BLOGGER


Dünyada iki türlü insan vardır. Hayalleri olmayıp çokça parası olanlar, bir de büyük hayalleri olup hiç parası olmayanlar. Ben bu türün ikinci sınıfına giriyorum. Yaşamak istediğim hayat ile yaşamak zorunda olduğum hayat arasında dağlar kadar fark var. Kocaman bir boşluktayım sanki, karanlık ve soğuk. Savruluyorum oradan oraya. "Bu dünyanın yabancısıyım" demişti can dostum. Yerlisi olup da kalabalığın beni yemesindense, yabancısı oluyum böylelikle insanlar beni unutunca kalpleri kurumasın. (Cümlemin devamında, "Ben kalabalığı yerim" dememi beklediniz değil mi? Ayol, ben kalabalığı yersem hazımsızlık yapar, koli koli maden suyu içsem yine geçmez.) Kötü bir espri oldu farkındayım, bu psikoloji ile iyisi çıkmıyor. 

Yabancı demişken, biraz bu konuyu konuşalım. Sorum şu, yabancı olmak mı daha iyidir? Yoksa yabancılaşmak mı? İkisi arasında ne fark var derseniz, dilim döndüğünce anlatmaya çalışayım. Yabancı olunca, bir mekana girdiğinizde ya da hiç bilmediğiniz bir şehre gittiğinizde oranın yabancısı olursunuz. Ama bu uzun sürmez. Biri mutlaka sizi fark eder. Bakışınızla, duruşunuzla hatta yürüyüşünüzle dikkat çekersiniz. Bir de o kişi yanınıza gelip sizinle diyaloğa girerse, ( Birini mi arıyorsunuz? Kayıp mı oldunuz?) gibi sorular yöneltirse işte o zaman yabancı değilsiniz demektir. Bir mekanda garsonla konuşmanız bile sizi yabancı olmaktan çekip çıkarmaya yeter. 

Yabancılaşma ise öyle değildir. Müdavimi olduğunuz bir yer vardır. Oraya gittiğinizde  bir masaya oturursunuz. Garson gelir, sizi artık tanıyordur, her zaman içtiğiniz kahveden ya da demli bir çay bırakır masanıza. Yanına belki bir atıştırmalık. Gölge haline geçersiniz. Kimsenin göz ucuna bile takılmazsınız. Sokaktan geçen insanları izlersiniz. Belki bir kitap okursunuz. Sonra hesabınızı öder, sessizce çıkar gidersiniz. Sanki hiç gelmemiş, hiç vakit ne nakit harcamamış gibi...

Yabancılaşmanın sokak hali ayrı bir güzeldir. Bakışlarınız, duruşunuz hatta yürüyüşünüz ne kadar tedirgin olsa da kimse size dönüp bakmaz. Gölge halinden hiç çıkmazsınız. Öyle şeffaflaşırsınız ki, insanlar içinizden su misali akıp gider. Kısacası yabancılaşmak özgürlüktür. Ama siz yine de abartmayın. Sonra aşırı yalnızlığa dönüşüyor. İşte ben bunun canlı kanıtıyım. 

İşte arkadaşlar ben hemen hemen her gün blog da bu tarz yazılar yazıyorum. Kimisi saçma buluyor, kimisi beğenip benimle uzun uzun konuşuyor, dalga geçenlerde çabası. Bunların arasında biri var, bütün yazılarımı okuyor ve çok güzel cevaplar veriyor. Uzun uzun sohbet ettiklerimin ilk sırasında. Yazmadığım zamanlarda merak edermiş, "Neden yazmadın?" diye soruyor hemen. Ben de bazen geçiştiren cevaplar veriyorum, bazen de blog da yazmadıklarımı Ona yazıyorum. Hiç yüzünü görmediğim birisine içimi açmak tuhaf geliyor aslında. Her an aleyhimde kullanılacakmış gibi hissediyorum. Mesela bunu bir blog yazımda da yazdım. Şöyleydi,

Yabancı insanlarla konuşmak daha rahatmış öyle diyorlar. Aksine ben ne zaman tanımadığım biriyle konuşsam, aleyhimde kullanılacakmış gibi geliyor. Kapım çalınacak ve o insan polislerle birlikte karşıma dikilecekmiş gibi. Sonra gelsin mahkemeler, gitsin dosyalar ve parmaklıklar ardında çürüyen yıllar. Bu güvensizlik insanı yıpratıyor. Yalnızız zaten, hem de magmasını her an yüzümüzde hissedecek kadar yalnızız. Bir de bu güvensizlik yok mu, bizi küle çevirip küllerimizi arsız rüzgara savuruyor. Sonra küller Zümrüdüanka kuşu misali tekrar doğuyor. Maymunlardan geldiğimiz bile söyleniyor. Bence biz Zümrüdüanka'nın savrulan küllerinden geldik. Yoksa bu kadar yanmaya rağmen hayata güçlü tutunmamız başka nasıl açıklanabilinir ki? 

Bu yazım biraz tepki çekti. "Madem böyle düşünüyorsun, neden blog da yazıyorsun?" dendi. Birini muhatap alarak konuşmakla, yazmak arasındaki farkları anlatsam da anlamayacakları için bu tarz yorumlara cevap verip gereksiz polemiklere girmedim. Ama yine de kendimi koruma amaçlı adımı dahi yazmıyorum. Nerede yaşıyorum, yazmak haricinde neler yapıyorum, bahsetmedim. Blogumun adı bile "BLOGGER." Dediğim gibi sadece Ona yazıyorum. Onun'da adını yazmayacağım, adı, adım ben de kalsın. 

Onunla bir yıl sadece internet üzerinden konuştuk. Ayrı şehirlerde yaşıyoruz. Bazen beni görmek istediğini yazıyor ama ben türlü bahanelerle erteliyorum. Ne yalan söyleyeyim, ben de merak ediyorum. En son yılbaşında yazdı, ben de korkularımı yazdım. Kadın cinayeti haberlerini okudukça sokakta yürürken bile bin defa arkama baktığımı, akşamları gölgemden bile korktuğumu, minibüste kapıya yakın durduğumu, çok sevdiğim elbiselerimi giyemediğimi, bol kıyafetler tercih etmek zorunda kaldığımı anlattım. Bir sene daha rica ettim Ondan ve kabul etti. 

İkinci yılın sonunda görüşmeyi kabul ettiğimi söyledim. "Artık benden korkmuyor musun, Blogger?" diye sordu. "Korkularımı yenmeyi öğret" dedim. Telefonun diğer ucundan sıcak bir gülümseme hissettim. Meğer ölüm tebessüm etmiş başka bir şehirden, nereden bilebilirdim. 

İş yerinden bir haftalığına izin almış. Benim yaşadığım şehre gelecek ve bu bir haftayı beraber geçireceğiz. Ben de bu sayede insanlara ve tabi ki kendime karşı olan güvensizliği kıracaktım. Cam ardında hayatı seyretme son bulacaktı. En azından ben öyle hayal ediyordum. Ta ki o güne kadar.  Buluşma gününde Onu otogarda karşıladım. Otobüste ön tarafta cam kenarında oturmuş, kulaklık ile büyük ihtimalle müzik dinliyordu.  O kadar insan arasında çekirge gibi zıplayan bir ben olduğum için hemen fark edildim. Kocaman gülüşüyle bana el salladı otobüsün içinde. Perona yanaşıp durduğunda ayaklandı ve ilk inenlerden  oldu. 

Bagajdan valizini alıp yanıma geldi. Kalbim yerinden çıkıp bir esintiyle uçacak gibi oldu. Kapkara gözleri, gülümsediğinde belli olan gamzesi ile bana bakıyordu. Çokta şıktı, beyaz bir tişört üzerine mavi bir ceket, altına yine mavi bir kot pantolon giymişti. Bense evden öylesine çıkmış gibi duruyordum yanında. Kırmızı, beyaz çizgili bir tişört ve pantolon, elimde de alakasız bir kırık beyaz çanta. Çok kibardı bu rüküşlüğüme "Çok güzel görünüyorsun" dedi. Utancımdan magmanın sıcaklığını hissedecek hale gelmiştim. Otogardan çıktık taksiye bindik. Önce güzel bir lokantaya gittik. Balık yiyecektik. Ben çatalı, bıçağı nasıl tutacağımı bilemedim. Bunu fark edince "Balığını ben hazırlayayım küçük kız" dedi. İncecik bir sesle sadece, Olur" diyebildim. Yemekten sonra O otele geçti, bense eve döndüm. Ertesi gün bir araba kiralamış. Beni evden aldı. Bütün gün gezdik, sinemaya gittik. Geç saatlere kadar dışarıda eğlendik. Bir hafta boyunca gece 00:02'den önce eve girmedim, çılgınlar gibi eğlendim ve zaman su gibi akıp gitti.  Son gün eve davet ettim. "Ev sahibi bendim ama bütün hesapları hep sen ödedin, bari son gün benden olsun" dedim. "Senin gülümsemen en güzel ev sahipliğidir, sen yüzünden eksik etme ben bütün hesapları öderim" dedi.  Onunla konuşurken kalbimde hissettiklerim aşk mıydı, yoksa uzaktaki dostumu yakından tanımanın heyecanı mı bilemiyorum. Ama çok mutlu olduğum kesindi. Aradığım her şey, hatta daha fazlası Onda vardı. Son gün evi derleyip topladım, kuaförde saç, makyaj yaptırdım. Özel günler için sakladığım küçük boncuklarla süslenmiş lila rengindeki elbisemi giydim. Paraya kıyıp et ve kırmızı şarap aldım. Güzelce hazırladım. Sofraya iki adet kırmızı mum koydum, yapay çiçeklerle süsledim. Kadehleri de masaya koyunca sofra tamamlandı. Saat tam 20:00'de geldi. Kapıyı açtım, bu sefer takım elbise giymişti ve kravat takmıştı. Cebine de takıma uygun mendil koymuştu. Tıraşlı yüzüyle çok yakışıklı görünüyordu. 

Beraber salona geçtik. Ben aldığı gülleri vazoya koyduktan sonra masaya geçtik. "Her şey çok güzel görünüyor ama senden daha güzel değil" dedi. "Teşekkür ediyorum. Bu hafta kendimi çok özel hissettirdin, ben de özel bir akşam hazırlamak istedim" dedim. "Masa ya da yemekler önemli değil, önemli olan seninle geçirdiğim dakikalar." "Ben de seninle olmaktan çok mutluyum." O gece yemek boyunca bütün kadehler mutluluğa kalktı.  Yemekten sonra kanepeye geçtik. Saat ilerledikçe yakınlaşma da çoğaldı. Ben, "Bu kadar yakınlık için çok erken, birbirimizi yeni yeni tanıyoruz" dedim. Birden ayağa fırladı, "Bu kadar yolu senin nazını çekmeye gelmedim" dedi ve elindeki kadehi yere fırlattı.  O an bütün tılsım yok olmuştu ve yerini korku almıştı. "Kötü bir şey demedim lütfen sakin ol" dedim. "Eğer daha yakın tanımak istiyorsan, kendini geri çekmeyeceksin" dedi. Eline yerden bir cam kırığı aldı. Üzerime atladı, ben çığlığı bastım ama diğer eliyle ağzımı kapattı. Gözyaşlarım şarap gibi akıyordu. Cam kırığını boğazıma dayadı. "Senin gibi çocuklarla uğraşamam. Kendine yanlış bakıcı seçtin" dedi. Çok çırpındım. Kurtulmaya çalıştım, başarılı olamadım. Özel günler için sakladığım elbisem şarap kırmızısına bulandı. Yaşlı gözlerime gecenin karanlığı çöktü ve son gördüğüm yüz azrailimin yüzü oldu. 

Tabi arkamdan tahmin edileceği üzere çok şey yazıldı. Çoğunluğu suçu bana attı. Bekar ve yalnız yaşadığım için suçlandım. Eve erkek çağırdığım için suçlandım. Zaten kadın olduğum için doğuştan suçluydum ve suçumun cezasını evime kendi ellerimle almıştım. Yani ben kaşınmıştım, bunu hak etmiştim. O saatte bir adamın ne işi vardı evimde? Gidiş biletimi ben kesmiştim, O bir melek kadar masumdu. Son yazım, "Blogger Kızın Şarap Renginde Sonu" oldu. Katledilen kadın listesine adım böyle yazıldı. 

Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top