⚜ KANLI ZAMBAKLAR | 10/1

YAZAR NOTU: Bu hikâye benim için özel ancak beklediğim reaksiyonu pek alamıyorum. Esasında sık sık bölüm yayınlamak istiyorum o yüzden lütfen iyi veya kötü yorumlarınızı eksik etmeyin. Sizleri seviyorum.
Keyifli okumalar diliyorum. ❤

*

-10- / 1

Şirkette diğer günlere nazaran daha az yoğun bir gündü ve ben de bu fırsattan istifade işlerimi bitirdikten sonra erkenden çıkıp Rigel'e uğramayı düşünüyordum. Esved'le konuşmamız gereken şeyler vardı. Planlarımızı gözden geçirmek gerekiyordu. Bu hususta hassastım, tek bir hataya dahi tahammülüm yoktu. Fakat öğle saatlerinde Arda'nın aramasıyla planlarımda bazı mecburi değişiklikler oldu. Aramasını geç de olsa yanıtladım.

"Rüya, merhaba."

"Merhaba." Muhtemelen yine beni bir yerlere davet edecekti. Görüşmek için her fırsatı değerlendirdiğini hatta kendi çabalarıyla fırsat yarattığını görmemem için aptal olmam gerekiyordu. Ve sürpriz, ben aptal değildim. Her şeyi ayrımsayabilecek kadar öngörülü olduğumu düşünüyorum. İyi ki böyle bir özelliğim vardı, yoksa gelecek tehlikeleri önceden sezip nasıl önlem alırdım? Onlara karşı gözümü açık tutmam gerekiyordu. Hele ki Tarık ve Beril tam anlamıyla bana güvenmiyorken. Şüpheleri dağılmadan rahat bir nefes alamazdım, bunu biliyordum. Arda ise onlara göre daha saftı. İyi niyetli demek istemiyorum, çünkü iyi niyetli hiçbir insan arkadaşlarıyla böyle bir günaha ortak olmaz, olanlara göz yummazdı.

Arda'nın "Nasılsın?" sorusuyla eski sakin ruh hâlime dönmem uzun sürmedi. Tüm bunları geride bırakmıştım ben. Unutmamıştım, ama duygularımı kontrol altına almayı öğrenmiştim. Aksi hâlde onlara günlerini gösteremeyeceğimi biliyordum.

"İyiyim, teşekkürler. Sen?"

"İyiyim. Şey," Sesinde cesaretsiz, özgüvensiz, belki biraz tedirgin bir tını vardı. Ne zaman bir şey teklif edecek olsa böyle davranırdı. Onu en azından bu kadar tanıyordum. Ne diyeceğini merakla beklerken saniyeler içinde cümlesinin devamını getirdi. "Öğle yemeği yiyelim mi diyecektim. Teşekkür için."

Şirinleşmeye çalışan dingin ses tonu yavru bir köpeğin yalvarışına benziyordu. Bugün onunla pek görüşesim yoktu açıkçası. Hem kafam kaldıracak gibi değildi hem de Esved'e uğrama gibi bir planım vardı. Ancak açık açık görüşemeyeceğimi de söyleyemezdim, ters tepebilirdi. Bu yüzden "Salı günü yemek için sizdeyim zaten. Cuma gecesi de davette olacağım. Bıkmıyor musun bu kadar sık görüşmekten?" demeyi tercih ettim.

"Ben seninle görüşmekten bıkmam. Ya sen?"

"Yok, hayır bıkmam tabii de..." Biraz düşündükten sonra "Peki, iki saat sonra görüşürüz." dedim mecburen. Ailenin gözde dostlarından biri olmuştum, bu doğru. Ama henüz aileye tam olarak girememişken aralarına sızmama yardımcı olan kişiyi, Arda'yı küstürmenin bir manası yoktu. O yüzden durumu biraz daha idare etmenin kimseye zararı olmazdı.

Verdiğim yanıttan ötürü yaşadığı mutluluk adamın sesine yansımıştı elbette. "Anlaştık. Seni alırım."

"Gerek yok, mekânı konum at yeter. Zaten halletmem gereken bazı işlerim var."

"Peki. O zaman... Görüşürüz."

Bu kesik kesik duraksayıp nefes vererek söylenen cümlelerin anlamı şuydu; ben flörte hazırım ve seninle bir birlikteliğe adım atmak istiyorum. Genellikle durum tam olarak böyleydi. Çünkü Arda'nın ses tonundaki o gülümseme ifadesi hattın diğer ucundan bana yansıyordu ve onun söyledikleriyle, takındığı ifadeyle neler hissettiğini sezebiliyordum. "Görüşürüz." Telefonu kapadığımda oldu bu iş, diye düşündüm. Üç silahşorların arasına girmiş sayılırdım. İlk hedefime ulaşmıştım. Sıradaki işimse planımın geri kalanını devreye sokmaktı.

Yavaş yavaş...

Aceleye ihtiyacım yok, her şey yavaş yavaş.

Şirketten çıkıp arabama bindim. Saate baktığımda henüz Arda'yla buluşmamıza daha vardı. Bu süre zarfında Esved'in yanına uğrayabilirdim. Rigel'e doğru yola çıktım. Planımla ilgili Esved'le konuşmam gereken şeyler vardı ve bunu bekletmek istemiyordum. Köşeyi dönüp anayola çıkmadan önce döndüğüm üç sokak boyunca takip edildiğime emin oldum. Anayola çıktığımda da bu değişmedi. Kırmızı bir Mini Cooper beni takibe almıştı. Işıklarda durduğumuz sıra sezdirmeden kim olduğunu anlamak için arkadaki aracı süzdüm aynadan. Gördüğümden pek de memnun olmadım. Tam tahmin ettiğim gibi. Beril'di bu, adım gibi emindim. Hemen telefona sarıldım. Takip edildiğim hâlde Esved'in yanına gidemezdim, onu az çok tanıyorlardı. Hileyle hurdayla hapse attırdıkları adamı unutmuş olamazlardı değil mi? Bile bile lades diyemezdim. Ancak beni bekleyen Esved'e de haber vermem gerekiyordu, yoksa deli gibi merak ederdi. Huyunu biliyordum. Yol yakınken önlem almalıydım. Kendisi telefon kullanmayan antika biri olduğundan ötürü barın numarasını tuşladım ve orada olması için dua ettim. Orada buluşacağımıza dair sözleşmiştik, dolayısıyla barda olması gerekiyordu.

"Alo, Rigel Bar buyurun." Sesinden tanıdığım kadarıyla aramamı yanıtlayan Esved değildi. Barmenlerden Fatih olabilirdi, emin değildim ama onun sesini anımsattı. Zaten kalbim küt küt atarken bunu düşünecek ne hâlim ne de vaktim vardı.

Sakince yutkundum ve "Ben Rüya." dedim kısaca.

"Ah, Rüya merhaba."

Hoş geldin beş gittin muhabbetine hiç mi hiç vaktim yoktu. Bu yüzden aceleci tavrımı sürdürüp direkt konuya girdim. "Esved'le acilen görüşmem gerek, orada mı?"

"Evet, mahzende. Bekle, çağırayım."

"Çabuk ol." Olumlu yanıt aldığımdan ötürü içimden şükrediyordum. Telefonun başında ışıklara baktım. Kırmızı ışığın süresi dolmak üzereydi. Zamanla yarışıyordum.

Vay be, sinsi Beril'e bak sen, diye geçirdim içimden. Yılan. Beni takip edebilmeyi akıl etmişti. Böyle bir hamleyi ondan bekliyordum çünkü aralarına girer girmez popülaritesini elinden almıştım. Üç silahşorların üçü de benden beğeniyle bahsetmiyor olabilirdi ancak reklamın iyisi kötüsü olmazdı. Tarık'ın da dolaylı yoldan hakkımda konuşma mecburiyeti arkadaşlarının sürekli benim hakkımda sohbet açıyor olmasındandı. Ve bu durum Beril'i er ya da geç rahatsız edecekti. Elbette bu da benim açımdan tahmin edilir bir şeydi. Fakat beklediğimden erken davranmıştı. Şuna inanıyordum, kadınlar erkeklere nazaran daha şüpheci yaklaşabiliyordu. Tarık'ı tenzih ederek söylüyorum, çünkü kendisi görür görmez benden hazzetmemişti, bu doğru. Üstelik o grupta benden hoşlanmayan iki kişi vardı; Tarık ve Beril. Tarık'ın da ortada fol yok, yumurta yok denilebilecek bir aşamada böyle paranoyakça bir şeye tenezzül edeceğini sanmıyordum zaten. Bu ancak ve ancak Beril'den beklenebilecek bir hareketti.

Yeşil ışığın yanmasına saniyeler kala telefonu hoparlöre aldım. Hattın diğer ucunda Esved'in sesini duyunca bir nebze rahatlamıştım.

"Rüya."

"Şimdi beni iyi dinle."

Aceleci ve hafif tedirgin tavrımdan ötürü Esved'i de panik hâle getirmiştim. "Ne oldu?" Beni tedirgin olmam için ortada geçerli bir sebebin var olması gerektiğini bilecek kadar tanıyordu.

Çok uzatmadan konuyu olduğu gibi yansıttım adama. "Takip ediliyorum." Bilmeye ve tedbir almaya hakkı vardı. Üstelik neden gelemeyeceğimi veya gecikeceğimi bilmesi gerekiyordu. Yoksa başıma bir şey gelmiş olabileceğinden endişelenip ortalığı ayağa kaldırabilirdi.

"Ne?"

"Bu yüzden gecikeceğim."

"Kim takip ediyor seni?"

"Beril salağı. O önemli değil, ben birazdan izimi kaybettiririm. Sana gecikeceğimi haber vermek için aradım."

"Tamam." Duraksadığı sırada telefonu kapatıyordum, aniden "Rüya." dedi. Sesindeki endişeyi sezebiliyordum.

"Efendim?"

"Dikkatli ol."

"Tamam." Telefonu kapattığımda beni rahatlatacak bir şey yaptım, radyoyu açtım. Rastgele bir frekanstan gelen müzik beni rahat hissettirecekti. Hem Beril aptalından neden bu kadar tedirgin olmuştum ki? Tabii, elbette düşmanımı gözümde küçümseyerek hataya düşmeyecektim ancak ben pekâlâ zekâmda onu alt edebilirdim. Yeter ki planını önceden sezebileyim. Tıpkı şimdiki gibi.

Radyodaki hareketli müziğin ritmine kendimi kaptırmışken köşeyi döndüm. Kovalamaca. İşte başlıyorduk.

Evinden uzakta önünde tuzaklar sana dua edenleri hep hatırla

Belki de yoktur bir ikinci şans gene de koş dik dur hep ayakta kal sağlam

Bir şeylere odaklanıp kafamı dağıtmak beni rahatlatıyordu. Ve Beril, korkmam gereken son kişi gibi görünse de aslında listemin başındaydı. Çünkü kadınlar... En aptalından bile korkmalısınız, saatli bir bombadan daha tehlikeli olabiliyorlar.

Direksiyonu sertçe kırıp U dönüşü yaptım ve kulağıma dolan şarkı eşliğinde şöyle bir İstanbul turuna çıktım.

Hadi bana yarı yola kadar eşlik et

Tabi yolun öteki yarısı tehlike

Hani bunun sonu diye sor kendine

Çok hızlı gidense çarpar bendine

Güneşin doğuşu batışı bir başkadır

Gidişin dönüşü, hüznü de farklıdır

Her çıkışın inişi, her inişin çıkışı var

Perdeni kapat ama gönül gözünü aç

Ömür törpüsü mü zaman, yoksa bir zaman törpüsü mü yaşam

Belki bir yalan rüzgârı da eser, yollarını keser

Sen gene de yürü açar güneş

Yarım saat, belki de kırk beş dakika böyle dolanıp durduk. Vazgeçmiyordu. Ancak beni tanımıyordu, ben de vazgeçen bir mizaca sahip değildim. Artık aynı yollardan geçtiğimizi fark eden Beril aptalı, kısa bir süre daha takip etmeyi sürdürdükten sonra el mecbur bıraktı peşimi. Ben takip edildiğimi ve o da benim bildiğimi. İkimiz de anlamıştık. Peşimi bıraksa da bazı şeyler dönüşü olmayan bir yola girmişti. Kılıçlar çekilmişti. İkimiz de aramızdaki gizli savaşın başlangıcının ayrımına varmıştık. Çanlar bizim için çalıyordu. Bir kadın zekâsını en iyi yine başka bir kadın çözümleyebilirdi ve ben zekâmın ondan üstün olduğunu göstermiştim. Öyle kolay kolay oyuna gelmeyeceğimi anlamıştı.

Şimdilik.

Rüya bir, Beril sıfır.

Dedim ya, şimdilik.

Arda'ya öğle yemeğine gelemeyeceğimi, akşam yemeğinde görüşüp görüşemeyeceğimize dair bir mesaj yazdım. Kendisinden olumlu yanıt alınca Rigel'e doğru yola çıktım. Ancak hâlâ temkinliydim. Peşimde biri veya birileri olmadığına dair emin olduktan sonra sakinledim. Bu kaçma kovalamacayla neredeyse akşamı getirmiştik.

Aracımdan indiğimde ışıklı bir tabelayla "RİGEL" yazılı barın önünde durdum. Dikkatlice etrafıma bakıp takip edilmediğimden emin olunca temkinli adımlarla içeri girdim. Eski barmen izinliydi bugün, gençten bir personel duruyordu yerinde. Adı Murat'tı sanırım. Ancak yıllardır burada çalıştığından ötürü görür görmez beni tanımıştı. "Hoş geldin yenge."

Gözlerimi devirdim. Şu yenge lafına da irrite oluyordum. Ama şuan bu en son derdim bile olamazdı. Sıkıntılı bir nefes verdikten sonra "Esved burada mı?" diye sordum.

"Arka tarafta, dur çağırayım." Bar sakindi bu saatlerde. Asıl akşam yediden sonra ana baba gününe dönüyordu. Arka kapıya doğru seslendi Murat. "Patron, ilâhe geldi!"

Bana adım dışında her sıfatla hitap eden çocuğa anlamsız bir bakış attım. Hızlı adımlarla kapıdan giren Esved gelince dikkatim o yöne çevrildiği için herhangi bir şey söylemedim. "Ona yenge demeyi sen mi öğrettin?"

"Ne o, hoşuna gitmedi mi?" Sıradan bir ses tonuyla kaşlarını çattı Esved. Alaycı bir tavrı vardı. "Haklısın, çok klişe. Üstelik kulağa da pek hoş gelmiyor. İkinci sınıf mafya dizileri gibi." Bıyık altından gülen Murat'a döndü ve gözlerini kısıp başını sallayarak "İlâhede karar kılalım." diye onayladı çocuğu.

"Dalganın sırası değil."

"Sana adınla hitap etmemesini ben söyledim. Temkinli olmalıyız demiştin."

Haklıydı. Ben söylemiştim. Ama saçma sapan lakaplar takması elbette benim fikrim değildi. Neyse, temkinli olmak adına mantıklı bir karardı bu, sorgulamadım. Zaten başımızdaki dertlere bakılırsa bu dertten bile sayılmazdı. Neden bu kadar takılıyordum ki? İsterse bana kayınço bile diyebilirdi. Şuan ilgilenmemiz gereken daha büyük bir sorun vardı. "Her neyse, şu soytarılığa bir son verin de işimize bakalım." Tedirgindim ve çözüm arayışı içindeydim. "Vaktin varsa arka tarafa geçip konuşalım. Önemli şeyler var."

"Senin için her zaman vaktim olduğunu biliyorsun. Hadi, gel benimle."

Barın arkasındaki kapıdan içeri girip Esved'in odasına geçtik. Onun telefondaki endişeli sesinden eser yoktu. Belli ki her türlü tedbiri alıp rahatlamıştı. Fakat ben onun kadar rahat olamayacaktım, çünkü bu hayatımı ortaya koyduğum bir kumardı. En ufak bir hata her şeyi yerle bir edebilir, tüm planı bozabilirdi.

Sakin ancak meraklı bir yüz ifadesiyle "İzini kaybettirdiğinden emin misin?" sorusunu yöneltti adam.

"Eminim, çok dikkatli baktım."

"Peki, diğer piç kurularından herhangi birine bu takip planından bahsetmiş olabilir mi? Çünkü eğer cevabın evet olursa onun dışında birileri de görünmeden peşine takılmış olabilir."

"Sanmıyorum. Ertan ve Arda zaten inanmaz. Tarık her ne kadar benden şüphelense de bu fikri abartı bulur. Bence bu yalnızca Beril'in işi."

"Tamam." Gözlerini yüzümde gezdirdi. Hasret ve tedirginlik bir aradaydı sanki. Tehlike şimdilik geçmişti ancak gelecek için endişeli olduğunu gizlemeye çalışsa da her hâlinden anlayabiliyordum. O denli tanıyorduk birbirimizi. Beklenmedik bir anda, sorgusuz sualsiz sıkı sıkı sarıldı bana. Öylece kalakaldım. Ne karşılık verdim, ne de ittim. "Senin için endişelendim."

"Görüyorsun ki iyiyim."

Esved "İyisin." diye tekrarladı gönül rahatlığıyla. Kollarını gevşetip geri çekildiğinde soru dolu bakışları benden komut bekliyor gibiydi. "Beril işini ne yapalım?"

"Şimdilik dokunma, gönlünce oynasın. Ben ayıldım bir kere duruma, oyuna getiremez kolay kolay. Araştırsın, takip etsin. Nasılsa izin verdiğimizin ötesinde bir şey öğrenemeyecek."

"Yanına birini göndereyim mi? Gizliden gizliye korur seni."

"Saçmalama. Bu daha çok dikkat çeker. Üstelik böyle bir şeye hiç gerek yok, biliyorsun. Böyle şeylerin olabileceğini tahmin ediyorduk zaten. Biraz sakin ol." Kolumdaki saate baktım. Arda'yla buluşma saatimiz yaklaşıyordu. "Gitmem gerek. Esasında ben sana bunların araçlarına fark ettirmeden takip cihazı taktırabilir misin diye soracaktım."

"Neden böyle bir şey istiyorsun ki?"

"Ne zaman nerede olduklarını bilmek, takip etmek istiyorum. Hem belki geçmişteki suçlarına dair bir ipucuna erişebilirim, o suçla bağlantılı herhangi bir yere gidebilirler. Ayrıca bugün yaşadığımız şeyi de bir daha yaşamamış oluruz. Takip cihazından nerede olduklarını görürüm ve beni takip etmeye çalıştıklarında tetikte olurum." Gözlerinin içine bakıp emin olmak istercesine "Yapabilir misin?" diye sordum.

"Benim için çocuk oyuncağı."

"Fark etmezler, değil mi?"

"Özel olarak araçlarını aratmazlarsa hayır."

"Tamam, sağ ol. Şimdi gitmeliyim. Görüşürüz." Kapıdan çıkmak üzereyken Esved'in seslenişiyle duraksadım.

"Rüya!"

"Efendim?"

"Dikkat et."

"Tamam." Ardımdan bakakalan adamı bırakıp barmene girişteki soytarılığından ötürü ters bir bakış attıktan sonra Rigel'den çıktım. Oldukça yorucu olmasına rağmen bugün benim için bitmiş değildi. Daha Arda'yla buluşacaktık. Mesajlara baktım ve Arda'nın attığı konuma doğru yola çıktım.

Mekâna geldiğimde garson beni teras katına yönlendirdi. Arda manzaraya karşı güzel bir masada oturmuş sabırsızca beni bekliyordu. Geldiğimi görünce ayağa kalktı.

Masaya yaklaştığımda "Merhaba," dedim.

"Merhaba, hoş geldin."

Oturduğumuzda bakışlarındaki merakı görebiliyordum. Öğle yemeğini neden akşama çekmiştim? Ne olmuştu da gecikmiştim? Önemli bir şey yoktu ya? Hepsini merak edip soramamak onun için zor olsa gerekti. Benimse adamın merakını dindirmeye hiç niyetim yoktu. Aksine umursamaz ve sakin bir tavır takınmıştım.

Benden herhangi bir yanıt veya açıklama gelmeyeceğini anladığı sıra soru sorma istediğini geri yuttu ve benim gibi sıradan davranmaya karar verdi. "Valla ben kurt gibi açım, bir şey de söylemedim. Senin gelmeni bekledim. Ne yesek acaba?"

"Bilmem, önce bir menüyü inceleyelim istersen."

Menüyü inceleyip siparişimizi verdikten sonra rahatça sohbet etme fırsatı bulmuştuk. Bundan istifade imalı bir ses tonuyla "Bu aralar çok sık görüşmeye başladık." dedim.

"Evet, seninle sık görüşmek istiyorum. Çünkü ben... Ben..."

Cesurca başladığı söze aynı özgüvensizliğiyle devam edince içimdeki alay etme isteğine bir dur dedim. Bu gidişle duygularını öyle kolay kolay söyleyemeyecekti, belli. Aslında söylemesini istediğimden de pek emin sayılmam. Aralarına girmem, daha da yakınlaşmam için çok iyi bir fırsat olurdu ama... Bilemiyordum. Kesinlikle plandan vazgeçmiş değildim ancak daha çok yaklaşmak daha çok tehlikeydi. Ve ben tehlikeyi seviyordum. Fakat hepsi bu kadar değildi. Her şeyin bu kadar hızlı gelişmesi beni korkutuyordu, çünkü tam her şey istediğim gibi gidiyor derken tongaya düşme ihtimalinden korkuyordum. Evet, elbette benim de korktuğum şeyler var. Siz ne sanıyordunuz ki beni? Deliyim, ama o kadar değil. Her tehlikeye gözü kapalı atlayacak kadar değil. Bazı ihtimalleri hesaplamadan, hesapta olmayan şeyler hakkında plan kurmadan değil. Aksi hâlde bunun adı cesaret değil, aptallık olurdu.

Arda bir şeyler söyleyeceği sırada toparlayamadığı sözlerini içeceklerimizi getiren garsonun kesmesiyle sıkkın bir ifadeye büründü. Onun ne kadar çekingen olduğunu görebiliyordum. Görünenin de ötesinde, özgüven probleminin yanı sıra sevgi eksikliği de vardı onda. Sevilmeye muhtaçtı, şefkat onun en büyük zaafıydı. Biri tarafından sevilse ona sonsuz güven duyabilirdi. Arda'yı ipe götürecek zaafı da bu olacaktı.

Beklenmedik bir adım atmaya karar verdim. Tam da o an. "Sergide resmimi yapmak istediğini söylemiştin." Bazı şeyleri geciktirmek de en az hızlandırmak kadar özündeki mayayı bozabilirdi. Ben de Arda'nın bazı şeyleri geciktirmesine müsaade etmemeyi tercih etmiştim.

Genç adam heyecanla "Evet?" derken söyleyeceklerimin devamını bekliyor gibiydi.

"Hâlâ istiyor musun?"

"Tabii ki."

"O zaman Çarşamba akşamına ne dersin? Hem seni evimde ağırlamak isterim."

"Buna çok sevinirim."

Nazik bir tebessümden sonra soğuk içeceğimi yudumladım. Arda'nın avucumda oluşu yetmezdi. Onu kendime bağlamalıydım. Vazgeçilmezi olmalıydım. Hatta onu öyle bağlamalıydım ki kendime, onunla birlikte grubun da vazgeçilmesi hâline gelmeliydim. En mahrem sırlarını bile paylaşabilecek kadar güvenmeliydiler bana. Hayatlarının hatalarını yapmalıydılar yani.

...

Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top