4.Bölüm: ''Alev Taşları''

Keyifli okumalar...

***

''Dolle alev taşlarını bırak onları bana Clara verdi.'' Yerde oturan küçük kardeşime kaşlarımı çatıp ellerimi annemin yaptığı gibi belime koyup eğildim. ''Kendi kül tepende oyun oyna.''

Parmakları inatla benim değerli kızıl-siyah taşlarımı sıkıp göğsüne bastırdı. ''Ben de onları seviyorum. Annem benim geçitten geçmeme izin vermiyor.'' Dudaklarını büküp uğradığı haksızlığa isyan ettiğini gösterirken beni tam da şu an bahsettiği yerde bekleyen Clara aklıma geldi.

''Gitmem gerek Dolle hadi artık onları bana ver. Geçitte yolumu kaybedip eve geri dönmememi mi istiyorsun yoksa?''

Yüzünün rengi solarken gözleri kocaman oldu. Hepimize öğretilen ilk gerçek parmaklarının korkuyla gevşemesine neden oldu. Geçitte kaybolanlar geri dönmezdi. Son kez güçsüz bir isyanla dudakları aralandı. ''Yedi yaşındayım, sense benden iki yaş büyüksün. Benim gelememem haksızlık.''

Kısa kesilmiş kıvırcık saçlarını karıştırıp elinden taşları aldım. ''Sen daha beş yaşındasın.''

Omuz silkti. ''Yine de haksızlık.''

Dudaklarımı ısırıp gülmemek için direndim. Sonra aklıma beni bekleyen Clara gelince hızla evden çıkıp geçide doğru koşmaya başladım.

Ne kadar zaman geçmişti? Kafamı kaldırıp gözümü alan güneşin dağların eteklerinden yukarıya doğru ne kadar yükseldiğine baktım. Clara ile belirlediğimiz yapraksız büyük bir kaya parçasının yanında kalan çalının ışıkta kaldığını görünce adımlarımı hızlandırdım.

Geç kaldım. Geç kaldım.

İlk tepeden aşağıya annemin kızacağını bilsem de kayarak indim. Eteklerim toplanıp taşlar tenimi çizerken inledim. Canım yanıyordu ama geç kalırsam Clara yeterli ışık olmadan geçitten geçerdi.

Geçitten herkes aynı anda geçerdi. Ellerimizdeki alev taşlarını hep birlikte yakar, karanlıkta kendimize ateş böcekleri gibi yol açardık. Yetişemezsem bensiz giderler, ben de tek başıma geçitten geçemezdim.

Nefes nefese ikinci tepeden indiğimde geçitte ilerlemeye başlamış kalabalığı gördüm. Clara endişe ile dikilmiş geleceğim yöne bakıp ardından ilerleyenlere bakıyordu. Ne kadar beklerse onlara yetişeceğine hesapladığını biliyordum. Hangimiz geç kalsak diğerimiz onu son ana kadar beklerdi.

Koşmaktan nefesim kesildiği için elimi kaldırıp deli gibi salladım. Yaklaştıkça Clara'nın yüzündeki öfkeli ifadeyi gördüm. Yanına varınca yere diz çöküp inledim. ''Gel-geldim.''

Benim evdeyken Dolle'ye yaptığım gibi ellerini beline koyup bana tepeden baktı. ''Her seferinde geç kalmayı nasıl beceriyorsun?'' derken sesi aksiydi.

Nefesim ciğerlerime daha rahat giriş sağlarken sesimi bulup ''Dolle taşlarımı almıştı. Neden gelemeyeceğini anlamıyor.'' dedim.

Öfkesi yok olup yüzüne bir gülücük yerleşti. ''Hugf da öyle.''

Birlikte güldük. Clara elimden tutup beni ayağa kaldırdı. Geçidin yanındaki meşaleye ilerleyip elimizdeki alev taşlarından ilkini yaktık, bütün geçit için en az üç tane alev taşına ihtiyacımız vardı. Aksi halde ışığımız biter bizse karanlığın içinde yolumuzu bulamazdık.

İkimiz de kalan taşları bellerimizde yer alan delikli kemere yerleştirip ellerimizde yanan ateş taşlarıyla aramızın açıldığı gruba yetişmek için koşturduk. İlk girişin yarısına kadar ilerlemişlerdi. İkinci girişe varmış olsalardı geri dönmek zorunda kalacaktık ama yetişmiştik.

En arka sıradaki Toms ikimizi görünce gülümsedi. ''Geç kaldınız.''

Clara itiraz etti. ''Ben değil Piksa geç kaldı.'' Gözlerini devirdi. ''Her zaman ki gibi.''

''Hey!'' dedim. ''Ben de seni beklemiştim.''

''Evet, ilk seferimizde hastalandığım için geç kalmıştım.''

Omuz silktim. ''Sonuçta bekledim.''

Toms'un yanında Layla kırık ön dişiyle gülümseyip bize baktı. ''Onunla tartışma, ikna edemezsin Clara.''

Clara itiraz etmek için ağzını açtığında öncünün bağırdığını duyduk. ''İkinci geçide geldik!''

İkinci geçide gelince hepimiz konuşmayı keserdik çünkü geçit bize seslerle oyunlar oynar, zihnimize başka hikayeler fısıldardı. Annem ilk seferimde kulaklarımı tıkamıştı. O gün çok korkmuştum. Uğultunun beni kandırmasından, ailemi bir daha göremeyeceğimden o kadar çok korkmuştum ki sonraki seferde anneme beni yanında götürmemesi için ağlayarak yalvarmıştım.

Beni ikna eden babam olmuştu. Bana uğultunun, zihinlerini çaldığı insanların anılarından ördüğü köprüyü anlatmıştı. ''Kendi sevdiklerine yol yapıyor.'' demişti.

''Ama bizi geri dönmemeye ikna ediyor.'' diye itiraz ettiğimde gülüp ''Sadece onunla kalmak isteyecek kadar kalbi umutsuz olanları.'' demişti. Saçlarımı öpüp ''Senin kalbin neşe dolu Piksam.'' diye eklediğinde yenilmez olduğumu hissetmiştim.

Ertesi gün geçide kalbimdeki sevgiye güvenerek girmiştim. Aynı ondan sonraki her seferde olduğu gibi.

Yol boyunca sessizlik ve alev taşlarının ışığı ile ilerledik. Uğultuya yeni sesler ve hikayeler vermeden, kalbimizde umutsuzluk olmadan ilerledik.

Geçidin yarısına gelmeden hepimiz kemerlerimizden birer taş alıp bitmekte olanın kıvılcımı ile avuçlarımızdaki taşları yaktık. Kararmış kayaların üzerinden süzülen kırmızı ırmaklara vardığımızda üçüncü taşım bitmek üzereydi. Diğerleri gibi ben de geçitlerin sonundaki çukura yanmış alev taşlarımı atıp kırmızı nehirlerin uzağında kalan yeşil yaprakları ve tatlı meyveleri ile uzanan tarlaya ilerledim.

Clara koşarak toplayıcılara katıldı. Elindeki makasla meyveleri neşeyle keserken birkaçını ağzına attı. Layla ve Toms dolan sepetleri geçide taşımaya yardımcı olmak için taşıyıcılara doğru ilerlerken, bense Clara'ya katılmak yerine tarlaların ilerisinde tek başına dikilen kadına doğru yürüdüm.

Onu görmeyeli uzun zaman olmuştu.

Kahverengi saçları zeminde yer alan sıcak hava deliklerinden birinin rüzgarıyla dalgalanıyordu. Gözleri her zaman ki gibi karanlığın yuttuğu diyarlara dalmıştı. Hep böyle yalnız görünürdü.

Yanına dikildiğimde gülümseyip başını eğdi. ''Büyümüşsün küçüğüm.''

Omuz silktim. ''Sadece uzadım. Beni geçen yıldan beri görmedin.''

Gülüşü sıcacıktı. ''Haklısın.''

Ağırlığımı bir ayağımdan diğerine verdim. ''Bana diğer diyarları anlatacak mısın?''

Bacaklarını altında toplayıp oturdu. ''En son hangisinde kalmıştık?''

Ben de hevesle yanına oturup ''Işıktan çiçekleri olanda.'' dedim.

Her seferinde bana hikaye anlattığında yaptığı gibi gözlerini yumup gülümsedi. ''Hiç gün ışığının olmadığı kara diyarlardan birinde kendi kara dallarına inat ışıktan çiçekleri olan bir ağaç vardı.'' Gözlerini açıp tepemizdeki parlak güneşe bakıp anlatmaya devam etti. ''Bu ağaç hiç ışık görmemiş, dallarında yeşil yapraklar ya da renkli çiçekleri olmamıştı.''

Merakla sordum. ''Nasıl?''

Eğilip kulağıma fısıldadı. ''Gökyüzü hep geceydi çünkü diyar güneşe küsmüştü.''

Heyecanla nefesimi tuttum. O ise gülüp anlatmaya devam etti. ''Ondan bu ağaç hep karanlıkta uzamış, dallarını genişletmiş ve özünde haberinin olmadığı ışıktan tomurcukları dallarında beslemişti. Yılda sadece bir kere görenlere hayrete düşüren tomurcukları yavaşça soyulur ve içinden güneşi kıskandıran parlaklıkta çiçekler çıkardı. Diyarın bütün sakinleri ağaç çiçek açacağı zaman yaptıkları işleri bırakır ve etrafında toplanırdı. İlk kez gören çocuklar ışığın göz alıcılığından büyülenir, gün ışığının dinledikleri masallardaki gibi olduğunu birbirine fısıldarken daha yaşlı olanlar bu kadar parlak çiçeklerin sonunda kendi dallarını yakacağını bilip hüzünle gülümserdi.''

Yüzüm asıldı. ''Ama neden çiçekler onu yaktı?''

Nazik eller yanağımı okşadı. ''Ağaç hiç gün ışığı görmemişti çünkü yaşadığı diyarın özü karanlıktı. Ama ışıktan tomurcukları da ona biri vermişti. İkisini de reddedemezdi. Güzelliği insanları büyüler ama kendi dallarını yakar, çiçekleri dökülüp dallardaki alevler sönünce kururdu. Kuruyan dallar insanların ateş yakması için kesilir, ağaç ise yeni dallarını besler büyütürdü.''

Ellerim kucağımda yumruk oldu. Öfkeyle konuştum. ''Ama neden çiçekler açmadan önce tomurcukları koparmamışlar? Neden ağacın kendi kollarını yakmasına, kuruyup yeniden büyüyüp yanmasına izin vermişler?''

Yerka'nın mavi gözleri şaşkınlıkla açıldı sonra yeniden bana gülümsedi. Bense sinirliydim. Ağaç için üzülmüştüm. Kucağımdaki yumruklarımı avuçlarının arasına alıp sıktı.

''Çünkü ağacı diken kişi onlara bir şey söylemişti. Nesiller boyunca diğerlerine söylemelerini ve kimsenin unutmamasını tembihlemişti.''

Başımı kaldırıp sordum. ''Ne söyledi?''

''Ne kadar karanlığın içinde kapana da kısılsanız, güneş sizi selamlamasa da sonsuz gece gökyüzünde saltanat sürerken kalbinize umutsuzluk dolarsa bu ağaca bakın. Dallarının karanlığına rağmen içinde hiç bilmediği ışığı taşıyan bu ağacın tomurcuklarına. Her yaşam ışıktır ve her yaşam kalbinde sevgi taşır. Gece ya da gündüz fark etmez. Gözlerinizi her kapattığınızda içinizdeki karanlıkta bir alev yakın. Bazen inanmak için kendi bedeninizi yakmanız, dallarınızı yeniden büyütene kadar beklemeniz gerekse de olduğunuz yere kök salın ve kollarınızı tekrar tekrar geleceğe uzatın. Umudu ve sevgiyi aynı bu çiçekler gibi ışıkla dallarınızda taşıyın ve etrafınızda unutanlara hatırlatın.''

Ağacı diken kişinin sözleriyle büyülenmiştim. Ne kadar yanması beni üzse de Yerka gibi o da bilge sözler etmişti. Yerka bana birbirini sevmeyen insanların olduğu diyarlardan bahsetmişti. Sevmeyi unuttukları için öldürmeyi sahiplenmiş kalplerin hikayesini ağlayarak anlatmıştı.

Sessizliğimi üzüntüme yoran Yerka bana gülümsedi. ''Üzülme küçüğüm, o ağaç çiçeklerini hep sevdi.''

''Neden?''

Ellerini bana doğru uzatıp gözlerimin içine baktı. ''Çünkü dalları bir sürü insanın kalbine ulaştı, çiçekleri yüzlerdeki gülümsemeler ile içlerinde hep solmadan kaldı.''

Havadaki ellerini sıkıp gülümsedim. ''Anladım.'' Sonra hevesle aklıma geleni söyledim. ''O insanlar geçitte hiç uğultunun anlattığı hikayelere kanmazdı.''

''Öyle. Kalplerinde umutsuzluk yerine sevgi varken kimse karanlığa tutsak olmaz.''

''Piksa! Piksa!'' Clara'nın sesiyle başımı çevirdim. Geçidi gösterip ellerini sallıyordu. Geri dönme zamanı gelmişti.

Yerka oturduğu yerden kalkıp eteklerini düzeltti. Kollarımı bedenine dolayıp biraz daha zamanımızın olmasını dilerken ağlamamak için burnumu çektim. Dolle gibi davranmamak için başımı dikleştirip ''Bir daha ne zaman görüşeceğiz?'' dedim.

Yanağımdan süzülen bir damla yaşı yakalayan parmakları sıcacıktı. ''Benim dallarım hep seninle Piksa.''

Daha çok yaş yanaklarımı ıslattı. Ellerimle aceleyle hepsini sildim.

Alev taşlarını yakmak için acele etmem gerektiğini söyleyen Clara'nın sesiyle geri dönüp koşmaya başladım. Yolun yarısını koştuğumda durup geri döndüm. Gidişimi izleyen Yerka'nın duyması için bağırdım.

''Bir gün o ağacı görmeye gideceğim Yerka! Bana o ağacın adını söyle!''

Yerka neşeli bir kahkaha attı. ''Ah küçüğüm sorunun cevabı bir başkasının dudaklarında. Ama sakın unutma dallarım hep seninle Piksa. Benim için çiçek açmayı unutma.''

Bana el salladı. Ben de ona el salladım.

Eve dönmek için geçide ilerlerken o ağacı göreceğime kendime söz verdim.

Nefes nefese yataktan doğrulmaya çalıştığımda kalbimin neden böyle attığını anlamaya çalışıyordum. Beynimin içi saatlerce yüksek sese maruz kalmışım gibi uğultuluydu. Şakaklarımdan enseme vuran ağrının sebebi de bu muydu?

Lanet olsun! Saçma rüyalardan kurtulduğumu sanıyordum. Kan kaybı ve zayıf düşen bünyem onları geri mi getirmişti? Unuttuğum bir şeyler vardı.

Kabus görmüş olmalıydım. Panikle uyanmama neden olacak kadar beni korkutan bir şeyler olmalıydı. Zihnim sanki kalanını hatırlamamak için mücadele ediyormuş gibi detaylara tutunmaya çalıştıkça elimden kaçıyordu.

Zonklayan baş ağrımla yüzümü buruşturdum. Bedenimi güçsüzce geri atıp tepemdeki lekesiz mermer tavana baktım.

Kan lekeleri ya da renkli desenler olmayan mermere.

Farklı bir panik boğazımın tıkanmasına neden oldu. Başımı çevirip omzuma baktım. Beyaz sargı bezinin üzerine çıkmış küçük kan lekeleri vardı ama kanamam durmuş olmalıydı. O kadar bitkindim ki acı bile duymuyordum. Ya da hala şoktaydım.

İkici ihtimal ile küfür ettim.

Döneli on beş gün olmamıştı ama ayakta dikilecek halde değildim. Kendi bedenime yeterince dikkat etmemiş, sabırsız davranmıştım.

Zihnimin etkilenmesinden korkup acele ederken hata üzerine hata yaparsam hayatta kalamazdım.

Zekamla övünürdüm. Kırmızı olanlar hep zekiydi değil mi?

İnleme ve gülme arası bir ses dudaklarımdan kaçtı. Ne kadar zekiydim ama?

Yapmam gerekenlere o kadar odaklanmıştım ki benim gibi avcıların arasında yürüdüğümü unutmuştum. Gözdeler.

Zayıf görünmemek için acele adımlar ile yanlarına giderken içlerinden birinin avucuna düşmüştüm. Morpheus.

Bilmemesi gereken hikayeleri bilen, benden şüphe etmemesi gereken Acı'nın genç gözdesi.

Yeniden güldüm. Genç mi? Ne kadar aptaldım.

Ben doğmadan daha önce bu diyarlarda yürüyen, benim avladığımın onlarca katını avlayan bir avcıyı zararsız görüp küçümsemiştim. Kibirli olmadığımı söyleyen yanıma alayla güldüm. Hepsi yetmezmiş gibi bunca zaman benden hoşlandığını bile düşünmüştüm.

Aslında benimle oynamak istiyordu.

Travis bizi bulmasıydı şimdiye ölmüş olur muydum? Yoksa tüylerimi tek tek yolmaya karar verip beni serbest bırakır, korkuyla gelecek seferi beklememe mi neden olurdu?

Umutsuz düşüncelerimi başımı sallayıp geçiştirdim. Kendi hislerimde boğulup çıkış yolunu kaybetmeme değil, planlar yapıp zekice hareket etmeye ihtiyacım vardı.

Düşündüğümden daha çok engelin varlığı işleri değiştirmemişti. Sadece düşündüğümden daha az zamanımın olduğunu bana hatırlatmıştı.

Hayali çarklar zihnimin içinde dönerken yapacaklarımı ve dikkat etmem gerekenleri sıraladım. Gözdelere katılmaktan vazgeçtim. Özellikle Morpheus'u bir süre daha görmesem de olurdu. Yaşananları başkasına anlatmayacağından emindim.

Diğerleriyle hiçbir zaman uzun süre konuşmaz ya da onlara yakın olmazdı. Ne de olsa yaşlı bir adamı eğlendirmek kolay değildi.

Peki Morpheus kadar yaşlı olan başkası var mıydı? Yıllardır avlandığım ama yaşadığım zamanın yarısından bile az zaman geçirdiğim gözdeleri düşündüm.

Ben avcıydım. Öfkesi damarlarını yakıp yeni avının verilmesini bekleyen bir avcı.

Kanı kıyafetleri kadar sık üzerinde taşıyan, bıçaklarını hayatların sönüşüyle bileyen, avlarının sayısıyla mabedin duvarlarını boydan boya çentikle dolduran bir avcı.

Mabette ve zihin hapsinde, gözdelerin yanında olduğumdan daha çok zaman geçiriyordum. Ortaklaşa görevlere diğerleri gibi katılmıyor ancak gerekli durumlarda rapor vermek için yanlarına uğruyordum.

Bu yüzden mi fark edememiştim? Yeni hedefime o kadar odaklanmıştım ki benim gibi olan gözdeler hakkında düşünmemiş miydim?

Neden düşünecektim ki?

Hepimiz Atlılar'ı memnun etmekle o kadar meşguldük ki hiç karşı karşıya gelmemiştik. Anlaşmazlıklar ya da sözlü atışmalar yaşasak da fiziksel olarak birbirimize karşı dönmemiştik.

Bedenimin yaralı ve kırılgan olduğuna kendimi her ne kadar ikna etmeye çalışsam da gerçekten Morpheus'un karşısında durabilir miydim?

Bizler yalnız avlanırdık. Av köpekleri ya da muhafız birliklerinin eşlik ettiği zamanlar olsa da birlikte hareket etmezdik. Gerçi aynı rengi kuşanan gözdeler bunu yapıyorsa da benim haberim yoktu.

Zihnimde Maris'i de bir o kadar tehlikeli olacağı düşüncesiyle uzak duracaklarımın arasına ekledim. Acı'nın az konuşan gözdesinin sessizliği içinde sakladıklarını öğrenmek istediğimden bile emin değildim. Cehaletin mutluluk olduğu, bilginin güç olmadığı zamanlar vardı.

Düşünce akışım artıları ve eksileri sıralayıp düşmanlarımın olası listesini yaparken, dost kabul ettiklerimin bazılarının beni düşman olarak gördüğünü hatırladım.

Halledilmesi gereken çok fazla sorun vardı.

Omuzlarıma kocaman ağırlıklar bağlanmış ardından derin su dolu bir çukura atılmış gibi dibe çöküyordum. Nefessiz kalıp boğulacak mıydım yoksa biri beni kollarımdan yakalayıp kurtaracak mıydı?

Yaklaşan birinin ayak sesleriyle gözlerimi açtım. Benden ürken kel şifacı uyuduğumu sanıp sessizce elinde tuttuğu iğneyi koluma batırmaya hazırlanıyordu. Gözlerimin açıldığını görünce korkup geri sıçradı. Bakışlarım haznesi renksiz sıvıyla dolu şırıngaya takıldı.

Yutkunup ''Usta'nın emirleri.'' deyip izin istedi. Başımla onaylayıp damarlarıma bilmediğim sıvıyı karıştırmasına izin verdim.

Yanımdan neredeyse koşarak uzaklaşırken yüksek sesli bir kahkaha attım.

Hayır. Ben omuzlarıma bağlı ağırlığı gerekirse dişlerimde koparır sonra yüzeye ulaşmak için ayaklarımı çırpar, havadan nefesimi kendim söküp alırdım.

Nerden başlamam gerektiğini biliyordum. Ne de olsa yüzmeyi bana ilk öğreten oydu.

***

Rüyalar ya da kabuslar bize çok değişik hikayeler sunmaya başladı ne dersiniz? 😁

İnsanların zihnine hikayeler fısıldayan geçitler, kara dallarında ışıktan çiçekleri olan ağacın hikayesi hakkında ne düşünüyorsunuz? 😈

Morpheus tarafından yenilgiye uğratılmış ve tehlikenin düşündüğünden daha büyük olduğunu kavrayan Eris neler yapacak dersiniz?😉

Ve kızımıza yüzmeyi kim öğretti? ☻️

Görüşlerinizi benimle yorum olarak paylaşır ve oylarınız ile destek olursanız sevinirim.
Haftaya yeni bölümde görüşünceye kadar hoşça kalın

Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top