/Kısım 2
Ramallah, Bistami Derneği…
Merdan, iyice bir kendine gelmişti; yarası sarılmış, sargısı sağlam edilmiş, hafif bir toparlanmıştı ve uzandığı yatağa alışmak istemese de, baba dedikleri adamın kesin talimatıyla yatmak zorunda kalmıştı. Yanında oturan Serdengeçti, bir adamın getirdiği çorbayı Merdan’a içirmeye çalışıyordu. Ferhat, bir yastığa sırtını dayamış ve boş gözlerle karşı duvara bakarak derin düşüncelere dalmıştı. Bab dedikleri adam belirince, Ferhat’ın düşünceleri dağıldı ve toparlanıp ayağa kalktı.
“Buyur baba, inşallah havadisin hayırdır?”
Baba denilen şahıs, derin bir iç çekişle:
“Ramallah’a geldi!” deyince Ferhat, gözlerini kısarak:
“Kim, baba?” diye sordu.
“Hamis El Fenna…”
“Şu, Mirşah’ın kuzeni olan mı?”
“Ta kendisi evladım!”
Gülümseyen Ferhat, hafifçe başını sallarken elinde çorba kasesiyle Serdengeçti, gelip onun sağında durunca Ferhat, ufak bir izahat yapmak istedi.
“Bizim eski dostun kuzeni gelmiş, ne dersin? Bir ziyaret edelim mi?”
Başını sallayan Serdengeçti, tebessüm ederek:
“Elbet!” diye fısıldadı.
Tel Aviv/Adliye…
“Verilen karara, var mı bir itirazınız?” diye soran hakime, alaylı bir tebessümle baktı Arzu; şalının ucunu kıvırıp yakasını kapatarak oturduğu yerden,
“Hem de bir değil, bin itirazım var, ben suçlu falan değilim!” diye tısladı. Yanındaki polis, onun ayağa kalkması için el hareketi yapınca Arzu, oralı bile olmadı. Hakim, kaşları çatık bir şekilde:
“Mahkemede ayağa kalkılır, ayağa kalkmak zorundasınız!” deyince Arzu, derin bir nefes aldıktan sonra:
“Ben kendi ülkemde yargılansaydım, verilen karar haksız da olsaydı, kendimi savunmak için ayağa kalkardım! Ama yüce Türk adaletinden üstün bir adaletiniz yok! Ben masumum, sadece Mescid-i Aksa’yı ziyaret etmek istemiştim! Ama sizin asker kılıklı caniler, buna müsaade etmedi. Haksızlık yapan, suçlu olan, asıl onlardır. Onlar suçlu!” derken kadın polis, zorla onun kolundan tutup ayağa kaldırtmak istedi ama Arzu, sert bir şekilde onu itekledi. Diğer polis de diğer kolunu tutunca Arzu, direnmeyi bıraktı ve zor bela ayağa kaldırıldı. Hakim olacak şahıs, katı bir sesle:
“Kutlu İsrail askerine cani diyemezsiniz Arzu Oktaylar! Onlar, yeryüzündeki adaletin temsilidir. Musa Kızıldenizi yararken, onların adını fısıldayarak yarmıştı. Haddinizi bilmenizi öneririz!” dedi. Arzu, istem dışı bir şekilde güldü, hatta ağzını kapatarak kısık bir kahkaha savurdu ama kendinden başkası duymadı. Sonra da kendini toparlayıp:
“Asıl siz haddinizi bilseniz iyi olur! Allah’ın kelimi diye bilinen Hazreti Musa, bu millet için ne kadar çaba ettiyse yine İsrailoğulları, kendi bildiğini okudu. Hazreti Musa, Tûr Dağı’nda Allah’la konuşurken İsrailoğulları, Samirri adında bir büyücü tarafından icat edilen buzağıya tapmaya başladılar. Sizi doğru yola döndürmeye, Hazreti Harun’un bile gücü yetmezken benim size burada doğruları anlatmam imkânsız! O yüzden ne siz kafamı şişirin ne de ben size dil dökeyim!” dedi ve hışımla oturdu. Oradakilerin hepsi, ağzı açık bir şekilde Arzu’ya bakarken hakim, yanındakilere bakıp bir şeyler mırıldandı. Arzu’nun gözlerindeki ışıltı, başının dik olması, mağrur halinden ödün vermemesi ve gözlerini daldan budaktan sakınmaması, damarlarında gezen deli kanın koyu olmasından dolayıydı.
Ramallah…
Dar bir sokakta ilerleyen Ferhat, yanında onunla birlikte yürüyen Serdengeçti’ye göz ucuyla bakıp:
“Türkiye’de olanlar, kafamı bulandırıyor usta!” diye fısıldadı. Serdengeçti, gözleri kısık bir şekilde ileriye bakarken:
“Şimdi kafan bulanmasın Hizanlı, sırası değil!” deyince Ferhat, derin bir nefes alarak:
“Ama olanlar oldu, baya bir ses gelmiş!” diye tısladı.
“Biliyorum, hak da veriyorum!”
“Ne olur sonu?”
“Bir fikrim yok! İşimizi bitirip gidelim de, gerisini sonra düşünürüz birader!” diyen Serdengeçti, aniden onun kolundan tutup çekiştirdi ve bir ara sokağa girdiler. Sırtlarını bir duvara dayadılar. Ferhat, bir şeyleri anlamaya çalışırken Serdengeçti, hafifçe eğilip öteye baktı. İki İsrail askeri, yanlarında biriyle birlikte geçerken:
“Burada!” diye fısıldadı Serdengeçti ve dönüp Ferhat’a baktı. Ferhat da eğilip bakınca, gidenleri zor da olsa görmüştü.
“Evet, bu o olmalı! Baksana, herifi nasıl da koruyorlar?”
“Ne yapalım?”
Ferhat, dönüp de içinde bulundukları ara sokağa baktı. İlerdeki bir evin penceresinde bir iki siyah bez gördü. Gülümseyerek:
“Bitlis’te beş minare türküsünü biliyor musun?” diye sordu. Serdengeçti, gözlerini kısarak:
“Bu nerden çıktı?” deyince Ferhat, gözleriyle siyah bezleri işaret etti.
Sanki o bezler, birer cilbap yani çarşafmış gibi kendilerine dolamışlar ve kadın gibi kırıtarak caddeye çıkmışlardı. Yüzlerine dek çekmişlerdi. İkisi de sakalsız olduğu için, bir nevi kendilerince şanslıydılar. İsrail askerlerinin peşinden yürürken Serdengeçti, katı bir sesle:
“Aramızda kalsın ama!” deyince Ferhat, gülümsedi ama gülümsemesi, çarşafın altında kaldı ve sadece gözlerinden belli oluyordu. Askerlere arkadan iyice yaklaşmışlardı. Nedense askerler onları fark edince hemen silahlarını doğrulttular. Ferhat ve Serdengeçti, oldukları yerde durunca askerlerden sağda olanı,
“Kimsiniz?” diye çıkışarak sordu. Ferhat, en ince ses tonuyla:
“Ben Salma!” diye ciyakladı.
“Niye bizi takip ediyorsunuz?” diye sordu diğeri. Bu sefer de sesini incelterek Serdengeçti cevap verdi.
“Biz Yahudi olmak istiyoruz!”
Ortada olan adam, yani Mirşah’ın kuzeni,
“Yahudi olunmaz, doğulur. Siz Yahudi olamazsınız!” deyince Ferhat, aniden çarşafı çıkartıp susturucuyla süslediği silahını onlara doğrulttu ve askerlerden birini indirdi; aynı şekilde Serdengeçti de hızla silahını çekmiş ve diğerini indirmişti. Mirşah’ın kuzeni, yani Hamis El Fenna, neye uğradığını şaşırmıştı. Kaçmak istedi ama Ferhat, hızla onu yakalayıp sırtını duvara yapıştırdı. Silahı, onun gırtlağına değdirip:
“Elbet biz Yahudi olamayız, elhamdülillah Müslüman’ız biz!” diye tısladı. Hamis, çaresiz gözlerle önce yerdeki askerlere sonra da bir umut etrafına baktı ama etrafta hiç kimse görünmüyordu.
Tenhaya çekmişlerdi Hamis’i; dar, boğucu bir havası olan metruk bir yere tıkmışlardı onu ve karşısına dikilerek sorguya almışlardı. Ferhat, öfkeden burnundan soluyarak sırtını duvara dayamışken Serdengeçti, biraz daha sakin bir şekilde Hamis’in karşısında durmuştu. Hamis, her ne kadar korksa da çaktırmamaya, bunu onlara yansıtmamaya çalışıyor, bir nevi ağzından bir şeyler kaçırmamak için azami gayret sarf ediyordu.
“Bak Hamis El Fenna! Eğer konuşup adam gibi bize bilgi vermezsen, şurada kafana sıkarız! Burası Müslüman’ların sokağı! Yahudi olduğunu gören bir Müslüman, kafana sıkıp leşini buraya attı derler. Hatta sizinkiler, sahte bir kalp krizi haberi yayınlayıp olayın üstünü örterler. Benden söylemesi! Adam akıllı konuş, seni salalım!”
Serdengeçti’nin sakince söylediği şeyler, Hamis’in ürkek gözlerle etrafına bakınmasına neden olmuştu. Ferhat, aniden silahını sıyırıp sürgüyü çekince Hamis’in korkusu katlandı. Dudaklarının titreyerek kıvrılması, bunun bariz göstergesiydi. Namluyu ona doğrultan Ferhat, kaş gözle silahı işaret edince Hamis, yutkundu ve rengini belli etti. Kısık bir sesle:
“Ne öğrenmek istiyorsunuz?” diye sordu. Yerinde doğruldu Ferhat.
“Bu Mirşah, Türk değil mi? Onunla nasıl akraba oluyorsun sen?”
Gülümsedi Hamis.
“Türkiye’deki herkes Türk mü sence? Mirşah da değil!”
Ferhat’ın burnundan soluyarak Serdengeçti’ye bakışı, bir kez daha hayal kırıklığına uğradığını aşikâr ediyordu. Serdengeçti, katı bir endamla Hamis’e sokularak:
“Şimdi o Türk olmayan kuzenin nerde?” diye sordu.
“Bunu size söyleyemem!” diyen Hamis, aniden yüzüne inen tokatla neye uğradığını şaşırdı. Ferhat, diğer yanağa da tokatla masaj yapınca Hamis, gözleri dolu bir şekilde:
“Ama…” diye hünkürdü. Ferhat, yumruğunu tam indirecekken Hamis, ellerini kaldırarak onu durdurttu.
“Tamam, tamam konuşacağım!”
“Söyle, bak seni arkadaşımın eline bırakırım, sabah akşam döver seni!” diyen Serdengeçti, sanki bir çocuğu korkutmak ister gibi kaş göz işareti yaptı. Hamis, yanaklarını ovarak:
“Akşama bir parti var. Benim gelmemin şerefine verilecek bir parti bu! Amerika’dan bugün geldim. Bir onur konuğumuz da olacak!” dedi. Ferhat, Hamis’in söyledikleriyle çenesini sıvazlarken Hamis, konuşmaya devam ediyordu.
“Büyük bir parti olacak, tamam mı? Herkes orada! Bugün o Türk kadını mahkum eden hakim de gelecek, şey de gelecek, adını unuttum! Mossad’ın üst düzey yöneticisi… Neydi adı?”
Serdengeçti, durgun bir tavırla:
“Misha El Yehova mı?” diye sorunca Hamis, başını salladı.
“Aynen, o!”
Ferhat, yerinde doğruldu ve Serdengeçti’ye doğru yürüdü. Onun kolundan tutup çekiştirdi ve biraz Hamis’ten uzaklaşınca da:
“Aklımda deli bir plan var. Ama üzerinde durmak lazım!” deyince Serdengeçti, derin bir nefes alarak:
“Duralım birader, duralım!” diye fısıldadı. Hamis’e döndüler. Hamis, korku dolu bir sesle:
“Bana ne yapmayı düşünüyorsunuz?” diye sordu. Ferhat, silahını sallayarak:
“Şimdi bize, parti ile ilgili geniş bir bilgi vermeni istiyoruz!” dedi. Hamis, derin bir iç çekerek konuşmaya başladı.
Tel Aviv’in kıyı bir sokağında, tenhaya düşen bir caddedeki lüks malikânede parti hazırlıkları sürüyordu. Akşama doğru intikal eden zaman dilimi, konukların birer ikişer gelmesine olanak tanımıştı. Hafif esen yeller, sabahki sıcaklığın intikamını alır gibiydi. Gökte giderek beliren minik bulutlar, güneşin de batmaya hazırlanmasını takiben bir su misali akmaya başlamıştı. Beyaz örtülerle bezenmiş minik masaların başına bırakılan kırmızı derili hafif sandalye cinsi koltuklar, misafirleri ağırlamak için adeta sabırsızca beklerken servislerle uğraşan garson kılıklı hizmetçiler, dört bir yanda gezinip eksiklikleri kontrol etmeye çalışıyordu. Müzik sistemi de kurulmuş, aletlerle uğraşmakta olan görevliler, herhangi bir aksilik yaşanmasın diye gerekli hazırlıkları yerine getiriyordu. Balkon gibi bir alanda duran Mirşah, bir eli cebinde, diğer elinde viski kadehiyle ortamı izlemeye aldı. Suratındaki mütebessim ifade, ne denli mutlu ve memnun olduğunu gösteriyordu. Birazdan burası insan yığınıyla dolacak, herkes eğlenecek ve o da mutlu olacaktı; çünkü kuzeni, yüksek tahsilini tamamlayıp Amerika’dan buraya gelmiş, hizmet için hazır halde göreve başlayacaktı. Kuzenini çok seviyordu; amcası vefat etmeden, kuzenini ona emanet etmişti ve Mirşah, Türkiye’deki görevini sürdürürken gizliden kuzenine yardım sağlıyordu. Tabi bu yardımlar, Türk lirasıyla oluyor ve gizli işlemlerle kuzenine her ay bir meblağ akışı sağlıyordu. Ama artık deşifre olmuştu. Türkiye’de olan olaylar da, bir nevi onun yüzünden meydana gelmişti. Viskisinden koca bir yudum alırken, yanında duran kadına yan gözlerle baktı.
“Ne oldu Sare, bir huzursuzluk var gibi?” diye soran Mirşah, kadının,
“İçimde bir sıkıntı var Mirşah!” demesiyle dönerek kadının iri siyah gözlerine baktı.
“Ben seni bilirim Sare, içimde bir sıkıntı var dediğin an, mutlaka bir aksilik olur. Amcam kaza yapmadan önce de öyle demiştin!”
Buğday tenli kadın, dolgun kızıl dudaklarını bir refleksmiş gibi hızla ufak bir yaladıktan sonra demir rengi saçlarını geriye iterek:
“Evet, demiştim!” diye sayıkladı. Mirşah, viski kadehini ona uzatarak:
“İç bir yudum Sare, belki rahatlarsın!” dedi. Sare, kadehi alıp tek yudumda dibini getirince Mirşah, boş kadehi alıp yanından geçmekte olan garsona uzattı.
“Kardeşim Hamis, bizim durumumuzu öğrendiğinde, acaba nasıl bir tepki verecek? Açıkçası korkuyorum.”
Gülümsedi Mirşah, kadının kolundan tutup kendine doğru çekiştirdi ve kendine yapıştırıp yanağına bir öpücük kondurduktan sonra:
“Korkmana gerek yok Sare! Hamis, anlayışlı bir çocuktur. Bunu anlayışla karşılayacağına eminim!” dedi.
“Umarım öyledir! Eğer öyle değilse, Musa’nın yardığı denizler bile onun öfkesinin yanında bir hiçtir. Ben kardeşimden korkuyorum!”
“Bunları düşünme şimdi! Baksana, muhteşem bir parti hazırlığı var! Bu akşam eğlenecek, keyif çıkaracağız! Kardeşinin şerefine verdiğim bu partide, elbet kardeşin de aramızdaki bu durumu bilmeli! Hem ondan saklamaya devam edersek, onu daha da çok kızdırmış oluruz! Değil mi? O zaman Tanrı da kızar.”
“Ah Mirşah, bazen öyle güzel konuşuyorsun ki, aklımı başımdan alıyorsun!”
“Seni seviyorum bebeğim!” diye fısıldayan Mirşah, Sare’nin dudaklarına ufak bir öpücük kondurunca Sare, gözlerini yumarak:
“Ben de seni seviyorum!” diye fısıldadı.
Kara bir örtü gibi sardı karanlık, yıldızlı gecelerden biri yaşandı bu mukaddes kokan beldeye ve bulutların birazcık kalabalık olmasına yer hazırladı gökyüzü; hafif esen yelin dozajı biraz artmıştı, yıldızlar da cümbüş dolu bir gece yaşatmak için kalabalık olunca bulutlar, her ne kadar çok olsa da dağınık bir vaziyet izleyerek yıldızlara yer ayırmışlardı.
Bir arabanın içindeydiler; hafif hurda gibi görünen bir aracın ön koltuğunda oturan Hamis, yüzünde endişe dolu bir ifadeyle etrafına bakınıp duruyordu. Şoför koltuğunda oturan Serdengeçti, üstündeki İsrail askerlerine ait üniformadan pek de memnun olmamış bir ifadeyle burnundan soluyordu. Arka koltukta oturan Ferhat da ondan farksız değildi.
“Birader, bari bir takım elbise giyeydik!” diyen Ferhat, Serdengeçti’nin,
“Yemezlerdi birader!” demesiyle:
“Ya kaç kişi görmüş ki, İsrail askerlerinin bu herifi koruduğunu?” diye sordu. Araya girdi Hamis.
“Mirşah… O biliyordu!”
Ferhat, onun ensesine bir şamar indirip:
“Sen sus lan!” diye çıkıştı. Serdengeçti tebessüm ederken Hamis, ensesine dokunup:
“Ben sizin için söyledim!” dedi.
“Her neyse!” diyen Serdengeçti, Hamis’e dönerek:
“Bak Hamis El Fenna! Eğer ufacık bir pot dahi kırarsan, üstündeki bombayı patlatırım! Ona göre akıllı ol!” dedi. Hamis, üstüne yavaşça dokunarak derin bir nefes aldı.
“Tamam!” diye fısıldaması, pek de gelecek vaat etmese de Serdengeçti, ikna olmuş gibi önüne döndü. Ferhat, ilerdeki yol ayrımını işaret ederek:
“Sağdan birader, sağdan sap!” dedi. Serdengeçti, başını salladıktan sonra sağ şeritten saptı ve azami bir hızla yolda seyir etti.
Parti başlamıştı; hafif bir müzik dolanıyordu etrafta, garsonlar servis işleriyle uğraşıyordu ve göz dolduran bir tablo hakimdi. Kimi insanlar, kendi aralarında konuşurken kimileri yanındaki kadınlarla dansa kalkmış, kimileri de bir şeyler içerek eğlenceye katılım sağlıyordu. Malikânenin avlusu, görkemli bir şenliğe göğüs germişti. Mirşah, yanında Sare ile birlikte misafirlerle ilgilenirken etrafta gezinen korumalar, nedense gözlere ters bir durummuş gibi lanse ediliyordu. Takım elbiseli, iri yarı adamlar, kulaklarında kulaklıklar, yakalarında mikrofonlarla dolaşıp duruyordu. Bir masanın önünde duran Mirşah, masada bekleyen ve viskiyle geceye katılan kirli sakallı, tombul vücutlu ve seyrek saçlı adamı tepeden tırnağa süzdükten sonra:
“Dostum, seni görmek ne güzel!” dedi. Adam, onun uzattığı eli sıkarken:
“Seni de… Parti fikrin iyiymiş dostum, beğendim!” dedi ve Sare’yi işaret ederek:
“Beni, bu güzellikle tanıştırmayacak mısın?” diye sordu.
“Ah, tabi!” diyen Mirşah, Sare’ye dönerek:
“Partinin şerefli konuğu Hamis El Fenna’nın ablası Sare El Fenna!” diye takdim etti. Sare, adamın uzanan elini sıkarken Mirşah, kadının elini nazikçe öpen adama tiksinç gözlerle bakarak:
“Dostumuz, Vasilly… Kendisi, önemli ve kıymetli bir ortağımız olur Sare!” dedi. Sare, başını sallayarak:
“Memnun oldum Vasilly, hoş geldiniz!” dedi. Vasilly, ağzı kulaklarında bir şekilde:
“Ben de memnun oldum Bayan, hem de çok!” dedi. Sare, nazikçe kafasını eğerken Mirşah, kadına dönerek:
“Sare, sen devam et lütfen, bizim konuşmamız gerek!” dedi.
“Tabi!” diyen Sare, Vasilly’ye dönerek:
“Tekrar memnun oldum!” dedi.
“Ben de…” diyen Vasilly, uzaklaşmakta olan kadının arkasından bir müddet baktıktan sonra derin bir iç çekti. Mirşah, adamın ağzının suyunu tiksinç gözlerle süzdükten sonra katı bir sesle:
“Göz zevkini bozmak istemem dostum! Ama Sare, benim sözlüm olur!” deyince Vasilly, birden bire:
“Lanet olsun dostum, bunu neden daha önce söylemedin? Hevesim ve hayalim kursağımda kaldı adamım! Her neyse!” diye çemkirdi. Gülümsedi Mirşah, masaya yaslanırken:
“Onu bunu boş ver dostum! Birazdan kardeşi gelecek ve daha onun haberi yok! Biliyorsun ki Hamis ve Sare, benim kuzenlerim oluyor!” deyince Vasilly, tebessüm ederek:
“Ah dostum, benim işe yaramaz biri olduğumu mu düşünüyorsun? Hayır, elbette ki haberim var! Amerika’dayken Hamis için neler yaptığını az çok gördüm! Ah şu Türklerin parasıyla Hamis’i doyurup beslemen, harika bir işti adamım!” dedi.
“Aksa’nın arka duvarındaki oyukluk, her geçen gün daha da kazılıyor dostum! Seni de buraya davet ettik, çünkü Hamis’le birlikte çalışacaksınız!”
“Adamım, bu çok riskli bir iş! Yani Müslümanların değer verdiği bir yeri kazmak, hele de tadilat adı altında oymak, fena bir plana benzemiyor ama Müslümanlar uyanıktır adamım! Bunu hemen çözerler.”
“Hiç kimse, biz Yahudiler kadar uyanık değildir dostum, bunu sakın unutma!”
“Unutmam da adamım, ben Yahudi değilim, bir Hıristiyan’ım!”
“Ah fark etmez, Müslüman olma da, istersen ateist ol! Yine de amacımız aynıysa, hiçbir sıkıntı yok!”
“Seni seviyorum dostum!” diyen Vasilly, elini Mirşah’ın omzuna koyarak:
“Dostum, biliyor musun? Kaç zamandır kadın yüzü görmedim! Resmen kasıklarım yanıyor. Partiden sonra benim için de küçük bir parti hazırlasan diyorum, ha?” diye sordu.
“Merak etme!” diyen Mirşah, yerinde doğrulup:
“Ben misafirlere bir bakayım!” dedi ve onun yanından ayrıldı. Vasilly, viskisinden koca bir yudum alarak yan masadaki esmer tenli kadına bakıp göz kırptı. Kadın oralı olmadı ve önüne bakarak adeta onu umursamadı. Vasilly, kısık bir sesle:
“Lanet olsun!” diye fısıldadı.
Sare, bir kadının yanında durmuş ve onunla konuşurken Mirşah, gelip yanında durunca Sare, hafifçe ona sokularak:
“Kardeşim gelmedi, içimde bir sıkıntı var Mirşah!” diye fısıldadı. Sonra da o kadını yalnız bırakarak birlikte tenhaya doğru adımlarını attılar. Mirşah, kolundaki altın işlemeli saate tepeden baktıktan sonra:
“Gelir birazdan bebeğim!” dedi. O sırada bir adam, korumalardan biri, yanlarında durup:
“Efendim, Bay Hamis’in olduğu araba, malikâneye yaklaşmakta!” diye haberi verirken Sare, ellerini çenesinin altında birleştirip:
“Ah Tanrım şükürler olsun!” diye fısıldadı.
Arabayı durduklarında Ferhat, hemen arka kapıdan inerek Hamis’in kapısını açtı. Serdengeçti de diğer taraftan inerek etrafa bakındı. Mirşah’ın geldiğini gördüklerinde Ferhat, yavaşça Serdengeçti’ye yaklaştı. Yüzlerini saklamak istercesine bir tavır takınarak geriye çekilirlerken Mirşah, Hamis’e sarılıp onu sarmaladı. Sare de kardeşiyle kucaklaştı. Mirşah, Hamis’in tedirgin tavırlarına bir anlam veremiyordu. Ferhat’la Serdengeçti, daha da geriye çekilerek bir nebze gözlerden ırak olmaya çalışıyordu.
“Ah iyi misin bebeğim, seni solgun gördüm!” diyen Sare, kardeşine her ne kadar yakın durmaya çalışsa da Hamis, üstündeki bombadan dolayı fazla yakın duramıyordu ve Sare, ister istemez bunu yadırgamıştı. Mirşah da bir şeylerden işkillense de Hamis’e belli etmemeye gayret ediyordu. Onların giderek uzaklaşması, Ferhat’ı rahatlatmış gibiydi ama aniden Mirşah, onlara dönerek:
“Hey çocuklar, neden siz de eğlenceye katılmıyorsunuz? Yorgunluğunuzu atmanızı öneririm!” diye seslendi. Ferhat, yüzünü karanlığa düşecek şekilde ve bir de şapkasını daha da yüzüne çekerek boğuk bir sesle, daha doğrusu sesini değiştirmeye çalışarak:
“Tabi efendim!” dedi. Mirşah’ın gözleri kısıldı, kulaklarına doluşan tanıdık sesi analiz ederken beyninde dolanan film şeritlerine göz gezdirdi ve bu tanıdık sese ait siluetler arayıp durdu. Ama hiçbir şey bulamayınca vazgeçti. Sare ve Hamis de çoktan kalabalığa karışmıştı. Mirşah da onları takip ederken Ferhat ve Serdengeçti, yavaşça onlara doğru adımlarını attı.
Hamis, ablasının uzattığı viski kadehini tepesine dikerek tek yudumda içerken ablası, kısık gözlerle kardeşinin suratını inceledi ve onun bu haline bir anlam vermek istedi. Kardeşi çok endişeli, tedirgin ve garip davranıyordu. Bir sebebi olmalıydı. Normalde Hamis,eğlenceli biriydi; sevecen, şen şakrak ve esprili bir tavrı vardı ama şu anki Hamis, bambaşka biriydi ve Sare, ister istemez endişelenmeye başlamıştı.
“Neyin var bebeğim?” diye sorup anlamaya çalışırken Hamis, etrafına bakınarak Ferhat’ların nerde olabileceğini anlamak istedi. Birkaç kişi vardı aralarında ve oldukça yakınındaydı. Eğer ters bir hareket yaparsa, hiçbir şeyi düşünmezler ve kumandayla bombayı patlatırlardı. Sakin olmaya çalıştı, rengini örtmeye karar verdi ve ablasına dönerek:
“Yorgunum Sare! Üzgünüm, endişelenmeye gerek yok!” diye yalan söyledi. Ablası inanmadı tabi, kardeşi ne kadar yorgun olsa da yine eğlenceli halinden ödün vermezdi. Az sonra Mirşah, yanında Vasilly’yle birlikte geldiğinde Hamis, bir ara göz ucuyla Ferhat’a baktıktan sonra gelen adamın elini sıkmış, onunla tanışmış ve birkaç kelam konuşmuşlardı. Ferhat, ne yapsa da konuşulanları duyamıyordu.
“Ne konuşuyor lan bunlar?” diye mırıldanırken Serdengeçti, masada duran tabaktaki kanepelerden bir tane ağzına atıp:
“Hazır ol Hizanlı, şu Mirşah’ı alıp çıkalım!” dedi. Ferhat, etrafına bakınarak:
“Baya kalabalık ama! Baksana korumalara, herifi kolay alamayız!” dedi. Serdengeçti etrafına bakınırken birkaç korumanın toplanıp Mirşah’lara doğru gittiğini gördü. İşkillendi, Ferhat’a sokularak:
“Baksana Hizanlı, bir şeyler oluyor!” dedi. Ferhat da görmüştü. Ona hak verdi.
“Evet, gördüm! Burnuma kötü kokular geliyor usta!”
Korumalar, Mirşah’ın yanında durdu. Biri, onun kulağına eğilip bir şeyler fısıldarken Mirşah’ın gözleri, iri bir vaziyet aldı. Birden irkilerek Hamis’e baktı. Eğilerek:
“Bu yanındaki askerler, bizim adamın gönderdiği askerler mi Hamis?” diye sordu. Yutkundu Hamis, ne diyeceğini bilemedi, kısa bir duraklayınca Mirşah, iyice işkillendi ve cevap bile almadan yanındaki korumalara dönerek:
“Sessizce ve sakince şu iki askeri alın!” deyince korumalar, harekete geçmek için kıpırdandı. Ama Ferhat ve Serdengeçti, onlardan evvel davrandı. Ferhat, hızla silahını sıyırıp havaya bir iki el ateş ederken Serdengeçti, cebindeki kumandayı çıkarıp Mirşah’lara doğru yürüdü. Ferhat, gür bir sesle:
“Kimse kımıldamasın, sakın kahramanlık yapmaya kalkmasın kimse! Yoksa burayı ateş topuna çeviririz!” diye bağırdı. Hamis’in ürkek dolu bakışları, Sare’nin yüreğine otururken Mirşah, bir şeyler yapmak için etrafına bakınmaya başlamıştı; Ferhat ve Serdengeçti, iyice onlara yaklaşmıştı ve birden Serdengeçti, elini Hamis’e doğru uzatıp gel diye işaret yaptı. Hamis, çaresiz bir şekilde adımlarını atarken Ferhat, silahın namlusunu etrafta gezdirerek tedbiri elden bırakmıyordu. Serdengeçti, Hamis’i kıskıvrak yakalayıp tişörtünü çıkarması için el hareketi yaptı. Hamis, kırmızı tişörtünü çıkartınca Sare, hıçkırıklar içerisinde sayıkladı. Serdengeçti, elindeki kumandayı sallayarak:
“Bu bir imha operasyonudur. Eğer tek bir hareket bile olursa, burasının alev topuna dönmesi için, gözümü kırpmadan pime basarım! Yüce Türk Devleti’nin bir ikazı, bir uyarısı ve bir celladıyım! Ama devletimin benden haberi yok, bu operasyondan zerre mesul değildir. Her şeyi biz planladık! Ben, Türk devletinin serdengeçti bir neferiyim! Canım da, kanım da devletime helaldir. Şimdi sizler akıllı uslu durun!” diye seslendi. Mirşah, derin bir nefes alarak:
“Her şeyi biliyorum Serdengeçti, her şeyden haberim var! Eğer ölmek istemiyorsanız, bu delilikten vazgeçin!” deyince Ferhat, silahın namlusunu ona doğrultup:
“Kes lan sesini! Bizi sattın sen!” diye çıkıştı.
“Ben kimseyi satmadım, görevimi yaptım! Tıpkı sizin gibi…”
Serdengeçti, sert bir tavırla:
“Görevin, ihanet etmek miydi lan?” diye çıkışınca Mirşah, suratında ince bir tebessümle:
“Size göre ihanet, bana göre sadakat Serdengeçti!” dedi. Ferhat, hafifçe başını sallayarak:
“Bizimle geleceksin Mirşah! Aksi takdirde burası, yangın yerine döner!” dedi. O sırada bir ses:
“Kimse bir yere gidemeyecek! Ne siz buradan çıkacaksınız ne de Mirşah buradan gidecek!” diye duyulunca Ferhat, irkilerek sesin geldiği tarafa döndü. Bu sesi tanıyorlardı, tanıdık bir ses duymuşlardı. Serdengeçti de şaşırdı, Ferhat’la bakıştıktan sonra merdivenlerde duran Atilla’ya baktı. Birden etraflarına etten duvarlar örüldü, silahların namluları doğrultuldu onlara ve bütün seçenekler imha oldu. Hamis, bir umut ablasına bakarken Sare, hâlâ endişe dolu bakışlarını Mirşah’tan ayırmıyordu. Atilla, merdivenden birkaç basamak daha inerken:
“Bir akıllılık yapıp vazgeçin derim, yoksa pişman olacak vaktiniz bile olmayacak!” deyince Ferhat, yutkunarak etrafını ören adamlara göz gezdirdi. Serdengeçti, derin bir nefes alarak:
“Seni burada görmek, ne güzel Atilla Alay! Ait olduğun yerdesin, zındıkların arasındasın, güzel!” dedi. Atilla, merdiven basamaklarının sonuncusunda durarak:
“Doğru, ait olduğum yerdeyim ama zındık falan değilim! Bu bir ticaret gibi! Fikrin neyse, fiilin de odur!” dedi. Ferhat, dişlerinin arasından:
“Yani hainim, ihanet ediyorum diyorsun, öyle mi?” deyince Atilla, tebessüm ederek:
“Mirşah’ın dediği gibi… Size göre ihanet, bize göre sadakat…” dedikten sonra sağ elini havaya kaldırdı.
“Bu elim inerse, siz de inmiş olursunuz! Son defa söylüyorum! Bombanın patlaması ya da patlamaması zerre umurumda değil! Vazgeçin ve teslim olun!”
Ferhat, önce etrafına sonra da Serdengeçti’ye baktı; Serdengeçti, Hamis’i sımsıkı tutmuştu ve burnundan soluyarak gözlerini Mirşah’a dikmişti. Mirşah, alaylı bir şekilde sırıtıyordu. Sare desen endişe yumağı haline gelmişti. Birden bir kargaşa duyuldu. Avlu kapısında beliren kalabalık, Ferhat’ı aniden atağa geçirdi ve hızla takla atarak silahını rastgele ateşledi. Sare, can havliyle kendini Hamis’in önüne atmak istedi ve gelen kurşuna göğüs gerince karın boşluğundan vuruldu. Hamis, avazı çıktığı kadar bağırınca Serdengeçti, düşünmeden kumandanın pimine bastı. Ama bomba patlamadı, tekrar bastı ve yine olmadı ve bir daha bastı, gene olmadı. Patlamamıştı bomba ve o sırada Mirşah, hızla onun üstüne atılarak sert bir kafayla Serdengeçti’yi geri püskürttü. Elindeki kumandanın düşmesiyle Mirşah, Serdengeçti’yi arkadan sımsıkı kavrayıp Ferhat’ı hedef aldı. O sırada avluya giren kalabalığın açtığı ateşle, attığı taşlarla ve fırlattığı sopalarla ortam, bir anda savaş alanına dönmüştü. Ferhat, yerde taklalar atarak Mirşah’ın hedefinden kurtulmak istedikçe Mirşah, daha da azgın bir şekilde silahın tetiğine basıyor ve Ferhat’ı indirmeye çalışıyordu. Atilla’nın adamlardan düşenler, kafalarına sopa yiyenler ve taşlarla kafaları kanayanlar, kalabalığın da çalkalanmasıyla birlikte tam bir kaos ortamı peyda olmuştu. Can çekişmekte olan Sare, acıyla inleyip dururken Hamis, ablasına yardım etmek için adeta can atıyordu. Etrafa, ambulans ve yardım için bağırıp çağırıyordu. Serdengeçti, Mirşah’ın elinden kurtulmak için dirseğiyle sert bir darbe karnına indirince Mirşah, öksürükler içerisinde hafif bir sendeledi ve Serdengeçti, bulduğu boşluktan yararlanıp geriye doğru bir tekme de indirdi ve Mirşah, sırtüstü yere düştü. Serdengeçti koşmaya başladı, deli gibi koşarken Mirşah, yerdeyken onu hedef aldı ve üst üste tetiğe bastı. Sırtından aldığı kurşunlarla acıyla buluşan Serdengeçti, bir anda dünyası durmuş bir şekilde yerinde kalakaldı. Ferhat, avazı çıktığı kadar bağırırken Mirşah, durmadan bir iki el daha ateş etti ve Serdengeçti, yüzüstü yere düştü. Bir iki kişi, hızla Ferhat’a çullandı; sert yumruklar ve tekmelerle Ferhat’ı yere yıkarlarken o kalabalık grup, Ferhat’ı kurtarmak için hamle yaptı ama açılan ateşle geri dönmek zorunda kaldılar ve kalabalıktan birkaç kişi, çevik bir şekilde yerdeki Serdengeçti’yi kaptıkları gibi gerisin geri çekildiler. Ferhat’ın yere düşmesi, tekmelere meze olması ve yumruklara göğüs germesi, birkaç saniyede gerçekleşmişti. Kalabalık gruptan yükselen ateşler, birkaç korumanın yere düşmesine neden olurken Ferhat’ı tekmeleyenler, Mirşah’ın kalkan eliyle durdu ve Ferhat’ın kendinden geçmiş halini alıp geriye çekildiler.
Hızla ambulansa alınmıştı Sare, ilk müdahalesi yapılmış ve hızla hastaneye kaldırılmak için harekete geçilmişti. Ambulansta, ablasının başucunda bekliyordu Hamis; kendinde değildi Sare, bilinci kapalı ve üstüne serumlar çekilmişti. Oksijen hortumları çekilmişti burnuna, kanı durdurulmaya çalışılıyordu ve Hamis, ablası için içten içe gözyaşı döküyordu.
Mirşah, partinin mahvolmasına her ne kadar üzülse de yapacak bir şey yoktu; olan olmuştu ve şimdiki tek temennisi, Sare’nin iyi olması ve gözlerini açmasıydı. Malikânenin en alt katında, bodrum gibi bir yere getirilmişti Ferhat; elinden bağlanmış ve çarmıha gerilmiş gibi duvara sabit bir hale bağlanmıştı. Yarı baygın bir haldeydi Ferhat, ağzından ve burnundan kanlar akıyordu, gözleri morarmış, yüzü gözü mosmor olmuştu ve zor bir şekilde ayakta durabiliyordu. Karşısında duran Mirşah, ellerini ceplerine yerleştirerek:
“Zıpladınız, zıpladınız ve düştünüz! Ben size dedim, vazgeçin bu işten dedim! Ama beni, ne Türkiye’de dinlediniz ne de burada dinlediniz! İlla Misha’yı alacağız dediniz, alamadınız! Şimdi de canınızdan olacaksınız!” diye tısladı. Ferhat’tan bir homurdanma yükseldi. Ne dediği anlaşılmıyordu.
“Dua et Sare kurtulsun, yoksa kafana sıkarım!”
“O bize lazım Mirşah!” diye duyulan ses, Mirşah’ın toparlanmasına neden oldu. Atilla ona doğru yürürken Mirşah, daha da toparlanarak hürmetkâr bir edaya büründü. Atilla, Ferhat’ın karşısında durunca:
“O bize lazım! Türkiye’de olanları duymuş olman gerek! İyice köşeye sıkıştık! Belki bunlar, bizim reçetemiz olabilir Mirşah!” dedi. Mirşah, burnundan soluyarak:
“Kafalarına sıkmak, bizim en iyi reçetemizdir efendim!” der demez Atilla, kaşları çatık bir şekilde:
“Kendine gel, sakin ol! Ferhat Hizanlı denilen bu adam, Türklerin en kıdemli milislerinden sadece biri! Onu iyi kullanırsak, en kıymetli bir hazineden farkı olmaz! Bu yüzden dediğimi yapacaksınız!” dedi.
“Emredersiniz efendim! Ne yapmamızı istersiniz?”
“Şimdilik Kolan’a götür! Kalsın orada! Uygun zamanı gelince, değerlendirmeye alacağım! Bizim başka işlerimiz var.”
“Anlaşıldı efendim!”
Atilla tam gidecekken döndü, sesine azarlar bir ton katarak:
“Bu kadar hırpalandığı yeter, daha burnu kanamasın!” diye çıkıştı. Mirşah, uslu bir çocuk gibi:
“Emredersiniz!” diye sayıklayınca Atilla, son defa Ferhat’a baktıktan sonra kapıya doğru adımlarını hızlandırdı.
🌏🌏🌏
Devamı Kısım 3'te...
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top