istanbuk
159
Şüphesiz ki onlara peygamberlerimiz açık delillerle geldiler. Yine de bundan sonra onların
birçoğu yeryüzünde aşırı gitmektedirler.'
Maksut bunları söyleyince şaşırdım. Sözleri doğruyu mu yansıtıyordu, yoksa beni
yanıltmaya mı çalışıyordu? Yüzümdeki kuşkuyu görünce, 'Eve gidince yüce kitabımızı aç
ve oku,' dedi kendine güvenen bir tavırla. 'Arapça bilmiyorsan, git bilen hocalara sor.
Onlar da sözlerimi tasdik edeceklerdir. Ama mademki Maide Suresi'nden söz açıldı. Aynı
suredeki bir sonraki ayette, şöyle der: 'Allah ve Resulüne karşı savaşan ve yeryüzünde
fesat çıkarmaya çalışanların cezası, ancak öldürülmeleri veya asılmaları yahut ayak ve
ellerinin çaprazlama kesilmesi ya da yeryüzünde başka bir yere sürgün edilmeleridir. Bu
dünya onlar için bir zillettir. Ahirette ise onlar için büyük bir azap vardır.'
Söylediği ayeti bilmiyordum, daha beteri, Kuran-ı Kerim'de yazılanlar hakkında tam bir
cahil olduğumu anlıyordum. Ama bozuntuya vermedim.
'Tamam, yüce kitabımızı tekrar okuyacağım, sonra konuşuruz.'
Koşarcasına gittim eve. Kuran'ın Türkçe mealini açıp okudum. Birebir Maksut'un
söylediklerini yazıyordu. Zaten sorularla dolu olan aklım iyice karışmıştı. Maksut'la Yavuz
Sultan Selim Camii'nin arkasındaki bahçede buluştuk. Ona haklı olduğunu söyledim. Hiç
böbürlenmedi, son derece mütevazı bir tavırla şunları söyledi:
'Haklı olan ben değilim, Allahü Teala ve onun Resulü peygamber efendimizdir. Onlara
layık kullar olabilirsek, ne mutlu bize.'
Yavuz Sultan Selim Han'ın türbesinin önünde konuşuyorduk.
'Onlara nasıl layık olabiliriz?' diye sordum. 'Gerektiği gibi iyi kullar nasıl olabiliriz?'
Gözleri çakmak çakmak olmuştu.
'Zulme boyun eğmeyerek," diye mırıldandı. "Zulüm altındaki kardeşlerimizi kurtararak.
Çünkü bir insan hayatını kurtaran bütün insanlığı kurtarmış gibi olur.'
Peygamber efendimizin sözlerinin böyle yorumlanmasının daha doğru olduğuna
inandım. Demek ki Kuran-ı Kerim'i de böyle anlamak gerekiyormuş diye düşündüm. O
günden sonra Maksut'un sözlerini daha çok dikkate aldım. Bir gün bizim Eğrikapı'daki
evde oturuyorduk. Eliyle surların ötesini göstererek sordu.
'Sahabelerin türbelerini ziyaret ettin mi?'
Ne yalan söyleyeyim, etmemiştim. O türbelerde yatan muhterem kişilerin sahabe, yani
peygamber efendimizi tanıma şerefine nail olmuş kişiler olduğunu biliyordum ama ne
isimleri, ne de kim oldukları hakkında fikrim vardı.
'Onları ziyaret etmelisin,' diye fısıldadı. "Bilhassa da Ebu Eyyüp El Ensari Hazretleri ile
Ebu Şeybe El Hudri Hazretlerinin türbelerini. Onlar peygamber efendimizin buyruğuna
uyarak, İslamiyet'i insanlığa mal etmek için buralara kadar at sürdüler. Ve islamiyet için
gözlerini bile kırpmadan, ülkelerinden binlerce kilometre uzakta can verdiler. Onların
türbelerini ziyaret et. Yüreğini, inancın ve cesaretin ilahi ırmağında yıka.' Dediğini yaptım,
iki sahabenin de türbesine gittim. Maksut'un dediği gibi ruhum cesaretle, güzel
duygularla doldu. Artık Maksut'la nerdeyse her gün görüşmeye başlamıştım. Sözleri her
geçen gün daha çok etkiliyordu beni. Maksut benim için bir tür şeyh, bir tür yol gösterici 160
olmuştu. Artık yaptığımız ibadetlerin yeterli olmadığına inanıyordum. Aldığımız abdest,
kıldığımız namaz, tuttuğumuz oruç, getirdiğimiz kelime-i şehadet, okuduğumuz ayet
ancak Müslüman kardeşlerimiz için cihada kalktığımızda anlamlı olacaktı. Bu sebeple
Maksut'un Afganistan'a gidelim önerisini sevinçle kabul ettim."
Ömer'in ne kadar samimi olduğunu anlamak için sözünü kestim.
"Afganistan'da savaşan Taliban güçlerine sağlık hizmeti mi verecektiniz?"
Tuzak bir soruydu, Ömer evet derse, -ki kolayca bunu söyleyebilirdi, çünkü tıp
fakültesinde öğrenciydi- içtenliğinden kuşku duyacaktım, yapmadı.
"Hayır, biz Müslüman kardeşlerimize şifa vermeye değil, şeytanın şer güçleriyle
savaşmak için gittik Afganistan'a. Zaten tıp fakültesini de yarıda bırakmıştım. Tek tek
insanları sağlığa kavuşturmak yerine, inançlı insanlığı kurtarmak gibi bir idealim vardı
artık benim."
Yok, bu çocuk sözlerinde samimiydi ama deminden beri anlatılanları hoşnutsuz bir
suratla dinleyen yardımcım, "Yani bu Maksut denen eleman seni kandırmış," diye kendi
yorumunu yaptı. "Seni ve senin gibi cahilleri kandırarak teröre alet etmiş."
Anlaşılamamanm verdiği çaresizlikle başını salladı Ömer.
"O beni kandırmadı. Ne beni, ne de başka bir inançlı kardeşimizi. Maksut kendi
yapmayacağı hiçbir eylemi bize önermedi. Kendi katılmayacağı hiçbir cihada bizi
çağırmadı."
Benim aklım Maksut'un akıbetine takılmıştı. "Nerede şimdi bu Maksut?"
Acı bir ifade belirdi yüzünde.
"Öldü... Benim ardımdan o da ayrılmış mağaradan. Kabil'deki direnişçilerin arasına
katılmış. Kabil'in anacadde- lerinden birinde bedenine yirmi kilo dinamit bağlayıp yoldan
geçmekte olan askeri konvoyun içine dalmış. Parçalanarak ölmüş. Ama inancı hep sağlam
kaldı."
"Bakıyorum da yaptıklarını onaylar gibi bir halin var," diye soktu lafı Ali. "Onunla
beraber kaç kişi yaşamını yitirdi?"
Yüzü gölgelendi Ömer'in.
"Otuz dokuz kişi... Otuz dokuz kişi öldü."
"Kaçı askerdi bunların?"
Bakışlarını kaçırdı Ömer.
"Bilmiyorum... Evet siviller de varmış ölenlerin arasında... Bence de yaptığı yanlıştı ama
Maksut bunun doğru olduğuna inanıyordu. O yüzden, inancı uğruna, hak bildiği şeyi
yaparak huzur içinde öldü."
Sesi titremeye başlamıştı, geçmişi hatırlamak onu etkilemişti. Bizim uyanık Ali bu
durumdan yararlanmak istedi.
"Huzur içinde öldüğünü nereden biliyorsun? Yanında miydin?" 161
Yanıtlamadan önce dalgınlaştı Ömer. Hayır, hatırlamaya çalışmıyor, sanki o günleri
yeniden yaşıyordu. Sanırım yaşadıkları hiç de kolay hazmedilir olaylar değildi.
"Yanında değildim," diye açıkladı sonunda. "Ülkeye dönmüştüm." Gözlerini yardımcıma
dikerek üzerine basa basa açıkladı. "Maksut öldüğünde ben Türkiye'de hapisteydim."
Yalan söyleyemeyecek kadar duygusallaşmıştı.
"Neden döndün Afganistan'dan?" diye araya girdim. "Umduğunu bulamadığın için mi?"
"Bilmiyorum," dedi başını hafifçe öne eğerek. "Oradan dönerken korktuğumu
sanıyordum. Yeterince cesur olmadığımı düşünüyordum. Kendimden utanıyordum..."
Sustu... Sanki bizi unutmuş, içten içe kendisiyle hesapla- şıyor gibiydi.
"Ya sonra?"
Başını kaldırdı, gözkapaklarını usulca kırptı.
"Sonra... Sonra Efsun'la karşılaştım..."
Efsun'un insanın içine işleyen koyu mavi gözlerini hatırladım.
"Afganistan'dan dönünce mi karşılaştın Efsun'la? Yani önceden tanımıyor muydun?"
"Birkaç kez görmüşlüğüm vardı. Ama Afganistan'dan- dönünce yakınlaştık. Daha
doğrusu, ben hapisten çıkınca. O günlerde içe kapanık biri olup çıkmıştım. Okula bile
gitmiyor, bizim Çarşamba'daki kasap dükkânında vakit geçiriyordum. Bir gün Efsun
dükkâna geldi, et almak için. Okuldan dönüyormuş, elinde kitaplar vardı. Ibn-i Arabi'nin
Füsus'ul Hikem adlı eserini görünce dayanamayıp sordum:
'O elindeki, Resûlullah'ın buyruğuyla yazılan kitap mıdır?'
Gülümseyerek başını salladı. 'Evet, İbn-i Arabi hazretleri öyle söyler. Bir gece
rüyasında, peygamber efendimiz ona görünmüş ve demiş ki, 'Ey Arabi'nin oğlu, bildiğin
hakikatleri halka açıkla.' Ibn-i Arabi hazretleri de onun üzerine bu kitabı yazarak sırlarını
insanlarla paylaşmayı seçmiş. Okumak isterseniz, bırakabilirim.'
Kitabı aldım, okumayı denedim ama birinin şerh etmesi lazımdı. Efsun'dan rica ettim, o
da sağ olsun kabul etti. Böylece görüşmeye başladık. Sonra da Allah'ın dediği oldu,
birbirimizi sevdik, nişanlandık."
"Efsun'un sayesinde kurtuldum dedin..." diye hatırlattım. "Efsun hangi yanlıştan
kurtardı seni?"
Söze başlamadan önce eliyle plastik şişeyi gösterdi.
"Biraz daha su alabilir miyim?"
Bardağını doldurdum, son yudumuna kadar içtikten sonra başladı anlatmaya.
"Afganistan'dan utanç içinde dönmüştüm..."
"Niye?" diye kesti bizim sabırsız Ali. "Afganistan'da ne oldu ki utanç içinde döndün?"
"Şu Amerikalı binbaşı..." 162
Yardımcıma sabırsız diyordum ama bu kez ben dayanamayıp sordum.
"Ted Nelson mı?"
"Ted Nelson... Evet, Ted Nelson öldürüldüğünde ben de oradaydım..."
Boş atmıştık, dolu tutacaktık galiba. Ali'yle göz göze geldik ama ikimizin de ağzından
tek kelime çıkmadı, merakla Ömer'i dinlemeye koyulduk.
"Dağlık bir bölgedeydik... Binbaşıyı bir çatışmada ele geçirmişlerdi. Bir doksan
boyunda, iriyarı bir adam. Yüzlerce Müslüman kardeşimizin ölümünden sorumlu, acımasız
bir katil olduğu söyleniyordu. Ama benim gördüğüm adam, o iri cüssesine karşın,
oturduğu kayanın üzerinde küçülmüş bir savaş esiriydi. Sarı kirpiklerinin ardındaki gri
gözleri yardım edin dercesine bakıyor, herkese gülümsemeye çalışarak, yanma kim
giderse, Peştun-lngilizce karışımı bir dille, 'Lütfen, lütfen acıyın, iki kızım var,' diyordu.
Ama hüküm verilmişti, karar kesindi, idam edilecekti. Lakin infaz zamanı için
Amerikalıların yapacakları yeni bir saldırı bekleniyordu. O saldırıya misilleme olarak
binbaşı öldürülecekti. Maksut yanıma geldi. Elini omzuma koyarak müjdeyi verdi:
'Tebrik ederim kardeşim. Bu şerefli görev için sen seçildin.'
Daha görev der demez anlamıştım binbaşının infazından söz ettiğini. İnfazın bıçakla,
mahkûmun boğazını keserek yapıldığını da biliyordum. Önce hiçbir şey hissetmedim.
Hatta sevinmiştim bile. Mücahit kardeşlerim bana güvenmiş, önemli bir görev vermişlerdi.
Üstelik bu konuda tecrübem de vardı. Evet, şimdi bunları söylerken bile tüylerim diken
diken oluyor ama bıçak kullanarak hayvan kestiğim çok olmuştu.
Sonunda o an geldi. Amerikalılar, Kabil yakınlarında yetmiş üç Müslüman direnişçiyi
pusuya düşürmüşlerdi, aralarından bazıları teslim olduğu halde, hiçbirini sağ bırakmamış,
yetmiş üç mücahidin hepsini kurşuna dizmişlerdi. Biz de karşılık olarak binbaşıyı infaz
edecektik. Benden başka altı mücahit daha vardı infaz ekibinde. Dört kişi ellerini
ayaklarını sabitleyecek, iki kişi başını tutacak, ben de infazı gerçekleştirecektim."
Ali'yle ben sanki o anda yanında, sığındıkları mağaradaymışız gibi çıt çıkarmadan
dinliyorduk Ömer'i.
"Binbaşının tutuklu bulunduğu mağaraya girer girmez, adamcağız anladı başına
gelecekleri. Panik içinde yalvardı. Artık sadece İngilizce konuşuyordu. Afganistan'a zorla
gönderildiğini, Teksas'ta Fort Hood yakınlarındaki Müslüman komşularına karşı iyi
davrandığını sayıp döküyordu. Ama yalvarması boşunaydı. Bu bir savaştı, o da bir asker,
savaşta askerin gözünün yaşına bakılmazdı. Daha doğrusu, binbaşının gözlerinin içine
bakana kadar böyle düşünüyordum, önce dört mücahit yaklaştı binbaşıya. Adamcağız
direnecek oldu ama güçlü kuvvetli mücahitler, çok geçmeden onu etkisiz hale getirdi,
ellerinden ayaklarından yakalayarak ortadaki masanın üzerine yatırdılar, iki mücahit
başından yakalamıştı. Artık sıra bendeydi. Elimde enli, keskin bir bıçak, adım adım
yaklaştım. Ben masaya yaklaşırken mücahitler tekbir getirdüer. Bağırarak değil ama
binbaşının yalvarmalarını bastıracak kadar yüksek bir sesle. Buna memnun olmuştum,
çünkü adamın yalvarmaları sinirimi bozuyordu. Masaya yaklaşınca binbaşının başını tutan
iki mücahitten sağ taraftaki yana çekilerek bana yer açtı. Arkadaşlarım işlerini kusursuzca
yapıyorlardı, artık binbaşının bedenini görebiliyordum, masanın üzerinde öylece
yatıyordu. Kesmem gereken kaslı boynundaki damarlar bir kalp gibi korkuyla atıyordu.
Tek yapmam gereken, elimdeki keskin bıçağı gırtlağına bastırmaktı. Tıpkı kurbanlık 163
hayvanları keserken yaptığım gibi... Ama yapamadım, önce adamın yüzündeki çillere
takıldı bakışlarım. Olgun bir kayısının üzerindeki lekeler gibiydiler, zavallı adamın seğiren
yanaklarında belli belirsiz titriyorlardı. Görmezden gelmeye çalıştım. Sımsıkı kavradığım
bıçağımı binbaşının gırtlağına çalacaktım ki, bakışlarım merhamet dileyen gri gözlere
takıldı. Dehşetle açılmış kül rengi iki küçük küre. O iki küçük kürede koşuşturan iki çocuk
İki kız çocuğu... Babalarının ölümünden habersiz, binlerce kilometre ötedeki bahçelerinde
oynayan zavallı iki masum... Bakışlarımı kaçırmaya çalıştım, söz dinlemeyen elimi itaate
zorladım. Ama boşuna, ne bakışlarımı adamın gözlerinden alabildim, ne elimdeki bıçağı
boynuna çalabildim. İnfaz grubundaki mücahitler, beni cesaretlendirmek için, 'Hadi, Allah
için... Cihad için... Hadi mazlumlar için...' diye söyleniyorlardı. Ama hayır, sanki ilahi bir
güç beni bağlamıştı, bıçağı tutan elimi bir türlü hareket ettiremiyordum. Baktım olacak
gibi değil, baktım ben bu işi yapamayacağım, altı mücahidin şaşkın bakışları altında bıçağı
atıp kovuktan dışarı fırladım. Utanç içinde ağlayarak mağaranın dışına doğru koştum.
Beni durduran Maksut oldu. Ona sarıldım, sakinleşinceye kadar hüngür hüngür ağladım.
Sonra olanları anlattım. Beni aşağılayacağını düşünüyordum, hakaret edeceğini. Yapmadı,
sakince dinledi. Sözlerim bitince, 'Sen hazır değilsin,' dedi sadece. Ne hayal kırıklığı vardı
sesinde, ne de küçümseme. 'Seni erken getirmişiz.'
Sonra uzaklaştı yanımdan. Üç gün kimse gelmedi yanıma, üç gün kimse konuşmadı
benimle. Oysa sıcak insanlardı mücahitler. Türklere karşı özel bir sempati besliyorlardı.
Bu olaylardan önce son derece samimi, yakın davranırlardı bana. Yiyeceklerini,
giyeceklerini, kurşunlarını, yani dağda hayatta kalmak için neleri varsa hepsini
paylaşırlardı benimle. Ama onları hayal kırıklığına uğratmıştım. Artık onların gözünde
Allah'ın savaşçısı değil, bir korkaktım. Üç gün tek başıma dolaştım geniş Afganistan
göğünün altında, üç gün tek başıma bekledim sarp kayaların sakladığı mağaranın en ıssız
köşesinde. Sonunda mücahitlerin Pakistanlı komutanı beni yanına çağırdı. Türkiye'ye
dönmemin herkes için iyi olacağını söyledi. Aslında sevinmiştim bunu duyduğuma. Çünkü
artık bu insanların arasında yaşayamazdım. Herkes bana korkak gözüyle bakacaktı. Artık
onlarla yemek yiyemez, uyuyamaz, hepsinden önemlisi, çatışmalara katılamazdım, çünkü
kimse bana güvenmeyecekti. Bu yüzden hiç karşı çıkmadım bu öneriye..."
"Ya binbaşı?" diye mırıldandı Ali. Sesindeki eğlenceli tını kaybolmuştu. "Ona ne oldu?"
Kederle derinleşti gözleri Ömer'in.
"Onu öldürmüşler... Benim yapamadığımı Afganlı bir mücahit yapmış. Üç oğlunu,
karısını ve yaşlı annesini bir Amerikan bombardımanında kaybeden Afganlı bir mücahit...
Bu olaydan on bir gün sonra Amerikalılar mücahitlerin barındığı o mağarayı saptamışlar.
Mağarada canlı, cansız ne varsa hepsini napalm'le yakmışlar."
Ali'yle ben her gün cinayetlerle karşılaşıyorduk. Akıl almaz, zalimce işlenmiş cinayetler,
insanoğlunun çıldırdığını kanıtlayan vahşilikler. Bir anlamda ölüler içinde yaşıyorduk ama
bu anlatılanlar bizi bile etkilemişti, bir süre ne diyeceği mizi bilemeden öylece kaldık.
"Ülkeye dönecek olmama çok sevinmiştim," diye yeniden başladı söze Ömer. "Ama
daha Türkiye'ye adım attığım ilk andan itibaren o utanç duygusu, tenime sinen pis bir
koku gibi yeniden yapıştı ruhuma. Büyük bir suçluluk duygusunun altında ezilmeye
başladım. Ne sınırdan girer girmez gözaltına alınışım, ne sorgular, ne poliste yediğim
dayaklar, suçluluk duygusunun ruhuma ettiği eziyetin yanında hiç kalırdı. Ta ki Efsun'la
tanışmcaya, ta ki onun aracılığıyla tasavvufu keşfedinceye kadar. Çünkü Efsun bana,
peygamber efendimizin 'Allah'ın zalim kulu olmaktansa, mazlum kulu ol,' sözlerini 164
hatırlattı. Çünkü Efsun bana inancın zorbalık değil, sevgi olduğunu kavrattı. Onun
sayesinde İslam'ın barış, İslamiyet'in teslimiyet olduğunu anladım."
Sustu, bakışlarını önce Ali'ye, sonra bana dikerek sözlerini noktaladı.
"O sebepten ne ben, ne de Efsun kimseyi öldürebiliriz. Ne düşmanımız olan Ted
Nilson'ı, ne de rahmetli Mukadder Amca'yı. Çünkü biz katü olmak yerine kurban olmayı
seçtik. Çünkü bizim düşmanımız kötü insanlar değildir, kötülüktür. Bizim düşmanımız
zulmeden insanlar değildir, zulümdür. Ve zulümden beslenen bir inanç bize uzaktır,
terstir, haramdır. Çünkü Gaşiye Suresi 22. ayette şöyle buyrulmuştur: 'Sen öğüt
vericisin. Onların üzerinde zorba değilsin.' Ve can almak insanın değil, sadece ve sadece o
canı yaratan Allah'ın hakkıdır." "Belki de olayı çözecek kanıtlar o kan denizinde saklı."
1
"Can almak Allah'ın hakkıymış..." diye köpürüyordu Ali. Masamın karşısındaki koltuğa
oturmuştu. Ömer konuşurken sessiz kalmasının acısını çıkarır gibi esip gürlüyordu.
"Tasav- vufmuş, Kuran-ı Kerim'in meali değil, tevili önemliymiş... Nasıl da yalan
söylüyor." Ömer'i yarım saat önce yeniden nezarethaneye, ahilerinin yanına
göndermiştik. Ali ne kadar hayal kırıklığına uğramışsa, Ömer de o kadar tedirgindi sorgu
odasından ayrılırken. Hâlâ kendisini CIA ajanı Alvin'e teslim edeceğimizi sanıyordu.
Ömer'in suçlu olduğundan emin olmasam da soruşturmanın şu aşamasında ne onu
rahatlatacak bir açıklama yapmayı, ne de serbest bırakmayı düşünüyordum. Bütün
ısrarlarına rağmen, "Durumu yeniden değerlendireceğiz," dışında bir açıklama yapmadım.
Ama bu ketum davranışım bile Ali'ye yetmemişti. Ona kalsa Ömer'in canına okumamız
gerekiyordu. Kızdığı kişi bendim aslında, öfkesini amirinden çıkaramayacağı için Ömer'e
atıp tutuyordu. Sonunda dayanamadı, lafı bana kadar getirdi.
"Onu öyle kolayca nezarethaneye göndermeyecektik Başkomiserim... Şimdi mışıl mışıl
uyuyordur ranzasında. Tıpkı Terörle Mücadele'dekiler gibi sorgu odasını dar edecektik
ona. Kahvehanede sohbet eder gibi konuştuk adamla. Kork- madı bile herif."
Uykusuzluktan yanmaya başlayan gözlerime çare olur diyerek gözkapaklanmı ardı
ardına açıp kapadım.
"Onu korkutarak bir yere varamazdık Ali. öyle olsaydı Terörle Mücadele'dekiler sonuca
ulaşırdı. Onlar adam konuşturmayı senden, benden daha iyi bilirler. Ömer, onları
atlatmış, hiç şüphen olmasın, bizi de atlatırdı." Sırtımdaki ağrı iyice hissettirmeye
başlamıştı kendini. Usulca geriye yaslanarak sürdürdüm sözlerimi. "Hem oğlan bana
samimi gibi geldi. Doğruyu söylediğini öğrenirsek hiç şaşırmam."
Yaralı dudağı memnuniyetsiz bir ifadeyle sarktı.
"Hiç sanmıyorum. Bizi kandırmaya çalışıyordu. Baksanıza, nasıl da hayranlıkla
bahsediyordu Maksut denen heriften, însan öldürmekten çekinmeyen bir teröristi
kahraman gibi sundu bize." Öfkeyle soludu. "Yok Başkomiserim, bu Ömer masal anlattı
bize. Belki de Mukadder Kınacı'yı da tarikat için öldürmüşlerdir. Adamın malını mülkünü
yapacakları eylemler için harcayacaklardır. Bağlantıları bilmiyorum ama öteki kurbanların
ölümü de bununla ilgili olabilir. Kusura bakmayın ama bu konuda size katılmıyorum
Başkomiserim. Oğlan oynadı bizimle... Resmen dalga geçti..."
Kendi kafasında yazdığı senaryoyu, kuşkularını yan yana ekleyerek yeniden kurguluyor,
her defasında da kendi hikâyesine hayran kalıyordu. Hayal dünyasını geliştirmek için fena 165
bir yol olmayabilirdi ama suçluyu bulmak için son derece yanlış bir yöntemdi. Gel gelelim,
sabahın dördünde, bütün gücüm tükenmiş, sırtımdaki acı an be an koyulaşır ve floresanm
beyaz ışığı gözlerimi cayır cayır yakarken, yardımcımla bunları tartışacak mecalim yoktu.
Yine de ikna olur diye, "Öyle diyorsun da Alicim," diye açıklamaya çalıştım. "En azından
Terörle Mücadele'dekilere söylemediklerini itiraf etti bize." O anda Zeynep girdi odaya,
sağ elindeki saydam delil torbasının içinde, et taşıma aracının şoför mahallinde
bulduğumuz beyaz poşetteki kanlı kasap bıçağı vardı, sol elinde ise tek sayfalık bir rapor.
Ama aklı, içeri girerken duyduğu son cümleye takılmıştı.
"Kim itiraf etti Başkomiserim?"
Bu konuyu daha fazla tartışmak istemiyordum.
"Gel Zeynep," dedim uykusuzluğun soldurduğu yüzüne dikkatle bakarak. "Ne oldu?
Tespit edebildin mi bıçaktaki kanı?"
"Ettim Başkomiserim. Ne yazık ki hayvan kanıymış."
Nedense hiç şaşırmadım bu sonuca ama Ömer'in katil çıkacağından kuşkusu olmayan
Ali, hayal kırıklığı içinde üsteledi.
"Zeynep emin misin? İyi araştırdın mı?"
Elindeki tek sayfalık raporu meslektaşına uzattı Zeynep.
"Üzgünüm Ali, immünoloji testi yalan söylemez."
Bilimsel kelimelerden, rakamlardan benim gibi hiçbir şey anlamasa da bir süre rapora
baktı yardımcım.
"Belki de," dedi başını bilgisayar çıktısından kaldırarak. "Belki de et taşıma aracının içini
araştırmamız lazım. Eğer katil Ömer ve ağabeyleriyse cesetleri o araçla taşımışlardır."
Haklıydı, asıl, aracın içini araştırmamız gerekiyordu. Ancak öyle anlayabilirdik Ömer'in
suçlu olup olmadığını. Ama bu işi yapmak için savcılıktan izin almalıydık. Aslına
bakarsanız, şu kasap bıçağını incelemeye de yetkimiz yoktu. Fakat böyle ciddi bir davada
bürokratik işlemleri beklersek önemli fırsatları kaçırabilirdik. O yüzden önce incelemeyi
yapıp sabahleyin savcılıktan izin almayı seçmiştik. Fakat et taşıma aracının incelenmesi
Zeynep'in tek başına yapabileceği bir iş değildi, özel bir ekip oluşturulmalıydı. Özel ekip
demek, araştırmanın büyümesi demekti, o zaman da işi kitabına uydurmak zorlaşıyordu.
Et taşıma aracının buzluk bölümüne ancak sabah savcılıktan izin alındıktan sonra
girilebilirdi.
"Şu aracı nereye koydunuz?" diye sordum hâlâ ayakta dikilmekte olan Zeynep'e.
"Kimse elini sürmeyecek, değil mi?"
Yorgunluktan çatlaklaşmaya başlayan bir sesle, "Sürmeyecek Başkomiserim," diye
güvence verdi. "Aracı emniyetin bahçesine çektik. Anahtarları da bende."
"îyi, kimse farkına varmadan şu bıçağı da aracın içine, aldığımız yere koy."
Yaramaz bir ifadeyle aydınlanır gibi oldu bitkin yüzü.
"Tamam Başkomiserim."
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top