11.Bölüm: ''Unutmaya Mahkum Hatırlamakla Lanetlenmiş''
Hasta olduğum için normal gününde bölümü düzenleyip atamadım, biraz enerji toplayınca sizi daha fazla bekletmemek için hemen bölümü atmak istedim. Dilerim merakla okuduğunuz bir bölüm olur 🥰
Keyifli okumalar...
***
Rüyamda beni kollarında sıkıca tutup saran annemi gördüm. Üzerime kapattığı örtüyü sıkarken bana ninni söylüyordu. Anılarımdaki sözler tekrar tekrar yankılanırken gözlerimin içine bakıp bana onlardan olmadığımı hatırlatıyordu.
Kaç kere aynı döngüde sürüklendim bilmiyorum. Uyandığımda şakaklarımdan kafamın arkasına doğru yayılan ağrı yüzünden görüşüm bulanıktı. Yanaklarım ıslak değildi ama gözlerimin şiş olduğuna emindim. Travis'in kollarında ne kadar ağlamıştım?
''Uyandın demek.''
Dağınık saçlarımı sıkı bir atkuyruğu yaparken ona baktım. Her zamanki gibi üzerinde buruşuk bir gömlek ve pantolon vardı. Usta önlüğü koltuğun üzerine atılmış, saçları yeni uyanmış gibi dağınıktı. Gözlerini çevreleyen morlukları görünce kaşlarımı çattım.
''Ne oldu sana?''
Kurabiye çalarken yakalanmış bir çocuk gibi irkildi. Ardından her zaman ki yarı deli usta maskesini mimiklerine yerleştirdi.
Kulede rol yapmayı öğrenen tek kişi ben değildim. Aslında burada rol yapmayan tek bir kişi bile yoktu.
Cevap vermeyeceğini düşünürken kollarını sıvayıp karşıma oturdu. Elinde tuttuğu bardağı bana doğru iterken konuştu. ''Bir başkasına zihnini açmak yorucudur.'' Ellerini dağınık saçlarından geçirirken inledi. ''Bu kadar dağılmayı beklemiyordum. Seni daha önce oradan çıkarmalıydım. Üzgünüm.''
Annemin ölüşünü seyrettiğim gerçekliği tokat gibi yüzümde patladı. Gözlerimin arkasındaki yanmayı görmezden geldim. Önümde oturan bu yıkık ama devam eden adama baktım. Bana dediği gibi güçsüz olma lüksüm yoktu. Aynı onun da olmadığı gibi.
Bir yoldaş, bir dost, bir sevgili.
Hangi sırayla olursa olsun hepsiyle bütün olan kadını kaybetmişti. Bana gösterdikleri özel anılardı. Anneme söz vermişti fakat sadece öldüğü anı bana gösterebilirdi. O ise benim annemi tanımamı istemişti.
Çocukken gülünce yanaklarında oluşan çukurlardan, omuzlarındaki yükle kuleye yürüyen haline kadar görmemi istemişti. Kurtardığı hayatlar ile adı anılırken benim gibi ölümün avucunda oynadığını bilmemi istemişti. Sevgi gördüğünü, sevebildiğini, en önemlisi de çocuğu için kendi canını verirken bile güçlü duran kadını görmemi istemişti.
Bir damla yaş yanağımdan akarken hızla elimle sildim. Sesimin titremesine aldırmadan ''Teşekkür ederim.'' dedim. İki kelimeyle dile getirdiğim cümlemin altındaki anlamı hissetmesi için gözlerine baktım.
Bana verdiğin bütün anılar için teşekkür ederim. Onu sevdiğin için teşekkür ederim. Onu koruduğun, benim için bunları yaptığın için teşekkür ederim.
Dudaklarında buruk bir gülüş oluşurken başını eğdi. ''Söz vermiştim.''
Bu kadar basit olmadığını bilsem de ses etmedim. Onun yerine önümdeki adımlara odaklandım. ''Ne zamandır uyuyorum?''
''İki günden biraz fazla.''
Zihnimde yılların ağırlığı varken bütün olayların iki güne sığmasına şaşırmam gerekirdi belki ama yorgundum. Buraya geldiğim zamanı düşündüm.
Gördüğüm düş yüzünden paniğe kapılmış koşarak Travis'in yanına gelmiştim. Koridorda bana şaşkınlıkla bakan muhafızları hatırlayınca yüzümü buruşturdum.
''Ne oldu?''
Derin bir nefes alıp masadaki kupaya uzandım. Ilık sıvı boğazımdan akarken yutkundum. ''Oan'ı (Asi dili) anladığımı fark ettiğimde panikledim. Rüyalar zaten zihnimi kemiriyordu.'' Bir yudum daha alıp duraksadım. ''Sanırım zihnim kırılmanın eşiğindeydi. O an da son nokta oldu. Buraya gelirken hiçbir şeyi umursamadan koşarak geldim.''
Travis'in gözleri biraz büyürken şaşkınlıkla ağzı açıldı. Tepkisini görünce kahkaha attım. ''Ne bekliyordun? Daha kontrollü olmamı mı?'' Parmaklarımı alnıma vurup ''Unuttun mu?'' dedim. ''Zihnim Gazap'ın esaretinden kurtulduğundan beri o kadar kontrollü değilim.''
Böyle bir şeyi unutabilirim sanki der gibi bana bakarken duraksadım. ''Sen ne zamandır özgürsün?''
Dişlerini göz önüne serip sırıttı. ''En başından beri.''
''Ah seni kibirli piç.''
Dudaklarımdan dökülen kelimelerle ikimiz de bir an duraksadık sonra kahkahalar ile gülmeye başladık. Lanet olsun deliriyordum.
Sakinleşince ''Unuttun mu?'' dedi. ''Ben Buzul'un kimyagerleri tarafından eğitildim. Usta olmak için buraya gelmeden önce çoktan serumlar ile çalışmaya başlamıştım. Üstelik Atlılar var oluşlarının başlangıcındaki kadar güçlü değiller, bu da benim kurtulmama yetti.''
Başımı yana eğip ''Neden?'' diye sordum.
Dizlerinin üzerine dirseklerini dayayıp çenesinin altında ellerini kavuşturdu. ''Kahinlerden biri sana mutlaka anlatmıştır. Kayıp kardeş yüzünden.''
Travis'in bu kadar basitçe söylemesine gülsem mi ağlasam mı bilemedim. ''Beşinci Atlı.''
''Karanlık'ı öldürmek için işledikleri özler, kardeşleri yok olunca geri dönmedi. Üstüne Ion'un soyuna koruma sağladığından daha güçsüz konuma düştüler.''
İjga'nın bana anlattığı hikaye aklıma geldi.
...Teiq'in serin ormanlarını terk eden Karanlık, kardeşlerinin yanına gitmek için varlıklarını izlediğinde gördükleri karşısında daha da kararıp soğudu. Dört kardeş dizleri üzerinde sundukları kanları ile kafesin parmaklıklarını tutup yalvardı. Uğradığı ihanetle Asij'i terk eden kardeş, Yaratıcı'nın onu öldürmelerine izin vermeyeceğini düşünüp görevine geri dönse de zaman içinde gücü azalmaya başladı. Işık onu hiç rahatsız etmezken artık yakar oldu, özündeki yaralar iyileşmek bilmedi, kardeşlerinin varlığını delilik alırken sürekli acı içinde diyar diyar gezdi. Özü yok oluşa yaklaştığında bile Karanlık, Yaratıcı'nın onu kurtarmasını beklese de, hiç yardım gelmediğinde Ion'u bulmak için harekete geçti...
Zihnimde yankılanan sözlerle ''Kanlarını akıttılar.'' dedim.
''Onlar Yaratıcı'nın kanından var oldular, özleri kanlarından geliyor. Karanlık'ın ölümü için özlerinden birazını feda ettiler fakat Karanlık'ın Ion ile tanışacağını ya da özüyle onun soyunu koruyacağını akıl edemediler.''
Farkındalıkla nefesim kesilirken ''Karanlık ölseydi özleri onlara geri dönecekti ama ölmedi.'' dedim.
Travis başıyla onayladı. ''Karanlık diyarların her parçası onun özü. Ion'un soyundan gelen her biri o özden bir parça. Ancak bütün soy yok olduğunda ve karanlık diyarlar yeniden ışıkla dolduğunda beşinci Atlı yok olacak.''
İstemsiz güldüm. ''Kendi kuyularını kazdıklarını mı söylüyorsun?''
Omuz silkti. ''Onlar bizim anlayışımızın üzerinde varlıklar, bence hiçbir gücün onları kısıtlayabileceğine inanmadılar.'' Mimikleri hüzünle dolarken ''Acısını da insanlıktan çıkardılar.'' dedi.
Peş peşe dünyada varlığını sürdüren savaşlar ve hastalıkları düşününce karamsarlıkla doldum. Ne de olsa en büyük ihaneti onlara kardeşleri etmişti. Atlılar'ın buna karşı verdiği tepki yıkıcıydı. Yüzlerce yıl dünya üzerinde yaşanamaz hale geldiğinden insanlık yeraltında var olmaya çalışmıştı. Gazap'ın gözdelerinin ihaneti ile Ateş Savaşlarını başlatmasına şaşmamam lazımdı.
Darius'tan bahseden Morpheus'u hatırlayınca duraksadım. ''Travis beni katlı salonda bulduğunda Morpheus ne yapıyordu?''
Konu değişimi ile dikkat kesilen Travis öne eğildi. ''Duvarın dibinde elindeki mendille yarana bastırıyordu. Neden?''
Nerdeyse varlığını unuttuğum yaraya parmak uçlarımla dokundum. ''Öncesinde dikişlerimi patlatan oydu.'' Kaşları çatılınca anlatmaya devam ettim. ''Bana Darius, kafesler ve kuşlarla ilgi bir öğüt verdi diyebilirim.''
Alnı kırıştı. ''Ne?''
Elimi boş ver anlamında salladım. ''O ne zamandan beri burada?''
''Ben kuleye gelmeden çok daha öncesinde burada olduğunu duymuştum.''
''Bana Ateş Savaşlarından öncesinden beri burada olduğunu söyledi.'' Ciğerlerime yorgun bir nefes çektim. ''Daha doğrusu Darius'a benzediğimi hatta ondan daha güçlü olduğumu söyledi.''
Travis'in irkildiğini gördüm. ''Başka ne dedi?''
''Mabette bu kadar çok kalıp kırılmamamı kafasına takmış gibi.''
''Bu kötü olmuş işte.'' Elleri terlemiş gibi dizlerine sürtüp dururken ''Zihninin korunduğunun farkına varmış olmalı.'' dedi.
''Nasıl?''
Suçlamamı bekler gibi omuzları çökerken ''Emin değilim. Ustalar kişiseldir. Gözde olarak yükseldikten sonra diğerlerinin zihniyle oynayamayız. Emily, Morpheus'un ustası. Acı'nın üzerindeki kontrolü mü azaldı yoksa bu kadar uzun yaşayınca Morpheus o sisin ardında olanları anlamaya mı başladı emin değilim.'' dedi.
''Ustalar kişiseldir.'' dedim. Travis'in meraklı gözlerine dikkatle baktım. ''Neden hizmet ettiğimiz Atlı hariç diğer Atlılar'a ait gözdelerin isimlerini ve hikayelerini bize göstermiyorlar?''
Travis bunu hiç düşünmemiş olacak ki burnunun kemerini sıkıp sustu. Zihnindeki çarkların dönüp bana bir cevap sunması için bekledim.
Konuşmaya başladığında gözleri uzaklara dalmıştı. ''Emin değilim ama sana öğretilen gözdelerin hepsi Gazap'ın özünü taşıyordu. Belki de diğerlerinin özlerine sahip olmadıklarından anılarını alamıyorlardı ya da özünü sana işlerken öfkeyi de anılar ile zihnine koyuyordu.''
Travis'in de benim gibi Gazap'ın özü sayesinde ölümsüz olduğunu hatırlayıp sordum. ''Sende nasıl oldu?''
''Bende mi?''
''Gazap sana nasıl ölümsüzlük verdi?'' Bedenini işaret edip ''Nasıl yaşlanmadın ve hala hayattasın?'' dedim. Sonra bir an duraksayıp gözdelerin kırılmayacak kişilerden seçildiğini hatırladım. Bedeni gibi zihni kırılmayacak adaylar seçiliyordu. O zaman kıdemliler ya da ustalar nasıl ölümsüz olmuştu?
Aklımdan geçenleri tahmin etmiş gibi Travis cevap verdi. ''Ben mabette yer almadım. Kulenin saklı katlarından birinde Atlılar'ın kanının depolandığı bir yer var.'' Ben sormak için ağzımı açınca elini havaya kaldırıp beni susturdu. ''Nerde olduğunu bilmiyorum.'' İç çekip geri yaslandım o ise konuşmaya devam etti. ''Beni şifa odasına götürdüler ve kanı vücuduma enjekte ettiler.''
''O kadar mı?''
Sinirle homurdandı. ''O kadar kolay değildi. Küçük dozlar halinde işlemi iki aya yakın uyguladılar. Vücudun adapte olması için gerekli ilaçlar ve işlemler uygulandı.'' Gözleri dalgın bir bakışla ellerine dönerken ''Aslında öleceğime emindim. Sözümü tutamayacağımdan, anneni bir daha göremeyeceğime emindim. Ama bir şekilde bir gün şifacı işlemin tamamlandığını ilan etti.'' Omuz silkti. ''Birkaç hafta deliksiz uyudum, uyandığımda ise ustaydım.''
Acılı ve korkunç bir işlem olduğunu fark edince sessizce bakışlarımla özür diledim. Ardından aklıma takılanları dile getirdim.
''Ben kan aldığımı hatırlamıyorum.'' Şakaklarımı hatırlamak ister gibi sıkarken ''Aslında Gazap'ın bana gösterdikleri arasında o kadar kaybolmuştum ki bedenimin varlığından habersiz gibiydim.'' dedim.
''Mabede sadece gözdeler girebilir.'' Burun kemerini yeniden sıktı. ''Aslında annen gözde olduğunda bana oranın Acı'nın özüyle kaplı olduğunu söylemişti. Her hücresinde varlığını hissettiğinden bahsederdi ama onu hiç görmediğini söylemişti.''
Sahi ben Gazap'ı görmüş müydüm?
Mabette ilk seferimde anahtarları toplarken Isabel'in vücudunda varlığını hissetmiş, kızıl gözlerine bakmıştım. Bilmecenin cevabını vermeden önce göğsümü ezen elleri hatırladım. Kaburgalarım çatlamış, boğazıma dolanan el nefesimi kesmişti.
Aynı bilmecenin cevabı olan korku gibi nefesim kesilmiş, titrerken kulağıma fısıldanan sözleri duymuştum.
''Benim ellerimde bir daha onu hissetme gözde. Yoksa av gibi kokarsın zihnimde.''
Kelimeler beni kızıl gözler gibi yaktı. Bana av gibi korkarsın dememişti. Zihninde av gibi kokacağımı söylemişti.
Bedenen varlığını sürdüremiyor muydu? O kadar güçsüz mü düşmüştü?
''Travis?''
''Sen de Gazap'ı görmedin değil mi?''
''Onu beni sınarken başkasının bedeninin içinde gördüm. Varlığını etrafımda hissettim. Nefesimin kesildiği, kırılan kaburgalarım ile acının beni vurduğunu hissettim. Benimle konuştu ama bilmeceyi bildiğimde hepsi yok olmuştu. Hepsi zihnimdeydi.''
Düşüncelere dalmış Travis'e baktım. Şaşırmak yerine elde ettiği bilgileri sıraya koyarken yeni çıkmaya başlamış sakallarını kaşıdı. ''Beş kulede birden aynı anda var olamazlar, özlerini işleyip zihinlerini bağlamış olmalılar.''
Mabede girdiğim ilk seferi yeniden düşündüm. Genzime dolan kan kokusunu hatırladım. Danny'nin bedenini görüntüsü gözümün önüne gelince düşüncelerimi karanlık bir kutuya koyup üzerine kilit vurdum. Gözde olduktan sonraki seferleri düşündüm. Avımdan geri dönünce Travis zihnimi soyar sonra gerekli görülürse üstümü bile değiştirmeden mabede giderdim.
Üzerimde avımın kanı dururken o karanlığa adım atardım. O zaman da genzime kan kokusu doluyor muydu? Yoksa benden yayılan kan kokusu yüzünden dikkat etmiyor muydum?
''İlk seferinde kan kokuyordu.''
Benim aklımdan geçenleri o da onaylayıp ''Sonrasında hep avının kanıyla dönüp yanına giderdin. Belki de her seferinde öyleydi.'' dedi.
''Özü hep ordaydı.'' Dalgınca ''Peki bedeni nerde? Dinlediğim hikayelerde hep insan bedeninde yaratıldıklarından bahsediliyordu.'' derken duraksadım.
''Ne oldu?''
''Karanlık yüzünden olabilir mi?'' Dudağımı ısırdım. ''Bir bedeni bile yoktu ama onu yok etmeye çalışırken özlerini feda ettiler. Bu yüzden bedenlerini kaybetmiş olabilirler mi?'' Kendi cümlelerim bana bile delice gelirken Travis'e baktım. ''O kadar güçsüz olabilirler mi?''
Bir yansımam olan inanmazlık ve kafa karışıklığı ifadesi ile bana baktı. ''Bilmiyorum. Dediğin olay çok uzun zaman önce gerçekleşti. Kulelerin varlığı ondan sonra ortaya çıktı. En başından beri bu kadar güçsüz kalsalardı nasıl kuleleri var edip özlerini mabetlere işlerlerdi?''
Mantıklı bir soruydu ama cevabım yoktu. Sonra aklıma bir an geldi. ''Sokrates.''
''Ne olmuş ona?''
''Teressa bana bir mektup vermişti. Daha doğrusu bilerek bulmam için bırakmıştı.'' Şakaklarımı ovalayıp ''Sokrates'in ağzından yazılmıştı. İlk usta olduğunda yaşadığı zamandan bahsediyordu.'' dedim.
''Kulenin ilk ustasının Sokrates olduğunu bütün ustalar bilir. Sonuçta katlara onun isminin verilmesinin bir nedeni var.''
Duraksadım. ''Neden? Neden ilk gözdenin değil de ilk ustanın adını vermişler?''
''Hakkında pek çok bilgi var ama bana en mantıklı gelen gözdelerin o zaman olmadığı yönünde.''
Parmağımla çenemde tempo tutarken mektuptaki satırları hatırlamaya çalıştım. Zihnimde beliren satırları Travis'e okudum.
''Kuleler ilk dikildiğinde dünyayı katletmelerine ramak kalmıştı. Bilinenin aksine kuleler bir anda ortaya çıkmamıştı, onlar daha öncesinde izleyip zamanı gelince kozasından sıyrılıp gösterişini sergileyecek bir kelebek gibi dinleniyordu.''
''Kulelerin daha önce de var olduğunu ama saklandığını mı söylüyorsun?''
''Ben... Emin değilim.''
Travis uzanıp elimi tuttu. ''Zihninde o anı canlandır, seni oraya sürüklemesine izin ver.''
Ona şüpheyle baktım. ''Bir simülasyonda değiliz Travis.''
Gülümsedi. ''Biliyorum. Bunu annen de yapardı.''
Nefesim kesilirken ''Ne demek istiyorsun?'' diye sordum.
Gözlerine hüzün çökerken konuştu. ''Bana geçmiş hayatlarını sürekli unutmaya mahkum olduğunu fark ettiğini anladığı zamanı anlatmıştı. Aynı zamanda yaşadığı zaman içinde hiçbir şeyi unutmadığını da fark etmişti. Çocukken söylediği ilk kelimeden okuduğu en basit metne kadar hatırlardı.'' Uzanıp alnıma parmağı ile dokundu. ''Unutmaya mahkum bir zihnin, unutmamakla lanetlendiğini söylerdi.''
Sözleri ile aklımda kalan her şeyi kesintisiz hatırladığımı idrak ettim. Daha önce hiç bunun hakkında düşünmemiştim ama her bilgi önemliydi. Bu yüzden ezberlemiş, gözlemlemiş ve benimsemiştim. Şimdiyse bunun annemden geldiğini öğreniyordum.
''Nasıl?''
Öfkenin yüzüne yerleştiğini gördüm. ''Annesi yüzünden.''
Daha fazlasını sormak için ağzımı açtığımda Travis ayağa kalkıp benden uzaklaştı. ''Mektubu okuduğun zamana zihnini sürükle, bırak sözcükler önündeymiş gibi görünene kadar aksın.'' İtiraz edecekken bana döndü. ''Tek tek Eris. Sorunları tek tek ele al. Yoksa hepsi seni altına alıp ezer.''
Bu sefer karşı çıkmak yerine gözlerimi kapatıp Sokrates-2'nin rengi olan lacivert ile örtülmüş, şaşırtıcı bir şekilde mahremiyet sağlamak için ahşap iskelesinden dökülen ağır perdeler ile süslenmiş yatakhanesini düşündüm. Çalışma alanı olarak düzenlenmiş sıra sıra boyum yüksekliğindeki kütüphane raflarına, özenle dizilen kitaplar ve arkasında birer sandalye bulunan masalar ile dekore edilmiş odayı hayal ettim.
Ellerimde hafif ağırlık yapan, saman rengi ağır kağıdın katlanan ucunu kaldırıp okunaklı el yazısını gözler önüne serdiğim ana odaklandım. Sonra sesli olarak gözlerimin önündeki kelimeleri okumaya başladım.
''İnsanların ne zaman dünyayı mahvedeceğini, hırsları içinde boğulup kendi soykırımlarını gerçekleştireceklerini, beklenen bir sonu bekler gibi bekledim. Onlara ''zayıf'' dememizin nedeni de bu değil miydi? Sahip olduklarıyla yetinmeyi her nesille ve verdikleri mücadeleler ile öğreneceklerine, daha aç ve aptal olmaya başlamışlardı.
Zamanın bana hediye ettiği ömürlerimden üçüncüsünde; kas gücüne önem verdikleri, toprak için vahşi hayvanlar gibi kapıştıkları dünya savaşlarının dördüncüsünde, birbirlerini aşağıladıkları ırkçılıklar sonunda nüfuslarının dibe vurmasına şahit oldum. Doğaları gereği ayağa kalkıp yeniden çoğalırlarken, hatırlayamadığım zamanlardan kalma doğamı anlamaya çalıştım. Bedenimin kendine kattığı ömürler arttıkça zayıflıklarım beni terk ettiğinden olsa gerek ki hatırlayamadım. Üstün olana katılalı iki yüz elli yıl olmuştu. Diğerlerinin aksine onlara olan ilgimin nedeninin bu olduğuna da oldukça emindim.
Kuleler ilk dikildiğinde dünyayı katletmelerine ramak kalmıştı. Bilinenin aksine kuleler bir anda ortaya çıkmamıştı, onlar daha öncesinde izleyip zamanı gelince kozasından sıyrılıp gösterişini sergileyecek bir kelebek gibi dinleniyordu.
Yeryüzünü yakan yağmurlar yaşam alanlarını yok edip insanları yerin altına çekilmeye zorladığında, zeki olanlar yaşam döngüsünü yeniden kurmayı başarırken, kalanlar ya kararan diyarlarda ya da çorak arazilerde açlıktan can verirken ben oradaydım. Elbette, bu da onları akıllandırmaya yetmedi. Dünyanın yeşil ve mavi örtüsünü yok ettikleri dünya savaşları yetmemiş gibi sonrasında enerji savaşlarını başlattılar. Kuleler gizliliğini korurken izlemeye devam ettim. Bana verilen görev buydu. Zamanı gelince onları aramıza davet ettiğimizde bilmemiz gerekenleri toplamalıydım.
Enerji için doğan açlıkları, dünyanın sert kabuğunun altında korunan yaşamın özünden çalmaya başladığında, katledilen gezegen üzerindeki insanları zehirlemeye başladı. Gelişim dedikleri teknolojiyi doyuramadıklarında; yerin altı onlar için bir tuzağa dönüştü. Toksin gazlar, onları yeniden gezegenin elverişsiz yüzeyine çıkmaya zorlarken, özündeki sıcaklık sönmeye başlamış dünya soğumuş ve yanında insanlığı da soğutmuştu.
Sahip oldukları bütün gelişimi kaybeden insanlar en dibe vurduğunda, işte o zaman ilk kule kendini göstermeye karar verdi. Varlıklarını gizleyen Atlılar beklemekten vazgeçip harekete geçti. Kendilerini insanlığın kurtuluşu olarak ilan etti. Kulelerde insanlara yaşamak ve aralarına katılmak için şans vardı. Yok olan gezegeni kurtarıp yeniden hayat vereceklerdi.
İnsanlar zayıf bedenlerinde kalan son enerji ile umuda tutunup Atlıları kabul etti. Her biri kendi diyarının zorluğunu, inanışını, kurtuluşunu sembolize edene isimler ile kuleleri andı. Ve yeni hedefleri için yeniden hırslarını kuşandı...''
Gözlerimi açıp bana dikkatle bakan ustaya odaklandım. Zihnim şu ana uyum sağlarken Travis konuştu. ''Destanlarda hep kulelerin Atlılar'ın Ion'un soyunu avlayamadıkları için sonradan dikildiğinden bahsedilir ama öncesinde gizliliklerini koruyor olsalardı da haberimiz olmazdı.''
''Neden ustaların, gözdelerden önce var olduğunu söyledin?''
''Bana en mantıklı gelen açıklama buydu. Zihinlerini kontrol edeceklerinden emin olmadan önce denemiş olmalılar. Eğer o mektup doğruysa ölümsüzlüğü paylaşacaklarından emin olmadan önce kuleleri ortaya çıkarmadılar demektir. Hem o zaman daha Karanlık yüzünden avlanmaları da kısıtlanmamıştı.''
Kaşlarımı çattım. '' O zaman neden kuleleri dikip sonra da gizlediler?'' Alayla güldüm. ''Olur da hiç bilmediğimiz kardeşimiz bizi özümüzden edip var oluş amacımızı yok ederse diye tedbir alalım mı dediler?''
Alaycı sözlerime kulak asmayıp ''Hatırlasana.'' dedi. ''Kuleleri dikme fikri Atlılar'dan mı çıkmıştı?''
İrkildim. ''Ola.''
Başıyla onayladı. Tiksinti ile sesi tizleşti. ''Bence Yaratıcı'nın gözdesi her olasılığı düşünmüştü.'' Kanepe ile simülasyon odasına açılan alanda ileri geri yürürken konuşmaya devam etti. ''Sence de Atlılar tam da umutsuz duruma düşüp Ion kurtulmuşken Ola'nın çıkagelmesi tesadüf mü?''
İjga'nın bana Ola hakkında anlattıklarını düşündüm. Sönmüş bir yıldızın kalbinden yaratılmıştı. O kadar zekiydi ki Ion'u bile sürgün etmeyi başarmıştı. Duygusuz, korkutucu bir düşmandı.
Yaratıcı'nın gözdesi.
Olasılıklar beynimde son hız dönerken ''Kuleleri Ola'nın var ettiğini mi söylüyorsun?'' dedim.
İki elini saçlarından geçirirken bana yaklaştı. ''Düşünsene özleri mabetlere işlenmiş durumda. Kanlarının akması için bedenlerinin olması gerek Eris. Ama kardeşleri yüzünden özlerinden olup bedenlerini kaybettilerse nasıl kuleleri diktiler? Nasıl kanları ile zihinlerini mabedin içine hapsettiler?''
''Ola onlara yardım etti.'' Travis gibi adımlama ihtiyacı ile ayağa kalkmak istesem de yerimde durdum. ''Kuleleri o var etti. Atlılar, kardeşlerinin ihaneti ile güçlerini kaybetmeden önce kuleleri dikip sakladı.'' Yüzüne şüpheyle bakıp ''Mabetteki özleri çok daha önceden mi oraya konmuştu?'' diye sordum.
Bıkkınca kendini kanepeye atan Travis ''Neden olmasın ki?'' dedi. ''Kuleleri dikme fikrine de uydular, elbette Ola zamanında onlara başka şeylerde de yön göstermiş olabilir.''
Farkındalıkla titredim. Kanımın damarlarında soğuduğunu hissederken tüylerim diken diken oldu. ''Hepsini planlamış olabilir mi?''
Kahve gözler bana korku ile bakarken kollarımı ovaladım.
Yaratılış destanını anlatan İjga'nın sesi zihnimde süzüldü.
...Sönmüş bir gezegen kadar parlak olan Ola insan özünden yoksundu. Duyguları ne de güzelliği Yaratıcı'nın dikkatini çekemiyordu ama zekası ve kurnazlığı ile Yaratıcı'nın gözdesi olmuştu. Ola sonsuzluğunda bile rakip istemedi, zekasını kullanıp Ion'un evrende işi olmadığına, parlaklığının dengeyi bozduğuna Yaratıcı'yı ikna etti. Onu yaratırken düşündüğü neşe ve parlaklığın içine koyması için dünyaya sürgün etmesini söyledi...
Kuruyan dudaklarımı ıslatırken titrediğimi fark ettim. ''Atlılar yaratılırken Ola oradaydı.''
''Kaynaklar bunun hakkında bilgi vermese de orda olmalı. Ola'nın Yaratıcı'nın yanından hiç ayrılmadığından bahsedilir.''
Kulaklarımda nabzımın atışını hissederken gözbebeklerimin büyüdüğünden emindim. Travis de mimiklerimdeki değişimi yakalayıp yanıma acele ile gelip oturdu. ''Aklından ne geçiyor?''
Boğazım kururken ''Ya onu da planladıysa?'' dedim.
Travis tepki veremeden uzanıp ellerini tuttum. Kahve gözlerinde şüphe ve korkunun çatıştığını görsem de benimkilerde saf dehşetin yüzdüğüne emindim.
''Ya en başta Karanlık yanlışlıkla ortaya çıkmadıysa?''
Ortaya attığım ihtimal aramızda derin sessizlik ile karşılanırken Travis'in gözleri büyüdü. Artık onlarda da sadece saf dehşet vardı.
Sinir ve inanmazlık dolu bir inilti ustanın dudaklarından dökülürken ''Ola'nın Karanlık'ın var oluşuna yardım ettiğini, bunu planladığını mı söylüyorsun?'' diye sorarken sesi titredi.
''Neden olmasın? O kurnazlığı ve zekası ile gözde oldu.''
''Karanlık, kardeşlerine yardım etmedi. Aksine dünyanın sonunu getirecekti. Az kalsın insanlık...'' Travis farkına vardığı gerçek ile sustu.
Onun yerine cümlesini ben tamamladım. ''İnsanlığı yok edecekti. Dünya yok olsaydı, Ion'un soyu da yok olurdu.''
''Siktir.''
Verdiği tepkiye gülemedim bile. ''Aynen.'' dedim. Siktir.
Travis kendini toparlayıp yeniden mantıklı düşünmesine yarayacakmış gibi yüzünü ovaladı. ''Ama başarılı olamadı. Karanlık, Ion ile tanıştı sonra kardeşlerinin ihanetini öğrendi. Yaratıcı bile onu kurtarmayınca özüyle üç diyarı karartıp Atlıların Ion'un soyunu bütün diyarlarda avlamasını yasakladı.'' Yeniden ayaklanıp halıyı aşındırmak ister gibi gidip gelirken devam etti. ''Hem Karanlık, kardeşlerinin bedenlerini çaldıysa ve onları güçsüz duruma düşürdüyse bu Ola'nın istediğinin tam zıttı olurdu.''
Mantıklı açıklamasına karşı çıkmam için bana baktı. Buna cevabın ne der gibi bakıyordu.
Var oluşu zeka üzerine kurulu, ölümsüz bir varlık intikam almak istediğinde ne yapardı?
Gizlenmiş bir Atlı dünyayı yok edemediğinde planı ne olurdu?
Başparmağımın tırnağını dişlerim ile sıkıp düşündüm. Peki, Karanlık için planladığı bu muydu? Neden Ion'dan önce onu bulmamıştı. Neden diğerleri gibi onu da yönlendirmemişti?
''Çok mantıksız.''
Alnı kırışırken Travis sinirle cevap verdi. ''Söylediklerim gayet mantıklı.''
''Ah onu demiyorum.'' Aklımdan geçenleri okumadığını unutmuştum. ''Neden Ola, Ion'dan önce Karanlık'ı bulmadı? Diğer Atlılar'a kuleler hakkında fikir verdi hatta mabetlere özlerini işlemelerini daha önceden sağladıysa neden Karanlık'ı bulup onu da yönlendirmedi?''
Cevapsız kalan Travis ellerini iki yana açıp bilmediğini ifade etti.
Düşünürken alnımda bir damarın atışını hissedip hırsla parmağımı oraya bastırdım. ''Ya onu da planladıysa? Sonsuz zamana sahipken ya her şeyi yavaş yavaş olsun diye bıraktıysa? Ion'un en çok canını yakacak şey insanların ölmesi değil mi?''
''Nereye varmaya çalışıyorsun?''
''Gazap, İntikam, Acı, Hastalık hatta Karanlık hepsi insanları katletti. Belki Karanlık uyması gereken emirlere sahip değildi ama özü onu yok etmeye itti. Ion onu bulduğunda yüzlerce belki de binlerce hayata son vermiş olmalı. Bu Ion'un o zaman boyunca canını yakmış olmalı.''
Travis dalgınca ''Her ölümü hissediyor.'' dedi.
''Aynen. Ion soyundan olan her ölümü hissetmekle lanetlendi. Ola bunu biliyordu. Onu yıpratmak için bilerek Karanlık'ı salmış ve onun karşısına çıkmamış olmalı. Yoksa neden kuleleri öncesinden dikip gizlesin? Atlılar'ın bedenleri varken özlerini işlemelerine izin vermiş olmalı.''
Travis mantığımı yakalayıp devam etti. ''Kurnazlığı ile ünlü bir varlık, onları ikna etmesi zor olmasa gerek. Ama Karanlık'ın özünün Ion'un soyunu koruyacağını hesap mı etti?''
Sinirle güldüm. ''Neden olmasın? Her seferinde insan olmadığını, var oluşunun çok daha karmaşık olduğunu söylemiyor muyuz? Atlılar'ı ikna etmesi zor olmasa gerek.''
''Zamanı gelince kuleleri ortaya çıkarıp daha çok insanı kurban etti. Sevdiği insanların elleri ile Ion'un sevdiklerini yavaşça elinden aldı.''
Bütün fikirlerin doğruluğunu her hücrem de hissederken mırıldandım. ''Öyle.''
Travis kahkahalar ile gülmeye başlayınca irkildim. Kendini kanepeye sırt üstü atıp karnını tutarken gözlerinden yaşlar aktı. Tedirginlik ve sonunda delirdiği düşüncesi ile ona bakarken doğrulup oturdu.
Yanaklarındaki yaşları silip burnunu çekti. ''Ben de senin kaderinin zor olduğunu düşünmüştüm.''
Sözleri ile irkildim. Sesim huysuz çıksa da aldırmadım. ''Ne demek istiyorsun?''
''Tamamen boka battık.''
Sonra daha çok güldü.
Bense kurnazlığı ile korkunç bir planı ilmek ilmek işleyen bir varlığın oyun alanında elimde gerçekleşmesi gereken bir kehanet, kurtarmam gereken bir asi, çözmem gereken bir geçmişim varken öylece gülen ustaya baktım.
***
Ve sonunda Travis'in zihninden çıkıp gerçekliğe döndük. Eris'in keşfettikleri hakkında ne düşünüyorsunuz?
Unutmaya mahkum bir zihin ile her seferinde yaşama başlaması ve annesinin de aynı kaderi paylaşması...Kızımızın her zaman zeki olduğunu biliyorduk ama detayları hatırlaması ona soyundan gelen bir lanet/hediye olduğunu öğrendik.
Geçmiş bölümlerden Eris'in hayata gözlerini açtığı ilk andan duyduğu ve gördüğü şeyleri hatırladığına da şahit olduk. Annesinin ninnisini ve onu terk ettiği anlar. Lanet mi hediye mi siz ne dersiniz? 😈
GG'deki pek çok detay yeniden karşımızda. (İlmek ilmek işlenen olayların arasında kaybolmamaya dikkat edin😉 ) Hiçbir olay ve karakter boşuna değildi!😎 Sokrates'in mektubu yeniden karşımızda ve bu bölüm Atlılar hakkında pek çok gerçeği öğrendik. Beşinci Atlı (Karanlık) yaptıklarının etkilerinin nerelere uzandığını görünce şaşırdınız mı? 😁
Ve en can alıcı planların mimarı Ola sahnede! 😈
Yaratıcı'nın gözdesi sizce de bunların hepsini planlamış olabilir mi? Bütün bunlardaki amacı ne dersiniz? 🤔
İşler tamamen sarpa sarmış durumda. Teoriler neler? 😏
Görüşlerinizi benimle yorum olarak paylaşır ve oylarınız ile destek olursanız sevinirim.
Haftaya yeni bölümde görüşünceye kadar hoşça kalın❤
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top