15- Nehirden denize
Selamün aleyküm nesquik taneleriiim ben geldim nasılsınız?
Nesquik bağımlısı keyifli okumalar diler~
* * *
Bir haftadır monoton geçen günlerin ardından yağmurlu bir sabahla hastaneye fazlasıyla ıslanmış bir şekilde giriş yaptım. Yanıma şemsiye alamadığım ve hava durumuna bakmadığım için bir anda otobüs durağına yürürken yağmura yakalanmıştım. Otobüsün gelmesine de birkaç dakika olunca eve dönmek yerine kendimi Allah'a emanet ederek gitmeyi tercih etmiştim.
Hem yağmur bereket değil miydi yahu?
Yüzümün asık olmasına engel olamayarak girdim hastaneye. Haftalardır Filistin'de devam eden bir soykırım vardı evet ama dün gördüğüm görüntüler beni daha da kahretmişti.
Güvenli bölge olarak ilan edilen ve insanların çadırlara sığındığı Refah bölgesi bombalanmıştı ve dün bir baba o patlamada kafası kopan bebeğini havaya kaldırarak acısını dünyaya haykırmaya çalışmıştı.
Düşünebiliyor musunuz?
DÜN, FİLİSTİN'DE BİR BABA KAFASI KOPAN BEBEĞİNİ HAVAYA KALDIRARAK ACISINI DÜNYA'YA DUYURMAYA ÇALIŞTI.
O görüntüler, o çığlıklar öyle dolanıyordu ki zihnimde...gözlerimin önünden gitmek bilmiyordu.
Boynumdaki kefiyeyi düzeltirken hastanedekilerin tuhaf bakışları eşliğinde kızların ortak odasına doğru ilerledim. Daha dün kargodan gelmişti ve yeni takabildiğime çok sevinmiştim.
Kefiyenin üzerindeki her bir desenin ayrı bir anlamı vardı ve Filistin'deki direnişin en büyük sembollerinden biriydi. Fakat bunun anlamını bilmeyen bazı cahiller terö*istlerin taktıklarına benzettiği için nefretle bakabiliyordu.
Onaylamaz bir şekilde cık cıklayarak odaya girdikten sonra mini sırt çantamı koltuğa bıraktım ve neredeyse ayak bileklerime kadar uzanan siyah kabanımı çıkardım.
Siyah bol elbisemin üzerine giydiğim ve yine bana kat kat bol olan siyah beyaz çizgili sweatimi düzelttikten sonra eşarbımı omzumu ve göğüslerimi örtecek bir şekilde tekrar yaptım. Havalar çok soğuk olduğu için kat kat giyinmek zorunda kalıyordum.
Aynadan son kez tipimi düzelttikten sonra önlüğümü ve steteskopumu da taktım. Telefonu da cebime atıp koşar adımlarla odadan çıktım. Ben çıkarken kızlardan bir kaçı daha hazırlanmak için odaya giriyordu. Onlara baş selamı verip kendimi hafif bir gülümsemeye zorladıktan sonra bugün görevli olduğum yeşil alana doğru ilerledim.
Bugün yeşil alanda görevli olduğum için içim rahattı. Genelde çok hafif vakalar geldiği için hem ruhen hem de bedenen çok yorulmuyordunuz. Dün gece gördüğüm haberlerden sonra 3'e kadar uyuyamamıştım çünkü gözüme uyku girmemişti. Bugün bir de kırmızı alanda olsaydım şuan daha feci hâlde olurdum sanırım.
Sonrasında aklıma Gazze'de bir hastanenin bombalandığı ve de ölü bedenlerin arasına kürsü yerleştirip dünya sağlık örgütüne yardım çağrısında bulunmak zorunda kalan doktorların görüntüleri geldi.
Sâhi şuan üzerimize bir bomba düşseydi, o ânın korkusuyla kendimi mi korumaya çalışırdım, yoksa kısıtlı tıbbi malzemelerle mahşer yerine dönen bir hastanede insanlara yardım etmeye mi çalışırdım? Peki ya o ânları ömrüm boyunca unutabilir miydim ki? Unutamazdım.
Ne kadar şükürsüzdük değil mi? Dün birkaç saat uykusuz kaldım diye, kırmızı alanda görevli olsam ne yapardım diye düşünmüştüm az önce ve şuan bunu düşündüğüm için bile kendimden utanıyordum.
Asık yüzüm ve uykusuzluktan birbirine yapışan göz kapaklarımı sağ elimle ovalarken koridordan geçerken Toprak Hoca'yla denk geldim. Yanında isminin Mert olduğunu öğrendiğim, muhtemelen Toprak Hoca'yla aynı yaşlarda olduğunu tahmin ettiğim doktor vardı ve sanırım bir hastanın dosyasıyla ilgili tartışıyorlardı.
Tam onlara çarpacakken son anda fark edip âni fren yapmamla ikisinin bakışları da bana döndü.
Mahcubiyetten yüzüm alev alırken birkaç adım geriye atıp hemen elimi, ovaladığım gözümden çektim ve utançtan pek de çıkmayan sesimle "Özür dilerim hocam, görmemişim." dedim. Bakışlarım yerdeydi ve utançtan hastaneyi sırtlayabilirdim şuan.
İkisinin de onaylamaz bakışlarını üzerimde hissederken Mert isimli doktor "Sorun yok, gidebilirsin. Oyalanma hadi hemen bölümüne geç." diyince kafamı kaldırıp baş selamı verip yanlarından uzaklaştım. Kafamı kaldırmamla Toprak Hoca'yla göz göze gelmem bir oldu. Yüzümün hâlini görünce ise kaşları belli belirsiz çatılır gibi oldu. Ya da ben öyle gördüğümü sandım çünkü çok oyalanmadan başımı çevirip yanlarından uzaklaştım.
O kadar yorgun o kadar halsizdim ki şuan kendi içimde kendimle bile kavga etmeye bile mecâlim yoktu.
Yeşil alana girdikten sonra Rana'nın bana dönen bakışlarıyla birlikte yine kendimi gülmeye zorlayarak selam verdim.
"Günaydıın."
O da bana aynı şekilde gülümseyerek "Günaydın." dedikten sonra ufak bi hâl hatır sorma merasimi başladı.
"Nasıl gidiyor stajyerlik? Alışabildin mi?"
"Bilmem ya alıştım gibi. Ama bünyem hâla yoğun tempoya pek alışabilmiş gibi değil. Çok çabuk yoruluyorum. Vitaminlerime baktırmam lazım sanırım." dedim utangaç bir gülümsemeyle ve ekledim.
"Senin nasıl gidiyor? Sen alışabildin mi?"
"Ya ben psikolojik olarak o kadar zorlanıyorum ki..." sıkıntılı bir şekilde iç çekti. "Bir yandan Kerem Hoca'nın azarları, diğer yandan bazı sorunlu hastalar.. türlü türlü insanla uğraşıyoruz akşama kadar ve bu beni çok tüketiyor." dedi ve derin bir nefes aldıktan sonra devam etti.
Onu o kadar iyi anlıyordum ki. Kerem Hoca'nın ismini duymamla yüzümün biraz düşmesine engel olamamıştım. Zira kendisiyle pek de hoş anılarımız yoktu.
"Küçükken hastaneye gittiğimde hep doktorların neden bu kadar sert konuştuklarını ya da surat astıklarını düşünür ve içten içe onlara sinirlenirdim. Ama bazen gerçekten elimde olmadan kaşlarım çatık geziyorum gerginlikten. Fark edip serbest bırakınca kıse bir süreliğine rahatlıyorum." dedi ve yüzüme buruk bir gülümsemeyle baktı.
Ben de de aynı yüz ifadesiyle ona bakıp yanına gittim ve bir elimi omzuna koyarak "Seni o kadar iyi anlıyorum ki.. yalnız olmadığımı bilmek bir nebze de olsa rahatlattı beni."
"Neyse ben şu hastaların sonuçlarını kontrol edeyim Kerem Hoca gelmeden. Sen de yeni gelen hastalarla ilgilenirsin. Şimdiden kolay gelsin." deyip omzundaki elime dokunarak ayağa kalktı. Gözlerini kırpıp gülümseyerek yanımdan ayrıldı.
Ben de ardından hastalarla ilgilenmeye koyuldum.
* * *
Öğle arasına gireli 5 dakika olmuş ve Rana ile gelen yeni stajyerlerle yer değiştirdikten sonra kafeteryaya inmiştik.
Karnımdan acıktığımı belli eden sesler gelirken çevremde duyan biri var mı diye endişeyle etrafa baktım.
Daha fazla rezilliği kaldırmazdı bu bünye.
Kafeteryaya girdikten sonra etrafa kısa bir göz attım. Köşedeki boş masayı gözüme kestirdikten sonra yiyecek bir şeyler almak için Rana'yla sıraya girdik.
Sabah kahvaltı yapmadığım için simitle çay alıp köşedeki masaya hızlı adımlarla ilerledim. Tam masayı kaptığım için zafer gülüşümü takınacakken birisinin masaya kelimenin tam anlamıyla hücum etmesi bir oldu.
Halbuki masaya bir adım kalmıştı...
Hayal kırıklığı ve öfkeyle suratımı hafif buruşturarak oturan kişiye baktığımda anında suratımı düzelttim.
Toprak Hoca elindeki tepsiyi masaya koymuş, küçük bir çocuğun zafer edasıyla sırıtarak bana bakıyordu. Gözlerim şaşkınlıktan kocaman açılırken ne yapacağımı bilmez bir halde öylece dikili kalmıştım.
Tam arkamı dönüp giderken Rana da elindeki tepsiyle yanımıza geldi ve Toprak Hoca'yı görür görmez kahverengi saçlarını düzelterek selam verdi.
"Selam hocam. Nasılsınız?" dedi sempatik bir gülümsemeyle.
Kafamı Toprak Hoca'ya çevirdiğimde bana son kez bıyık altından gülerek Rana'ya döndü.
Neden öyle bakıyordu? Sanki gözleriyle bana meydan okur gibiydi.
"İyiyim Rana'cım. Sen nasılsın? Buyrun oturun sizin masanızı son dakika ben kapmış gibi oldum biraz ama." dedi ve mahcup bir şekilde kafasını kaşıdı.
Heyy, kalbime ne oluyordu?
Kesin tansiyonum falan düştü açlıktan. Yoksa bu çarpıntının başka açıklaması olamaz. Olamaz, değil mi? Bi ara en iyisi kalp doktoruna da gideyim.
Rana, bu sözün üzerine şaşkın bir şekilde bomboş dikilen benim omzuma dokunduktan sonra Toprak Hoca'nın karşısındaki sandalyeye oturdu.
Ben de kendime gelip mecbur Rana'nın yanındaki sandalyeye oturdum. O sırada Toprak Hoca'ya bakmamaya özen gösteriyor ve tüm ilgimi yemeğime vermeye çalışıyordum.
"Biz de iyiyiz hocam. Bugün Sahra'yla yeşil alanda görevliyiz. Bu yüzden biraz rahatız." dediğinde Toprak Hoca'nın bakışlarını üzerimde hissediyordum.
Ben simitten böldüğüm ufak parçayı ağzıma götürürken aniden bana yöneltilen soruyla elim havada kalmıştı.
"Aynen. Ben de Sahra'yı kontrol etmeye gelmiştim ama yerinde bulamayınca buraya geldim. Ne de olsa artık Asya ve Sahra'dan ben sorumluyum. Değil mi Sahra?"
Duyduğum soruyla kafamı kaldırdım ve utandığım için yüzümün kızarmamasına dua ederek cevapladım. Direkt yüzüme dikkatle bakması beni daha çok geriyordu.
"Evet hocam. Yeni molaya çıkmıştık aslında.." dedim ne diyeceğimi bilemeyerek.
Birilerinin karşısında yemek yemekten ve tam yemek yerken soru yöneltilmesinden nefret ediyordum çünkü bu çok utanç verici geliyordu bana. Saçma ama benim için böyleydi.
"Tamam tamam şakalaşıyorum seninle zaten. Neyse buyrun hadi yemeklerimizi yiyelim, açlıktan öleceğim yoksa." dedi ve bakışlarını üzerimden çekip yemeğine odaklandı.
Öyle yapmasıyla birlikte tam rahatlayıp simidimden bir lokma almıştım ki yanımızdaki boş sandalyelere birilerinin oturmasıyla kafamı kaldırdım.
Heeh, gelin gelin bi siz eksiktiniz. Gelin tüm Türkiye beraber yiyelim yemeği.
Sezin ve ismini bilmedigim fakat siması tanıdık gelen kumral çocuk vardı. Yüzü bir yerden tanıdık geliyordu ama nerden?
Sezin tam karşımdaki sandalyeye yani Toprak Hoca'nın yanına yayılarak oturduğunda sebepsiz yere vücudumün gerildiğini hissetmiştim. Bu kızda beni iten bir şeyler vardı kesinlikle.
Yanındaki çocuk da tam masanın başına yani Sezin'le benim ortama oturmuştu. Ve bu kalabalık giderek sinir bozucu olmaya başlamıştı.
"Allah'ım imdat!" diye çığlık atma fikri, çık aklımdan.
Şuan buradan soyutlanıp tamamen sakin bir yerde çay simit keyfi yapmak istiyordum. Hava güzel olsaydı çoktan kafeteryadan çıkmış, hastanenin bahçesindeki banklara kurulmuştum ama dışarda felaket bir soğuk vardı.
Hiç onlara bakmayarak yemeğimi yemeye çalıştığım sırada yanımdaki çocuğun da bana baktığını hissediyordum.
Ne bakıyorsun? Kurabiye var simit var?
Yediğim lokmalar stresten boğazıma dizilir gibi hissettirirken çayımdan bir yudum aldım.
Sezin denen kız da sarı saçlarını elinde kıvıra kıvıra Toprak Hoca'nın ağzına girecek bir vaziyette bir şeyler anlatıyor, pardon zırvalıyordu.
Toprak Hoca'nın ise yüzünde büyük bir ifadesizlik hakimdi.
"Ee hocam bu akşam geliyor musunuz bizimle bowling oynamaya? Gelmezseniz bozuşurum ama bak. Lütfeen?" dedi sesini incelterek bir bebek edasıyla.
Ne tarafa kusayım bacım?
Yüzümdeki tiksinç dolu ifadeyle kıza bakarken bir anda Toprak Hoca yine bana kaçamak bir bakış attı. Anında ifademi düzeltip simitten bir lokma daha tıkıştırdım ağzına.
Neden sürekli bana bakıp duruyordu anlamıyorum.
"Maalesef Sezin. Bu akşam nöbetçiyim gelemem." dedi sabit bir sesle.
Tam Sezin ağzını açıp bir şeyler söyleyecekken Toprak Hoca tekrar konuşarak onu susturdu.
"Diğer günlerde de planlarım var. Siz en iyisi bensiz gidin. Şu aralar çok yoğunum gelebileceğimi sanmıyorum." dedi net bir sesle.
Sezin kırmızı ruj sürdüğü dudaklarını abartılı bir şekilde büzüp sandalyede geriye yaslandı ve kollarını birbirine bağladı.
Oy çen küstün mü çen?
Kendimi gülmemek için zor tutarken Rana'yla göz göze geldim. Onun da benden farklı kalır bir yanı yoktu.
Aradan dakikalar geçti onlar birbiriyle konuşurken ben hiç konuşmalara dahil olmadım. Kafam çok başka yerlerdeydi.
Dün gördüğüm görüntüleri hala hazmedememiştim ve şuan yemek yemek bile bana suçlu gibi hissettiriyordu. En son bu duyguyu 6 şubat depremlerinde yaşamıştım. Uyumak, yemek yemek, günlük rutin işlerimi yapmak bile utanç verici geliyor, vicdanımı sızlatıyordu.
Farkında olmadan sessiz bir şekilde sıkıntıyla iç çekerken Sezin'in sorusuyla bakışlarımı yarısını içebildiğim çay bardağından kaldırdım ve Sezin'e çevirdim.
"Sahra yakandaki karpuz broşunun anlamı ne? Birkaç gündür yakanda görüyorum. Çok değer verdigin birinden hediye sanırım. Yoksa alakalı, alakasız her kombinine takman çok saçma olurdu." dedi ve yapmacık bir şekilde kahkaha attı.
Kaşlarım istemsiz bir şekilde çatılırken nasıl daha sakin bir cevap veririm diye düşünüyordum. Derin bir nefes aldım ve;
"Çok pardon yaa..tek derdi kombin yapmak olan aşko kızlardan olmayı beceremediğim için. Kombinden daha büyük dertler var bu hayatta. Toz pembe bir hayal dünyasında yaşayamıyorum bazıları gibi." dedim yapmacık bir üzüntüyle yüzüne bakarak.
Rana yanımdan sessizce "oww bu sertti." dediğinde Sezin yüzüne ciddi bir ifade takınarak yaşlandığı yerden kalktı ve hafif masaya eğilerek,
"Neymiş o dertler? Yoksa ailen istediğin yerlere gitmene izin vermiyor muu?" dedi ağzını yayıp beni alaya alarak.
"Hasbinallaaah." dedim gözlerimi kapatıp sessiz bir şekilde ağzımın içinde söylenerek.
Sakin ol. Sakin ol.
Hayır kafasını ısırıp suratına tükürmeyeceksin. Sakin ol.
Gözlerimi açıp bir şeyler diyecekken yanımızdaki ismini bilmediğim çocuk araya girdi.
"Sezin, ayıp olmuyor mu? Sınırı aşma istersen?" dedi uyarıcı bir ses tonuyla ama o umursamaz bir şekilde omuz silkip meydan okur gibi gözlerime bakmaya devam etti.
Peki madem.
"Yok canım senin düşündüğünün aksine çok daha büyük dertler var bu dünyada. Mesela dün işgalci İsrail bir savaş suçu işledi ve Refah'ta bir çadır kampını bombaladı. Yaşlı, bebek demeden bütün sivilleri öldürdü. Ve biliyo musun, dün bir baba kafası kopan bebeğiyle acısını tüm dünyaya duyurmaya çalıştı. Ve senin düşündüğünün aksine bu karpuz Filistin bayrağını temsil ediyor. Çünkü Filistin'lilerin kendi ülkesinde kendi bayraklarını açması bile yasaklandı." dedim hüzünle.
Eğer oralarda bir yerde vicdanı varsa onun sızlamasını bekliyordum. Ama duyduğum cevap daha da çok kanımı dondurmuştu.
"Amaan banane Araplar'dan. Filistin'liler de zamanında bize ihanet etmeseydi." dedi ve omuz silkti.
Ben dehşete düşmüş bir şekilde bakakalırken daha fazla uzatmayıp ordan uzaklaşmak için sinirle ayağa kalktım.
Masadaki tüm bakışlar bana dönerken,
"Yok ben daha fazla bu cahille aynı havayı soluyamayacağım. Bir de doktor olacaksın. Yazık be yazık. Biraz insan olun." dedim kalan son gücümle ve masanın üzerindeki telefonumu alıp çıkışa doğru ilerledim.
Sinirden gözlerim dolarken, bulanık görüş alanımla kafeteryadan çıktım ve bahçeye yöneldim.
Nefes alamıyordum. Şuan gerçekten nefes alamıyormuş gibi hissediyordum. Aldığım nefesler boğazıma batıyordu sanki.
Aklım almıyordu. Bir insan bunu nasıl söyleyebilirdi ya nasıl? Bebek diyorum daha dünyaya gözlerini açalı birkaç ay olmuş, masum bir bebek... Neden ölmeyi hak etsin? Bu kadar mı kaybettik vicdanımızı?
Bahçeye çıkıp boş banklardan birine otururken yüzüme çarpan soğuk rüzgarlar daha çok titrememe sebep oluyordu. Şuan hem sinirden, hem soğuktan ellerim titriyordu.
Evet, nefret ettiğim bir huyum daha. Sinirlenince elim ayağım titriyor, gözlerim doluyordu.
Bankta oturmuş öylece sakinleşmeye çalışırken yanıma oturan kişiyle irkilip kim olduğuna baktım.
Masada ismini bilmediğim kumral çocuk elindeki su şişesini bana uzatıyordu.
Hemen bakışlarımı önüme çevirdim ve
"Teşekkür ederim ama istemiyorum." dedim ve sağ gözümden akan bir damla yaşı sildim. Daha sonra ayağa kalkıp uzaklaşmak için bir adım atmıştım ki bankta oturan çocuğun ismimi seslenmesiyle yerimde çakıldım.
"Maalesef dünya bu kadar iğrenç bir yer ve biz bu iğrençliklere rağmen ayakta durmak zorundayız. Seni bu duruşun için tebrik ederim Sahra. Çok etkilendim. Herkes yapamaz bunu."
* * *
Tekrardan selamün aleykümm nesquik tanelerimm
(Nesquik'in boykot olduğunu biliyorum alternatif markalardan devamm wkdhksje)
Uzuuun bir aradan sonra(1 yıl olmuş) ben geldim nasılsınız?
Sizleri, Sahra'yı ve tabi ki Toprak Hoca'yı çoook özlemişim
Hafızlık yaptığım için derslerden dolayı pek vaktim olmuyor buraya. Bir haftalık tatilimde size bi selam vereyim dedim :')
Bir de Ekim ayından beri Filistin'de yaşanan soykırım da psikolojik olarak beni baya bi etkiledi tabii ki. Gelip de burda kitap yazmak hiç içimden gelmedi açıkçası..
Yorumlarınızı bekliyor ve sizleri Allah'a emanet edip kaçıyorum
📌Bu arada instagram hesabımı takip etmek veya sohbet etmek isterseniz "levlagraph" hesabımdan beni takip edebilirsiniz🪄
İnşallah en yakın zamanda Özgür Filistin ve Doğu Türkistan'a kavuşma duasıyla🍉❤️
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top