iki; acılarım ve de yorgunluklarım

"Üçüncü şahısta yaşamak ve ölmek... içimde sürgün olmak, olmuş olduğum şeye hep kayıtsız kalan ismimden ayrı durmak..."

-cioran

bölüm iki
|acılarım ve de yorgunluklarım|

Derler ki, yirmili yaşlar kendini bulduğun bir yolculuk. Oysa hayatımızla alakalı en önemli kararları henüz yirmi olmadan alıyoruz. Tuhaf, değil mi?

Yolculuğumun neredeyse sonuna ulaştım, yirmi yediminse henüz başındayım ama ilk nefesimden beri yanlış yoldayım.

Çok fazla yeni insan oluşturdum, çok fazla derinin altına girdim ve attım sonra onlar oldum ve hislerini tattım. Benden karakterlerimi alırsanız geriye bir hiç kalırdı. Neleri sevdiğimi sorarsanız dilsiz olurdum.

Ama karakterlerim, işte onları bilirdim. Tüm o karakterler ve sonsuz hikâyeleri. Hangi kararı verecekti? Nasıl biriydi? En korkunç anda bile espri yaparak acısını mı gizliyordu yoksa başkalarınınkinden keyif alıp herkesi rahatsız mı ediyordu? Empati duyulacak gibi miydi ya da akılların alamayacağı kadar kötü?

Onları bilirdim. Tanımak zor değildi çünkü zihinlerinin içlerini görebiliyordum. Ben zihinlerinin içindeydim. Tüm hikâyelerini ben uyduruyordum. Bana güven veriyorlardı, duygularının sahteliğini görüyordum ya da gerçekliğini. Sevdiğini söylediğinde bundan şüphe etmiyordum.

Benim yazmış olmama gerek yoktu. Herhangi bir karakter için de bunların hepsi doğru, karakterler size yalan söylemez, birbirlerine belki ama size asla.

Dünyada ise herkes maskelerin altındaki maskelerle yaşıyordu. Hiç kimseden emin değildim. Kendimden bile.

İmza günlerinde, bazen hediyeler getiriyorlar. En sevdiğim renk diyerekten elime tutuşturdukları nesnelere bakıyorum öylece, teşekkür ediyorum tabii. En sevdiğim renk olduğunu nereden biliyorlar? Benim hiçbir fikrim yoktu çünkü, yüzüme bakınca mı anlaşılıyordu yoksa alnımda mı beliriyordu cevabı? Bir süre aynada suratımı incelemiştim uzunca, belki bana da cevaplarımı verir umuduyla ama hayır, en çok o rengi giyiyormuşum, tahmin etmişler...

Oysa ben hangi renk giyindiğimi bile bilmiyordum ki... Gözüme kestirdiklerime elim gidiyordu, öylece topluyordum o kadar. Annem ne verirse onu severdim. Hangi kıyafeti alırsak onu giyerdim. Bir şeylere itiraz ettiğimi hatırlamıyorum. Diğerinin oyuncağı daha güzelse elimdekini o gibi hayal ederdim. Kendinizi neye inandırırsanız gerçek odur.

Biri babamın ne iş yaptığını sorduğunda o an en havalısı hangisiyse onu söylerdim. Annemin en sevdiğim tatlısının yaban mersinli kek olduğunu göğsümü kabarta kabarta dillendirirdim ama annem tatlı yapmazdı. Kimse gerçeği bilmiyorken onlara istediğimi neden söylemeyecektim ki?

Birileri bana kimsin sen dediğinde neden bir şeyler uydurmam sorun oluyordu? Ne de olsa, bir karakterin kim olduğundan emin olmadığınızda ona hayatlar verirdiniz. Kendimin kim olduğundan emin değildim işte, ben de hikâyemi yazıyordum.

Bu normaldi, öyle değil mi?

Size söyledim, bu öyküde bir ben yok veya birden fazlası var. Hangisi gerçek hangisi sahte, beraber bulacağız çünkü kafamın içinde ben hepsiyim.

Neleri sevdiğimi söyleyemiyor olabilirim ama pekâlâ nelerden hoşlanmadığımı söyleyebilirdim. Mesela, uçakları sevmiyordum. İnişe geçmemize hala birkaç saat vardı ve boynum ağrıyordu, sırtımı artık hissetmiyordum. Rahat edememenin getirdiği huysuzluk, hâlihazırda ortada olanı ikiye katlıyordu. Uzanamıyordum, yatamıyordum, kollarımı istediğim yere dayayamıyordum. Tüm bu işkencenin amacı neydi?

Bir fuar etkinliği için şehir değiştiriyordum. Yeni kitabımın çıkışını denk getirmek için yayıncımın özellikle uğraştığı, ülke çapında önemli bir fuardı. En azından öyle söylüyorlar. Ben ise bunu bir tatil fırsatı olarak görüyorum. Her ne kadar kendime ait bir evde kalmak su götürmez bir rahatlık demek olsa da sürekli baktığım duvarlardan sıkılmıştım ve açık konuşmak gerekirse nerede olduğum benim için fark etmiyordu. Evim dediğim bir yerim hiç olmamıştı.

Belki kurgularım... Yine de insana yeterli gelmiyordu.

Kendimi oyalamak için okuduğum kitap saatler önce bitmişti. Yazdığım süreçlerde okumaya ara verir, önüme çıkan kitapları alarak bir kenara koyardım. Bunu hem kalemsel hem de kurgusal süreçte etkilenmemek için yapıyordum yoksa güzel bulduğum bir kitap yüzünden haftalarca yazamadığım oluyordu ve bu hiç ama hiç güzel hissettirmiyordu. Evden uzak kalmak böyle bir şeyse şayet, tatsız bir duygu olduğunu söylemeliyim.

Bu bölüm, her şeyin başlangıç noktası olan otele geldiğim an. Beni dikkatli dinleyin çünkü anlatacaklarımla ortaya bir ben çıkaracağız.

Girişte elimdeki valizi alan minyon, kirli sarıya boyalı, sıkıca toplanmış saçları başının arkasında her harekette salınan kadının suratında kocaman bir gülümseme vardı. Tabii ki olacaktı, ne de olsa müşteri memnuniyeti önemliydi. Kimse hizmetlerinin somurtkan kişiler tarafından sağlanmasını istemezdi. "Hoş geldiniz Bayan Bera," dedi valizi bir başkasının eline tutuşturup yanımda elleri önünde bağlı halde koştururken. "Odanız hazır, arzu ederseniz yemeğinizi getirebiliriz veya yemek salonumuzu kullanabilirsiniz."

Elimde oda anahtarım, ne zaman kim verdi bilmiyorum, asansörün kapıları açılır açılmaz içeri girdim. Valizimi taşıyan görevli de benimle beraber asansörde, yanımda dikiliyordu.

Gözlerim ağrıyordu. Gözlerim hep ağrırdı; şu an katlanılmaz, şakaklarıma ve kaşlarıma doğru uzanan zonklatıcı ritimle başımı asansörün aynalarına vurma isteği uyandıracak denli şiddetliydi. Onları dinlendirmem gerektiğini söylüyorlar. Bunu nasıl yapacağım? Günümü geçirdiğim tüm eylemler gözlerimden geçiyor. Onları kapattığım saniyeler zihnimi toparlıyorum ama elbet bir noktada tekrar gözlerimi kullanmam gerek ve kapattığımda geçen ağrılar ilk göz kırpışımda tekrar nüksediyordu.

Ağrının gideceği yoktu ben de katlanmayı öğrenmiştim.

Bu daha az acı verdiği anlamına gelmiyor tabii. Belki huysuzluğumu artıyor ama yine, bu da yeni bir durum değil. En azından çevremdekiler için. Bana fark eden hiçbir şey yok. Ben öyle sanıyorum tabii.

"Onu yere koyabilirsin." Ellerimi arkamdaki demirliğe, başımı da aynaya yaslamış, gözlerimi birkaç saniyeliğine kapamış dururken sessizlikte benimle olan diğer kişiyi anımsayarak bakışlarımı ona indirdim. Elindeki valizi sımsıkı tutuyordu ve boyu uzun olduğundan valiz dizlerinin hizasında salınıyordu. Ağır olduğunu biliyordum; ağır olduğunu parmak boğumlarından, eklemlerinin renklerinden de anlıyordum.

Başını yerden kaldırdı, bana bakarken gözleri kocamandı ve kaşlarını merakla kaldırmış, alt dudaklarını birbirine bastırmıştı. Düşünceleri içerisinde kaybolmuşken onu afallatmışım gibi bir hali vardı.

"Valiz ağırdır," diyorum neyden bahsettiğimi anımsatmak için çenemle işaret ederek.

Bakışları hareketimi takip edince dudakları anlamışçasına açılıyor, başını sallıyor ve gülümseyerek bana dönüyor. "Altının pislenmesine gerek yok."

"Sorun olmaz. Gelene kadar birçok kez yere koydum zaten. Hâlihazırda pis." Böyle söylemem üzerine, umursamazca tekrar arkama yaslandığımı da görünce, bir süre düşünüşünü izliyorum. Ardından, sonunda, valizi yere koyuyor.

Ayakkabılarının üstüne.

İstemsizce, yorgunluğumun da getirdiği uyuşukluk ile kendimi gülerken buluyorum. Beklenmedik gülüşüm dudaklarımın birbirine çarparak ses çıkartmasına ve biraz tükürük saçmasına sebep oluyor. Yine de omuzlarımın sarsılmasını engelleyemiyorum. Neye güldüğümü anlamak isteyerek bana bakıyor, ardından ayaklarının üstündeki valize dönünce o da gülümsüyor. "Gerçekten bu kadar önemseyeceğini düşünmemiştim."

"İçim rahat etmez ama biraz ağır olduğunu söylemeliyim, ayakkabılarımın yerden katbekat temiz olduğu konusunda eminim. Sanırım. Umarım öylelerdir yani."

Dudaklarım bir süre daha yukarıya doğru kıvrılmış halde durdu. Kendisini ikna etme çabasına gülüşünü, tek elini saçlarının arkasına götürüp tekrar valizi tutuşunu izledim. "İlginç," dedim. "Güldüğün zaman gözlerinin kenarları kırışıyor."

Kaşları çatılmış, başı hafiften yana yatmıştı şimdi. "Herkeste olmuyor mu?" Asansörün, kapılarını açmak için birkaç saniyeliğine duraksaması havada asılı kalmışım hissi uyandırıyordu.

"Hayır," dedim. "Herkeste olmuyor." Üstelik gülümsemezken dahi dudaklarının kenarında dikitleri vardı. Samimi olmalı diye düşünürken buldum kendimi.

Benim için bu çizgiler bir kimlikti. Kaşlarının arasındaysa fazla düşünceli, gergin veyahut yargılayıcı biri olma ihtimalleri vardı. Dudaklarının kenarındaysa güler yüzlülerdi; alaycı ya da sevecen, hangisi olduğu fark etmezdi.

Gülümseme esnasında göz kenarlarının kırışması ise yapmacıklık ve samimiyeti ayırt etmeme yardımcı oluyordu. İçten gülen birisi göz kenarlarını kontrol edemezdi.

Lisenin başlarındayken bir öğretmen anımsıyorum, siması da hangi derse ait olduğu da hatırımda değiller ama sesinin o, başımıza iğneler sokan tonunu çok net hatırlıyordum. Bir keresinde tek tek yüzlerimize bakmıştı, her birimizin suratını keskin bakışları ile incelemiş ve pek bilge bir edayla sen ve sen ve sizler demişti birkaç öğrenciye ismiyle işaret ederek, sizlerin yaş aldığınızda yüzleri kırışıklıklarla dolacak ve bundan hiç memnun olmayacaksınız çünkü sen çok gülüyor ve sen de fazla endişeleniyorsun. Sonra bana bakmıştı, birkaç kişinin daha ismiyle birlikte sizler böyle bir sorun yaşamayacaksınız, ne güzel demişti.

Gülümseyecek bir şeyim yoktu ama ne mutlu bana, yüzümde hiç kırışıklık olmayacaktı! Belki kaşlarımın arasında, hafiften birkaç çizik ama o kadar çünkü ben ne gülerdim ne de endişelenir. Ben yalnızca izlerdim. Dümdüz, ifadesiz bir suratla, iç çekerek öylece bakardım.

Ne de güzeldim, pürüzsüz, hissiz ve de kimliksiz...

Bavulumu taşıyanın aksine hep genç kalacaktım, bir insan daha ne isteyebilirdi, değil mi?

Odanın kapısını açarak içeri geçtim, o ise eşikten yalnızca biraz eğilerek bavulumu kenara bırakmış ve hemen ardından geriye kaçınmıştı. Şimdi kolları önünde birleşik, dimdik bana bakıyordu.

"Başka bir arzunuz var mı Bayan Bera?" dedi ben sessiz kalınca.

Yaka kartında Atlas yazıyordu. Dünyayı omuzlarında taşıyan. Tuhaf diye düşündüm. Omuzlarında hiç yük yokmuşçasına özgürce gülümsüyordu.

"Hayır, teşekkürler."

Gitmek üzere eğildi ve yan döndü ama bakışları üzerimden ayrılmıyor, bir türlü ilerleyemiyor gibiydi. Kaşlarının hafif, çok hafif çatıldığını görür gibi oldum ama hemen ardından konuşunca bakışlarım dudaklarına indi, sonra da gözlerine döndüm. "Uçak fazlasıyla yorucu geçmiş gibi," dedi.

Neden bana, somurtmaktan yüzümün düşeceğinden emin olduğum bana, bu kadar içten gülümsüyordu diye düşünürken buldum kendimi. Göremiyor olsam da gözaltlarımın berbat durumda olduğunu tahmin ediyordum, kırışıksız yüzümden meymenetsizlik akıyordu. Nemrut suratlının tekiydim, kimseyi kandırmayalım.

Küçük bir burnum olduğunu söylerler ama yüzümün kalanına göre fazlasıyla şişkin olduğunu düşünüyorum. Dudaklarım ne çok ince ne kalın ama çenem o kadar küçük ki bir resim olsaydım şayet, çizmeyi unuttuklarını düşünürdüm. Yanaklarım yapısal olarak tombul ama zayıflıktan sebep çökükler de aynı zamanda. Gözlerim büyük fakat gözkapaklarım düşük, ayrıca baygın bakışlıyımdır. Göz torbalarım yok ama gözaltlarımda geçmeyen bir karartı var. Ten rengim de sarıya dönük bir tonda. Kiminin sarı kimin çok açık kumral dediği saçlarım ile pek güzel bir görüntü ortaya koymuyorlar doğrusu.

İnsanların dönüp tekrar bakmayacağı, çocukların sessizleşip bir köşeye sineceği türden bakışlarım var.

Bir anlığına, tüm bu anlattıklarım saliselik olarak aklıma gelince yüzümü buruşturmak istedim ve de başımı çevirmek, zira Atlas tam olarak yüzüme bakıyordu, gözlerini asla çevirmeden direkt bana bakıyordu. Uykusuzluğun da getirisi ile her zamankinden daha da berbat bir halde olduğumu düşünerekten kapıyı suratına çarpıp kaçmak istedim.

"Affedersiniz," dedi yüzüme doğru biraz eğilerek. Dalıp gitmiş olmalıyım, bir süre cevapsız bıraktım onu. Bazen kendi düşüncelerimin sesi o kadar yükseliyordu ki dışarıdaki hiçbir şeyi duyamıyordum. Ortamdan kopup gitmem, detaylara doğru çekilmem ve analizlerime kapılmam sosyal açıdan sorunlar yaratabiliyordu. Tıpkı şimdi olduğu gibi: "Haddim değildi, kusura bakmayın. İyi dinlenmeler." Sonra ben toparlanamadan dönüp gitmişti bile.

Yorganlar serin ve kabarıktı. Kendimi olduğu gibi üstlerine atmış, yüz üstü uzanıyordum ta ki nefes alamayana dek, ardından başımı yan çevirdim ve uzanmaya devam ettim. Kaslarımdaki batma hafifler gibi olmuştu, gözlerimi kapatmam ağrılarını azaltmıştı ama yine de açtığım an geri geleceklerdi, biliyordum. Başıma doğru yayılan acısı o ana dek fark etmediğim bir zonklama yaratmıştı, şimdi kendisini hissettiriyordu ama birkaç saniye daha böyle durursam o da hafiflerdi diye umuyordum.

Bunlar yeni durumlar değildi, kendimi bildim bileli deneyimlediğim sıkıntılardı. Eskiden, henüz ailemle birlikteyken ağrılardan şikâyet ettiğim zamanlar vardı. Omuzlarıma binen batmalar dayanılmazdı, gözlerime oturan yorgunluk geçmek bilmiyordu. Yapmam gerekenler ve yapmak istediklerimin önünde büyük engellerdi.

Gereksiz eylemlerle kendimi fazla yorduğum ve dinlenmediğim söylendi. Bir günde bu kadar fazla kitap okumamalı, okul gibi önemli işlerimi hallettikten sonra gözlerimi kullanmaktan ve masaya doğru eğilmekten kaçınmalıymışım. Kitap yazmak ise başlı başına bir öğrenci için gereksiz bir vakit kaybıymış. Yatmadan önce birkaç sayfa okumak bana yetermiş.

Böylece kas ve gözlerim de kurtulmuş olmuştu! Tabii...

Ağrılar asla geçmedi, bedenimi ve duvarlara vursam anca duracak gibi hissettiren baş zonklamaları, gözlerimi yuvalarından çıkarsam rahatlayacağım hissini kucaklamayı öğrendim. Şimdilerde ağrı hissetmediğim zamanlar tuhaf ve eksik hissediyorum. Sanırım hala kendi bedenimde olduğumu bana hatırlatan tek şey onlardı. Beni aramaya çıktığım yolculukta kaybolmamak için kullandığım pusulalarım.

Acılarım

ve de yorgunluklarım.

Sonraki dakikalarda uyumuş olmalıyım ama kısa ve rahatsız edici bir uykuydu bu. İnsanlar bir sandalda, su üzerinde sakince salınarak kapılıp gittiklerini söylerler, benim sandalım alabora oluyor, suyun altına çekilip orada tutsak ediliyorum ve boğuluyormuş hissinden zıplayarak kurtulduğumda uyanmış oluyorum. Bu kadar, normalden daha halsiz hissettiren yorucu bir uyku molası bu demek benim için.

Dilimin üstünde, ne kadar ıslatırsam ıslatayım asla geçmeyen bir kuruluk vardı. Doğrularak üzerimdekilerden kurtuldum, camı açtım ve içeriye dolan kışın öğlen serinliğinin her yeri soğutuşunu, şimdi çıplak olan tenimin üzerinde gezinerek beni kendime getirişini hissetmek adına birkaç saniye öylece oturdum.

Bir şeyler yemeli ve duş almalıydım.

Sizlere yeni bir bilgi daha, yemek yemeyi sevmezdim. Çiğnemek ve çiğnemek o kadar yorucuydu ki mümkün olduğunca kaçındığım bir eylemdi ama acıkmıştım ve açlık hissini de sevmezdim.

Bu yüzden hafif bir şeyler sipariş etmek için telefona uzandım. Fazla değil ama beklediğimden çoktu uyuduğum süre. Uçağın yan etkileri olsa gerek, belki de daha sık uçmalıydım.

Yemeğimi beklerken kendimi suyun altına attım. Su altında olmayı seviyordum. Sesler hakkında düşünmeyi de öyle. Kulaklarıma doluşunu ve sesleri benim için boğuşunu hissetmek hoşuma gidiyordu.

Fakat altından çekildiğim an ıslak bedenimle havanın çıplaklığına temas etmekten nefret ediyordum. Damlaların ağırlığını üzerimde hissediyor, ıslaklık o kadar ağır geliyordu ki derimi soyup atmak istiyordum. Kurulanmak için tenime değdirdiğim her parçadan tiksiniyordum.

Sebzeleri yıkamayı da sevmezdim, ellerim ıslanınca rahatsız olurdum. Meyveleri yıkamak yerine üzerime silsem yeterli olur mu diye düşünür, sonra içime sinmediğinden ya yemekten vazgeçer ya da parmak uçlarımdan daha fazla yer ıslatmamaya çalışırdım. Ellerimi sık sık yıkardım, tezat bir şekilde. Yine de bundan hoşlanmıyordum.

Ya tamamen su altında kalacaktım ya da hiç ıslanmayacaktım. İkisi de mümkün değildi ne yazık ki. Bazen keşke bir su samuru olsaydım diyordum, neden aklıma ilk bu geliyor bilmiyorum. Ama o zaman da su üstüne çıktığımda ıslanan kürkümden rahatsızlık duyup duymayacağımı merak ediyordum.

Kesin duyardım.

Damlata damatla kapının önündeki bavulumu alıp yatağın yanına getirdim, kıyafetlerimi aldım ama oda o kadar serindi ki giyinmek istemiyordum. Üzerimdeki damlaların donarak tenimi serinletişlerini hissetmek acı veriyordu. Hayatta olduğumu hissettiren türden bir acı.

Fakat giyindim ve tam zamanında kapım tıklatıldı. "Yemek servisi!" dedi ses. Kapının arkasında, yemek arabasının ardında Atlas dikiliyordu. Yine o ve gülümsemesi.

Arabayı içeri ittirebilmesi için geri çekilirken başım kapıya yaslı duruyor, onu izliyordum. İşi bitince birkaç saat önceki son konumuna geri döndü ve eğilerek gitmeye hazırlandı ama yine gidememişti.

"Bir sorun mu var?" dedim.

"Fazlasıyla yorgun görünüyorsunuz," dedi ama o kadar tane tane konuşmuştu, kelimeler arası durup gözlerini kaçırmıştı ki sözlerini tartmaya çalıştığını görebiliyordum. Bir çalışan olarak benimle düşüncelerinin ne kadarını paylaşması yakışık kalır ölçer gibiydi. Sol eli midesinin üstünde duruyordu.

"Uyku konusunda sıkıntı çekiyorum," dedim. "Yabancı yerlerde pek rahat edemem de." Yalan. Evim dediğim yerin herhangi bir binadan farkı yoktu. Ailemin yanı da, kardeşlerimin de. Hiçbir yerin benim için bir değeri yoktu. Nerede uyuduğumun da önemi kalmıyordu böylece.

"Eğer uyumak için tercih ettiğiniz bir şeyler varsa, çay gibi, ayarlayabilirim."

"Hiç denemedim."

"O halde, sizin için de uygunsa, bu akşam papatya çayı getirebilirim, belki?" Gülümsüyordu. Kocaman, gözlerinin kenarını kırıştıran ve içlerini dalgalandıran bir gülümsemesi vardı. Dalga. Evet, maviliklerinin kıpırdayışını görebiliyordum.

İnsanların çoğu, işlerinden memnun değiller. Başkalarına hizmet içeren mesleklerde çalışanlar kendilerini önemsiz hissediyor çünkü yaptıkları işleri daha aşağılara layık görürlerken kendilerini daha yukarılarda bulmak istiyorlar. Fakat hayat herkese kapılar açmaz. Kimisini hiçbir girişi bulunmayan bir kulenin en tepesinde bekler, elleri kanayana kadar taşlara tutunsun ve tırmansınlar diye. Kimisi ise duvarların içine kilitler, öylece bırakır gider.

Atlas'a baktığımda sadece mutlu bir adam görüyordum. Halinden keyif alıyor gibiydi. Nasıl yapıyordu bilmiyordum.

"Denemekten zarar gelmez." Eğildi ve gitti. Yine.

Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top