Bölüm 23
Daha önce hiç gitmediğim bir spor salonuna doğru giderken sadece somurtuyordum. Dolunay ise halinden gayet memnundu, sadece gülümsüyordu. O kadar... Sürekli de beni kesiyordu.
Kaşlarımı çatmış, dünyaya küfür edercesine baktığım sayılı günlerden biriydi. Amerikan futbolundan da, golften de nefret ediyordum. İkisi de çok kaba sporlarmış gibi geliyordu. Amerikan futbolu oynarken korumalık maske takacak olsam da korkumu yenemezdim.
Top çarpmaması için oyuna dahi odaklanabileceğimi sanmıyordum. Sonrada Dolunay beni ikna etmeye çalışacak, sakin olmamı söyleyecekti. Bense hiçbir şey yapamayacak, olduğum yerde kalarak aynılarını yapmaya devam edecektim. Üstüne üstlük rezil olacaktım.
Karşımdaki kişi başkası olsa sıkıntı olmazdı, Dolunay olması aşırı derecede utanç vericiydi. Golfte ise ne yaparsam yapayım deliği tutturamayacaktım, en az bir saat boyunca aynı şeyleri yapmaktan nefret edeceğim kesindi.
"Defne... Senin derini yüzmeyeceğim, biliyorsun değil mi?" Gülümsemesi artık sırıtmaya dönüşmüştü. "En fazla kafana top filan gelir."
Buzda düşmenin mi daha kötü olduğunu yoksa kafama top gelmenin mi daha kötü olduğunu düşünüyordum. "Ya ya... Ne demezsin."
"Merak etme, eğlenceli olacak."
Dolunay'a küfürler söylemek, ağzına etmek istiyordum. Tabii bunu yaparsam hem arkadaşlığımız biterdi hem de bir daha asla konuşamazdık. Benden böyle bir hareket beklemeyeceği de kesindi. Muhtemelen ağzı beş karış açık kalırdı.
Arabamız spor salonunun ortasında durduğunda ilk olarak telefonumdan saati kontrol ettim, yetişmemiz gereken bir kahvaltı vardı. Neyse ki daha en az iki saatimiz vardı. Telefonumu arabada bırakmayı tercih ettim.
İstemeye istemeye arabadan çıkarken küçük, mızmız bir çocuğu andırıyordum. Dolunay koluma girdiğinde bile bunu önemsemedim, ki bu oldukça tuhaftı. Normalde heyecandan garip hareketler sergilemem gerekiyordu.
İçeri girdiğimizde beni spor salonuna soktu, spor salonu birçok kısama ayrılıyordu. Dört küçük spor salonunda ve bir büyük ana spor salonundan oluşuyordu. Soyunma odaları, minik bir kantini, bahçesinde ise üç küçük futbol sahası vardı.
Sabahın körü olarak sayılabilecek bir saatte olmasına rağmen birçok salon doluydu, küçük çocuklardan oluşan minik bir takım yanımızdan geçtiğinde gülümsemeden edemedim. Yere bu kadar yakın olduğum zamanları özlüyordum.
İçerideki salonların ne için kullanıldığını hiç bilmiyordum, iyi olduğum bir sporla ilgili olmadıkları kesindi. Teniz sahası, tenis masaları vb. sahaları kolayca ayırt edebilmiştim tabii.
"Sen geç içeri, burada bekle. Birileri gelirse çok da umursama."
Dediğini yaptım, salon boştu. Sadece alanı temizleyen bir temizlikçi vardı. O da bana kısa bir bakış atıp işine geri dönmüştü. Burada neden olduğumu biliyormuşçasına oturma alanlarına doğru ilerledim.
Salon boştu, yani gerçek anlamda boş. Ne salonu olduğu hakkında en ufak fikrim bile yoktu. Golf sahasını andırmadığı için biraz üzülüyordum çünkü tercih yapmam gerekseydi Golf'u seçerdim. Amerikan futbolu çok acı verici gözüküyordu.
Belki de sadece burada bekleyecektim, sonrasında başka bir yere gidecektik. Malzemeleri almaya gitmiş olabilirdi.
Yaklaşık on beş dakikanın ardından keşke telefonumu da yanıma almış olsaydım diye düşünmeye başlamıştım ki salona girmişti. Bana bakıyor gülüyordu, sadece omuzlarının bir kısmını ve başını görebiliyordum. Üniforma giymiş olmalıydı.
Tam da eğimli kapının oradaydı. Yerimden kalkıp yanına doğru gitmeye başladığımda o da aynısını yaptı. Attığı her adımda kahkaha atmak istedim. Neden mi?
Üstüne tamamen yapışan, dizlerinden biraz daha yukarıda, gözleri kadar mavi ve aynı zamanda yeşil bir tayt-şort giyiyordu. Üstünde ise poposunun yarısını örten, biraz bol bir tişört vardı. Ayakkabıları da kıyafetiyle birebir uyumluydu.
"Evet, galiba artık öğrenme zamanın gelmişti."
Ağzım yarı açık şekilde ona bakıyordum. "Voleybolcu mu?" Hayvan gibi kahkaha attım.
Gerçekten hiç hanım hanımcık olmaya çalışmamıştım ve karnıma şimdiden ağrılar girmişti. Duramıyordum bile. Dolunay'dan asla voleybolcu olmasını beklemezdim. Yani... Aslında kızlarla takılıp, kızların hoşlandığı voleybolcu çocuk tipine de sahipti bir yandan.
Giysileri de birebir ona uyuyordu gerçi. Beni korkutmak için böyle konuşması, plan yapması da komiğime gitmişti. Gerçekten daha berbat bir şey bekliyordum veya genelde bayağı ama bayağı zengin sınıfın yaptığı tarzda bir spor.
"Evet." Kendi de gülmeye başladı. "Beklemiyordun değil mi?"
Sürekli hareketli olmaktan kaslanmış poposunun o üniformalar içindeyken karpuz gibi gözüktüğünü söylesem ne düşünürdü acaba? "Tabi tabii."
"Bu arada erkek milli takımına girmek üzereydim. İtiraf et sürekli müzik dinleyen, sessiz, kaykaycı çocuk gibi gözüküyorum. Öyle değil mi?" Koltuk altında tuttuğu topu yere atıp bir kez sektirdi.
Topu yerden sektirerek bana attığında ne yaptığını ilk başta anlayamamış, dolayısıyla da tutamamıştım. Neyse ki ayağımla son anda durdurmuştum. "Yani evet."
Hızla bana doğru koşup eğildiğine hareket etmedim. "İlk kural voleybol topuna ayak değemez!"
"Aa... aaağğ! Dolunay beden hocası mısın sen?"
Topu kafamın üstünden geçirip karşı tarafa, duvara attı. "Sayılır." Sonra da seken topu geri tuttu. "Şu anlık senin beden öğretmeninim."
Hayır bir de basketbolcu gibi topu kafamın üstünden geçiriyor! Sanki boyu iki metre beyefendinin! Benden topu topu on-on beş santim uzun olan beyefendinin havalarına bakın.
"Dolunay inan ki şuradan çıkıp gitsem hiçbir şey yapamazsın." Topu elinden kapıp hızla uzaklaştım. "O yüzden ayağını denk al."
"Tamam, o zaman başlayalım."
Peşimden koştu. Voleyboldan çok basketbola dönmüştü oyun ama ikimizde takmıyorduk. Eğleniyorsak sorun da yoktu. Beni takip etmesi, kovalaması hoşuma gitmişti ki kısa süre sonra nefessiz kalmaya başladım.
Topu tam elimden alıyordu ki dönecekmiş gibi yaparak başka yöne doğru fırlattım. Fırlattığım yöne koşma cesareti gösteremedim, çok yorgundum. Benim yerime koşarak topu aldı ve yine sinirimiz bozmak için kafamın üstünden fırlattı.
"Eee tabii, burası buz pisti gibi değildir kızıl hanım!" Etrafımda dolanıp duruyor, beni deli etmek için elinden ne geliyorsa yapıyordu. "Hemen nefessiz kaldınız."
"Dolunay senin o ak saçlarının hepsini teker teker yolarım."
Kesik kesik, yarım yamalak konulabilmiştim. Yeterince dinlendiğime emin olduktan sonra dalgınlığından faydalanarak topu kapmıştım. Salondaki tek yerinden çıkarılmayan potaya doğru koşmuş, deliksiz bir şekilde atmıştım.
Kollarımı yukarı doğru kaldırdım. "Helal be bana!" Gerçekten bunu yaptığıma inanmıyordum. "Nasıl da attım ama!"
"Güzeldi."
"İşte gör gör bunları Dolunay bey! Voleybolcular yapamaz bunları." Tam o esna da ellerimin yukarıda olmasını fırsat bilerek beni omuzlarına aldı.
Başta düşeceğim sanıp ödüm kopsa da sonradan tamamen Dolunay'ın omuzlarında olmaktan ödüm kopmaya başlamıştı. Aslında Dolunay'ın hiç de kısa olmadığını daha yeni yeni anlıyordum, hatta biraz fazla uzundu. Tam da beni yere düşürecek kadar...
Kafasına hızlıca tutundum. "Defne amacın beni kör etmek değilse eğer lütfen parmaklarını gözlerimden çek." Bunu derken bir yandan da potaya doğru ilerliyorduk.
Potaya geldiğimizde refleks olarak potaya tutunma ihtiyacı duymuştum, emin olun ki benim yerimde olan herkes bu ihtiyacı duyardı. Zaten o haldeyken dengenizi yeterince sağlayamıyor oluyordunuz.
Tam o esnada da kendini yere atarak altımdan çekilmişti. "Dolunay, cidden sen ölmek istiyorsun."
Yerden en az bir metre otuz santim yukarıdaydım. "Sakin ol, bu mesafeden düşsen bile bir şey olmaz."
Sakin olamıyorum, sorun o. Sakin nasıl olabilirim ki? Ben neredeyse hiçbir zaman sakin olamadım, sakinmiş numarası yaptım. Ayrıca bu çocuk ailesi dağılırken nasıl bu kadar sakin kalabiliyor? Nasıl hiç hatırlamıyormuş gibi yapabiliyor?
Veya gerçekten önemsemiyor mu? Cidden çok kafa karıştırıcı biri. Özellikle de bir de yetmiyormuş gibi asılı durduğum potaya basket atarken.
"O kafama gelirse kahvaltıda köpek maması yersin." Artık ellerim kızarmaya başlamıştı, canım acıyordu.
"Merak etme gelme-" Top tam da kafama çarptığında dudakları biraz aralandı. "Gelirmiş."
Dayanamayıp yere atladığımda düşmek üzereyken beni belimde tutup dengemi kurmamı sağladı. Bu hareket belki başkaları için çok romantik olabilirdi ancak benim için hiç de güzel değildi. İlk kez Dolunay'ın ağzını, burnunu kırmak istemiştim.
Direkt olarak saçlarına uzanmış yolabildiğim kadarını yolmuştum, koşmaya başladığında ise hiç üşenmeden peşinden gitmiştim. Üstelik ciğerlerimi zorlamış olmak umurumda bile olmamıştı. Onunsa koşmak dışında yaptığı tek şey sürekli kahkaha atmaktı.
Yaklaşık on dakika böyle geçmişti, geri kalan zamanlarımızı da antrenman yaparak harcamıştık. Bana hiç bilmediğim ama birçok kişinin, hatta küçük çocukların bile kolayca öğrenebildiği hareketleri öğretmeye çalışmıştı.
Golf kadar utanç verici olmasa da gerçekten utanç verici bir gün olmuştu. Neyse ki Dolunay'ın kızma, sinirlenme gibi bir huyu yoktu ve bu yüzden de rahat rahat defalarca kez tekrardan anlatmasını isteyebilmiştim.
En sonunda ise ikimizde salonun ortasında, yorgunluktan yığılmış şekilde yerde yatarken kendimizi bulmuştuk. Yan yanaydık, mutluydum. Aslında onun gözlerine bakıyor olmayı dilerdim ama doğruca tavana bakıyorduk. Buna bile şükrediyordum.
"Pışt." Kafamı hafifçe ona doğru çevirdim. "Defo... Galiba biz kahvaltıya geç kaldık ya."
Hızla yerden kalktım. "Dolunay şimdi mi söylenir bu!"
Depremden zarar gören herkese geçmiş olsunlarımı gönderiyorum buradan, bölümü normalde atmayacaktım ama belki kafanızı dağıtabilirsiniz diye atmak istedim. <3
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top