/Kısım 1
Kıymetli okurlarımız!
Filistin; kendini müslüman bilen, vicdan ve insaf sahibi herkesin ortak yarası, kanı durmayan bir ızdırabıdır. İsrail'in ve siyonist Yahudilerin insaf bilmez ve amansız saldırıları her daim sürmekte, hız kesmeden devam etmektedir. Osmanlı devletinde olduğu gibi yine mutlaka İslam hakimiyeti doğacak ve bu yaramız da mutlaka sarılacaktır. Buna inancımız da tam, umudumuz da her daim vardır.
İşte bundan ötürü biz de kurduğumuz TİM ile birlikte Filistin'e girdik ve oradaki ateşe kendi gücümüzle su çalmaya gayret ettik. Hazreti İbrahim'in atıldığı ateşe ağzında su taşıyan karınca misali, hiç değilse tarafımız belli olsun diyerek kendimizce bir şeyler karaladık, buyurun o halde kurgumuzun ilk kısmına...
🌏🌏🌏
FİLİSTİN - GAZZE
Kavuran bir sıcaklık sarmıştı dört bir yanı, her tarafta boğuk, insanı kavuran ve adeta tenini terlere meze eden bir sıcaklık peyda olmuştu; hele de işin içine öğlen sıcağı girince, daha da bir kavrulma meselesi hasıl olmuştu. Dağınık haldeki bulutlar, sıcakları arttırmaktan başka bir işe yaramıyordu. Havada yel desen sıfır, yaprak dahi kımıldamaz bir haldeydi.
Kudüs, Mescid-i Aksa çevresinde biriken kalabalık, yoğun bir turist akınının hasıl olduğunun göstergesiydi. Kafilelere eşlik eden rehberler, onlara yol gösterip bilgiler verirken aralarında biri, nedense çok tanıdık geliyordu. Beyaz türbanı, yakasını da örtmüştü; giydiği gri ve uzun libasıyla gözlere çarpan kadın, beyaz teni ve güzelliğiyle de dikkat çekiyordu. Hiç kuşkusuz bu kadın, Arzu Oktaylar'dan başkası değildi. Tur rehberleriyle birlikte gezinirken Aksa'yı görebilme hevesi, gözlerinde inci gibi parlıyordu. Kapıdaki İsrail askerleri, gelenlerin pasaportlarını kontrol etmekle uğraşırken Arzu, gözlerinde ışıltılarla etrafına bakınıp duruyordu. Yıllardır bunu beklemişti, bu kutsal yeri görmeyi, atmosferini solumayı ve mukaddesatını hissetmeyi arzulamıştı. Nihayet de olmuştu. Yazıldığı bir tur rehberiyle buraya gelmiş, hasretini gidermek için avlu kapısında durmuştu. Hava ne kadar sıcak olursa olsun, ne kadar bunaltıcı olursa olsun, bu mukaddes beldenin refah havası, dimağını okşayıp garip bir serinlik bahşediyordu. Derin bir iç çekerken buraya olan hevesi, arzusu ve isteğini aldığı nefesin atmosferinde ilmek ilmek hissetti Arzu.
Bir İsrail askerinin,
"Bu kimin pasaportu?" diye sormasıyla, daldığı düşüncelerden sıyrıldı. Askerin salladığı pasaport, Arzu'nun dikkatini çekmişti. Evet, onun pasaportuydu. Yaklaşarak
"Benim o!" diye sayıkladı.
"Geçersiz bu!"
Birden irkildi, suratına tokat yemişçesine sarsıldı ve yutkundu. Askerin elindeki pasaportu işaret ederek:
"Hayır geçersiz değil! Her şeyi tam! Eksik bir şeyi yok!" diye itiraz etse de asker, bir robot gibi:
"Sıradaki!" diyerek onu es geçmeye çalıştı. Arzu üsteledi,
"Tekrar bakın lütfen, geçersiz olamaz!" diye diretse de asker, onun omzundan tutup geri itekledi. Arzu, hızla askeri iteklerken oradakiler, şaşkın bir şekilde bakıştı. Öfkeli bir sesle,
"Bana dokunamazsın!" diye çıkışan Arzu, askerin küstah bir şekilde sırıttığını görünce, derdinin başka olduğunu fark etti.
"Seni şikayet ederim!"
"İstediğin yere şikayet et! Buradan geçemezsin!" diyen asker, silahın namlusunu Arzu'ya dokununca Arzu, nerden geldiği bilinmeyen bir cesaretle ve özgüvenle hızla ona doğru adımladı. Asker bir adım geri çekildi, ister istemez kadından ürkmüştü; Arzu, demire bulanmış cesaretiyle adımlarını ona doğru atarken asker, bir adım daha geriye attı ve silahın namlusunu iyice kadına çevirdi. Arzu, askerin dibinde durarak:
"Kendine gel! Karşında bir Türk var senin!" diye tısladı. Asker, diğer arkadaşlarına bakıp Aramice bir şeyler deyince Arzu, kendisine doğru gelmekte olan askerlere karşı koymak istedi ama etrafına dizilen askerler, kadını kıskıvrak yakalamıştı. Diğer turistler de geri çekilmiş, açıkçası bu belaya bulaşmak istemedikleri için uzak durmayı tercih etmişlerdi. Arzu, birden arkadan kıskıvrak yakalandı ve iki kişi de önden kadını kuşatırken bir asker, hızla bileklerine plastik kelepçeleri takmayı başardı. Arzu, avazı çıktığı kadar:
"Bunun bedelini ödeyeceksiniz! Türkiye, bunu yanınıza bırakmaz!" diye bağırırken etraftakiler, hayıflı gözlerle onu izlemekten başka bir şey yapamıyorlardı.
***
İki gün geçti aradan; havanın tipi, rengi ve kokusu değişmemişti ve aynı havayı soluyup duruyordu Filistin.
"Arzu Oktaylar, İsrail askerleri tarafından terörist diye lanse edilerek alındı. Mossad, gizli bir araştırma başlattı! Türkiye elçileriyle görüşmeler yapılıyor. Ama kadından haber yok!" diyen Merdan, gözlerini Ferhat'tan ayırmadan,
"Sanırım bu kadını tanıdın, değil mi?" diye sordu. Ferhat, uzun saçlarını geriye iterek:
"Tanıdım tanımasına da, bu kadının burada ne işi var?" diye fısıldadı. Serdengeçti lafa girdi.
"Senin için gelmiştir, olamaz mı?" deyince Ferhat, gözlerini devirerek ona baktı. Gülümsedi Serdengeçti, bir gözünü kırparak durum yoklaması çekti. Merdan, araya girerek:
"Bir turist kafilesiyle, Mescid-i Aksa'yı ziyarete gelmiş anlaşılan! Ama İsrail askerleri, onun pasaportunun geçersiz olduğuna hükmetmiş! Yapılan araştırma, bunu doğruluyor. Nedense pasaportu, gerçekten de geçersiz çıktı! Aklım almıyor beyler!" dedi. Ferhat, yerinde doğrularak:
"Benim de almıyor beyler! Şayet geçersiz olsaydı, Türkiye'den çıkamazdı. Bu işin içinde, başka bir iş var. Hele bir Mirşah gelsin de..." diye tasdik etti. Ramallah'ta, bir ara sokağın sonundaki iki katlı müstakil bir evdeydiler; kenar mahalle diye bilinen yerde, az çok insanlar vardı ve bir iki Yahudi komşuları da mevcuttu. Arada bir karşılaşıyorlar, onlar da Filistin halkındanmış gibi kamufle olmayı tercih ediyorlardı. Bir ara Merdan, yanlışlıkla Türkçe bir kelime kurmuş ve az kalsın yakalanma eşiğine gelmişlerdi. Fakat işte Serdengeçti'nin pratik zekasıyla kıvırmayı başarmışlardı.
"Onu bunu boş verin de, Türkiye'de olanlara ne dersiniz?" diye soran Ferhat, ortamdaki sessizliği dağıttı. Merdan, çenesini sıvazlayarak:
"Bizim kalmamızı isteyenler, demek ki işe el atmışlar beyler! Mecburen sorgulamayacak, kalacak ve bu görevi bitireceğiz!" dedi. Serdengeçti, derin bir nefes alarak:
"İyi diyorsun, hoş diyorsun da bilader! Aklımız da onlarda yani!" dedi. Merdan, ona da bir reçete sundu.
"Merak etme, görevimizi bitirip gidecek ve içimizdeki kurtları öldüreceğiz!" dedi. Kapının çalması, onları teyakkuza düşürdü. Silahını sıyıran Merdan, diğerlerinin de teyakkuza gelmesiyle kapıya doğru birkaç adım attı. Serdengeçti, bir duvara sırtını dayarak beklerken Ferhat, diğer tarafa yaslanıp beklemeye geçti. Merdan, yavaşça kapıyı açarak kenarından baktı ve gelenin dost olduğunu anlayınca, boştaki eliyle sakin olun dercesine bir işaret yolladı. İçeriye bir sükunet indi. Seyrek siyah sakallı, ince bıyıklı ve tombul vücutlu bir adam gelmişti. Kıvırcık siyah saçlarının az olması, onun genç imajına bir gençlik bahşetmişti.
"Selamün aleyküm kardeşler!" diyen adam, salona geldiğinde endişeli suratlarla karşılaştı. Gülümseyen Merdan,
"Aleyküm selam Mirşah, ne yaptın?" diye sordu. Mirşah denilen adam, bir yastığa kurularak onların da kuruluşuna göz gezdirdikten sonra:
"İstediğiniz araştırmayı yaptım! Tel Aviv'in batı bölgesindeki Navara kısmında, malum kişinin kaldığını tespit ettim!" dedi.
"Misha El Yehova, bizim için çok önemli biri Mirşah! Onu bulmak için, gerekirse her yeri ateşe veririz, bunu biliyorsun! O yüzden umarım iyi bir araştırma yapmışsındır."
Mirşah, bunu diyen Merdan'a dönerek:
"Arkadaş, merak etme! Ben işimin ehliyim! Misha'yı ne yapacaksınız peki?" diye sordu. Serdengeçti, tebessüm ederek:
"Öpeceğiz Mirşah, öpeceğiz!" deyince Mirşah, gözleri iri bir şekilde ona baktı.
"Misha, öpülmekten hoşlanmaz!" diyen Mirşah, kaşları kavisli bir şekil alırken Merdan,
"Bizden hoşlanacağına eminim!" dedi. Serdengeçti, içindeki sıkıntıyı bertaraf etmek için yutkunduktan sonra yerinde doğruldu.
"O zaman operasyona başlayalım beyler!"
Karanlık çöktü her yere, berrak bir gökyüzüyle bulutlara yol göründü belki de ve hafif esen yel, şefkatli bir anne gibi saçları okşadıktan sonra yoluna devam ediyordu.
Kıytırık bir kamyonetin kasasında oturmuştu; yüzüne çektiği siyah bere, gözleri hariç simasını ablukaya almıştı, kafasındaki başka siyah bir bere, saçlarını sarıp sarmalamıştı ve giydiği simsiyah elbiselerle kara bir örtüye bürünmüştü. Kara örtü, onun kimliği gibi yapışırken bedenine, elinde tuttuğu uzun namlulu tüfekle etrafı katı gözlerle kolaçan ediyor, kasanın ikide bir sallanmasına katlanmaya çalışıyor ve dengesini koruyarak dik durmaya gayret ediyordu. Kamyoneti sürmekte olan Merdan, arada bir dikiz aynasından arkasına bakıyor; yanında oturmakta olan Ferhat ve Mirşah da, temkinli gözlerle etrafı kolaçan ediyordu. Bir köşeden dönerlerken önlerinde ilerlemekte olan bir İsrail asker tankını fark ettiler. Merdan, hızla direksiyonu kırıp bir ara sokağa daldı. Bu hızla kasada olan Serdengeçti, sarsılarak az kalsın yolun ortasına düşecekti; hafif de dalmıştı, sarsılınca kendine geldi ve yüzünü örten bere gevşedi, yüzü meydana çıkınca da tekrar örtmek zorunda kaldı.
"Yavaş ol birader!" diye fısıldaması, ondan başka kimseye ulaşmadı. Bir noktada duran kamyonetin beyaz demirine tutunarak aşağı atlayan Serdengeçti, şoför mahallinden inen Merdan'a yaklaşarak:
"Ne oldu?" diye sordu.
"İsrail askerleri, devriye geziyordu. Mecbur buraya girmek zorunda kaldım!" diyen Merdan, yanlarında duran Mirşah'ın yüzünü inceleyerek:
"Evet adamım, ne taraftan?" diye sordu. Mirşah, etrafına göz gezdirdi. Sağ taraftaki harabe ve metruk yapıyı işaret ederek:
"Şunun içinde, hafif geniş bir delik var. Kısaltma yol olarak oradan çıkalım! Bir mahalleye çıkıyor. Mahallenin hemen arkası, zaten Navara denilen yer oluyor." derken Ferhat, derin bir nefes alarak:
"O zaman ikiye ayrılmakta fayda var arkadaşlar! Ben Serdengeçti'yle, şu taraftan gelelim! Siz ikiniz de, Mirşah'ın dediği yerden..." deyince Mirşah, bir gözünü kısarak:
"Birlikte gitsek daha iyi!" dedi. Gülümsedi Merdan, başını salladı.
"Bence de arkadaşlar! Birlikte gitsek daha iyi!"
Her dördünün harekete geçişi, ayın aydınlattığı sokaktaki gölgelerinden belli oluyordu. Mukaddes bir kokunun gezmesi gereken sokaklar, kaos ve endişe kokusuyla dolup taşmıştı. Duvarlarda resimler geziniyordu; insanların çektikleri korkular, sıkıntılar, ölümler, kalımlar ve yaşanan korku dolu vakitler, sanki duvarların taş suratlarında tasvir edilmişti ve adeta gözlere haykırırcasına bu durumu ve ahvali fısıldıyordu.
Yapının içinde, denildiği gibi gayet geniş ve büyük bir delik vardı. Serdengeçti, eğilerek delikten öteye baktı. Mahallenin haddinden fazla sakin olması, içine bir şüphe düşürmüştü. Çenesini sıvazlayıp geriye çekilirken Merdan da bu sefer delikten baktı ve kaşları çatıldı. Ferhat'ın sırtını duvara yaslayıp hafifçe başını sallaması, sanki bir şeylerden işkillendiği anlamına geliyordu. Mirşah, Merdan'ın dönüp:
"Bence Ferhat, sen ayrı gel baba! Biz buradan bir kolaçan edelim!" demesiyle yüzünde, memnun olmamış bir ifade görülürken kimsenin bunu fark etmemesi, aslında Mirşah'ın işine yaramıştı. Ferhat başını sallarken Merdan ve Serdengeçti, önde Mirşah'la birlikte delikten dışarı çıktılar. Ferhat da onları baya bir geriden takibe aldı. Havadaki nem kokusu, insanı balık ağına sarar gibi sarmıştı; elbiseleri yapış ve vıcık eden nem, burunlarda biriken nefesleri bile zorlarken Ferhat, ikide bir derin nefesler alarak parmağını tetiğe dayamış ve her an ateş edebilecek gibi hazırda bekliyordu. Aniden bir ses duyuldu.
"Atın silahlarınızı!"
Ferhat kendini korumaya alırken nerden geldiği bilinmeyen bir ateş yaygarası, hepsini teyakkuza düşürdü ama Mirşah, nedense kendini bir köşeye atarak namlusunu Merdan ve Serdengeçti'ye doğrultunca Ferhat, hiç düşünmeden ona ateş etti, ıskaladı ve yanındaki duvarı vurdu. Merdan'ın vurularak yere düşmesi, yürekleri ağızlara getirdi; Serdengeçti, köşede peyda olan İsrail askerine odaklandı, hızla ona ateş ederek askeri yere yıkarken Ferhat, hedefine aldığı Mirşah'ı indirmeye çalışıyordu ama başaramıyor, onu bir türlü vuramıyordu. Mirşah da Ferhat'tan dolayı bir türlü hedefine aldığı Serdengeçti'yi indiremiyordu. Merdan, yaralı göğsünden akan kanları durdurmak için kafasından çıkarttığı bereyi sarmakla uğraşırken kendini de korumaya almıştı. Sırtını dayadığı duvara iyice yaslanıp top gibi sert yaptığı bereyi göğsüne bastırıyor ve ikide bir derin nefesler alıp veriyordu. Bu nefeslerin arasından,
"Şerefsiz, sattın bizi!" diye sayıklarken Mirşah, Serdengeçti'yle uğraşarak:
"Satmadım sizi! Siz kendinizi sattınız!" diye dalga geçiyordu. Merdan, bastıran yoğun terden ağrıyan göğsünden ve duyduğu derin acıdan inleyerek:
"Her hainin sonu, kendi kanında boğulmaktır şerefsiz!" diye fısıldadı. Giderek kendinden geçiyordu, gözleri kararıyor, nefesi daralıyor, dudaklarında susuzluk peyda oluyordu ve Merdan, silahını Mirşah'a doğrulttu. Parmağı tetiğe gelirken Mirşah, ondan evvel davranıp ateş etti ve Merdan, yarasından ikinci kurşunu da yedi. Yan tarafına düşerken bilincine kara bir örtü çekildi. Her taraf, zifiri bir karanlığa mahkum oldu. Silah seslerini duyamaz oldu, kendini bırakıp gitmek zorunda kaldı.
Ferhat, aldığı derin nefesle aniden atağa kalktı. Yerinden çıktığı gibi bir ok edasıyla koştu, bir duvarın çıkığına basıp havaya zıpladı, bir kuş gibi kanat çırparcasına tetiğe asıldı ve namlusundan mermiler hediye etti. Bir iki asker, kafalarından aldığı mermiyle yere yığılırken Serdengeçti de Ferhat'a özendi ve onun gibi koşarken Mirşah'a ateş etti ama onu sadece kolundan vurabilmeyi başardı. Mirşah, kolunu sımsıkı tutarak duvarın diğer tarafından atlarken Ferhat, koşarak onu takibe başladı ama İsrail askerlerinden gelen savunma ateşi, onu geri püskürttü. Birer ikişer dinen silah sesleri, askerlerin geri çekildiği anlamına geliyordu.
Merdan'ın titremeleri baş göstermişti; Ferhat, Serdengeçti ile birlikte onun başında beklerken çevrenin giderek daha da ıssız olması, içine bir ukde düşürüyordu. Birden duyulan ayak sesleri, ikisini atağa kaldırttı ama aniden çevrelerinin sarılması, onlara namluların doğrultulması ve kalabalık bir grubun onları kuşatması, ikisinin elini ayağını bağlatmıştı. Serdengeçti Ferhat'a bakarken Ferhat, iri gözlerle etrafına bakınıp duruyordu.
Kalabalığın ön tarafına çıkan, kalabalıktan sıyrılan ellili yaşlardaki yöre kıyafetlerine bürünmüş adam, beyaz sakallarının kuşattığı yaşlı ve çizgili suratının merkezi halindeki karagözleriyle Ferhat'la Serdengeçti'yi tepeden tırnağa süzdükten sonra yerde, kendinden geçmiş olan ve tabiri caizse can çekişen Merdan'ı izledi. Sonra da derin bir nefes alarak etrafına bakındı, sessizlik had safhadaydı ve ıssızlık da, bu kalabalıkla birlikte kaybolup gitmişti.
Yaraları sarılmıştı Merdan'ın, kurşunlar çıkarılmış ve üzeri yara bandıyla kapatılmıştı; kaç gün geçmiş, kaç zaman sırra kadem basmış bilinmez ama Merdan, vücudundaki sızıyla baş edebilmek için yutkundu, geçmedi, göz kapaklarında kıpırdamalar baş gösterince baş ucundakiler, heyecanla birbirlerine baktı. Serdengeçti, yorgun gözlerle Ferhat'ın suratını incelerken Ferhat, belli ki uykusuz kalmış bir tavırla derin bir iç çekti. Usulca aralandı gözleri, vücudundaki sızının harareti artınca dudaklarını ısırdı Merdan ve derin bir nefes almak istedi ama göğsündeki sıkışma, buna izin vermeyince yarım bir nefesle geçiştirdi. Görmesindeki bulanıklık gidince etrafına bakınmak için başını yana çevirdi ve Serdengeçti'nin acımsı tebessümüyle muhatap oldu.
"Nerdeyim ben? Ne oldu bana?"
Yaşlı bir nida peyda oldu.
"Kefeni yırttın evlat, yırttın!"
Bir gölge belirdi, kambulaşmış bir bele sahip yaşı yetmişleri aşan bir ihtiyarı faninin ayak seslerini işitti Merdan, geldi yaşlı ihtiyar ve onun tepesinde durdu. Elindeki minik şişeyi sımsıkı tutarak Merdan'ın yanına kuruldu. Ferhat, hemen yardıma geldi. Merdan'ın hafif doğrulması için sırtına destek çıktı, onu doğrultunca yaşlı ihtiyar, elindeki şişenin kapağını açtı ve içindeki kızıl sıvıyı ona içirmek istedi. Merdan'da bir tereddüt baş gösterince Ferhat,
"İç bunu arkadaş, iyi gelecek!" diye fısıldadı. Merdan, ona itimat etti ve acıdan isot suyu içer gibi sıvıdan bir yudum aldı. Dudakları yandı, sıvı ilerledikçe boğazı, nefes borusu ve midesine doğru intikal ettikçe midesi de yandı ama tatlı bir yanmaydı bu ve bir süre sonra kaybolmuştu.
"Bistami Derneği'ndeyiz dostum!" diyen Serdengeçti, ona izah etme gereği duydu.
"Burası, şehrin dışında, ıssız bir yerde! Ramallah dışındayız! Merak etme, İsrail askerleri buraya gelemez! Cesaret edemez!"
Merdan, dolu gözlerle Serdengeçti'ye bakıyordu. Ferhat, yaşlı adamın peşinden gitmiş bir hafif uzaklaşınca:
"Baba, bizim meramımız çetindir!" demişti. Baba dediği ihtiyar, suratında efsuni bir tebessümle:
"Hepimizin meramı çetindir evlat!" deyince Ferhat, derin bir nefes alarak:
"Amenna! Lakin bizim hedefimiz de çetindir baba! Misha El Yehova için geldik!" dedi.
"Dediğin kişi, Mossad'ın üst düzey yöneticilerinden biri evlat! Ona ulaşmak, dediğin laftan daha çetindir. Hem üç kişisiniz, böyle zor olur."
"Biri de yaralı... Gelemez de... Ne edelim baba, var mı bir talimin?"
"Türkler, Osmanlı'dan sonra daha bir cesarete, ete kemiğe büründü evlat! 600 yıllık tarihin cesareti, kan gibi damarlarında gezmeye başladı. Hoşgörü, adalet, savaşçı özellikleri, tarihten kaptığı cesaretle birleşti ve onu çepeçevre kuşattı. Biz bunu biliriz, buna güveniriz! Evvel Allah biliriz ki, Osmanlı yıkılsa bile, Türkler aslını unutmaz, aslından kopmaz!"
"Elhamdülillah baba, biz de Allah'a ve bu inanca güveniriz! Bu inanç doğrultusunda hareket etmek, bizim kanımızda mevcut! Bu yüzden baba, dediğim şahsı bulmak da farz-ı ayndır bize!"
"Navara'yı üs bilmişlerdi, lakin artık orada barınamazlar. Gitmişlerdir muhakkak!"
"Bizim kaynağımız, dost bildiğimiz adam da Mossadçı çıktı baba!"
"Sen bilmezsin evlat, Türklerin çoğu Mossadçıdır zaten!" diyen baba denilen şahıs, burnundan soluyarak:
"Mala mülke tamah etmek, asil kan dinlemez; soy sop bilmez evlat, mal ve mülk, eğer bir kişinin zaafı olmuşsa, o kişiden her şey beklenir. Velev ki evliya da olsa..." deyince Ferhat, bir gözünü kısarak:
"Nasıl baba? Evliyanın nasıl zaafı olur?" diye sordu. Acımsı bir tebessüm, imalı bir bakış ve gözlerdeki kinayeli ifadeler, baba denilen şahıstan Ferhat'a doğru yol alırken lafı da gecikmemişti.
"Evliyanın zaafı olmaz evlat! Ama kendisine evliya süsü verenin zaafı büyük olur."
Ferhat'ın aklına, direk biri geldi. Ama boş verdi, üstelemedi ve üstüne gitmek istemedi konunun; yerinde doğrularak, içinde beliren cereyana dur dercesine derin bir iç çekişle baba dediği şahsa adapte oldu.
"Nasıl bulmalı bu Misha'yı?"
"İnşallah buluruz evlat!"
***
İNGİLTERE/LONDRA
Atilla Alay, elinde viski bardağıyla bir kanepeye yarı uzanık bir şekilde beklerken bir adamı, elinde bir telefonla kapıda belirince kendisini toparlamak zorunda kaldı. Adamı, mühim bir havadis var der gibi acele adımlarla ona yaklaşırken Atilla, işkillenen tavrını koruyarak elindeki bardağı, önündeki cam sehpaya bırakarak adamının uzattığı telefonu aldı ve ona İngilizce dediği şeyleri dinledikten sonra telefonu kulağına dayadı. Bir müddet bekledi, karşı taraftan gelen bilgilerin beynine yerleşmesini izledi, lafının bitişini sabırla bekledi ve lafı bitince de:
"Okey!" diyerek telefonu adamına geri uzattı. Alın çizgilerinde beliren sıkıntılı ifadeler, iki kaşının ortasına yerleşen çukurda bile belli olurken aldığı derin nefes, burun deliklerini çatlatırcasına pozisyon almıştı. Viski bardağına uzandı. Belli ki gelişen olaylar, canını epey sıkmış ve onun ahvalini değiştirmişti.
"Bu, burada bitmez!"
Dediği lafla bardaktaki viskiyi tepesine dikmesi bir oldu. Fısıltısı kaybolurken gözlerindeki kin, öfke ve sinir emareleri, alenen rengini gösteriyordu.
Ertesi gün Atilla, Londra'nın işlek bir caddesindeki lüks plazanın en tepe katında, bir asansörde bekliyordu. Sayaçların giderek yükselmesi, onun durgun nazarlarına iştirak ediyordu. Duran asansörün açılmasını beklemesi, sıkıntısını kat be kat arttırıyordu. Önünü iliklerken aldığı derin nefes, sanki ciğerlerine bir hançer saplanmışçasına şiddetli bir sancı peyda ettirmişti. Koridora çıkar çıkmaz, karşısında bir adam duruverdi. İri kıyım, takım elbiseli ve bir devi andıran adamın kirli sakallarla örülmüş katı suratı, çakıl gözlerindeki ciddi ifadelerle muhatabını delip geçen bakışlar atması, Atilla'nın az buçuk ürkmesine neden olmuştu.
"Beni takip edin!" deyince adam, sanki gök gürlemiş, fokurdayan bir yanardağın fokurtusunu andıran bir ses duyulmuş gibiydi. Atilla, ürktüğünü belli edemese de az çok ürktüğü belli oluyordu ve adamı, ister istemez takip etmeye başladı. Uzun ince bir koridordu, sağda ve solda, duvarlara asılmış çeşitli tablolar vardı; bazı tablolarda, elinde bir kılıçla bir kadının karşısında duran iri yarı bir adam tasviri olsa da, bazı tablolardaki doğa motifleri, insana birazcık huzur bahşediyordu. İsa'nın çarmıha gerilmesini gösteren bir tablonun karşısında duran Atilla, birkaç adım atıp duran iri kıyım adama göz ucuyla baktıktan sonra tabloya adapte oldu. İsa'nın gözleri, göklere doğru kaymıştı; avuçlarının içinden kan yerine berrak sular damlıyordu, göğsünün orta kısmına bir parşömen asılmış gibiydi ve parşömendeki minik yazı, okunamayacak cinstendi. İri yarı adama bakan Atilla, parşömenin olduğu bölgeyi işaret ederek:
"Ne yazıyor burada?" diye sordu. Adamın suratında beliren müstehzi ifade, sanki dalga geçer gibi peyda olsa da, sonradan ifadesi değişti ve Atilla'ya saygı duyan bir tavırla:
"Bunu kimse bilemez, ancak o bilir!" diyerek işaret parmağını havaya doğru kaldırdı.
"Ona soramayacağıma göre kime sorabilirim?"
"Bana sormayın da, kime sorarsanız sorun!" diyen adam, bu sefer de sanki azarlarcasına yol gösterdi. Atilla, burnundan solurcasına derin bir nefes alarak adamın peşinden yürüdü. Adam, onun önünden yürürken:
"Müslümanlar, neden Muhammed'i çarmıha germedi?" diye sorunca Atilla, alaylı bir sırıtışla:
"Bunu bana değil, bir Müslüman'a sor!" diyerek ona lafı gönderdi. Adamdan ses seda çıkmadı, sadece yürüdü ve Atilla'ya, kazandığını ima eden bir sessizlikle adımlarını konuşturdu.
Nihayet kahverengi, altın gövdeli ve gri altın kollara sahip görkemli bir kapının önünde durduklarında Atilla, son defa kalite kontrolü yaptı; üstüne başına baktı, yakasını paçasını düzeltti ve saçlarını eliyle kontrol ettikten sonra ona bakan adama başını salladı. Adam, sanki bir kralın kapısını açar gibi, sanki bir hükümdarın kapısına dokunur gibi saygıyla, teslimiyetle ve hürmetle eğilerek kapının her iki kolundan tutup yavaşça içeri doğru itekledi. Kapının açılırken çıkardığı gıcırtılı sesler, Atilla'nın ruhunu okşar gibiydi. Derin bir nefes alarak kendini hazır konuma getirdi ve neye, kime hazır olduğunu da bilmeden kapının açılışını izledi. Kenara çekilen iri kıyım adam, Atilla'ya yol gösterdi. Atilla, kendinden emin bir tavırla yürüdü ve içeri girdi. İri kıyım adam, zor bela açtığı kapıyı, yine zor bela kapatarak önünde durdu.
"Biz Osmanlı'yı bitirmek istedik ama biz bitiremedik!"
Duyulan ses, sanki çok uzaktan geliyormuş gibiydi. Ama aslında çok yakından geliyordu. Kalın bir sesti, boğazında kılçık varmışçasına gıcırtılı ve yankılı çıkıyordu. Hafif karanlık ortamı, mumların cılız ateşi aydınlatmaya çalışsa da pek de başarılı olamıyordu. Acayip bir koku geziniyordu ortamda, hafif baş döndüren, genizleri yakan ve göz yakan bir kokuydu. İsmen belli değildi, cismi de yoktu bu kokunun ama Atilla, her nefes aldıkça boğazının yanmasına tahammül göstermeye çalışıyordu. Odanın en karanlık tarafına kurulmuş bir siluetin karşısında durduğunda,
"Birileri, sadece perdeleri değiştirdi. Osmanlı perdesi kalktı, Türkiye Cumhuriyeti perdesi indi. Bir şey anlamadık! Laiklik kuruldu, çeşitli reformlar oluşturuldu ve Türkiye Cumhuriyeti, bizim istediğimiz sözde devlet haline geldi. Ama sonra..." deyip sustu. Atilla, bir müddet bekledi, ses gelmeyince de kendi lafa girdi.
"Mustafa Kemal Atatürk, yaptığı reformlarla, kurduğu düzenle göz doldurdu. Birkaç kez suikasta uğramasına karşın ölmedi, öldürmeyi başaramadınız!"
Siluette hafif bir kıprama peyda oldu, bu onun kızdığı anlamına geliyordu ve sesi, kızdığını gösteriyordu.
"Çeşitli isyanlar baş gösterse de Atilla, amacımız Atatürk'e gözdağı vermekti. Ama olmadı. Ülkesini ve milletini, daha ileriye taşıma hedefi vardı. Birileri onu koruyordu."
"Ama sonra istediğiniz ülke kılıfını uydurdunuz efendim!"
"Ta ki Menderes..." deyip sustu siluet, eliyle yumruk yaptığı anlaşılıyordu ve kıpırdayıp durması, çok sinirlendiği anlamına geliyordu.
"Onu da astınız efendim!" diyerek bir nebze sakinleşmesi için lafa girdi Atilla, siluette bir durgunluk hasıl oldu.
"Özal de canımızı çok sıktı Atilla!" diyen siluet, elini boşta sallayarak:
"O da gitti!" diye mırıldandı. Atilla'nın yüzünde beliren tebessüm, aldığı derin nefesle birleşti ve sakinlik olarak özüne yerleşti.
"Şimdi canımız çok yanıyor Atilla, hem de çok mu çok yanıyor. Erdoğan geldi, rahat yüzü görmez olduk! Ne sanıyor bu adam kendini?" diye soran siluet, yavaşça ayağa kalkmıştı. Atilla, yerinde dikleşti. Birazdan göreceği şahıs, onun heyecanlanmasına neden olmuştu. Ona doğru geliyordu siluet, attığı adımların sesi doluyordu Atilla'nın kulaklarına ve heyecanı katlanıyordu. Karanlıktan sıyrıldı siluet ve kimliği aşikar oldu. Amos'un ta kendisiydi; kırlaşmış saçları, çizgileşmiş suratı ve hafif bükülmüş beliyle Atilla'nın karşısında durduğunda Atilla, heyecanını dindirmek için yutkunsa da nafileydi ve aldığı derin nefes, heyecanına pek de bir etki etmemişti.
"Söyler misin Atilla, ne sanıyor bu adam kendini?" diye soran Amos, yılların vermiş olduğu yorgunlukla Atilla'nın suratını inceledi. Aradan geçen onca zaman, (Amos Brown; Konsey - Germence Operasyonu kitabında, Hedyetullah Bilen'le birlikte hareket eden Amerikalı adam...) onu baya yıpratmıştı. Atilla, adamın gözlerinden gözlerini kaçırarak sanki kabahatini gizler gibi çekimser davranıyordu. Ama Amos, bir elini uzatıp onun omuz başına dokununca Atilla, birden hafif bir rahatlama hissetti.
"Ama onu bitireceğiz Atilla! Ben bitiremezsem de, onu bitirenler olur, merak etme!"
Atilla, nerden geldiği bilinmeyen bir cesaretle,
"Sizi bu denli öfkelendiren nedir efendim?" diye sordu. Amos, yürüdü ve sağ taraftaki mumların önünde duran koltuğa yaklaştı. Atilla, onun ardından yürürken sanki ondan yem isteyen bir yavru kuş gibi ağzı açık ilerliyordu. Amos, koltuğa kurulurken:
"Erdoğan'ın son zamanlardaki çıkışmaları, canımı sıktı Atilla! Başkanlık Sistemi için, Türkiye'de olası bir referandumdan söz ediliyor. Bundan haberin var mı? Bu konu hakkında ne düşünüyorsun?" diye sordu.
"Haberim var efendim ama merak etmeyin, bizimkiler her zaman ve zeminde buna muhalefet ediyorlar."
"Halkçı partiden ümidimi kestim Atilla! Genel başkanı olacak adam, benim gözümü doldurmayı başaramadı nedense! Ama şu kadın, beni her zaman iştahlandırıyor. İmamın da göz bebeği oldu."
Gülümsedi Atilla.
"Başkanlık Sistemi, Türkiye için uzak bir hayalden başka bir şey değildir. Merak etmeyin! Referandum olsa dahi millet, kurulan algı operasyonları ve muhalefetlerle hayır diyecektir. Siz rahat olun!"
"Bizim hatamız, en başından beri var Atilla! Bugün Hıristiyanlık, bir merkeze bağlı; Yahudilik de öyle! Ama Müslümanlar, nedense başıboş bırakıldı. Başta dağılma olur sandık ama olmadı! Halifeliği kaldırarak hatayı başta yaptık Atilla! Ama halifelik, tekrar gelmeli!"
"Kim olacak halife?" diye sorup tebessüm eden Atilla, sanki dalga geçer gibi:
"Hedyetullah Bilen mi?" diye sorunca Amos, kaşlarını çatarak:
"Bugün Papa, yalnız değilse; Hahamlar yalnız değilse, halife de yalnız olmaz Atilla!" der demez Atilla, kendini toparladı.
"Anladım efendim!"
Karşısındaki koltuğu işaret etti Amos, Atilla da yavaşça oraya yönelirken Amos, sırtını koltuğuna iyice yaslayarak:
"İsrailli bir dostum, dün benimle irtibata geçti. Sanırım Türkler, elini oraya da atmak istiyor. Buna müsaade edemeyiz! Sen de etmemelisin!" deyince Atilla, bir gözünü kısarak:
"Türklerin amacı belli! Benim sayemde ifşa olan dosyanın enkazını dağıtmak istiyorlar. Suzana Manuel Dosyası, baya ses getirdi malumunuz! Suzana denen kadın da, şu an hak ettiği cezayı çekiyor. Türkler, hem o kadını hem de dosyayı almak için İsrail'e girmiş olabilirler efendim!" dedi.
"Madem Türklere davetiyeyi sen verdin, onları kovalamak da senin işin Atilla!"
"Ama efendim, benim şu an çok önemli bir görevim var!"
"Görevinin ne olduğunu çok iyi biliyorum! Konsey başkanı seçimleri, senin bu işi yapmana bağlı! Eğer bu işi becerirsen, Konsey'in başına geçmen için, elimden geleni yapacağım!"
Atilla'nın gözleri parlamıştı, nedense iştahı kabarmış, hevesi artmış ve gözlerine renk gelmişti. Aniden yerinde dikleşerek:
"Bu işi, olmuş bilin efendim!" deyince Amos, tebessüm ederek:
"Sen de o işi olmuş bil Atilla!" der demez Atilla, hızla eğildi ve Amos'un iri haçlı yüzük bulunan elini öptü. Yüzüğü de suratına değdirerek gözlerini yumdu. Amos'un yüzündeki tebessüm de bütün suratına yayıldı.
***
FİLİSTİN
Tel Aviv'in şık bir semtinde, üç katlı bir evin terasında oturmuş ve tepede parlayan güneşin onu ısıtmasına izin veriyordu; hafif yanık benizli, çenesinde ince ve uzun bir sakalı olan, ince bıyıklı ve ela çakıl gözlü adamın kafasındaki kovboy şapkası, yüzüne gölge düşürmeye niyetlenmiş gibiydi. Önündeki masada duran şarap dolu kadehe uzanırken etrafa bir göz gezdirdi. Belli ki birini bekliyor, onun yolunu gözlüyordu. Az sonra hizmetçi bir kadın, gelip arkasında durdu.
"Beklediğiniz misafir geldi efendim!" diye narin bir sesle bilgi verince adam, gelsin mahiyetinde elini kaldırıp salladı. Kadın ayrıldı ve az sonra onun çıktığı kapıdan, Mirşah girdi, telaşlı ve endişeli bir hali vardı ve haline de epey yansıyordu.
"Sorunumuz var Misha, yeni bir intifada hareketi olacak diye bir duyum aldım! Bu Türkler, iyice midemi bulandırmaya başladı!"
Misha denilen adam, karşısındaki sandalyeyi işaret edince Mirşah, sakin olmaya çalışarak o sandalyeye yöneldi. Oturduğunda,
"Senin böyle rahat olman, benim canımı daha da sıkıyor Misha!" der demez Misha, tebessüm ederek:
"Rahatım, çünkü her şey kontrolüm altında dostum!" dedi.
"Nasıl? Adamları sana getirdim ama onları almayı başaramadın!"
"Almayı başaramadım değil, almak istemedim! Ben bir oyun kurdum dostum! Kedinin karnı toksa, fareyle oynamasını sever. Acıktığında da, acımadan onu yer. Bilmem anlatabildim mi dostum?"
"Oyun kurdum diyorsun ama nedense bu oyunundan benim haberim yok! Ya bana güvenmiyorsun ya da beni oyun dışı etmek istiyorsun! Amacın ne senin? Bak eğer beni de oyuna dahil etmezsen, sana verimli olamam!"
"Önce bir sakin olmaya çalış dostum! Bak, bugün hava daha da güzel! Canımızı sıkmayalım!"
"Bir şeyler duydum! Şu kadın, mahkemeye çıkarılacakmış!"
"Muhtemelen çıkmıştır da..."
"Bu kadın da, senin oyununun bir parçası mı?"
"Ben bile kendi oyunumun büyük bir parçasıyım dostum!" diyen Misha, şarabından koca bir yudum alırken Mirşah, iri gözlerle onu izleyip suratını incelemekten başka bir şey yapamadı.
Büyük bir gazeteci topluluğu, mahkemenin önünü adeta kilitlemiş gibiydi; kameraların flaşları patlarken spikerler, durumu anlatmak için mikrofonlarına konuşup duruyordu. Gazetece izdihamı yaşanıyor, birbirlerini ezmemek için kameramanlar, adeta büyük bir yarış içerisinde kare peşinde sürüklenip duruyordu. İlerde beliren mahkum arabası, gazetecileri teyakkuza düşürdü; her biri adeta birbirlerini ezmek pahasına da olsa harekete geçerken mahkum arabası, hızla adliye binasına yaklaşıyordu. Bir muhabir, önündeki kameraya bakıp:
"İşte geldi, Türklerin ajanı Arzu Oktaylar adındaki kadın, şu an İsrail'in göz bebeği muhafızları tarafından adliyeye getiriliyor. Bütün kamuoyu, kadının ajan olduğunu biliyor ama Türkler, daha bunu itiraf edemiyorlar. İzliyoruz!" diyerek kameramanın aracı çekmesine izin verdi. Mahkum aracı dururken flaşlar art arda patladı, her birinden sorular yükseldi ve adeta bir kargaşa baş gösterdi. Lakin İsrail polisleri, bir koridor oluşturarak sözde mahkumla iki polisin geçmesi için yer ayırdılar. Arzu Oktaylar, bir kadın ve bir erkek polis eşliğinde yürütülürken bir gazetecinin,
"Suçunuzu kabul ettiniz mi?" sorusuna,
"Ben hiçbir suç işlemedim ki, onu kabul etmek zorunda kalayım!" diyerek sert bir tepki gösterdi. Başı dik, gururlu ve mağrur bir endamla attığı adımlar, adeta her kareye yansıyor ve adliyeye götürülürken bir nevi Türkiye'ye bir mesaj veriyordu. Kadın polisin sert bir şekilde sıktığı kolunu çekiştirip kadına öyle bir bakış attı ki, o kadın polis, adeta bir kedi gibi kendi köşesine sindi ve sıkıca tuttuğu kolu gevşetmek zorunda kaldı. Diğer erkek polis, sakince onun kolunu en gevşek şekilde tutmuş ve onu incitmemek için yavaşça yürüyordu. Arzu Oktaylar, son defa adliyeye girerken döndü, en yakınındaki kameraya bakıp dik bir duruşla manidar bir bakış yolladı. Sonra da içeri girdi.
🌏🌏🌏
Devamı Kısım 2'de...
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top