bir; umutsuzluk canavarının öyküsü
"Bir kasılıp bir sonsuzca açılan, aynı anda hem ölen hem büyüyen, hiçin umuduyla her şeyin umutsuzluğu arasında kendinden geçmiş, güzel kokularla zehirden beslenen, aşkla ve nefretle kavrulan, ışıklarla gölgelerin yok ettiği, grotesk gülümsemeli bir yırtıcıyım ben..."
-cioran
•
bölüm bir
|umutsuzluk canavarının öyküsü|
•
Ama hayır, anlatmaya bir gece öncesinden başlamam, sizlere kendimi izah etmem açısından daha kolay olurdu ve böylece şaşkınlığınızı atmak için yeterli vakti bulabilirdiniz.
Alkışların kafamın içinde patladığı bir gündü. İmza günlerinin izdihamlarını düşününce bu kadar gürültüye alışmış olmayı bekliyordu insan ama işte buradayım, beni ve yeni kitabımı kutlayan bir güruhun arasında, kolları olmadığından sebep kendimi çıplak hissettiğim bir elbisenin içinde, arkaya yaslanmayı imkânsızlaştıran bir sandalyede oturmuş asla bitmeyen ellerin birbirine çarpışını dinleyerek gülümsüyordum. Çünkü bundan birkaç saat önce yayıncım beni kenara çekip kibar olmam konusunda uyarmıştı.
Rahatsızlık duyduğun herhangi bir duruma karşı yüz asmak, somurtmak yasak. İnsanlarla iletişimi az düzeyde ve profesyonel sınırlarda tutuyorsun yoksa sohbetten sıkıldığında işleri karıştırdığını ikimiz de biliyoruz.
Ben de dudaklarımı kıvırıyor, kaslarımı harekete geçiriyordum ama biraz dikkat etseler gözlerimin kenarlarının kırışıksız olduğunu görebilirlerdi. Kimse dikkat etmedi. Hiç kimse, asla dikkat etmezdi.
Doğruyu söylemek gerekirse alkışların arkasındaki yüzleri göremiyordum. Her biri aynıydı. Süslenerek gelmişler, yüzlerinde öne çıkmak isteyen makyajları ile birbirlerinin aynısı ifadelere bürünmüşlerdi. Her biri gülümsüyor, her biri mutlu gibi duruyor ama aslında neyi alkışladıklarından bihaberler.
Bu insanların gözlerine ulaşmayan dudak kıvrımları var.
Tıpkı benim gibi.
İş ortaklar ve arkadaşları, tanıdıklar ve dostlar yanımıza gelerek sevgilerini, dileklerini iletirken ellerini sıkıyor, omzuma veya dirseğime değen parmaklara katlanıyordum. Gözlerimin içinde ne görüyorlardı acaba diye merak ederken buldum kendimi. Gözaltlarımda biriken uykusuzluğu kapatma çabam belli oluyor muydu?
"Uykunu mu alamadın yine?" diye sordu yayıncım yanıma gelerek, kendisi aynı zamanda tek arkadaşımdı da. Bir elim masada, çenem avucumun içinde dalıp gitmiş gözlerle masa örtüsünü görmezken onaylayan bir sesle karşılık verdim. Pek bir şey demedi, kalktı ve gitti. Gözlerimi ardından kaldırınca salonun karşısında birkaç kişiyle gülerek konuştuğunu görebiliyordum.
Uyumamaktan ziyade uyuyamıyordum. Uykusuzluk omuzlarıma çöktüğünde, gözlerim kapanmak için yalvardığında ve koltuğumda bayılarak uyku diyebileceğim birkaç saati tadacak kıvama geldiğimde kendimi şanslı sayardım. Genelde, şu anda da olduğu gibi başım çatlıyor, gözlerimdeki ağrı artık acıya dönmüş, yanıyordu ama kapatmanın hiçbir faydası yoktu. Uykunun her zaman sadece ismi vardı, bedenimde etki eden bir hayaleti vardı ama kendisi asla yoktu.
Bunun, uykusuzluğumun, beni normalden daha katlanılmaz yaptığını söylerler. Bu belki doğrudur, belki de değil. Kendime karşı nasılsam onlara da öyleyim. Ne düşünüyorsam, gerçek ya da değil, olduğu gibi söylüyorum. Sorulara uygun bulduğum yanıtları veriyorum ve bazen savunmadığım bilgilerin arkasında duruyorum, sırf farklı bir açıdan tartışabilelim diye. Sanırım bu onları yoruyor. Zihinlerinde birden fazla karakter ve hayat barındırmaya alışık olmadıklarından olsa gerek, beni takip edemiyorlar.
Etmek istemiyor da olabilirler, ben de istemiyorum. Olduğum yerde duramıyorum çünkü oraya bir türlü yerleşemiyorum. Fakat topluma ayak uydurmak için bir yerde durmak gerek, öyle değil mi?
Oysa hangi noktanın bana ait olduğunu keşfetmek için dolanabilmem gerek ve kim olduğumu öğrenmek için denemem gerek. Öte yandan, bir kalıba girememiş olsam dahi ortada bir ben vardı, olmak zorundaydı, aksi nasıl mümkün olabilirdi yoksa? Bendim. Sanırım. Kimsem artık, oydum. Nasıl davranıyorsam öyleydim. Eylemlerimi neden göremiyorlardı ve kelimelere neden bu kadar takılıyorlardı? Söylediklerimin ne önemi vardı ki? Hayatımın gerçekte nasıl ilerlediğini bilmek onlar için ne fark edecekti? Veyahut ismimin ne olduğu ya da annemin hangi ırka mensup olduğunu, babamın mesleğini hatta kaç kardeşimin olduğunu?
Kimlik kafa karıştırıcı bir durumdu. Gerçekten, bir insan nasıl kendini tanırdı ki hemencecik? Ben buyum! Emin bir şekilde söylemek nasıl da tuhaf hissettiriyor. O kadar his varken, deneyim ve yaşanabilecek ihtimaller, nasıl kesin bir çizgide kesiliyoruz, anlayamıyorum. Kurgusal karakterler için bu kolaydı tabii, kalıplarını ben belirlerken neden kimlik bunalımı yaşasınlar ki?
Ben eylemlerimin bir anlamı olduğuna hiç inanmadım. Düşüncelerimin bir şey ifade ettiğini bile düşünmüyorum. Hangi duygular gerçekten hissettiklerim hangileri mecburi, öğrenilmiş bir dışavurum nasıl ayırt etmem gerek? Bugün yürümeyi seçtiğim yol bir başkasınınkini nasıl değiştirsin? Neden bu kadar önemli olayım ki... Değilim.
Çoktan yaşamlarının sonuna ulaşmış insanların karar verdikleri doğru ve yanlışlara, takıntılarına ve düzenlerine göre yönlendirilerek büyütülmüş bir birey olarak hangisinin gerçek ben olduğundan nasıl emin olacağım? Siz nasıl eminsiniz, lütfen söyleyin.
"Karakterlerinin hep kimlik bunalımları var, farkında mısın?" demişti Menes'in Üzümlü Kurabiyesi takma adlı bir okurum. Gerçek ismini hala bilmiyordum.
"Ne demek istiyorsun?" dedim şaşkınlıkla. Gerçekten de o an neyden bahsettiğini anlamamıştım. Birbirlerinden farklı hayatları olan, farklı kararlar veren ve oldukça farklı uçlara sahip karakterlerdi yazdıklarım. Nasıl aynı soruna sahip olabilirlerdi? Üstelik ben onların kim olduklarını gayet net bilirken...
"Bir noktada hikâye başlıyor ve biz hayatlarının ortasında dâhil oluyoruz. Yaşamlarını o raddeye kadar bazı seçimlerle sürdürmüşler, evet ama içlerinde hep bir boşluk taşıyorlar. Sürekli bir şeyin eksikliğinden yakınıyor, macera ona gelip çattığında bile kendilerinden emin değiller, sürekli bir sorgulama içerisindeler. Böyle önemli bir görev benim olamaz diyorlar ya da çevresindekilere, daha net olduğunu düşündükleri o üstün kişilere yardımcı olmak için ellerinden geleni ardına koymuyorlar ama konu onların öncülüğüne gelince geri çekilerek hayır diyorlar, ben aradığınız kişi olamam çünkü ben kimim bilmiyorum! Oysa orada işte. Seçimlerinde, karar alırken ona yanlış ve doğru hissettiren mide bulantılarında ve ferahlık hissinde. Arkadaşları için fazladan bir parça et vererek kendi yemeklerini bölmelerinde. Bunların hiçbirini görmüyorlar çünkü çıkmaları gereken en önemli yolculuğa hiç çıkmamışlar: Kendi içlerindekine. Sonunda hikâye oraya varıyor tabii, birbirlerinden çok farklılar yine de hepsi benliklerini sorguluyor nihayetinde."
Ben cevap vermeyince omuz silkerek "Dikkatimi çekti sadece," dedi kelimeleri yudumlamak üzere olduğu kahve bardağının içinde kaybolurken.
İlgilenmediğimi falan düşündü herhalde. Oysa o günden beri kafamın içinde dönüp duruyor ve yazarken karakterlerimin daha çok farkına varıyorum. Gerçekten de kimlik bunalımları yazıyorum.
Aradaki fark, ben onların kim olduğunu biliyor ve günün sonunda bunu onlara da öğretiyorum.
Kimse benim için bunu yapamaz.
"Suratını asma derken huysuzun teki gibi görünme demek istemiştim aslında ama mutsuz durma diye de eklemem gerekiyordu. Biraz daha düşür dudaklarını bakayım, bu hiç yeterli değil." Parmaklarıyla kendi dudak kenarlarını aşağı çeken yayıncım yanıma otururken başını iki yana salladı. "Ne yapacağız biz seninle."
"Kitaplar gayet güzel sonuçlar veriyor ya işte, bana ne gerek var."
"İnsanlar yazarı tanımak ister, onunla etkileşime geçmek ve kitap hakkında konuşmak ister. Övgüler verir ki sen de karşılığında onlara okudukları için teşekkür et ve kendilerini önemli bir şeyin parçası gibi hissedebilsinler. Bu neden seni bu kadar zorluyor anlamış değilim."
"Samimiyetsiz etkileşim mi neden beni bu kadar zorluyor? Gerçekten mi?" Gözlerini devirdiğini görebiliyordum. Bu konuşmayı ilk yapışımız değildi ve son da olmayacak gibi duruyordu. Her seferinde sahtelik ve bazı yerlerde gerektiği gibi davranmak adlı konuşmamızı tekrar ediyorduk. Bir sonuç almadığımızı söylememe gerek yok herhalde.
Konuşmayı devam ettirmedi. Onun yerine salondaki insanları izlemeye daldı. Gözlerinin içi parlıyordu. Yaptığı işten fazlasıyla memnun, elde ettiği başarının tadını çıkarıyordu.
Neye baktığını anlayabilirim belki umuduyla salonda gözlerimi gezdirdim ama hayır, nafile bir çaba. Etraf insanların kelimeleri ile doluydu. Ağızlarından çıkan her bir harf tepede birikiyor, her an patlamaya hazır kirli bir hava kütlesi misali asılı duruyordu.
Oradan çıkmazsam üzerime yapışacaklardı.
Yanıma yaklaşma çabası içerisindeki birini görmemişim gibi yaparak balkona çıktım. Hava soğuk, kollarımın çıplaklığını bana fazlasıyla hatırlatacak kadar sertti. Bir süre sessizlik içinde dikilirken arka tarafta devam eden boğuk sesleri dinliyordum. Bu dingin sessizlik hayatımda tanıdık olan nadir olaylardandı. Her şey, her zaman müthiş bir hızla değişirken olduğu gibi kalan tek şey havaydı. Soğuktu. Sessizlik ve serin bir rüzgârdı.
"Bildiğim kadarıyla içerideki kutlama senin için yapılıyor. Yanlışsam düzelt tabii," dedi bir yabancı. Sesi gülümsüyordu fakat bunun sizi kandırmasına izin vermeyin, önce yüzlerine bakın her zaman, gözlerinin kenarları kırışmış mı, dudaklarının iki yanına dikilmiş çizgiler var mı, bunları arasın bakışlarınız. Samimiyeti taklit etmek sandığımızdan daha kolaydır çünkü.
Yalnızca dudaklar kıvrılınca gözler manasız kalır, kenarları kırışmayınca mecburi kibarlıklar içinde kaybolur gideriz. Bu yüzden herkes sahteydi. Ben de dâhil.
"Karıştırıyor olmalısın," dedim. "İçerideki kutlama uydurma hayatlar için yapılıyor. Ben yalnızca yemekler için buradayım." Sesinden neşeli bir melodi döküldü.
Sahte.
"Tuhaf, tabağına dokunduğunu hiç görmedim."
"Beni mi izliyordun?"
"Özür dilerim, dikkatimi çeken başka bir şey yoktu." Göz ucuyla suratına baktım ve haklıydım işte. Oradaydı. O gülümseme... Üstelik gittikçe büyüyordu. Daha fazla ve daha geniş ve de kocaman. Neden bu kadar fazla gülüyordu? Ne kadar derin gülerse o kadar samimi olacağını mı sanıyordu?
"Benim vardı ama. İçerideki kediyi gördün mü? Şişko bir şeydi. Peki ya kırmızı elbiseli kadının takılıp düşüşünü? Amma utandı ama. Hele bir adam vardı, kahkaha attıkça tüm salonda burnundan çıkan ritmik ses yankılanıyordu."
Kaşları çatılmış, söylediğim olayları anımsamaya çalışırcasına bakışları balkon kapısına kaymıştı. "Hayır, hiçbirini fark etmedim ne yazık ki." Sesi sona doğru kısılmış, nasıl olur da hiçbirine dair minik bir anısı olmadığını merak ederek kendisini sorguluyordu.
"Üşümüyor musun?" dedi eski neşeli haline geçmek için omuzlarını geriye itip şüpheyi atarak.
"Hayır. Soğuğu hissedemiyorum ben."
"Soğuğa karşı dayanıklısın yani, bu bir süper güç olsa gerek."
"Hayır, gerçekten. Tenim soğuğu hissedemiyor. Bilirsin ya, sinir uçlarıyla alakalı bir rahatsızlık. Bilmiyor musun? Sanırım donarak ölmeyi asla tadamayacağım." Şakam komikmişçesine gülerek yanağımı omzuma dayayıp ona baktım. Donuyordum. Yanağım da omuzlarım da buz kesmişti ve artık soğuk yakar bir hal almıştı.
Artık gülümsemiyordu. Boğazını temizledi, bir süre etrafına baktı. Onu iten hastalıkla ilgili söylediklerim miydi yoksa sonda yaptığım ölüm esprisi mi?
"Pekâlâ," dedi yavaşça. "Hava serin, ben içeri geçsem iyi olacak."
"Tamam, görüşürüz. Kediye dikkat et!"
"Ederim."
Ortada bir kedi yoktu tabii.
Çoğu zaman ortada hiçbir şey yoktu. Yalnızca uydurmalarım ve ben, bir de şaşkın, sorgulayan bakışlar. Kelimeleri takip edemediğim olurdu, ansızın ortaya atılırlar ve ben de peşlerinden koşardım ama her zaman çok geçti; ayak uydurmak daha basitti. Kalan vakitlerdeyse bilerek oluşurdu yalanlar. Sırf tepkileri merak ettiğimden, inceleme arzumdan ve de kendime ait cevapların sıkıcılığından kaçmak istediğimden.
Bunlara yalan demek istemiyorum, oysa herkesin gözünde yalnızca öyleler: Yalanlar ve Menes. Menes ve yalanları. Bana kalırsa ben yalnızca hikâyeler anlatıyordum. Kurguluyor, işliyor, dokuyor ve oluşturuyordum. Kendime bir rol atıyordum çünkü anca bu şekilde yerimi bulabileceğime inanıyordum. Kendimi yaratmak içindi tüm çabam. En azından buna inanıyordum. Belki kendimi de kandırıyordum, kim bilir?
"Annem vefat etti," demiştim uzun zaman önce bir arkadaşa. Sorduğu tek şey ailemin hali vaktiydi. Bakışlarımı ona kaldırmamıştım bile, doğal bir şekilde, gerçek oymuşçasına kahvemi yudumlamadan önce söyleyivermiştim işte.
Oysa bu doğru değildi. Kimsenin öldüğü yoktu. O kadar dürtüseldi ki kelimeler, o an kafamın içinde annesi ölmüş bir karakterdim, böyle hayal ediyordum kendimi. Ne tepki verecek görmek istemiştim.
Ne—diyerek başladı, olmadı başın sağ olsun dedi ama yüzünü buruşturarak durdu. Ne zaman demek istiyordu ama bu kadar sakin duruşumun sebebi üstünden uzun zaman geçtiği için miydi yoksa umursamadığımdan mı emin olamıyordu.
Ona gerçeği söylesem eminim rahatsızlığı katlanarak artardı, ben de bıraktım benim için üzülsün. Acısın bana, daha kibar davransın ve de hassas. Annesi olmayan insanlara nasıl yaklaşıyorlarsa öyle yaklaşsın, beni de incitmekten korksun istedim.
Kendimi kaptırıp gitmiş olmalıyım ki annemle karşılaştığımda bir süre afallamaktan kendime gelememiştim. Sen yoksun ki demek istemiştim, dilimin ucunda birikmişti cümleler. Sen hiç olmadın.
Ama tabii, ben henüz bir ben olamamış olsam da içinde yaşadığım senaryoyu biliyor ve diğerlerine kapılıp gitmemek adına çaba sarf ediyordum.
Çünkü ne de olsa, yalana inandığım noktada gerçekliğimi kaybederdim ve bunu istemezdik, değil mi? Her ne kadar gerçeklikten haz etmesek de, hayır, bunu istemezdik. En azından öyle söylüyorlar, istememeliymişiz.
"Etrafta dolanıp insanlara hayatın hakkında yalanlar söyleyemezsin," demişti, belki annemdi belki de değil.
"Yazdığın karakterlerden biriymişsin gibi kendine özellikler uydurarak gerçeklikten kaçamazsın," da demişti, belki aynı kişiydi belki de değil.
"İnsanlara olmayan gerçekler sunup sonra da seni tanımalarını bekleyemezsin."
Ne kadar çok cümle vardı zihnimde dolanan. Ne kadar çok eleştiri ve onaylamaz bakış zihnimin gerilerinde, diken diken ruhuma batar haldeydi. Kimse benden memnun değil, herkes yalnızca şikâyet ve şikâyet ediyor, yapmamam gerekenleri sıralıyor ama neden hiçbiri bana tam olarak ne yapmam gerektiğini söyleyemiyordu? Menes kimdi ve benden ne bekleniyordu? Menes nasıl biriydi, en sevdiği yiyecek neydi ve hangi mevsimde rahat hissederdi? Kimse hiçbirini bilmezken ve ben de bunların cevabına bakınırken, yalnızca durmam talep ediliyordu.
Durursam, düşerdim.
Ben buydum, öyle değil mi? Hayatlar uydururdum ben. Onun haricinde kimdim ki? Neden hiçbir şey söylemiyorsunuz?
Sürekli fikirler geliyor ve gidiyordu. Gelişiyor ve orada öylece duruyorlardı. Birçok dünya ve birçok karakter vardı. Aidiyetsizce zihnimin salonlarında gezinip duruyorlar, bir yere girmeye çalışıyorlardı. Sahneler vardı, birileri ölüyor ve kanları hangi yöne akacaklarına bile karar veremiyordu. Ortada ben vardım, kimilerini hazır dünyalara yönlendirmeye, kimi dünyalar henüz yapım aşamasında olduğundan önlerindeki sırayı yatıştırmaya çalışıyordum. Replikleriniz diyordum. Repliklerinizi ezberleyin!
Kitaplar için hayatlar uydurduğumda bu kimseyi rahatsız etmiyordu. Peki ya kendim? Kendime özellikler uydurmak. Yaptığım bu muydu? Gerçeklikten mi kaçıyordum? Gerçek neydi ki? Kendimi nasıl tanıyabilirdim? Cevap her zaman hiçbir şeydi.
Şimdi anladınız mı bunun nasıl bir öykü olacağını? Umarım kendimi biraz da olsa sizlere tanıtabilmişimdir çünkü bu hikâyede, pekâlâ fark etmişsinizdir, bir kimlik problemi var.
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top