FİNAL


20 Yıl sonra, biz oldukça güzel ağaçların arasındayken... Birkaç aya meyveye dönecek çiçeklerin yaprakları havada uçuşuyor, saçlarıma dolanıyordu. Koku eşsizdi, görüntü eşsizdi. Bu mevsimi seviyordum, bana hayatın hızla uçup gittiğini hatırlatıyordu. Hepimizin baharı vardı, gençliğimiz.

Onu iyi değerlendirmek tamamen bizim elimizdeydi. Ben pek iyi değerlendirebilmiş miydim bilmiyordum ama şimdi geriye dönüp baktığımda pişman değildim. Artık olgunlaşmış meyvelerin yavaş yavaş çürümeye başlayacağı veya başladığı o aşamadaydım. 

Yaşlanmaya ufak ufak başladığımın farkındaydım, umurumda değildi dersem yalan olurdu. Umurumdaydı, hatta fazlasıyla önemsiyordum. Bunun içinde gözümü açtığım her günü, her dakikayı verimli kullanıyordum. 

Baleyi bırakmıştım, pek bana göre bir spor olmadığını anlamıştım. Gerçi bir zamanlar annemin dediğine göre o spor olmaktan çok uzaktı, bir danstı. Hatta yaşam biçimiydi. Maalesef, narin hareketler sergilemek pek de bana göre olmamıştı yıllar içerisinde. 

Başarılı bir iş kadınıydım, benden beklendiği gibi. İtiraf etmeliyim ki ailemin zengin olmasının bunda çok büyük katkısı olmuştu, arkamda durabilmişlerdi ilk olarak. Sonrasında da istediğim eğitimleri alabilmiştim. Eh, sanırım hikayedeki tek kendimle gurur duyduğum kısım imkanlarımı tamamen kendimi geliştirmek için kullandığım bölümdü.

Çoğu zengin çocuğun aksine para yemeye kalkmamıştım, mirası beklemeyi de tercih edebilirdim sonuçta değil mi? Aralarında tek tük beyazlar çıkmaya başlamış olan kızıl saçlarım gözümün önüne geldiğinde yavaşça kulağımın arkasına attı ve bahar soğuğunu taşıyan taştan kalktım. 

Youtube kanalım bayağı ilerlemişti. İçeriklerim sonradan çok değişse de bu yaşımda dahi insanlar yorumlara hikayemin sonrasında neler olduğunu, ne tercihler yaptığımı merak eder hale gelmişti. Artık Aksoy ailesinin küçük kızı değildim, kendi ayakları üstünde duran Defne'ydim.

Yurtdışında bile tanınmaya başlamıştım, genelde pek Türkiye'de takılmıyordum. Sürekli Fransa'ya dönmem gerektiği için oraya yerleşmiştim. Sadece toplamda üç-dört ayımı filan yurt sınırları içerisinde geçiriyordum ancak bir yılda. 

Şimdi düşünüyorum da bu kadar çok başarının bir önemi var mıydı? Evet, tabi ki vardı. Başarıyı etrafımdaki insanlar sayesinde elde edebilmiştim. Öyle değil mi? Onların emekleri sayesinde... Özelliklede şuan, mezar taşlarının arasındayken bunu daha da iyi anlıyordum. 

Kardeşlerime magazin işlerini hallettikleri için minnettardım, aksi halde onlarca gazeteciyle yan yana gelebilirdim. Parayla birini tutmuşlardı, o olup bitenleri çekiyordu. Sonrada ücretsiz bir şekilde diğer kişilere verilecekti. 

Artık tören sona ermişti. Cenazemiz yaklaşık olarak iki saat önce toprağın içine, yani babamın yanına gömülmüştü. Okunan dualara göz yaşları eşlik etmişti, galiba tek ağlamayanlar arasındaydım. Evet, fazlasıyla üzülüyordum ama ağlayasım gelmemişti. Galiba hayatım boyunca kendimi bu duruma alıştırdığım içindi. 

Annemde babamda asla unutamayacağım kişiler arasında yer alıyordu. Miras konusu umurumda değildi bu arada, hepimize eşit şekilde paylaştırdıklarını biliyordum. Öyle olmasa da takmazdım, kendi paralarıydı. İstediklerini yapabilirlerdi. Zaten onları sevmemin asıl sebebi evlat ayırmadan hepimize aynı davranmış olmalarıydı (yani aynı işkencelere maruz kalmış olsa da cenazede olduğum için bence konuşmamın pek de manası yok). 

Kardeşlerimin hepsi evlenmişti, öz çocuk olmadığımı kimse eşine söylememişti. Ailemize yeni gelen, artık bizden kişiler olsalar da bu sır bizimle mezara kadar gidecekti ve elbette Saraçoğlu ailesiyle de...

Çocukların, yani yeğenlerimin hepsi bir yerden yere koşuşturuyordu. Merve'nin kovası ve Alp'in karısı sakin, uslu kalmalarını söylüyordu ama nafileydi. Bizler, eski Aksoy'lar olaraksa sesimizi çıkarmıyorduk. Biliyorduk çünkü. Bazen duyguların yoğun olarak çıkarılması gerektiğini, kendimizi tutmamamız gerektiğinden haberdardık. 

Kimse fark etmese de hepimiz içinde büyük bir uyum vardı. Şimdiyse herkes eve doğru ilerliyordu, bense hala mezarın başındaydım. Sanki içimden bir ses olabildiğince oyalanmam gerektiğini söylüyordu. 

Temiz havayı olabildiğince içime çekiyor, anı hafızama kazıyordum sanki unutma ihtimalim varmışçasına. Bu her insanın hayatında olan sayılı anlardan biriydi, yavaş yavaş sevdiklerini kaybettiğini anladığı an. Gerçi bazen bir anda olabiliyordu da...

Eve doğru baktığımda herkesin içeri girmekte olduğunu gördüm, adımımı atmaya başlamıştım ki durdum. "Tanımayacağımı mı sandın?"

"Eh, pek değil." Birkaç adım atarak hem yavaşça hem de sakinlikle yaklaştı. "Doğrusu buna biraz ihtimal vermedim değil." Mezar taşına baktı. "Başın sağ olsun."

"Teşekkürler." 

Saraçoğlu ailesi hakkında bilgiye sahip değildim pek fazla. Ara sıra internette gezinirken karşıma çıkıyordu. İnternette gezmek gibi normal bir davranışa bile haftada en fazla on beş dakika ayırabiliyordum. Yani anlayacağınız, iki-üç yılda bir anca karşıma çıkıyorlardı. 

Dolunay'ın yıllardır ne yaptığı, ailesinin mirasını devralıp almadığı hakkında fikrim yoktu. Ne işinin olduğunu bile bilmiyordum. Ailelerimiz anlaştıktan sonra sadece birkaç kez, üniversitenin başındayken buluşabilmiştik. O da çok zor şartlar altında olmuştu, malum ikimizde başka ülkelerde okumuştuk. 

Üniversitem bittiğinde ise ben iş hayatına atılmıştım, hayatım böyle başlamıştı. O süreç içerisindeyse yalnızca dört beş kez telefonda, birkaç kez de mesajlaşarak konuşmuştuk. İş hayatında kendi adımı duyurmaya başladığımdaysa zaten birbirimizi tamamen unutmuştuk. 

"Senin için yapabileceğim bir şey var mı?" Takım elbise giyiyordu. 

Gençliğine özgü olan tüm giysiler gitmişti, artık pek kendi tarzına göre giyinmiyordu. Yani evet... Dolunay'dan eserler vardı elbette. Mesela kulağındaki piercing küpeler gibi... Masmavi gözleri gibi... Gömleğinin kollarını kıvırmıştı. Şuanki saç renginin gerçek saç rengi olduğunu tahmin ediyordum.

Başımı iki yana salladım. "Hayır, yok." 

Eve doğru yürümeye başladık. "Peki ya bir kahve?" 

Durgunluk tüm vücuduma yayılmış haldeydi. Bazı şeyleri hala idrak edemiyordum, ölümler bana her daim tuhaf gelmişti. 

Tüm durgunlukla önüme baktım, içimde tek bir duygudan dahi eser yoktu. "Kafeye gidebilecek zamanım yok."

"Peki." Gümüş rengindeki saatine baktı. "Neyse ki  çok güzel kahve yapıyorum." 


-SON-


Bu macerada benimle olan herkese teşekkürler, sizleri Not Sadece Kaç isimli kitabıma da beklerim, sevgilerle

-Riv 


Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top