/Kısım 4

Tel Aviv’in merkezi bir yerindeki başka bir otelin ikinci katında, bir asansörden çıktı Sare; üzerindeki kırgınlık, yorgunluk ve candan bezmişlik, matlaşmış saçlarında ve kızıllaşan göz bebeklerinde belli oluyordu. Koridorun ortasında durup derin bir nefes alırken gözleri, ilerideki odanın krem renkli kapısına odaklanmıştı. Adımlarını atarken aklı, bir öfkeye mahal verircesine bir tavır alıyordu. Attığı her adımda oynayan beli, öfkeyle yoğrulmuş çakmak gözleri ve burnundan alıp verdiği soluğuyla avına odaklanmış bir dişi aslan edasıyla ilerliyordu. Kapının önünde durduğunda, derin bir nefes alarak sakin olmaya çalıştı. Yavaşça kapıyı çalarken, içerden gelen:

“Kim o?” sorusuyla, ses tonunu değiştirme gereksinimi duydu. Tiz bir sesle:

“Oda servisi…” derken kapının açılmasıyla, hışımla içeri daldı. Mirşah’ın şaşkınlığını umursamadan hızla onu itekledi ve çıplak sırtının duvara çarpmasına dudak büktü.

“Ne oluyor?” diye sorup yatakta doğrulan Emma, içeri doluşan Sare’yi görür görmez toparlanma ihtiyacı hissetti. Mirşah’ın yutkunması, her şeyi açıklıyordu. Sare, önce yataktaki kadına sonra da Mirşah’a dönüp baktı.

“Yazıklar olsun, yazıklar olsun!” diye sayıkladı Sare; gözlerinden süzülen yaşlar, yanaklarında barınamayıp yere düşerken Mirşah, sadece başını öne eğmişti.

“Sana verdiğim emeklere, verdiğim değere, kıymete yazıklar olsun! Sen bir aşağılık adammışsın Mirşah, beş para etmezin biriymişsin! Seni sevdiğim için bana da lanet olsun!”

Hışımla kapıya yönelen Sare, kapıda beliren Hamis’i görünce irkildi. Her şeyi duymuştu Hamis, bütün olanlara şahit olmuştu ve irileşen gözleriyle Mirşah’a bakıyordu. Altında baksırı, üstü çıplak bir şekilde Mirşah, yediği haltın deliliydi. Hamis, bir adım atıp içeri girerken Sare, dolu gözlerini ondan kaçırdı.

“Sen…” diyerek lafa girdi Hamis, gözlerini Mirşah’a dikerek:

“…benim ablamla bir ilişkin olacak, onu aldatacaksın?” diye sordu ve Mirşah’ın karşısında dikildi. Mirşah yutkundu, bakışlarını ondan kaçırdı. Bütün bunları, yorganı gırtlağına dek çekerek izleyen Emma, Sare’nin yaşlı gözlerine yakalanmamak için adeta yorganı üstüne çekiyordu. Hamis, aniden Mirşah’ın yakasını tuttu. Onun sırtını duvara iyice yapıştırıp:

“Lanet olsun, sana lanet olsun Mirşah! Ablamı aldatmak da neyin nesi? Sen ne yaptığını sanıyorsun?” diye çıkışırken Sare, başka da bir şey demeden içerden çıkmıştı. Hamis, Mirşah’ın yakasını bırakıp ablasının peşinden giderken Mirşah, bir müddet yerinde çakıldı kaldı. Sonra da hışımla kapıya tekmeyi geçirdi ve kapının kapanmasını sağladı.

Otoparka indiğinde, yıkık dökük bir şekilde, hali harap bir halde arabasına doğru adımlarını zor bela atıyor ve yıkılmamak için bütün gayretini sarf ediyordu. Koluna giren Hamis ablasının düşmesini önlemişti. Hamis’e yaslanan Sare, kırılgan bir halde:

“Onu sevmiştim, evet lanet olsun bana, sevmiştim o domuzu!” deyince Hamis, ablasının kulaklarına yakın bir yerde:

“Seni hak etmeyen biri için… Düşme abla!” der demez Sare, gözlerini Hamis’e çevirdi.

“Sağ ol Hamis, sağ ol!”

İkisi yürürlerken Mirşah, odasının balkonuna çıkmış ve aşağıyı izliyordu. Gözleri nemli, aklı bulanık ve düşünceleri dağınıktı. Arkasında duran Emma, giyinmiş bir halde:

“Şey…” diyerek lafa girdi. Mirşah, istifini bozmadan kadının lafına devam etmesini bekledi.

“Aksa’dan aradılar, Vasilly bir şey bulduklarını söylüyor.”

Kadına dönerek:

“Tamam Emma, sen git!” dedi.

“Sen ne yapacaksın?”

“Düşüneceğim!” diyen Mirşah, tekrar yüzünü çevirdi ondan. Emma, bir müddet bekledikten sonra tekrar dışarı çıkarken Mirşah, nemli gözlerini ufka dikerek derin bir nefes aldı.

Aksa’nın avlusunda biriken kalabalık, bulunan şeyin ne olduğunu öğrenmek isteyen meraklı gözler barındırıyordu. Emma da gelmiş, Vasilly ile birlikte meydana konan iri cüsseli ve üzerinde siyah bir örtü olan şeye bakıyordu.

“Sandık mı bu?”

“Süleyman sandığı olabilir.”

“Sonunda bulduk mu?”

“Sanırım bulduk!” …gibi sesler, her yerde çınlayıp duruyordu. Emma, Vasilly’nin örtüyü kaldırmasıyla irkildi. Tamamı siyah mermerden oluşuyordu. Bir tabutu andırıyordu ve orta boylu, iri cüsseli bir biçimi vardı. Simsiyah görüntüsüyle azamet bahşeden bu tabut, herkesin irkilerek bakışmasına neden olmuştu.

“Ne bu?” diye sayıklayarak sordu Emma. Vasilly, suratında ince bir tebessümle:

“Sanırım bulduk, evet bulduk Emma! Tanrım, inanamıyorum!” diye fısıldadı. Kapağının açılması için iki görevli sandığa yaklaşırken Vasilly, onları durdurmak için elini kaldırdı.

“Bunu açmak, bizi aşar çocuklar!”

Akşam çökmüştü her yere ve koca bir karanlık, dört bir yanı ablukaya almıştı. Sıcak mı sıcak, bunaltan ve kavuran bir hava vardı. Yaprak bile kımıldamıyor, hiçbir esinti yoktu.

Suriye sınırı, Kolan…

Elindeki kâğıda bakıyordu Ferhat; yüzü gözü açılmış, hafif kendine gelmiş ve dinç bir ahvale bürünmüştü. Karşısında duran Atilla’ya bakarak:

“Ne bu?” diye sordu.

“Bildiğimiz… Onu oku, buradan elini kolunu sallayarak çık!”

Gülümsedi Ferhat, suratındaki alaylı ifadeyle karşısına tutturulmuş kameraya göz ucuyla baktıktan sonra derin bir nefes aldı.

“Şimdi ben bunu okuyacağım, sen kayda alacaksın ve kamuoyu oluşturup Kürdistan denilen zırvalığın oluşması için, güya benim üzerimden fitili ateşleyeceksin, öyle mi?”

Atilla, kendinden emin bir şekilde:

“Bunu yapmak zorundasın ama!” deyince Ferhat, elindeki kâğıdı buruşturup bir köşeye fırlattı.

“Yaptım işte!” diyen Ferhat, burnundan solurcasına:

“Paçavra oldu Atilla!” diye tısladı.

“Bak genç adam!” diyen Atilla, ona doğru bir iki adım atarak:

“Kılına zarar vermem, verdirmem! Ama sen de bunu okuyacak ve dediğimi yapacaksın!” deyince Ferhat, bir kaşı havada:

“Nasıl olacak o?” diye sordu. Atilla, karşı duvara asılmış olan plazma TV’yi işaret etti. Ekranda beliren görüntüler, Ferhat’ın irkilerek yerinde sıçramasına neden oldu. İki asker, Arzu’nun karşısında durmuş ve ona silah doğrultmuştu. Arzu’nun gözlerine bandaj çekilmişti. Yüzü net bir şekilde görülüyordu. Korktuğu her halinden belli oluyordu; vücudu titriyor, kelepçeli elleri zangırdıyor ve etrafını her ne kadar göremese de, etrafına bakınıp duruyordu. Birden kendini kaybetti Ferhat; oturduğu yerden ayağa fırladı, elleri kelepçeli olsa da Atilla’ya sert bir kafa indirdi ve Atilla yere düşerken Ferhat, arkadan saldıran askere dönerek bir tekme savurdu. Yan taraftan gelen askere tekmesini geçirip diğer yanına dönerek tekmesini sallayan Ferhat, yerdeki Atilla’nın kalkmasına fırsat vermeden üst üste tekmelemeye başladı. Aniden göğsüne saplanan ok gibi bir cisim, onun çırpınarak yere düşmesine neden oldu. Bayıltıcı iğne kullanılmış ve Ferhat, bu şekilde dizginlenmişti. İki asker, hızla Ferhat’ı kaldırıp sandalyeye geri oturturken Atilla, ağzında biriken kanı yere tükürüp gözlerini Ferhat’a dikti.

“Anlaşılan bu kadın, bunun için çok önemli!” diye fısıldayan Atilla, askerlere dönerek:

“Sağlam bir şekilde bağlayın! Ayıltın!” diye çıkıştı. Üstünü başını düzeltmek ve ağzını yüzünü temizlemek için kapıya yönelirken askerler, Ferhat’la ilgilenmeye başlamıştı.

Az sonra kendine gelmişti Ferhat, öfkeden titriyor, gözleri kararıyor ve benzi sararıyordu. Burnundan soluyup duruyordu Ferhat; gözlerinin önünden o manzara gitmiyor, Arzu’yu o halde gördükçe çıldırıyor ve adeta köpürüyordu. Bir şeyler yapamamanın çaresizliği vardı üstünde; sevdiği kadın bu haldeyken o, eli kolu bağlı bir haldeydi ve bir şey yapamıyordu. Zaten arkadaşlarından da haber alamıyordu. Muhtemelen onu arayıp duruyorlardı; ama nasıl bulacak, onu nasıl kurtaracak ve Arzu’yu nasıl kurtaracaktı, bilmiyordu. İçeri giren Atilla’ya dikti gözlerini Ferhat; öfkeyle soludu, nefesi yettiğince bağırdı.

“Ulan it! Kadından kızdan ne istiyorsun lan?”

Karşısında duran Atilla, keyifle gözleri parlayarak:

“Anladım ki bu kadın, senin çok önemli biri! Yemin ederim Ferhat Hizanlı, sana yemin ederim, eğer dediğimi yapmazsan, kadının kafasına sıktırırım! Sana da sıkar, burada leşini bırakırım! İkiniz de çürüyüp gidersiniz! Şimdi akıllı ol ve şunu oku!” diye kükredi. Ferhat, elinin kolunun bağlı olmasına öfkeliydi. Ah bir bağlı olmasa, neler yapardı bu adama? Başını salladı. Aklına gelen fikrin yüzüne yansımaması için, tüm gücünü kullanmıştı.

“Peki!” diye tısladı, öfkeyle fısıldadı.

“Okuyacağım!”

Atilla, askere bakıp:

“Diğer kâğıdı getir!” dedi. Asker, başka bir askerin uzattığı kağıdı alıp Ferhat’ın yan tarafında durdu. Askerin boynundaki aynalı rozet, Ferhat’ın gözlerine takılmıştı. Başını sallayıp kameraya baktı. Birden sarsıldı Ferhat, Atilla şaşırdı ve Ferhat’ın neden ışıklı tarafa kendini çektiğini anlamak istedi ama anlayamadı.

“Gözlerim görmüyor!” diyen Ferhat, planına kılıf uydurmuştu. Asker, Ferhat’ın sandalyesini ışığa yaklaştırınca Ferhat, kamera açısını ve askerin tuttuğu kâğıdın açısını hesaplayıp rozete uygunluğu açısından değerlendirme yaparken Atilla,

“Haydi oku!” diye seslendi. Başını salladı Ferhat. Tamamdı. Kameraya bakmadan, gözleri kâğıtta:

“Yüce Türk devletine!” diye lafa girdi ama Atilla,

“Yüce yok orada! Doğru oku!” diye çıkıştı. Ferhat, derin bir nefes alarak:

“Türk devletine! Ben, Ferhat Hizanlı! Türk devletinin asil bir neferiyim! Ama şikayetim vardır. Kürt kardeşlerim dışlanmakta, vatansız ve dilsiz bırakılıp kültür ve gelenekleri tahrif edilmektedir. Kürdistan kurulmalı! Ben, İsrail devletinin verdiği haklardan memnunum! İsteğim odur ki, Kürdistan kurulsun!” diye okuduktan sonra gözlerini kameraya dikerek göz ucuyla askerin boynundaki rozeti işaret etti. Ama kimse, onun bu işaretini görememişti. Elleriyle alkış tutan Atilla, gelip Ferhat’ın karşısında durdu.

“Aferin akıllı çocuk!”

Ferhat’ın başını okşadıktan sonra:

“Kürdistan devleti kurulurken sen, o devlete adak olarak sunulacaksın! Bekle!” dedi ve askerlere dönüp gidelim dercesine başını salladı. Arkasındaki asker, aniden Ferhat’ın ensesine vurunca Ferhat, bilincini yitirerek başı önüne düştü.

Bir hafta daha geçince aradan havalar, hafif bir serin olma yoluna girmişti; bulutlar toplanmış, yazın kavurucu sıcaklığına rağmen bir birliktelik baş göstermişti. Hafif esen yel de kavuran sıcaklığa serin bir perde çeker gibiydi.

Tel Aviv’in dar bir sokağında ilerliyorlardı; üzerlerinde sanki Yahudi’ymiş gibi giydikleri elbiselerle dikkat çekmemeye gayret ediyordu. Serdengeçti, iyice kendine gelmişti. Yaraları kapanmış gibiydi. Merdan da toparlanmış ve göreve hazır olduklarını gözler önüne seriyordu. Onlarla birlikte yürüyen Hasan, hafif onlara sokularak:

“AB heyeti, bu sokağın çıkışındaki lüks binaya geleceklerdi. Belki de gelmişlerdir ağabey!” dedi. Merdan, derin bir nefes alarak:

“Ferhat’ın videosu, tüm dünyada yankı uyandırdı. Bu durum, Suzana Manuel dosyasında geçiyordu galiba!” dedi. Serdengeçti, etrafını inceleyerek:

“Onu bunu bilmem de, Ferhat sayesinde yer yerinden oynadı. Ama bizim Türkiye, nedense oralı bile olmadı!” dedi. Gülümsedi Merdan,

“Tiye almamışlardır dostum!” deyince Serdengeçti, başını salladı.

“Olabilir.”

Bir köşede durdular. Burası, sokağın çıkışındaki son köşeydi. İlerdeki kalabalık, onların bakışmasına neden oldu. Kafasını kaşıyan Hasan, Merdan’a dönerek:

“Var mı bir planımız?” diye sordu. Serdengeçti araya girdi.

“Benim var beyler!”

İkisinin meraklı bakışları, Serdengeçti’nin gülümseyen bakışlarıyla birleşirken villa tipi konutun önündeki kalabalık, her geçen dakika artıyordu. Adeta kuş uçurtulmuyor, her gelen geçen inceleniyor, detaylı bir arama yapılıyor ve güvenlik, en üst düzeyde tutuluyordu.

Kocaman bir toplantı salonu kurulmuştu; içerisi tıklım tıklımdı, gazetecilerin flaşları, dört bir yanda parlayıp duruyordu ve garson kıyafetli adamlar, ellerinde tepsilerle masaya servis yapıyorlardı. Masanın baş kısmına mikrofonlar yerleştirilmiş, diğer yerlere bırakılmamıştı. Masa şu an boştu, daha kimse yerine oturmamıştı. Toplantı salonuna gelen birkaç kişi, etrafa şöyle bir göz attıktan sonra tekrar dışarı çıkıyordu; bu, belli ki güvenlik açısından yapılan bir gezintiydi ve iki de bir başkaları da gelip içeriyi kontrol ediyor ve dışarı çıkıyordu.

“Suzana Manuel nasıl?” diye sormuştu orta yaşlı, krem renkli saçları olan ve gözünde kırmızı çerçeveli iri gözlükleri olan kadın. Tombul bir vücudu ve orta bir boyu vardı. Hemen Atilla’nın karşısındaki koltukta oturuyordu. Gülümsedi Atilla.

“Durumu hakkında olumlu konuşmak, beni yalancı duruma düşürür madam!”

Bir kaşını kaldırdı krem renkli saçlara sahip kadın; gözlüklerini yerine oturturken:

“Neticede bir kadın!” diyerek rahatsız olduğunu görsele taşıdı. Onun yanındaki hafif çekik gözlü ve seyrek saçlı adam, kadına sokularak:

“Bir ajan olması, kadın olduğunu unutturabilir Mary!” deyince Mary adındaki kadın, derin bir iç çekip burun kıvırdı.

“Unutmasınlar diye söyledim Viston!”

Yerinde doğruldu Atilla. İkisinin yüzünü incelerken:

“Bay Viston ve Bayan Mary! İkinizin buraya gelme amacı, Suzana Manuel değil, Kürdistan sorunudur. Birazdan kameralara konuşacaksınız! Bunun üzerinde duralım lütfen!” dedi. Mary, sıkıntıyla derin bir nefes aldı.

“AB komisyon üyesi olabiliriz ama bu, bizi tam yetkili kılmaz Bay Atilla! İzlettiğiniz videonun, bir zorbalık taşıdığını kimse inkar edemez! Şahsın ellerinin bağlı olması, konuşurken tedirgin olması da bunun en güzel örneği! Biz yeriz bunu, sıkıntı değil; ama global eksenli bir çığ oluşturmak istiyorsanız, daha güzel bir video oluşturabilirsiniz!”

Atilla’nın morali bozulmuştu. Bu kadına, her nedense ısınamamıştı. Derin bir nefes alarak:

“Bakın Bayan Mary! Kamuoyu oluşturdum, baya ses de geldi. İngiltere, Rusya, Fransa ve Yunanistan başta olmak üzere birçok ülke, bu videoyla çalkalandı. Hatta ABD, hâlen derin çalkantılar içerisinde! Ve siz kalkmış, bana olumsuz bir konuşma yapıyorsunuz! Olmadı!” dedi. Mary, bir gözü kısık bir şekilde Viston’a baktı. Viston, boğazını temizledikten sonra lafa girdi.

“Pekala Atilla, istediğiniz konuşmayı yapacağız! Ama bu, bekleneni yerine getirir mi, bilemem!”

Gülümsedi Atilla.

“Siz o konuşmayı yapın, gerisine karışmayın!”

Toplantı masasında Mirşah, Atilla, iki AB komisyon üyesi ve Misha vardı; birkaç kıdemli gazeteci de bir köşeye oturmuş ve toplantıyı kayda alıyordu. Atilla, önündeki mikrofona eğilerek:

“Kıymetli basın mensupları, değerli gazeteciler ve İsrail’in gözde haber kanalı mensupları! Malumunuz bize sığınan Türk istihbarat mensuplarından biri, Türkiye’deki iç karışıklıkları beyan ederek güneydoğuda bir Kürdistan özerk yönetiminin oluşması gerektiğine değindi. Biz de haliyle bunu kayda alıp dünya kamuoyuna ilan ettik! Şimdi huzurlarınızda AB komisyon üyelerinden Bayan Mary Anderson ve Bay Viston Hill, yaptıkları incelemeleri dile getirecek ve sizler aracılığıyla bütün dünyaya duyuracaktır. Buyurun efendim!” dedi ve ayağa kalktı. Mary, elindeki belgeyi sıkıca tutup mikrofonun olduğu yere yürürken Misha, yüzünde alaylı bir tebessümle etrafını inceliyordu. Mirşah’ın yüzü asıktı, o daha çok Sare’yi düşünüyordu. Mikrofonun başında duran Mary, boğazını temizlemek için yutkunduktan sonra karşısında patlayan flaşlardan gözlerini kısarak elindeki belgeye odaklandı.

“Bu belge, AB komisyonuna sunuldu, kabul gördü ve onandı. AB ülkeleri olarak bizler, nasıl İsrail’in varlığını bir gereklilik olarak gördüysek, Kürdistan’ın…”

“Yok öyle yağma!” diye duyulan ses, Mary’yi durdurmuştu. Üzerlerinde garson kıyafetleri, ellerinde birer mini kumanda ve karınlarına bağlı C4 patlayıcılarla Merdan, Serdengeçti ve Hasan, salonun ortasında durmuştu. Atilla’nın gözleri irileşti, Mirşah resmen elektrik tutmuşa döndü ve Misha, nutku tutulmuş bir şekilde onlara baktı. Merdan, öne doğru adımlarını atarken askerler ve polisler, hızla silahlarını onlara doğrultmuştu. Serdengeçti, Merdan’a sırtını dayayarak yürürken Hasan, asker ve polislere yakın bir yerde durdu ve tehditkar bir tavırla gözlerini onlara dikti. Merdan, masanın tam orta kısmında durup:

“Bu bir intihar saldırısıdır. Ben Merdan Şahin! Türk devletinin onuru ve haysiyeti adına, milletimin şerefi ve şanı adına buradayım!” diye gürledi. Serdengeçti, etrafına bakınarak:

“Asil Türk ordusunun mensupları olarak bizler, kendi başımıza karar aldık, o karara mutabık kaldık ve harekete geçtik! Elinizdeki rehinler alınmadan, yaptıklarınızın hesabı sorulmadan ölmek, bize haram!” diye bağırdı. Kameralar, an be an kayıttaydı. Merdan, Atilla’ya yakın durmak için ona doğru yürüdü. Atilla, yutkunarak etrafına bakındı. Merdan, iyice ona sokularak:

“Fitnenin başı sensin Atilla Alay, o yüzden yok edileceksin! Ama öncesinde, bize lazımsın!” dedi. Serdengeçti de Misha’ya yakınlaşırken Mirşah, kaçmak için an kolluyordu. Misha’nın kolundan tutan Serdengeçti,

“Sen de bize lazımsın Misha!” deyince Mirşah, aniden topukladı. Önündeki askeri itekleyerek koşarken Hasan, hızla silahını sıyırdı. Merdan ve Serdengeçti, elindekilere sımsıkı sahip çıkarken Hasan, önünü tıkayan askerlerden dolayı net göremiyordu. Yana eğilip görüş kazanan Hasan, tam tetiğe basacaktı ki Mirşah’ı birinin çekiştirdiğini gördü. Sare, Mirşah’ı tutup çekiştirmiş ve bir kolonun arkasına almıştı. Hasan, hiç düşünmeden tetiğe bastı ve ortamda çınlayan silah sesi, bağırışlara ve kargaşaya neden oldu. Bir çalkantı meydana gelse de bir feryat, ortamdaki havayı değiştirmişti. Yere düşen Hamis, feryadı meydana getiren kişiydi. Kafasından vurulmuştu. Başında bekleyen Sare, avazı çıktığı kadar bağırırken Mirşah, kadının kolundan tutup zorla çekiştirdi. Sare, giderken gözleriyle adeta Hasan’a meydan okumuştu.

“Ne yapmaya çalışıyorsunuz, buradan çıkacağınızı mı sanıyorsunuz?” diye soran Atilla, Merdan’ın:

“Sanmıyoruz, çıkacağız zaten!” demesiyle gülümsedi ama Merdan, sert bir tokat atınca Atilla, neye uğradığını şaşırmış bir şekilde afalladı. Serdengeçti, kameralara dönerek:

“Biz, Yüce Türk devletinin sadık hizmetkarlarıyız! Yaptığımız eylem, bizzat kendi kararımız, kendi inisiyatifimizdir. Bizim bu yaptıklarımızdan, Türkiye sorumlu değildir. Asıl sorumlu biziz ve yaptıklarımızla da onur duyuyoruz!” diye seslendi.

“Şimdi yürüyün!” diyen Merdan, Hasan’a dönerek başını salladı. Hasan önde, onlar arkada kapıya doğru yürürken polisler ve askerler, her an ateş edebilecek gibi duruyorlardı. Birkaç kişi, Hamis’in cesedinin başına üşüşürken Merdan ve diğerleri, çoktan kapıya yaklaşmışlardı.

Dış kapıya ramak kala Hasan, cebinden iki sis bombası çıkardı. Hızla birini arka tarafa fırlatırken diğerini de dışarı fırlatmıştı; ortamı kaplayan sis, onları her ne kadar öksürtse de onlar, hızla adımlarını atıyor, ellerindekilere de sahip çıkıyordu. Dışarı çıktıklarında, büyük bir kalabalık vardı; Hasan, bir el bombası çıkarıp güneydeki kalabalığa fırlatırken kalabalığın çalkalanması, diğer taraftaki kalabalığın da dağılmasına neden olmuştu. Hızla arabaya bindirilen Atilla ve Misha, Hasan’ın attığı ikinci bombayı da görmüşlerdi. Lakin bir gariplik vardı. Bombalar patlamıyordu. Herkes hafif ufak panelvana bindiğinde Hasan, bu sefer gerçek bir bomba alıp fırlattı. Takibe hazırlanan iki polis otosu, bu bombadan nasibini aldı. İnfilak eden arabalar, sirenlerin ötmesine ve kalabalığın çalkalanmasına neden olurken camı çerçeveyi indiren patlama, kaçanlar için de bir zaman kazancı olarak sayılıyordu.

Akşam çökmüş, karanlık bastırmıştı; bulutların ördüğü gökyüzünde yıldızlar da izne ayrılmış gibi bir karanlık peyda olmuş, hafif esen yelin aynı ritimle devam etmesi, bu mevsimde bulunmaz bir nimet olarak sayılmıştı.

“Sence Hasan, tek başına idare eder mi?” diye soran Merdan, direksiyona hakim olmaya çalışırken Sedengeçti, yan aynadan arkayı kolaçan ederek:

“Merak etme kardeşim, halleder o!” dedi.

“Sence Misha, bizi tuzağa çekiyor olmasın?”

“Onun tuzak düşünecek hali mi kaldı? Adamı paçavraya çevirdin, bir de bana mı soruyorsun?”

“Gene de şüpheliyim!”

“Şüpheyle yaşanmaz dostum!” diyen Serdengeçti, ileriyi işaret ederek:

“Şurası olmalı!” dedi. Siyah taksi, kör bir noktada dururken Serdengeçti, etrafına bakınarak araçtan indi. Merdan da inerken,

“Şimdi tek tesellimiz, bir devriye aracının buradan geçmesi!” diye mırıldandı. O sırada görülen farlar, Serdengeçti’yi gülümsetmişti.

“Teselli ikramiyesi geliyor dostum!” diyerek aracı işaret edince Merdan, tebessüm ederek:

“Hiç bu kadar şanslı olduğumu hatırlamamıştım!” deyince Serdengeçti, ona yaklaşarak:

“Emin ol çok şanslısın, çünkü benim gibi bir arkadaşın var! Haydi!” dedi. Merdan başını sallarken Serdengeçti, onun önünde ilerliyordu.

Devriye arabası, siyah bir asker arabasıydı. İki asker vardı içinde, biri içki içerken diğeri de direksiyonda olduğu için etrafa göz gezdiriyordu. Birden frene basınca, elinde viski şişesi olan asker, sarsılarak içkiyi üstüne döktü.

“Yavaş ol adamım!” diyen asker, arkadaşının işaret ettiği yere baktı. Birisi, yüzüstü yolun ortasında uzanmıştı. Herhangi bir kan, işaret veya bir şey yoktu etrafında ve direksiyondaki asker, bundan hayli işkillenmişti. Arkadaşına bakan direksiyondaki asker, ne yapalım dercesine göz süzerken viski şişesini, aracın torpido gözüne bırakan diğeri, yavaşça kapıyı açtı. Aşağı inerken arkadaşı, direksiyonda durmaya devam ediyordu.

Merdan’ın başucuna gelen sarhoş asker, ayağıyla hafif dürttü. Hiçbir belirti görmeyince, arkadaşına dönüp el salladı. Arkadaşı da araçtan inerken arkadan yaklaşmakta olan Serdengeçti’den habersiz bir şekilde Merdan’a yaklaşıyordu. Serdengeçti, arkadan şoförün ensesine silahı dayayınca sarhoş olan, hızla silahına sarıldı ama Merdan’ın attığı çelmeyle kendini yerde buldu ve Merdan, hiç düşünmeden tetiğe basıp onun şakağına mermiyi sapladı. Serdengeçti de diğerinin ensesine mermiyi saplarken Merdan, ayağa kalkıp etrafına bakındı.

“Haydi dostum, şu işi bitirelim!”

Karargâh gibi bir yere doğru ilerliyordu devriye arabası, direksiyonda Serdengeçti vardı ve yan koltukta, avucunda viski şişesiyle Merdan oturuyordu. İyice karargaha yaklaştıklarında Serdengeçti,

“Numarayı başlat dostum!” dedi. Merdan, ağzını yüzünü eğerek:

“Ne numarası adamım, hıh!” deyince Serdengeçti, tebessüm ederek önüne baktı. Kapıdaki engelde durduklarında, iki asker gelip onları kontrol etmek istedi ama Serdengeçti, şapkasını iyice yüzüne çekerek:

“Biziz adamım, yorgunuz!” deyince asker, diğerlerine dönüp tamamdır dercesine el salladı. Kapıdaki engel kalkarken Merdan, sarhoş bir şekilde bay bay yapıyordu.

Aracı bir noktada durdurdular. Merdan, sarhoş bir şekilde araçtan inerken az kalsın düşüyordu. Serdengeçti onun koluna girmişti. Sallanarak yürürken bir askerin,

“Az iç dostum!” diye seslenmesiyle Merdan, elini sallayıp:

“Olur!” diye seslendi. Bir binaya girdiler. Her tarafta askerler geziniyordu. Serdengeçti, suratının yarısını örttüğü şapkanın altından etrafa göz gezdiriyordu. Merdan, ona sokularak:

“Kontrol odası nerde?” diye sordu. Serdengeçti, bilmiyorum dercesine başını sallarken Merdan, sarhoşmuş gibi hıçkırarak bir askerin yakasına yapıştı.

“Nerde kontrol odası, işimiz var?”

Asker garipsedi, Merdan’ı inceledi ve yüzü hariç her tarafına baktı ama çıkaramadı.

“Sen kimsin?”

“Ben Tony!” diyen Merdan, yakasındaki kartı işaret edince asker, gülümseyerek:

“Ne yapacaksın kontrol odasını Tony, sen sarhoşsun! Orayı yıkarsın adamım!” deyince Merdan, onun yakasını sıvazlayarak:

“Parmağımda sorun vardı, izi silindi, onu kontrol edecektim hıh!” dedi.

“İyi!” diyen asker, yandaki koridoru işaretleyip:

“Oradan git! Ama nöbetçilere zorluk çıkartma!” dedi ve yoluna devam etti. Merdan, Serdengeçti’nin yardımıyla yürürken bazı askerler, onlara garip bir şekilde bakıp yoluna devam ediyordu. Çok büyük olmasa da hayli kalabalık bir tesisti; gözetleme kulesindeki farlar, dört bir yanı aydınlatırken tesisin içinde dolanan askerler, devriye atarak güvenliği sağlamaya çalışıyordu. Merdan’la Serdengeçti’nin öyle elini kolunu sallayarak içeri girmesi, öldürdükleri askerlerin yerine geçtiği içindi ve şu ana kadar iyi gelebilmişlerdi. Koridorda ilerlerken karşıdan gelen asker, bir kaşını havaya kaldırıp şaşkın bir şekilde onlara yaklaştı. Serdengeçti, yüzünün yarısı görünmesin diye uğraşırken asker,

“Ne işiniz var bu tarafta?” diye sorunca Merdan, az önceki mazereti uydurmaya çalıştı ama asker,

“Öyle bir şey olur mu ya? Biz size parmak izleri vermedik ki!” der demez Serdengeçti, göz ucuyla Merdan’a baktı. Merdan üsteledi.

“Olur mu öyle şey, hıh? Verdiniz tabi, hıh!”

Asker işkillendi, bir eli silahına giderken Serdengeçti, etrafına bakınıyordu. Çevrede birkaç asker vardı. Çıkacak herhangi bir çatışma, onları zor duruma düşürürdü. Merdan’ın,

“Bak işte burada!” diyerek cebinden bir kâğıt çıkarması, ortamdaki gerginliği dağıtmak için yetmişti. Asker, kağıdı alıp şöyle tepeden baktı.

“Ah Tony, sarhoş Tony sen misin?” diyen asker, Merdan’ın hıçkırmasıyla yol gösterdi.

“Ben de bu sabah gelen yeni yetme askerlerden sandım! Geç adamım!”

Serdengeçti, derin bir nefes alarak Merdan’la birlikte yürürken asker, tekrar onları durdurdu ve Serdengeçti’ye,

“Sen kimsin dostum?” diye sordu. Afalladı Serdengeçti, yutkundu ve bocaladı. Ta ki Merdan,

“Ah dostum, ne kadar saçma bir adamsın! Tanımadın mı Andree’yi?” diye sorunca asker, gülümseyerek elini Serdengeçti’nin omzuna koydu.

“Evet, tanıdım!”

Sonra da yoluna devam eden asker, gülümseyerek başını sallarken Merdan, Serdengeçti’yi dürterek:

“Kendine gel, az işimiz var zaten!” dedi.

“Tamam!” diyen Serdengeçti, onunla birlikte ilerlemeye devam etti.

Kontrol odasının kapısında durduklarında, nöbetçi askerin onları tepeden tırnağa süzmesi, ufak bir tedirginlik yaratmıştı. Merdan, sarhoş tavrından ödün vermeden:

“Ah dostum, bizi tanıyamadın mı? Ben Tony ve bu da arkadaşım Andree! Parmaklarımızda sorun var adamım! Parmak izleri çalışmıyor. Kontrol etmeye geldik!” dedi. Nöbetçi asker, başını sallayarak kapıyı açarken Serdengeçti, çaktırmadan etrafına bakındı. Burada, her nedense pek asker dolanmıyordu. En fazla üç kişi devriye atıyor ve ortalıktan kayboluyordu. İçeri girdiklerinde, bilgisayarların başında bekleyen sivil elbiseli adam, nöbetçi askerin

“Bunların parmak izlerinde sorun var, yardımcı ol!” demesiyle gel işareti verdi. Merdan sallanarak yürürken Serdengeçti, dışarı çıkan ve kapıyı kapatan nöbetçi askerin arkasından baktıktan sonra bilgisayarların başına oturan adama yaklaştı. Adam, Merdan’ın başparmağını alıp cihazın parmak okuma yuvasına yerleştirdiğinde irkildi. Kimlik bulunamadı yazısı, adamı şüpheye düşürmüştü. Aniden Merdan, adamın boynunu tutup tek bir hamleyle kırarken Serdengeçti, cebinden çıkardığı akıllı telefonun kablosunu, bilgisayarların soketine yerleştirdi. Telefonun ekranında beliren simgeleri inceleyen Serdengeçti, birkaç yere parmak basarak kod yuvasını hazır hale getirdi. Merdan da bu sırada güvenlik kameralarına bakıyor, olası bir tehlikeye hazır halde bekliyordu. Serdengeçti, telefondaki kodla bilgisayardaki kodu eşit hale getirince bilgisayarların ekranında bir kararma meydana geldi.

“Tamamdır adamım! Şimdi İsrail’in Başbakanı’na, istediğimiz notayı verebiliriz!” diyen Serdengeçti, bilgisayarı işaret etti. Merdan, kameranın karşısında durdu ve gözlerini kameradan esirgemeden lafa girdi.

“Benim adım, Merdan Şahin! Ben, Türk İslam Mücahitleri adına İsrail denen uyduruk ülkeye girdim, talan ettim ve çıkıyorum! İşbirlikçiniz Atilla Alay ve kıdemli Mossad ajanınız Misha El Yehova, benim elimde! Mescid-i Aksa üzerindeki emellerinizi biliyorum; planlarınızdan haberdarız ve her şeyin farkındayız! Ama buna müsaade etmeyeceğiz! Bizi assanız da, kesseniz de bu olmayacak! Elinizdekileri de almasını biliriz! Ferhat Hizanlı ve Arzu Oktaylar, derhal serbest bırakılmalı! Aksi takdirde ben, yeni bir direnişin fitilini yakacak, yeni bir intifada hareketini başlatacak ve sizin üzerinize, daha gür bir şekilde gelmek için, cümle neferlerimi göreve çağıracağım! İsrail Başbakanı, buradaki AB komisyon üyeleri ve AB temsilcileri bilsinler ki biz, yılmayız, yıldırırız! Bu da böyle biline!”

Parmaklarını tehdit edercesine sallayan Merdan, hızla kamerayı tuttuğu gibi kırdı. Serdengeçti, hemen bilgisayara gömüldü. Bir şeylerle uğraşırken Merdan, tekrar güvenlik kameralarına baktı. Kapıdaki nöbetçinin durduğunu ve onları beklediğini görünce gülümsedi. Serdengeçti, yerinde doğrulup:

“Cephanedeki kriz anında patlaması gereken bombaları aktif hale getirdim. Gözetleme kulesinin arka duvarındaki yerde de, aynısından bir bomba var dostum! Şimdi çıkalım!” dedi. Başını salladı Merdan, yerdeki adama baktıktan sonra hemen Serdengeçti’yle birlikte kapıya yöneldi.

“Arkadaş, rahatsız edilmek istemiyormuş! Az önce merkezden bir emir geldi, bir araştırma yapılacakmış! Ona yoğunlaştı, başka kimse girmesin dedi adamım!” diyen Serdengeçti, nöbetçinin başını sallamasıyla Merdan’la birlikte ilerlemeye başladı.

Tekrar aynı arabaya bindiklerinde Serdengeçti, elindeki telefonu Merdan’a uzattı. Gülümseyerek göz kırparken aracı çalıştırdı. Hızla giriş kapısına doğru ilerlerken askerler, hâlâ devriye atıp duruyordu. Avlu kapısından çıktıklarında Merdan, viski şişesini camdan fırlattı. Gülümseyerek:

“Bu kadar!” diye fısıldadı ve telefona adapte oldu. Birkaç yere parmak bastıktan sonra yan aynadan arkasına baktı.

“Hazır mısın dostum?” diye soran Merdan,

“Elbet!” diyen Serdengeçti’ye bakıp telefondan bir yere parmağını dayadı. Aniden yeri göğü sarsarcasına şiddetli, göğü yararcasına hiddetli ve kulakları sağır edercesine, gözleri kör edercesine ve her yeri tepetaklak edercesine derin bir patlama meydana geldi. Gecenin karanlığı, göğe yükselen alevlerle berrak bir şekil alırken Serdengeçti’nin kullandığı araç, sanki hiçbir şeyden etkilenmiyormuş gibi hızla yoluna devam ediyordu. Art arda yaşanan patlamaların sesi, dört bir yanda çınlayıp duruyordu. Koyu dumanlar, parlak alevlerle göğe yükselirken patlama sesleri, kulakları çınlatıyordu.

Ertesi sabah, dün geceki patlamanın heybeti hâlâ dillerde dolanıyordu; Mossad Merkezi Birim’de koyu bir araştırma baş göstermişti ve bütün bilişim personelleri, Tel Aviv’de sırra kadem basan Türk ajanların izini bulmak için, önlerindeki klavyelerle çetin bir uğraşa girmişti.

“Bulamadınız mı daha?” diye soran Mirşah, öfkeden deliye dönmüş bir haldeydi. Karşısında duran kadın, elindeki tablete bakarak:

“Araştırmalar sürüyor efendim! Dün gece patlatılan tesisin yakın çevresinden başladık araştırmaya, çember daralıyor diyebiliriz! Sıradaki hamlelerini çözersek, onları bulabiliriz!” dedi. Mirşah, çenesini sıvazlayarak:

“Sence Kolan’a girebilirler mi?” diye sordu. Kadın, sanki imkânsız bir şeymiş gibi:

“Bu zor efendim! Böyle bir delilik yapmazlar sanırım!” dedi. Derin bir nefes alan Mirşah, koltuğuna çökerken:

“Bütün dünyanın gözü önünde, en kıdemli ajanımızı ve ortağımızı almayı başaranlar, bugün Başbakanı bile alırlar. En iyisi tedbiri ele almak!” dedi. Kadın başka bir şey demeden kapıya yönelirken Mirşah, masadaki telefonu aldı. Biraz uğraştıktan sonra telefonu kulağına dayadı ve kaşı tarafın açmasını bekledi. Az sonra İsmar’ın,

“Dinliyorum Mirşah!” demesiyle:

“Nasılsın dostum?” diye sordu.

“İyi değilim adamım! Misha’nın ele geçirilmesi, Jakob’u zapt edilmez hale getirdi. Onu tutamıyorum!”

“Onları bulmak üzereyiz dostum, siz sadece sakin olun! Bir de tetikte olun adamım! Orayı basabilirler. O Türk ajana ve kadına mukayyet olun!”

“Burayı basamazlar Mirşah, sen merak etme! Burası, dünyada en iyi korunan birkaç yerden biri!”

“Siz yine de dikkatli olun!”

“Anlaşıldı, dikkatli oluruz!”

Telefonu kapatan Mirşah, sıkıntıyla aldığı derin nefesini verirken gözleri, öfkeyle seğirip duruyordu. O sırada ansızın içeri giren Sare, yaşlı gözlerini Mirşah’a dikerek öfkeyle ona doğru yürüdü.

“Kardeşim senin yüzünden öldü aşağılık adam! Seni pislik, lanet olsun sana!” diye bağırıp duran Sare, ayağa kalkıp bekleyen Mirşah’ın karşısında durup onun göğsünü yumruklamaya başladı. Mirşah, onun kollarını sımsıkı tutarak:

“Ben üzgünüm Sare, kaybın için üzgünüm!” diye fısıldadı.

“Seni kahrolası pislik, üzgünmüş! Sen git fahişelerle yat kalk, aşağılık adam! Lanet olsun, lanet olsun!”

“Bak, o bir hataydı! Seni ne kadar sevdiğimi biliyorsun, yapma lütfen!”

“Bırak beni pislik! Seninle birlikte olduğum her ana lanet olsun, bitti tamam mı?”

“Kardeşinin ölümünde, benim hiçbir suçum yok! O beni kurtarmak…”

“Sus lanet olsun, Tanrı’nın gazabı üzerine olsun!”

“Bu kadar yeter ama! Benim hiçbir suçum günahım yok!”

“Günahın yok öyle mi?” diye bağıran Sare, ansızın onun yakasından sımsıkı tutarak yüzüne gürledi.

“Sen pisliğin tekisin! Seni öldüreceğim, öleceksin!”

Sare, hışımla kapıya yönelirken Mirşah, saçlarını karıştırarak kadının arkasından bakmakla yetindi.

Navara civarında, eski ve metruk bir yapının içinde saklanıyorlardı; Hasan, onlara yiyecek bir şeyler getirmişti, Serdengeçti de elindeki telefona bakarak bir şeyler izliyordu ve Atilla’yla Misha, birbirlerine sırt sırta bağlanmış bir şekilde bekletiliyordu. Merdan, ağzındaki zeytinin çekirdeğini yere atıp:

“Bu telefon, sakıncalı olmasın birader!” dedi. Gülümsedi Serdengeçti,

“Merak etme, bu telefondaki korumalar, bu heriflerdeki korumalardan daha çok!” diyerek Atilla’ya baktı. Atilla, hafifçe başını salladı.

“Ateşle oyun oynuyorsunuz, neye bulaştığınızı bilmiyorsunuz!”

Ayağa kalktı Serdengeçti, elindeki telefonla birlikte Atilla’ya doğru yürürken Merdan da onu takip etti. Hasan, kapıda durmuş ve gizlice dışarıyı izliyordu. Atilla’nın karşısında duran Serdengeçti, telefonun ekranını ona göstererek:

“İzle de bak Atilla Alay! Bak ki anla, neye bulaştık acaba?” dedi. Atilla, Merdan’ın kameraya verdiği pozu ve ettiği konuşmayı izleyince adeta beyninden vurulmuşa döndü. Göz bebekleri iri bir hal alıp yuvalarından çıkacakmış gibi olunca dudakları, yutkunmasıyla birlikte titremişti. Bunu Misha da duymuştu. Hafifçe başını sallayarak:

“Ah Tanrım, lanet olsun! Resmen kendi iplerini çekmişler!” diye fısıldadı. Merdan, dönerek Misha’nın karşısında durdu.

“Ben iyi bir cambazım Misha! İpte maymun oynatmayı iyi bilirim! Siz üç maymunu oynadıkça ben, o ipte sizi evire çevire oynatacağım! Daha dur, bu daha başlangıç! Suzana Manuel’i bulana dek, Ferhat Hizanlı ve Arzu Oktaylar serbest olana dek, bu böyle sürecek!”

Misha, gözlerini kısarak:

“Bak dostum, hayatınızla oynamanıza bir şey demem! Ama İsrail’de yaktığınız ateş, Ankara’nın göbeğini de saracak, bilmiş olun!” deyince Merdan, hafifçe ona sokularak:

“Ateşten korkan kim dostum? Biz, ateşten gömlek giymiş vatanseverleriz! Sizin yaktığınız ateş, benim sigaramı bile tüttürmez! Gerçi sigara içmiyorum ama neyse! İsrail diye bir ülke yok, uydurmayın! Burası Filistin, İsrail değil!” diye tısladı. Misha gülümserken Merdan, onların karşısından ayrıldı. Serdengeçti de onların yanından ayrılırken Hasan, onlara doğru yürüyerek:

“Burası tehlikeli, her geçen zaman dikkat çekiyoruz!” dedi. Merdan, derin bir nefes alarak:

“Burası, emin ol kimsenin aklına gelmez Hasan Kardeş!” dedi ve Serdengeçti’ye bakıp göz kırptı. İlk geldikleri yerdi burası; Mirşah onları burada pusuya düşürmüş ve bozguna uğratmıştı. Serdengeçti’nin burayı seçmesi, zekice bir tercihti. Her üçü, Atilla’yla Misha’dan uzaklaşırken Atilla, onları duyabilmek için adeta antenleri dört açmıştı ama ne fayda, bir gram bile duyamıyordu.

“Muhtemelen onlar, bizim Kolan’a saldıracağımızı düşünüyorlar!” diyen Merdan, Serdengeçti’nin:

“Ama hesap etmedikleri bir yere gireceğiz!” demesiyle Hasan, gözlerini kısarak:

“Nereye ağabey?” diye sordu. Gülümseyen Merdan, Serdengeçti’ye bakıp göz kırpınca Hasan, bir şeyler anlamak için ikisinin suratını ne kadar incelese de boşunaydı, bir şey anlamamıştı.

🌏🌏🌏

Devamı Kısım 5'te...

Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top