdurdu ve:
“Bana iyi bir şey söyle!” diye fısıldadı. Adam başını eğince Atilla, terleyen avuçlarıyla saçlarını karıştırıp deminki yerine oturdu. Konuş dercesine elini sallayınca adam, devam etmek zorunda kaldı.
“Hard disk bomboş efendim, sadece içinde bir not var.”
Atilla, tekrar ayağa kalktı ve birkaç adımda adamın karşısında durdu.
“Ne notu lan?”
“Alicengiz oyunu, böyle oynanır. Not, bundan ibaret!”
Atilla, avazı çıktığı kadar bağırırken Mirşah ve Misha, onun gazabına uğramamak için sakince bekliyordu. Adam da ürkek bakışlarla Atilla’ya bakıyordu. Ansızın silahını çeken Atilla, namluyu adamın boğazına dayayıp tetiğe bastığında adam, boğazına saplanan mermiyle daha bir şey göremedi ve yere düştü. Misha ve Mirşah, canları için tedirgin olurken Atilla, silahı havaya kaldırıp tırnağına kıymık batmış gibi bağırıp çağırdı. İçeri doluşan askerlerden biri, kurşunlardan nasibini alıp yere düşerken Atilla, şarjöründeki mermiler bitene dek tetiğe bastı, bastı ve durdu. Burnundan soluyor, gözleri seğiriyor ve vücudu titriyordu. Bedenindeki adrenalin, en üst seviyeyi boylamıştı. Hatta üstünden taşmış ve çepeçevre onu kuşatmıştı. Koltuğuna oturduğunda, askerler odadaki iki cesedi çıkarmakla uğraşıyordu. Burnundan soluyan Atilla, gözleri yerde:
“Asım Çavdarlı, alacağını aldı!” diye fısıldamaktan başka bir şey yapamadı.
🌏🌏🌏
Devamı Kısım 7'de...
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top