"İfrat Tefrit"
Bölüm Şarkısı: Cengiz Özkan - Ne Feryat Edersin
📢 LÜTFEN KİTABIMIZIN DUYULMASI VE OKUNMASI İÇİN OY VERİP TAVSİYEDE BULUNALIM. UNUTMAYIN Kİ EMEKLER KUTSALDIR...
📚 KEYİFLİ OKUMALAR ✍️👇
...
Kapının kolunu, Simay’ın donuk bakışları arasında çeviren Rıfat, kızın ürkek yüzüne birkaç saniye baktıktan sonra kapıyı açarak önden içri girdi ve onun da girmesi için bekledi; Simay, içerden gelen ve kulaklarını tırmalayan tiz seslere kulak kabartarak ve cesaretini toplayarak adımını kapıya doğru attı. İçeri girdiğinde, yatakta yatan Payidar’ı ve tepesinde öten cihazı gördü; yaşadığını belirten cihazdan yükselen sesler, odanın içinde dağılırken Payidar’ın zor nefes aldığı, alenen gözlere çarpıyordu. Göğsü yavaş inip kalkıyor, hortumdan kendisine oksijen naklediliyordu.
“Siz gittikten sonra kontrol ettim, kalbi atıyordu. Buraya getirdim ve…” diyen Rıfat, kendisine bakan Simay’dan gözlerini alamayarak:
“…bir doktor bularak kurşunu çıkarttım. Tedavisi yapıldı ama döner mi, yaşar mı bilinmez,” diye ekledi.
“Onun yaşamasını beklemiyordum. Ölmesini de istemezdim. Bilmiyorum Rıfat, karmaşık duygulardayım!”
“Belki senin gerçek baban değil, belki sana kötülüğü dokundu. Ama senin bu yaşa gelmen, senin böyle muhteşem bir şekilde yetişmen ve sahip olduğun her şey, şu yatakta yatan adam sayesinde! Sana annesizliği reva görmüş olabilir, anne sevgisinden mahrum etmiş olabilir ama o, sana hem anne hem de baba olarak destek çıkmış; bir dediğini iki etmemiş, el bebek gül bebek büyütmüş. Bu saatten sonra sana geri dön diyemem, gerçek babanı ve annenin bırak diyemem ama sana düşen, vefandan ödün vermemendir Simay! Vefasız olursan, vefasızlık bulursun. Baba bildiğin bu adama vefasızlık yapma!”
“İkisi düşman, ikisi birbirlerine kan kusuyor Rıfat! Gerçek babamla sözde babamın arasında kaldım. Bir yanda yıllarca emek veren bir adam, diğer yanda ömrünü bana sunmaya hazır bir adam… Kararsızım, çok kararsızım.”
Birden cihazdan yükselen sesler, Rıfat’ın irkilmesine neden oldu; Simay da ürkerek Rıfat’ın yüzüne bakarken kapının açılmasıyla doktor kılıklı bir adamın içeri girmesi bir oldu. Doktor, bir yanda Payidar’a doğru hızlanırken bir yandan da Rıfat’a laf yetiştiriyordu.
“Burada olmaz dedim, tedavi olmaz burada dedim ama beni dinlemediniz! Tam teşekküllü bir hastanede tedavi edilmesi gerek.”
Nabzını kontrol ederken Rıfat’a dönerek:
“Yardım edin!” diye seslendi. Rıfat hemen yanına gitti. Doktor, Payidar’ın kalbine masaj yaparken Rıfat’tan da şok cihazını hazırlamasını istedi. Simay, nemlenen gözlerle olanları izliyordu. Rıfat’ın getirdiği şok makinesiyle Payidar’ın göğüs bölgesine elektroşok uygularken Simay, merakla bekliyordu; doktor, belki dört beş kez tekrarladığı şokun yetersiz olduğunu anladığında yüzü düştü, durgun bakışlarını Rıfat’a çevirdi ve hafifçe başını salladı. Rıfat, hayır mahiyetinde başını sallarken dudaklarından, tiz bir nida döküldü.
“Ölemez, ölemez o!”
Simay, yaşlarla ıslanan gözlerini önüne çevirip kapı koluna tutundu ve odadan çıkarken arkasından Rıfat’ın gür sesi duyuldu.
“O ölemez doktor! Payidar Abim ölemez!”
Dayanamadı Simay, kendisini koltuğa bırakarak kafasını ellerinin arasına aldı ve gözlerinden yaşlarını dökerek geçmişini anımsadı.
Bir ara salonda körebe oynarlarken, ebe olan babasından yani Payidar’dan saklanayım diye hızlıca koşup salondan ayrıldığı anda kapı yanındaki vazoya çarpmış ve vazonun kırılarak her bir parçasının bir yere dağılmasına neden olmuştu. Babası, yani Payidar geldiğinde, hızla kızını kucaklayıp parçalara basmaması için onu salondan çıkarmıştı. Korkudan başını babasının, yani Payidar’ın göğsüne gömmüştü ama Payidar, onun saçlarını okşarken kafasına öpücükler kondurarak bir nevi teselli ediyordu.
Bahçedeki salıncakta hızlı sallanırken düşmüş ve dizini incitmişti. Yerde ağlarken yine kahraman bildiği babası, yani Payidar gelip onu kucaklamış ve dizine merhemler sürerek acısını hafifletmeye çalışmıştı.
Bu anıların bir film şeridi gibi gözlerinin önüne gelmesiyle Simay, daha çok ağlamış ve gözyaşlarına boğularak hıçkırıklarına yenilmişti. İçerden çıkan Rıfat, nemlenen bakışlarını Simay’dan alamadan ona doğru yürüdü. Geldi ve yanında durdu, eli uzandı ve saçlarına dokunacakken elini geri çekti. Oturup Simay’ı kendisine doğru çekerek onu bağrına bastı. İşte o zaman Simay, gözlerinde ne kadar yaş varsa, dimağında ne kadar hıçkırık varsa salıverdi ve sarsılarak Rıfat’ın bağrına gözyaşlarını damıttı. İkisinin mahzun halleri ve ağlayışları, beyaz örtüyü Payidar’ın üstüne çeken doktorun bakışlarına da takılmıştı.
Evden çıktıklarında Rıfat, dengesiz bir şekilde yürümekte olan Simay’ın koluna girmiş ve onun düşmemesi için destek olmuştu.
“Onu nereye gömeceksin Rıfat?” diye sayıklarcasına soran Simay, Rıfat’ın:
“Nazan Candaroğlu’nun yanına…” demesiyle ona döndü. Sözde annesine ait olduğu söylenen mezara gömecekti Rıfat, derin bir nefes alan Simay, anladığını bildiren bir baş sallamayla:
“İçinde başkasının olduğu mezarın yanına…” diye fısıldadı. Rıfat, arabanın yanında durduğunda:
“Tek başına gidebilecek misin? Benim defin işini halletmem lazım!” diye sorunca Simay, yutkundu ve kendisini toparlayarak:
“Giderim ben, sen merak etme!” dedi. Anahtarın düğmesine basıp kapıların kilidini açan Simay’ın omzuna elini koyan Rıfat, yüzünde şefkatli bir bakışla:
“Bu anı yaşamamış ol Simay, ne Mestan’ın ne de annenin haberi olsun!” deyince Simay, sadece başını sallayarak karşılık verdi. Rıfat onu kendine doğru çekerek sarıldı ve kulağına fısıldar bir tonla:
“Ben her zaman yanındayım, bunu unutma!” dedi. Simay, bir tepki vermeden öylece dikiliyordu. Ayrıldıklarında Simay, acımsı bir tebessümle:
“Sağ ol Rıfat!” dedi. Rıfat başını sallayıp gidebilirsin dercesine arabayı işaret etti. Simay, aracın şoför mahalline geçerken Rıfat, durgun gözlerle onu izliyordu.
***
Arnavutköy/Yazgan Site…
Dildar ve Cem’in nikâh merasimi için tek tük insanlar gelmiş; fazla bir kalabalığa mahal verilmeden nispeten kendi aralarında bir tertip hazırlanmıştı. Dildar’a böyle gösterişsiz, sıradan bir gelinlik alınmış; Cem de öyle ahım şahım olmayan bir takım elbiseyle damat kılıfına uydurulmuştu. Aslında bu nikâhın bir formaliteden ibaret olduğu, sadece aile arasında biliniyordu. Mestan’ın işi gereği bazı tanıdıkları davet edilmiş; bu tanıdık listesinin ilk sırasını, Hamdi Çeliker ve ailesi teşkil etmişti.
Atıştırmalık mezelerden nikâh masaları düzenlenmiş, tuttukları iki garson da salonda gezerek meşrubat ikram ederken bir müzik setinden de müzikler dizayn edilmişti. Resmen bu bir gerçek evlilik değil, çocuk oyuncağı dercesine bir tertip düzenlenmişti.
Gaye ve Kenan, bir köşedeki masaya yaslanmış sohbet ederken Hamdi ve Mestan, ayrı köşelerde sohbetin dibine vurmuştu; onların bu zaman zarfında iyi anlaşmaları, nedense Kenan’ın gözlerinden kaçmamıştı. Gaye var diye onların yanına da gidemiyor, ne konuştuklarını duyamıyordu. Gaye de sürekli konuşup bir şeyler anlatıyor ama nedense Kenan, onu duyamıyordu ya da duymazlıktan geliyordu.
“Ve geldikleri gibi gitmişlerdi.”
Durdu Gaye, Kenan’ın önündeki meze tabağındaki yemeklerle oynayışını izleyerek:
“Kenan, iyi misin sen?” diye sordu. Kenan, ona dönerek:
“İyiyim canım, ne oldu?” deyince Gaye, ona biraz sokularak:
“Sabahtan beri ağzını bıçak açmıyor, konuşuyorum, tepki de vermiyorsun. Bir şey mi oldu?” diye sordu. Kenan, derin bir nefes alırken gözleri, kendilerine doğru gelmekte olan Simay’a takıldı. Az buçuk hatırlıyordu bu kızı; Payidar’ın sözde kızı, onlara yaklaşırken Kenan, Gaye’ye dönerek:
“Yok bir şeyim canım, iyiyim!” dedi.
“İyi akşamlar, sizi burada görmek ne güzel, Kenan Bey!” diyen Simay, Gaye’ye de bakarak:
“Ve sizi de…” deyince Gaye, hafif bir tebessümle:
“Teşekkürler, şey sizi çıkaramadım!” der demez Kenan, gene Gaye’nin kıskançlık krizlerine girdiğini sezmişti. Yandan ona bakarak:
“Simay…” dedikten sonra Simay’a dönerek:
“Mestan Bey’in kızı…” dedi. Simay başını sallayarak:
“Doğru! Ben Simay, Mestan Bey’in kızıyım!” diye kendini takdim etti. Gaye gülümseyerek:
“Memnun oldum, ben de Hamdi Bey’in kızı Gaye! Ayrıca Kenan Bey’in müstakbel nişanlısı…” deyince Kenan, sağ elinin işaret parmağıyla alnını ovdu. Simay, kaşlarını kavisli bir hale getirip:
“Memnun oldum,” dedikten sonra Kenan’a bakarak:
“İyi eğlenceler dilerim!” dedi ve onların yanından ayrıldı.
“Her kadından beni kıskanmak zorunda değilsin,” diyen Kenan,
“Benim gözüm, bir tek kadın görüyor ve ondan başkasını da görmüyor. Buna emin olabilirsin!” diye lafını bitirince Gaye, bir kedi mırıldanmasını andıran bir sesle ‘ya’ diyerek ona sokuldu ve:
“Benden başkasını görmüyor demek?” deyince Kenan, başını hafif salladı.
“Onun için, yanımıza herhangi bir kadın geldiğinde, lütfen kuyruğunu diken bir kedi gibi hemen saldırma moduna geçme! Böyle yapınca çekici değil, itici oluyorsun.”
Somurtan Gaye, limonatasını aldığı gibi:
“Aman be!” dedikten sonra Kenan’ın yanından ayrıldı. Kenan, gülümseyerek onun arkasından bir müddet baktıktan sonra limonatasını alıp Hamdi’yle Mestan’a doğru ilerledi.
“Giydiğim gelinliğe bak, yemin ediyorum şalvar bile bundan daha güzel!” diye sızlanan Dildar, yanında oturan Cem’in kaidesiz bakışlarına aldırmadan of çekti. Cem, yandan ona bir bakış fırlatarak:
“Şalvarı küçümseme!” deyince Dildar, kaşlarını çatarak:
“Ya köylü cahiller gibi konuşma!” der demez Cem, sert bir çıkışla:
“Lafına dikkat et, köylü milletin efendisidir. Unutma!” deyince Dildar, ortamı yumuşatmak için:
“Köylüsün sen, milletin değil, benim efendimsin; ben de senin gönlünün hanımefendisi olayım!” dedi. Cem gülümseyerek başını sallarken Dildar, birkaç saniye ona bakarken yandan annesinin sinirli bakışlarını görür görmez kendisini toparladı.
Kenan’la Simay, aynı anda Hamdi’yle Mestan’ın yanında durunca Mestan, Kenan’a bakıp başını salladı.
“Hoş geldin delikanlı, darısı başınıza!”
Tebessüm eden Kenan, Simay’ın inceleyen bakışları arasında:
“Teşekkür ederim Mestan Bey, inşallah!” deyince Hamdi,
“Biz de haftaya, eğer kısmet olursa Kenan’la Gaye’nin nişanını yapacağız, sizler de davetlisiniz şimdiden!” diyerek lafı ondan devraldı. Mestan, bardağını hafif kaldırıp:
“O halde, bu güzel habere limon tokuşturalım!” deyince Simay, babasının bu ufak göndermesine tebessüm etti. Kenan da gülümserken Hamdi, gözlerini Simay’ın yüzünde gezdirerek:
“Güzel kızımız nasıllar?” diye sordu. Simay, hafif bir baş sallamayla:
“Teşekkür ederim efendim, iyiyim!” derken Mestan, Simay’ı kollarının arasına alarak:
“Ahir ömrümün en güzel hazinesi…” deyince Simay’ın yanakları kızardı ve ilk defa:
“Baba ya!” diyerek ‘baba’ lafını, Mestan’a karşı kullandı. Gözleri buğulanan Mestan, yutkunarak nemli gözlerle Simay’ın yüzüne bakarken Hamdi ve Kenan, durgun gözlerle onları izliyordu.
O sırada Kemik, yanında Nikâh Memuru ile salona geldiğinde, Mestan’la Simay’ın bakışmaları son buldu; Gaye de tekrar babasıyla Kenan’ın yanına geldi ve herkes, sessiz bir şekilde onlara yoğunlaştı. Koltuğuna kurulan memur, gerekli açılış konuşmasını yaptıktan sonra geline malum soruları sormuş, onay cevabını alarak aynı soruları damada da yöneltmişti. Damat da cevabını verince memur, salondakilerin alkışları dinince şahitlere de şahit olup olmadıklarını sorarak sorgu cevap safhasını bitirmiş ve imza işlemine geçilmişti. İmzalar atıldıktan sonra gelinle damat, müzik setinden yükselen dans müziğine kendilerini kaptırarak dans ederken davetliler de onları seyre durmuştu.
Mestan, Simay’ı kolunun arasına alıp kafasına öpücük kondurarak:
“Güzel kızım! Artık sen benim her şeyimsin! Sensiz nefes bile alırsam, o nefes hayatıma sebep olur. Sen bana baba dedin ya, bu yeter bana!” dedi. Simay, gözleri nemlenmiş bir şekilde önüne bakarak:
“Hayat kısa, nerde ne zaman öleceğimiz belli değil! Marifet, ölmeden önce bir şeyler yapmak, bir şeylerin değerini bilmek, baba!” dedi. Mestan başını sallayarak:
“Haklısın güzel kızım!” dedi.
“Mestan’ın dediği çıktı, Kenan!” diyen Hamdi, Gaye’nin kısık gözleri arasında:
“Simay, yaptığım teklife olumsuz cevap verdi. Kabul etmedi. Yani anlayacağın, Payidar’ın her şeyi, Kurul’un zimmetine geçti. Buna sevinsem mi, üzülsem mi bilemedim işte!” deyince Gaye, Kenan’dan evvel lafa girdi.
“Bence sevinmelisin baba! Kurul nezdinde, senin elin biraz daha güçleniyor.”
Hamdi, kızının saf bir şekilde sunduğu görüşe tebessüm ederek:
“Keşke elimi güçlendirecek bir şey olsaydı!” deyince Gaye,
“Niye ya?” diye sordu. Kenan, kendini gülmekten alıkoyamadı ve:
“Öyle güç değil, farklı bir güç bu!” deyince Hamdi de güldü. Gaye, gülen bu iki adama somurtarak bakışlar atarken Kenan, elini kaldırıp gülmesini sonlandırdı. Hamdi de hâlâ gülerek kızının somurtan yüzünü inceliyordu.
***
1 Hafta Sonra/Nişandan İki Gün Önce…
***
“Neler oluyor evlat?” diye soran Musa’nın karşısında durduğunda, güneşin öğle noktasına ramak kaldığının gölgesi, Kenan’ın çatık kaşlarıyla süslü katı bakışlarına damlıyordu; bir inşaatın çatısında bir araya gelmişlerdi, ikisi de kışın soğuk ahvaline ayak uydurup kalın paltolarına sarılmış, sadece bugüne mahsus cilve yapan güneşin ılıcak suratına kanmayıp tedbiri elden bırakmamışlardı. Zaten hafif soğuk bir koku da etrafta kol geziyordu.
“Payidar’ın ölümüyle Hamdi, fuhuş alanında yetkin bir isme sahip oldu; bu bir hafta boyunca, tedricen malum evleri kapatıp otellerdeki uzantıları birer ikişer ortadan kaldırmaya çalıştı. Hamdi’nin bu hamlesine saygı duymamak elde değil reis!”
Musa hafif bir tebessümle:
“Kayınpederine saygıda kusur etmemek, senin için iyi olur,” deyince Kenan, konuya evam etmek için derin bir nefes aldı.
“Fuhşun yüzde sekseni, Hamdi’nin hamlesiyle bertaraf edildi. Benim bildiğim ve Hamdi’nin de çabalarına göre fuhşun kalan yüzde yirmilik kısmı, Yediler’in göz boyaması diye durduruldu. Tabi bu işte etkin isim, Rıfat ve Fıçı Kamil oldu. Ben bu işte yer almadım. Ama Hamdi’nin şu ara işi başından aşkın! Malumun, Mühür ve Mushaf eline geçti. Halefini belirleyip Mushaf ve Mührü, Yediler denen oluşumun yedinci kişisine gönderecekmiş, kiminle gönderecek, onu bilemem.”
Musa, ellerini cebinden çıkarıp işaret parmağını ona doğrultarak lafa girdi.
“Ne yap et, sen götür! O yedinci kişiyi almam lazım! Eğer onu alırsam, hem Yediler’i hem de Kurul ve uzantılarını yok etme fırsatı elde etmiş olurum.”
“Ben de böylelikle nişandan kurtulmuş olurum, değil mi reis?” diye soran Kenan, bir kaşını kalkık bırakırken Musa, çenesini sıvazlayarak durgun bir kaideyle:
“O zaman nişan diye bir şey kalmaz zaten!” dedikten sonra:
“İki gün sonra mı nişan?” diye sordu. Kenan, başını sallayarak karşılık verdi.
“Bizim de veri ağlarımıza güzel şeyler takıldı evlat! İstanbul ve belirli yerlerde etkisi giderek azalan fuhuş ve malum evler, bizim de takdirimizi topladı. Ama Hamdi’nin işi garantiye alması gerekiyor. Var mı öyle bir planı?”
“Kesin yargılar dağıttı reis! Her yerde eli kolu var, her yerde adamı var, her yere nüfuz etmiş durumda! Yani herhangi bir kaçak et durumu olursa, baytar Hamdi devreye giriyor ve failler, ivedilikle bertaraf ediliyor. Güzel bir nizam kurulmuş anlayacağın!”
“Umarım böyle devam eder.”
Elini paltonun iç cebine koyan Kenan, Musa’nın meraklı bakışları arasında bir zarf çıkardı. Koyu sarı zarfın üstünde altın sarısı bir yazıyla ‘HG’ yazısı yazılmış ve güzel bir şekilde dikkat çekiyordu. Musa, kendisine uzatılan zarfı alırken:
“Bu ne, ecnebi?” diye sordu. Kenan, zarfı elinde evirip çeviren Musa’ya bakarak tebessüm etti ve:
“Benim itirafım, reis!” deyince Musa, irkilerek Kenan’a baktı. Kenan ekledi.
“Biliyorum ki, sen de biliyorsun ki ileride Gaye, mutlaka olan biteni öğrenecek ve benden hesap soracak! Ya da ben anlatmadan, o da gerçekleri öğrenmeden öleceğim. İşte bu mektupta, her şey kalemi kalemine yazılmış. Bunu sana verdim reis! Şayet bana bir şey olursa, bu zarfı Gaye’ye vereceksin ve onun, asıl gerçekleri öğrenmeni sağlayacaksın!”
Yutkundu Musa, böyle bir şeyi beklemiyordu; resmen veda eder gibi Kenan, bu zarfı ona vererek onun gözlerini yeşertmişti. Bir şey mi olacaktı da Kenan’ın içine mi doğmuştu bilinmez ama Musa, zarfa şöyle bakarak zor da olsa sayıklar gibi lafa girdi.
“Saçmalama lan! Sana bir şey olmayacak, bu iş sonuna kadar gidecek! Sen ve Gaye, mutlu bir hayat süreceksiniz! Böyle saçmalıklar yapıp da canımı sıkma!”
“Senden tek isteğim budur reis! Lütfen beni kırma!”
“Kafanı kırarım senin!” diyen Musa’nın sesi, hıçkırık gibi çıkınca Kenan, nemlenen bakışlarını öteye çevirdi. Sonra da tekrar Musa’ya bakarak:
“Üzülme koca yürekli reis! Ben ölmedim ki! Sadece bu itirafı sana emanet ediyorum. Sen de zamanı gelince, sahibine vereceksin, o kadar! Belki de hiç gerekmez, bir de öyle düşün!” deyince Musa, zarfı cebine katarken:
“Sana bir şey olursa, gebertirim seni ecnebi!” diye tısladıktan sonra başka da bir şey demeden onun yanından ayrıldı. Yürürken, yüreğine oturan sıkıntıyı başından def etmekle uğraşıyordu Musa; Kenan’ın dedikleri yüreğine dokunmuş, veda eder gibi konuşması, içine bir sıkıntı düşürmüştü ve attığı her adım, sanki onu o sıkıntıdan uzaklaştırır gibi ahenkliydi. Ama Musa, gelip boğazına da yerleşen sıkıntının tesiriyle hıçkırdı ve yeşeren gözlerini yumup tekrar açarak yoluna devam etti.
Kenan, bir müddet uzaklaşmakta olan Musa’nın ardından baktı. Cebinden çıkardığı telefonun müzik uygulamasını açarak ‘Cengiz Özkan’ın Ne Feryat Edersin Divane Bülbül’ türküsüne tıkladı. Gaye’nin söylediği söz çınlamıştı kulaklarında; ‘Türkülerden rahatsız olanların şeceresinden şüphe ederim’ demişti ona Gaye, bu lafı anımsayınca tebessüm etti ve türkünün sözlerini, türküyü okuyan Cengiz Özkan’la birlikte söyledi.
“Ne feryat edersin divane bülbül?
Senin bu feryadın anam gülşene kalsın!
Bu dünyada eremezsen murada,
Huzur-u mahşere anam mizana kalsın!”
Türkünün müziği akarken yaşadıkları, Kenan’ın gözlerine çarpıyor ve bir film şeridi gibi akıyordu. İlk günkü sözde kapkaç olayından, Taksim’deki gece kulübündeki çatışma anına daldı; akabinde Hamdi’nin adamları tarafından Payidar’ın elinden kurtarılışına, oradan da Hamdi’nin teklifine ve Gaye’nin aniden gece vakti onun evine gelişine kadar her şey, bir filmin özeti gibi sahneler halinde gözlerine yansıdı. Her sahnede tebessüm ediyor, her sahnede içi biraz daha burkuluyordu.
“Nesin methedeyim bir kaşı kare?” derken Gaye’nin kara kaşları, birer ok temreni gibi yüreğine saplandığını varsaydı ve gözlerini yumarak:
“Şu sineme açtı anam onulmaz yare,” dedi. Ekledi.
“Dünya tabip gelse derdime çare,
Derdimin dermanı anam Lokman’a kalsın!”
Türkü sona ererken Kenan, gözlerinden düşen damlaya engel olamadı ve gözlerini yumarak sessizliğe kulak kesildi. Ama o sessizlik, çalan telefonun sesiyle mundar oldu. Ekrana bakan Kenan, Hamdi’nin ismini görünce derin bir nefes alarak açtı.
“Efendim Pars!”
“Nerdesin evlat?”
“Nişan için…” dedi, yutkundu ve tekrar devam etti.
“…takım elbise alıyordum.”
“Gelince yanıma uğra!”
“Tamam,” diyen Kenan, kapanan telefonun ekranına bir müddet baktıktan sonra kendisini toparladı. Biraz daha çatıdan aşağıya baktı, ellerini paltonun ceplerine koyarak çatıdan inmek için merdivenlere doğru yürümeye başladı.
***
Tarabya civarındaki bürosundaydı Bahri; önündeki kahvenin dumanı havaya yükselirken onun gözleri, karşısında dimdik durmakta olan Rıfat’ın üstündeydi. Rıfat, sanki karşısında Payidar varmış gibi saygıyla duruyordu. Bahri’nin gözleri, Rıfat’tan ayrılıp masada duran fotoğrafa kayınca yerinde doğruldu ve fotoğrafı eline alarak:
“Aykut Turan…” dedikten sonra bakışlarını Rıfat’a çevirdi. Rıfat, gözlerini kısarak ona yoğunlaşmıştı. Bahri, fotoğrafı ona uzatarak:
“İstanbul Barolar Birliği’nin sekreteri olur kendisi! Onu kaldıracaksın Rıfat!” deyince Rıfat, fotoğrafı alıp incelerken:
“Ama…” diye sayıkladı.
“Bu adam, benim kaçırılmama neden oldu Rıfat! Onu kaldırıp sadece sorgulayacağız, merak etme öldürme yok!”
Rıfat başını sallarken Bahri, tekrar sırtını koltuğa yasladı ve:
“Hem bundan sonra benim adamımsın, ben ne dersem onu yapmak zorundasın! Pars’ın kesin emri bu!” deyince Rıfat, hafifçe başını sallamakla yetindi.
***
Arnavutköy/Yazgan Site…
“Bir haftada yaptığı iş, göğsümü kabarttı doğrusu, Kemik! Cem zibidisinden bunu beklemezdim,” diyen Mestan, karşısında duran adamı Kemik’e bakarken içeri giren Nazan, onun kalkmasına neden oldu. Nazan, yüzünde güller açan kocasına doğru yürürken:
“Hayırdır canım, bu sabah çok neşelisin!” deyince Mestan, karısının ellerini tutarak:
“Olanları duysan, sen de neşeli olurdun!” dedi. Nazan, Kemik’in durgun bakışları arasında:
“Ne oldu ki?” diye sordu.
“Senin Cem, Almanya’daki şirketin gireceği ihaleyi erkene aldırıp kazanmasını öyle bir becermiş ki, benim de aklım şaştı doğrusu!”
Duraksadı Nazan, gözlerini kısarak önce Kemik’e sonra da kocasına bakarak:
“Nasıl?” diye sordu.
“İhale şartnamesinde ufak bir açık yakalamış, o açıktan yararlanarak ihalenin tarihini erkene aldırmış ve malum açığı bahane sayarak sunduğu teklifle ihaleyi kazanmış. Hem şirket kârda hem de ihale bizim!”
Dudak büken Nazan, hayret dolu bir ifadeyle kafasını sallarken Kemik, ortama dolan sesiyle:
“Bence Cem’in marifeti değildir efendim, kızınızın hüneri olmalı!” deyince Nazan gülümsedi, Mestan da ona bakarak tebessüm etti ve:
“Haklı olabilirsin!” dedikten sonra karısına dönerek:
“Simay ne yapıyor?” diye sordu.
“Açacağı vakfın şematiğini hazırlıyordu. Onun da kendine böyle bir meşgale bulması, içimi rahatlattı canım! Hiç değilse o adamı unutmak için bir şeylerle uğraşıyor.”
“Ben gereken maddi manevi her türlü destekle yanında olacağım. Bana baba dedi ya, dünyaları istese veririm. Hatta dünyaları değil, canımı istesin veririm.”
Gözlerinin içi muhabbetle gülümseyen Nazan, kocasının ellerini sımsıkı tutarak gözlerini onun gözlerine mıh edercesine baktı. İkisi öyle bakışırken Kemik, hayran gözlerle sadece onları izliyordu.
***
“Fuhşun böğrüne indirdiğimiz baltayla, nerdeyse İstanbul’un yüzde doksanı temizlendi. Kendi rızasıyla halvet olanların haricinde ücretle halvet olma, biraz daha dişimizi sıkarsak tarihe geçecek, evlat!” diyen Hamdi, karşısındaki koltukta oturan Kenan’ın durgun yüzüne bakarak lafına devam etti.
“Kalanını da yok ederdik, öyle bir kudretimiz vardı ama Yediler ve İstemihan, buna razı olmaz endişesiyle durdum.”
“İstemihan dediğiniz kişi, buna da bir kılçık sunacaktır,” diyen Kenan, Hamdi’nin başını sallamasıyla:
“Neyse, konumuz o değil!” dedikten sonra:
“İstemihan, benden Mushaf ve Mühür’ü istemişti. Ben de halefimi tayin ettikten sonra göndereceğimi söylemiştim. Halefimi tayin ettim. Şimdi de Mushaf ile Mühür’ü incelesin diye, sahibine emaneten göndermem lazım!” deyince Kenan, gözlerini kısarak:
“Halefinin kim olduğunu öğrenmemde bir mahsuru var mı Pars?” diye sordu.
“O söylenmez Kenan, zamanı geldiğinde kendisi öğrenecektir. Benim görevim, benden sonraki kişiyi Mushaf’a kaydetmemdir. Kaydını yaptım. Şimdi de İstemihan’ın incelemesi için ona göndermem gerekiyor.”
“Kim götürecek?” diye soran Kenan, meraklı olduğunu örtbas eden bir rahatlıkla sırtını koltuğa yasladı. Hamdi, kaşıyla işaret ederek:
“Sen…” dedikten sonra:
“Sandığı götürüp İstemihan’ın adamına teslim edeceksin, bu konuda güvendiğim tek kişi sensin!” deyince Kenan, başını salladı.
“Evvela teşekkür ederim Pars, beni bu güvene layık gördüğün için! Ama ben götürmek istemiyorum.”
Birden irkildi Hamdi, Kenan’ın bu lafını beklemediği açıktı; gözleri iri bir şekilde Kenan’ın yüzünü incelerken soğukkanlı olmaya çalışarak sorusunu zor bela yöneltti.
“Neden?”
“Çünkü emanetin başına bir iş gelse, sırrınız ifşa olsa, bu ritüel deşifre olsa, mesuliyet benim üstüme kalır. Ben bunu kabul edemem. Size ihanet etmek, size karşı hain yaftası yemek, benim isteyebileceğim en son şey bile olamaz! Bu yüzden başkasıyla gönderin!”
Gülümsedi Hamdi, Kenan’ın bu denli ince bir düşüncesi olmasına sevinmişti ama ondan başkasına da güvenmeyeceğini:
“Sen götüreceksin Kenan!” diyerek belirtti ve ekledi.
“Çünkü senden başkasına güvenim yok!”
İşte bu son söylediği, Kenan’ın gözlerini yeşertmişti. Yutkundu ve başını öne eğdi.
***
Rıfat, elindeki fotoğrafa baktı ve karşısında durduğu binanın döner kapısından çıkan adama baktı; Aykut denilen adam, elinde siyah bir çantayla binadan çıkıp otoparka doğru yavaşça ilerlerken Rıfat, ellerini ceplerine yerleştirip onun peşinden yürüdü. Onu takip ettiğini belli etmeden ve aradaki mesafeyi fazla açmadan ilerliyordu.
Arabasının kapısını açan Aykut, çantayı içeriye bırakıp tam bineceği sırada arkasında duran Rıfat’ın:
“Sakın ters bir hareket yapma, silah dolu!” demesiyle irkildi ama duruşunu bozmadan, hafif eğilmiş bir şekilde durunca Rıfat:
“Düzelt kendini, böyle çok saçma duruyorsun Aykut Efendi!” der demez yavaşça doğruldu ve arkası Rıfat’a dönük bir şekilde:
“Sen de kimsin, ne istiyorsun benden?” diye sordu.
“Bana dön de yüz yüze konuşalım!” diyen Rıfat,
“Ama sakin olarak…” deyince Aykut, yavaşça ona dönerek tanımadığı bu adamın kim olduğunu öğrenmek ister gibi gözlerini kıstı.
“Ne istiyorsun? Bak buralar polis kaynıyor.”
Gülümsedi Rıfat,
“Altını kıs da taşmasın!” deyince Aykut, anlamamış bir şekilde:
“Ne?” diye sordu.
“Mizah anlayışın sıfır, adamım! Bin şu arabaya da biraz gezelim, beğenirsem belki senden satın alırım, ha?”
Aykut, Rıfat’ın paltoyla gizlediği ve hafif ucundan namlusunun gözüktüğü silaha bakarak yutkundu.
“Eğer para istiyorsan…”
“Arabaya bin dedim!” diye tıslayan Rıfat, silahın görünen namlusunu sallayınca Aykut, mecbur denileni yaptı ve onun önünde yürüdü. Aracın diğer tarafına geçerken gözleri Rıfat’ın üstündeydi, fırsatını bulsa kaçacakmış gibiydi ama Rıfat:
“Sakın öyle bir delilik etme, gözümü kırpmadan arkandan ateş ederim! Ben askerliğimi keskin nişancı olarak yaptım, bunu bil öyle kaç!” deyince Aykut, mecburen ona uydu ve aracın diğer kısmına geçti, kapıyı açıp bindi. Rıfat da şoför mahalline geçerek kapıyı kapattı.
“Otomatik vitesmiş lan, hiç sevmem!”
***
“Nasılım?” diyerek üzerindeki fırfırlı elbiseyle kendi ekseni etrafında dönen Gaye, mavi elbisenin etek kısmının savrularak dönmesini umursamadan gülümserken Kenan, eliyle gözlerine siper çekip bakışlarını ondan kaçırdı. Gaye durup ona bakarken Kenan:
“Nişandan önce gelini görmek, uğursuzluk getirir Gaye!” diye çıkışınca Gaye, gözlerini devirerek:
“Nikâh o, nikâh! Nikâhtan önce gelini görmek, uğursuzluk getirirmiş, hem öyle bir şey yok! Uydurma, hurafe…” dedi ve gelip Kenan’a yaklaştı. Kenan ona bakarken gözlerinin içi gülüyordu, bunu fark eden Gaye, biraz daha yaklaşarak:
“Nasıl olduğumu söylemedin?” diye sordu.
“Her zamanki gibi…” diyen Kenan, Gaye’nin kaşlarını çattığını görünce:
“Her zamanki gibi güzel!” diyerek kıvırmaya çalıştı ama Gaye, kaşlarını hayır manasında oynatarak:
“Yemezler canım!” dedi ve onun yanına oturdu.
“İnan bana çok güzel olmuşsun!” diyen Kenan, ona dönerek omuzlarında oynayan saçlarına elini hafifçe sürerek:
“Siyah zülfün kendir olsun, boynum sana feda olsun!” deyince Gaye, parmağıyla onun dudağını örterek:
“Sus be!” diye tısladı. Kenan dayanamadı ve onu çekip sımsıkı sarıldı. Öyle bir sarılışı vardı ki Kenan’ın, kızın kemiklerini kırarcasına sımsıkı sarmıştı ve aynı şekilde gözlerini de öyle yummuştu. Hatta zor bela kirpiklerine birkaç damla yaş bulaşmış ve düşmeden zamk gibi yapışmıştı. Gaye buna bir mana veremiyor ama olduğu yerden şikayetçi olmadığı için sesini de çıkaramıyordu.
***
Akşamın karanlığı, bütün şehre siyah bir örtü gibi çökmüş; yıldızlar bile inzivaya çekilerek gökyüzü sofrasını, iştahları hiç doymak bilmeyen bulutlara bırakmıştı. Serin ve ayaz bir akşam yaşanıyordu; karın kokusunu taşıyan bu hava, sanki birazdan bulutların gövdesine tutunan karı yeryüzüne boca edecekmiş gibi bir ahval takınıyordu.
Suratına inen yumrukla Aykut, Rıfat’ın gür bir sesle:
“Bahri Bey’i oraya davet etmeni, senden kim istedi lan?” diye sormasıyla sersemlemiş bir şekilde sarsılmıştı. Onun karşısındaki sandalyeye oturmakta olan Bahri, sakin kalmaya çalışarak:
“Haydi bizi uğraştırma dostum! Bak işim gücüm var benim, sana ayıracak vaktim kısıtlı! Söyle de seni serbest bırakalım, sen de işinden olma!” dedi. Aykut, ağzından kanlar damlarken:
“Neyden bahsettiğinizi gerçekten bilmiyorum, benim bu dediklerinizle bir alakam yok!” deyince Rıfat, olanca gücüyle tekrar bir yumruk indirdi ve Aykut’un görüşü karıncalandı. Başı dönüyor, midesi bulanıyor ve ağzından kanlar akıyordu. Ama zor da olsa:
“Gerçekten…” diye sayıkladı. Yerinden kalktı Bahri, ona doğru birkaç adım atarak:
“O zaman sık kafasına Rıfat! Bununla işimiz yok!” deyince Rıfat da irkilerek ona baktı. Aykut, mırıldanır gibi:
“Lütfen yapmayın, ben işimde gücümde adamım! Bir şey bilmiyorum!” derken Bahri, otoriter çıkan sesiyle:
“Dediğimi yap Rıfat!” diye çıkıştı. Rıfat, ifrat tefrit arasında kalmıştı. Ne yapacağını bilemiyordu. Başını hayıflı bir şekilde sallayarak silahını belinden sıyırdı. Namluyu Aykut’a doğrulturken Aykut’un merhamet dilenir bakışları, adeta Rıfat’ın yüreğini burkmuştu. Ama Bahri, öfkeli bir soluk alınca Rıfat, gözlerini yumarak tetiğe bastı. Ortama doluşan silah sesi, beraberinde koyu bir sessizliği de getirmişti. Gözlerini açan Rıfat, kafasından vurulmuş Aykut’un cansız gözlerine baktı ve derin bir nefes alarak yavaşça Bahri’ye döndü.
“Şimdi de bunun cesedini, aldığın yere geri bırak!” diyen Bahri, hiçbir şey olmamış gibi kapıya doğru yürürken Rıfat, nemlenen bakışlarını Aykut’un cesedine çevirdi.
***
Arnavutköy/Yazgan Site…
“Nasılsın kızım?” diye soran Mestan, salondaki kırmızı koltuğa oturmuş ve önündeki sehpaya laptopunu bırakmış bir şekilde monitöre eğilen Simay’ın yanında durdu ve onun:
“İyiyim baba, uğraşıyorum!” demesiyle:
“Nasıl gidiyor?” diye sorarak yanındaki diğer koltuğa kuruldu.
“Çok iyi!” diyen Simay, gözlerini bilgisayardan ayırmadan babasına cevap yetiştiriyordu.
“Şiddet Mağduru Kadınlara yönelik kuracağımız vakfın ana şemasını çizdim. Birincil şartlar, elbette ki şu olacak: Her şeyden, gerek ev işleri olsun gerek aile işleri olsun elini eteğini çekmiş, sırf canı istedi diye her şeyden vazgeçmiş bir kadın, eğer kocasından bunlardan dolayı şiddet görüyorsa, o kadının vakfımızdan yararlanma hakkı yok! Çünkü kadın dediğin, emektar olmalı! Emek vermeden, sadece keyfi bir şekilde hareket edip kocasından şiddet görüyorsa, önce kadının kendini düzeltmesi lazım! Elbet şiddet çözüm değil ama bilinçli ve emektar bir kadın, şiddete maruz kaldığında ona kol kanat germek, sadece vakfımızın değil, herkesin borcudur.”
“Güzel bir şart sunmuşsun kızım! Peki diyelim emektar bir kadın, bilinçli bir kadın size sığındığında, ona ne gibi hizmetler sunuyorsunuz?”
Mestan’ın bu ilgili sorusu, Simay’ın şevkini arttırmıştı. Bilgisayardan başını kaldırıp tamamen ona döndü ve mutfak kapısında durup onları izlemekte olan annesinin bakışları arasında cevabını sundu.
“Barınma, geçinme ve her türlü ihtiyaçlarını sağlıyoruz. Sadece bunlarla da değil; kendi ayakları üstünde dursun diye ona zanaat öğretiyoruz, dikiş nakış olsun, diğer el becerileri olsun, bunları öğrenmesini ve bunlardan geçimini temin etmesini sağlıyoruz. Yani daha sağlayacağız!”
Mestan, Simay’ın tebessüm etmesiyle gülümsedi ve başını salladı.
“Baban hep arkanda olacak kızım! Gerekli her türlü maddi ve manevi destek için yanındayım. Bizim de çorbada biberimiz olsun, değil mi?”
Simay, birden Mestan’a sımsıkı sarılırken Nazan, bu manzarayla içi bir hoş oldu ve yüzünde gülümsemelerle onlara doğru yürüdü.
“Maşallah, Allah muhabbetinizi arttırsın!” diyen Nazan, onların karşısında durduğunda baba kız birbirinden ayrıldı. Mestan ayağa kalkarken Simay, gülümseyen gözlerle onlara bakıyordu.
“Hayatım, sizler benim gönlümün hurilerisiniz! Size karşı muhabbetim asla bitmez!” diyen Mestan, karısını kollarının arasına alırken Simay’a bakıp başını salladı. Simay da yerinden kalkıp diğer tarafına geçti ve Mestan, onları sımsıkı sararak:
“Allah muhabbetimize zeval getirmesin!” dedi. İki kadının, fısıltıyla:
“Amin!” deyişi, Mestan’ın huzurunu ikiye katladı.
***
“Yarın sabah, sandığı alıp dediğim adrese götüreceksin Kenan!” diyen Hamdi, Kenan’ın huzursuz tavrını görmezden gelerek:
“Ertesi gün de nişanınız var, emin ol sizin kadar mutluyum ben!” deyince Kenan, tebessüm ederek:
“Teveccüh ediyorsun Pars, sağ ol!” dedi. Hamdi başını sallarken kapısı açıldı ve Gaye, yüzünde gülücükler saçarak içeri girdi.
“Bensiz muhabbet mi ediyorsunuz? Çok ayıp!”
“Gel kızım!” diyen Hamdi, Kenan’ın karşısındaki koltuğa kurulan kızına bakarak:
“Her şey hazır kızım! Büyük gün için bütün hazırlıklar tamam!” dedi. Kenan, Gaye’nin bir çocuk gibi sevinçle el çırpışına tebessüm ederek Hamdi’ye bakarken Gaye, ciyaklayan sesiyle:
“Ben çok mutluyum, Allah’ım sana şükürler olsun diye bağırasım var. Ay çok şükür!” deyince Hamdi, gülerek kızını izledi ve Kenan’a bakıp göz kırptı.
“Sen ne dersin evlat?”
“Kızınızı başımıza musallat ettiniz, daha ne diyeyim?” diyen Kenan, somurtan Gaye bir yana, kahkaha atan Hamdi’nin sesiyle güldü ve Gaye’ye baktı.
“Aşk olsun!” diyen Gaye,
“O zaten Allah’ın emri!” diyen Kenan’a, gözleri gülümseyerek baktı ve:
“Sen benim mutluluğumu bozamazsın!” der demez Kenan,
“Allah bozmasın!” dedi.
“Allah ikinizin de mutluluğunu bozmasın!” diyen Hamdi’nin durulması, ikisinin durulmasına neden oldu. Masada duran fotoğrafları eline alan Hamdi, birinde karısı Nezaket’in diğerinde de Afra’nın gülen yüzlerine bakıp derin bir iç çekti.
***
Milli Haberalma Servisi…
“Efendim, Kenan’dan bir ileti geldi,” diyen Emrah, mahzun bir şekilde Musa’nın karşısında durduğunda Musa, önce onun bu ahvalini merak etmiş olmalı ki:
“Ne oldu?” diye sordu.
“Kurduğumuz tezgâhta bize yardım eden Aykut Turan’ın cesedi bulunmuş efendim!”
Emrah’ın dediğiyle yerinden bir ok gibi fırlayan Musa, her iki eliyle masaya dayanarak:
“Nerde?” diye sordu.
“Barolar Birliği istikametinde, takriben 700 metre batı bölgesinde, anayola yakın bir yerde… Aracının içinde, kafasından vurulmuş bir şekilde… İntihar süsü verilmiş. Bunun intihar olmadığını, az çok tahmin ediyor olmalısınız!”
Musa başını sallayarak:
“Emrah! Bu iş sende koçum! Kimin yaptırdığını ikimiz de biliyoruz, sen maşayı alacaksın, ben de tutan eli alacağım. Hallet bunu!” dedi. Emrah, verilen emre amade olduğunu dik duruşuyla ve gür çıkan sesiyle belirtti.
“Emredersiniz efendim!”
“Kenan ne diyor?” diye soran Musa, zorla sakin olmaya çalışarak koltuğuna kurulduğunda Emrah:
“Malum sandığı, yarın kendisi götürecekmiş, efendim!” deyince Musa, hafifçe başını sallayarak:
“Güzel! Hissediyorum Emrah, bu işin sonuna doğru yaklaşıyoruz işte!” dedi. Emrah bir şey demeden kapıya doğru yürürken Musa, parmaklarıyla masada ritim tutarak imalı bir şekilde kafasını sallayıp duruyordu.
***
Bir adamın zor bela yüklendiği sandığa şöyle göz ucuyla baktı Kenan; gene bugün pek havasında değildi, kaşları çatık, morali yerle bir olmuş bir şekilde arabasına dayanmıştı ve evin kapısından çıkan Hamdi’yi görünce yerinde doğrulmak zorunda kaldı. Hamdi ona doğru yürürken, adamının da bagaj kapısını örttüğünü görünce durakladı ve:
“Sandığı arka koltuğa koy!” diye talim verdikten sonra Kenan’ın karşısında durdu. Adam, denileni yapmak için harekete geçti.
“Günaydın evlat!” diyen Hamdi, Kenan’ın gene dünkü gibi bir havası olduğunu görünce üstelemedi.
“Günaydın Pars!” diyen Kenan, üstüne başına çekidüzen verirken Hamdi,
“Aman dikkatli ol evlat, sana bir şey olmasın! Kızımın çenesini çekemem sonra!” deyip gülümseyince Kenan, hafif bir tebessümle:
“Merak etme Pars, Allah’ın izniyle bir şey olmaz!” dedi. Hamdi başını salladı. Kenan, konuşacak başka bir şey olmadığını anlayınca kapıyı açtı ve Hamdi’ye bakarak:
“Başka bir emrin yoksa Pars, ben çıkayım!” dedi. Hamdi, hafifçe başını sallayarak:
“Tamam evlat, dikkatli ol!” dedi ve Kenan’ın arabaya binişini izledi. Kenan, emniyet kemerini takıp aracı çalıştırırken Hamdi, ellerini önünde bağlayıp durgun bakışlarıyla onu izliyordu. Araç hareket ederken Hamdi, evden çıkan kızının:
“Baba?” deyişiyle ona döndü.
“Sana da günaydın kızım!” diyen Hamdi, tebessüm ederek kızının ona doğru gelişini izlerken Gaye, babasının karşısında durup gözlerini giden arabanın arkasına dikerek:
“Kenan nereye gidiyor?” diye sorunca Hamdi,
“Günaydın dedim, önce ona bir karşılık verseydin kızım!” der demez Gaye, sanki onu duymuyormuş gibi:
“Yarın nişanımız var baba, aman bir sorun çıkmasın!” dedi. Hamdi bir şey demeden eve doğru yürümeye başladı, Gaye de bir müddet yerinde durdu ve dönüp babasının peşinden yürüdü.
***
Arnavutköy/Yazgan Site…
Çalan telefonunu komodinden alan Simay, ekrana bakıp Rıfat’ın aradığını görünce açtı.
“Günaydın Simay!”
“Günaydın Rıfat!” diyen Simay, yatağında doğrularak rahat konuşacak bir pozisyon aldı.
“Nasılsın?”
“İyiyim, yeni hayatıma alışmaya çalışıyorum. Öyle böyle idare ediyoruz işte! Sen nasılsın?”
“Ben de yeni hayatıma alışmaya çalışıyorum. Artık yoruldum aslında! Bu işlerden sıkıldım. Sırf birinin adamı olmak, ona hizmet etmek, canımı sıkıyor artık!”
“Bu hayatı değiştirmek senin elinde! İstersen bırakabilirsin!”
“Sigara değil bu, Simay! Emekliliği yok bunun, bırakıyorum dediğim an mezarıma çivi çakarlar.”
“Bir şekilde kurtulman mümkün değil mi?”
“Bırakalım bunları Simay, su testisi su yolunda kırılır derler; benim hayatım buymuş ve böyle son bulacakmış, anı yaşayalım yeter!”
Derin bir nefes alan Simay,
“An da sınırlı, yaşam da; önemli olan, doğru yaşamak, Rıfat!” deyince Rıfat’ın aldığı derin nefesin sesi, telefondan cızırtı olarak duyuldu. Birkaç saniye bir suskunluk oldu, ardından Rıfat’ın sesi duyuldu.
“Seni görmek istiyorum, buluşabilir miyiz?”
“Olur aslında, ben de sıkılmıştım.”
“Ben konumu atarım sana!”
“Oldu.”
Simay, kapanan telefonu eski yerine bırakırken derin bir iç çekti ve kalkıp hazırlanmak için harekete koyuldu.
***
Anayoldan bir tali yola giren Kenan, dikiz aynasından arkasını kolaçan ettikten sonra aracın sağ sinyalini yakarak giderek hızını düşürdü; içinde bulunduğu ruh durumu, alenen yüzünden okunabiliyordu, moralsiz ve ruhsuz bir yüzü vardı. Aracın hızı düştü ve bir noktada durdu. Sağa sola bakındı, aracın el frenini çekerek kapıları kilitledi ve dörtlü sinyalleri yakarak arka koltuğa geçmek için hareketlendi. Zor bela arka koltuğa, sandığın yanına geçti. Arka camdan geriye baktı, camların filmli olmasından dolayı içerisi pek gözükmüyordu ama dışarısı net görünüyordu. Hemen sandığın kapağını açtı, şansına anahtar da üstündeydi ve Mushaf denilen koca gövdeli defteri çıkardı. Acele etmesi gerekiyordu, zira vakti yoktu. Defterin sayfalarını karıştırdı, bütün her şey yazılmıştı; Yediler hariç, diğer bütün bilgiler mevcuttu. Kenan, kısık bir sesle başlıkları okurken gözleri, adeta faldır fıldır dönüyordu.
“Kurul bünyesinde yapılan işler… Tarihçesi, Ritüelleri, başkanları ve dönemleri… Ortakları, bağlı olan birimler, yan birimler… Geçmiş Pars’ları… Gelecekteki Pars…”
Durdu Kenan, belirtilen sayfayı açmak için heyecanla sayfaları karıştırdı. Bir yandan da gelen giden var mı diye etrafına bakınıp duruyordu. Halefinin yazıldığı sayfayı buldu. Hamdi’nin el yazısını tanıyordu. Derin bir nefes alarak heyecanını bastırdıktan sonra okudu.
“Ben Hamdi Çeliker, nam-ı diğer Pars! Yönetmekte olduğum Kurul oluşumunun başkanı olarak ilgili tarihten bu yana yaptığım icraatları bilfiil yazmış bulunmaktayım. Attığım her adımdan, aldığım her nefese; gördüğüm her yüzden, işittiğim her sese, ezcümle bütün her şey, noksansız bir şekilde, tarafımdan kaleme alınmış olup halefim olacak kişiye sunulmak için Mushaf’ta tescil edilmiştir. Halefim olacak kişinin adını yazmaktan gurur duyuyor, kendisinin benden daha iyi ve daha güzel bir şekilde Kurul’u idare ve idame edeceğine bütün kalbimle inanıyorum. Halefim olacak kişi, damadım Kenan Karabey’dir.”
Birden irkildi Kenan, kendisinin adını beklemiyordu; koca defteri tutan elleri titrerken bir yumru, gelip boğazına yerleşti ve hıçkırmasına neden oldu. Yeşermiş gözlerle tekrar kendi ismine baktı. Kendi isminden sonra birkaç paragraf daha vardı ama Kenan, onları okuyacak gücü bulamadı kendinde; derin bir iç çekerek kendini toparlamaya çalıştı, yola çıkması gerekiyordu, baya zaman harcamıştı ve hemen defteri kapatıp sandığa yerleştirmekle uğraştı. Sandığı kapatırken arka camdan arkasını kontrol etmeyi de unutmadı. Allah’tan ıssız bir yola düşmüştü de açıkta değildi. Güç kuvvetle ön koltuğa geçti ve şoför mahalline geçerek emniyet kemerini tekrar bağladı. Hâlâ inanamıyordu; kendi ismi vardı, halef oydu ve Hamdi’den sonra Pars, o olacaktı. Yani Hamdi, İstemihan’dan sandığı aldığı gibi ona verecekti. Aracın el frenini indirip yavaşça yola koyulurken aklı, sisli bir havayla dolmuş ve net bir şey göremiyordu. Sis farları gibi önünü aydınlatacak bir fikir aradı ama hiçbir şey gelmiyordu aklına; mecburen kendisine verilen işi yapacak, sandığı İstemihan’ın adamına verip evine dönecekti.
***
Milli Haberalma Servisi…
Elinde tabletiyle içeri giren Emrah, Musa’nın katı bakışları arasında ona doğru yürürken önden lafını yolladı.
“Efendim, Barolar Birliği’nin güvenlik sistemine sızdım ve dünkü kamera görüntülerine ulaştım.”
Musa, karşısında duran Emrah’a bakarak:
“Sonuç?” diye sorunca Emrah, tableti ona uzatarak:
“Adamımız bu!” dedi. Musa, ekranda Rıfat’ın boydan bir resminin olduğu tableti aldıktan sonra:
“Payidar’ın iti bu!” dedi ve Emrah’a bakarak:
“Payidar öldüğüne göre, tasmasız itin boynunu vurmak elzemdir. İş sende Emrah!” dedi. Emrah başını sallayarak:
“Emredersiniz efendim!” dedi. Musa, tableti uzatırken sorusunu da gönderdi.
“Kenan’dan bir haber var mı?”
“Şimdilik yok efendim!”
Başını sallayan Musa, kapıya yönelen Emrah’ın arkasından:
“Kaytan gelmedi mi Ankara’dan?” diye sordu.
“Gelmedi efendim!”
Bir şey demedi Musa, Emrah’ın çıkışını izleyerek sırtını koltuğuna yasladı.
***
Öğleden sonra hava, hafif griye çalan bir renge bürünürken rüzgâr, kışın vesvesesini verir gibi fısıldıyor; akşamın neye davet edeceğini bilinmez kılıyordu. Dışarıdaki insanların kendilerini korumaları için hava, belki de onlara zaman fırsatı sunuyor; birazdan çetin bastıracağını önceden haber verir gibi bir tavır takınıyordu.
Dışarılardaki insanlardandı ikisi de onlardı; dışarıdaki bir pastanede bir araya gelmiş, sıcak bir Türk kahvesinin yanına ikişer dilim baklava yerleştirip acı kahveyle tatlı baklavanın karışımını midelerine hediye ediyorlardı.
“Toparlandın, değil mi?” diye soran Rıfat, Simay’ın:
“İyiyim, geçiyor işte!” demesiyle:
“Geçiyor ama izi kalıyor be Simay! Ben hâlâ unutmuş değilim, zoruma gidiyor. Keşke Hamdi Çeliker’in teklifini kabul etseydin de onca mal, mülk ve iş yerleri boşa gitmeseydi!” deyince Simay, elindeki çatalı baklavanın böğrüne değdirip sıkılgan bir tavırla:
“Kirli servetin vereceği menfaat de kirliliktir Rıfat! Ben kirden arınmaya çalışıyorum. Onun için bir vakıf kuracağım ve bu vakıf işinde, benim senin gibi bir destekçiye ihtiyacım var. Geçmişi değil, yarını konuşmak istiyorum. Payidar ve serveti değil, Simay ve Rıfat’ı konuşmak istiyorum. Olur mu?” diye sordu. Gülümsedi Rıfat, sıcak bir sesle:
“Olmaz mı ya, bal gibi olur hem de! Her türlü yanındayım ben, sen yeter ki iste!” dedi.
“Bak şimdi!” diyen Simay, vakıfla ilgili ona bilgiler aktarırken pastanenin dışında, cama yakın bir yerde durmuş olan Emrah, öfkeli bakışlarını örten güneş gözlüklerini hafif indirip Rıfat’a bir bakış attı ve tekrar gözlüklerini takarak camın önünden ayrıldı.
İkindinin akabinde hava, giderek rengini daha da griye bulaştırdı ve koyu bir grilikle süslenmeye başladı; sert esen rüzgârlar, akşamın soğuk geçeceğini haber verirken Rıfat’ın kullandığı araba, anayola çıkarak cadde arasından sıyrıldı ve düz yolda hafif bir hızla ilerledi. Dikiz aynasından arkasına bakan Rıfat, takip edildiğini anlayınca gözlerini kıstı. Emrah’ın kullandığı araba, resmen onunla tampon tampona ilerliyordu ve her ne kadar Emrah’ı tanımasa da onu takip ettiğini anlamıştı. Bunu tasdik etmek ister gibi Rıfat, sağ sinyali yakıp ona yol verince Emrah da onun geçtiği şeride geçerek takibatını sürdürdü. Başını sallayan Rıfat, ileriki kapalı otoparkı görünce aracını o tarafa doğru yöneltti.
Katlı kapalı otoparkın üçüncü katına giriş yapan Rıfat, peşindeki arabanın ondan vazgeçmediğini görünce hafifçe başını sallayarak:
“Gel bakalım!” diye fısıldadı ve gördüğü boş alana doğru ilerledi. Gelişine park ettiği yerde aniden frene bastı ve emniyet kemerini çözerken yan tarafta duran arabaya baktı. Şoförle, yani Emrah’la göz göze geldi. Emrah’ın da emniyet kemerini çözdüğünü görünce kaşlarını çattı ve aracı istop etti. Emrah da aracı istop edip inerken Rıfat, çoktan inmiş ve merak eden bakışlarla ona bakıyordu.
“Kimsin lan sen? Ne diye takip ediyorsun lan beni?”
Rıfat’ın sorusuna hiçbir cevap vermeden hızla üstüne yürüdü; Rıfat, üstüne gelen adamın ne denli öfkeli olduğunu, yüzüne inen sert yumrukla ancak idrak edebildi. Gelen ikinci yumruğu sımsıkı tutarak kafa atacağı sırada dizine inen tekme darbesiyle afalladı. Emrah, dönerek bir tekme daha indirdi ve Rıfat’ın karnına inen tekme, onu birkaç saniye nefessiz bıraktı. Sonra Emrah durmadı ve bu sefer de yerinde zıplayarak Rıfat’ın suratına bir tekme geçirdi. İyice bilinci sarsılan Rıfat, daha kendisini toparlayamadan arkadan dizine inen tekmeyle dizlerinin üstüne düştü. Arkasından sımsıkı sarıldığını fark etti Rıfat, boğazına güçlü kolların dolandığını ve kulağının dibinde öfkeyle alınıp verilen soluklar hissetti. Emrah, onun boğazını sımsıkı tutarak kulağına fısıldadı.
“Sorularına cevap almadan ölme! Ben, kafasına sıktığın Aykut’un arkadaşıyım! Beni arıyordunuz, buldunuz! Ama bulduğunuza pişman olacaksınız. Sen olacaksın, tasmanı tutan yeni patronun da olacak. Geber!”
Rıfat daha bir şey diyemeden Emrah, sert bir şekilde onun boynunu çevirdi ve duyulan çıt sesi, Rıfat’ın gık diyen sesine karışarak yerini sessizliğe bıraktı. Açık kalan gözler bir noktaya bakıyor, hareketsiz kalan bedeni, boş bir çuval gibi yere yığılıyordu Rıfat’ın; tepesinde duran Emrah’ın öfkesi dinmek bilmiyor, cansız cesede attığı tükürükle öfkesi daha da katlanıyordu. Eğilip Rıfat’ın cebinden telefonunu çıkardı. Harfli şifre çıkınca Emrah, tebessüm ederek:
“Simay’dan başka şifren yoktur senin!” diye mırıldandı ve Simay ismini şifre kutucuğuna girdi. Telefon açıldı. Arama yerine basarak Bahri’nin numarasını aramaya başladı. Telefon sesini hoparlöre verdi. Bir iki çalıştan sonra Bahri’nin:
“Efendim Rıfat!” diyen sesi ortama doluştu. Derin bir nefes alan Emrah, öfkesi sezilir bir ses tonuyla:
“Rıfat öldü,” deyince karşı tarafta bir sessizlik oldu. Emrah devam etti.
“Ve sıra sende! Sen de ihanet ettiğin adalete hesap vermek için sıranı bekle! Ama ondan önce, gelip bu leşi kaldır buradan!”
Telefonu kapatan Emrah, telefonu cesedin yanına atarak arabasına doğru yürüdü. Rıfat’ın açık kalan gözleri, aracına binen ve hızla geri giderek çıkışa doğru ilerleyen Emrah’ı ne yazık ki göremiyordu.
***
Akşamın karanlığına ve kışın çetin soğukluğuna aldırmadan dışarıda buluşmuşlardı; bir parkın kuytu bir köşesinde, belki de torbacıların meskeni sayılacak ve dikkat çekecek bir yerde, karşılıklı durmuşlardı. Musa, Kenan’ın solgun çehresine bakarak:
“Ne bu surat lan?” diye sordu. Kenan, içli bir derin nefes aldıktan sonra:
“Yoruldum be reis, çok yoruldum! Sahte bir hayatı yaşamaktan, sahte bir sevdayı taşımaktan yoruldum. Evet, belki seviyorum, doğru; hatta canımı uğruna feda edecek kadar çok seviyor olabilirim ama bu sevgim, saf ve temiz olmadıktan sonra ne işe yarar? Bu sevgim berrak ve doğru olmadıktan sonra ne işe yarar? Hiçbir işe…” deyince Musa, onun bu denli dolmuş olduğuna içerlendi. Ama rengini belli etmeden:
“Vatan için evlat, vatan için!” der demez Kenan, hafif bir tebessümle:
“Haklısın reis, vatan için! Bir kızın saf duygularıyla, vatan için eğleniyoruz; bir kızın temiz hisleriyle, vatan için oyalanıyoruz, sen de haklısın reis!” dedi. Musa, Kenan’ın söylediği her lafla adeta darbe alıyor ve içten içe çöküyordu. Yutkunması, gecenin karanlığında bile kendini belli eder gibiydi Musa’nın, hatta gözlerini Kenan’dan kaçırması, ne denli sıkıntı çektiğini açıklıyordu.
“Ben ister miydim yeğenimin bu cenderede olmasını? Ben ister miydim evlat gibi bildiğim senin bu gergefte olmasını? Ama bazen öyle anlar olur ki, ne yapsan elinden bir şey gelmez ve mecburen akıntıya bırakırsın kendini! İşte bu da böyle bir şey evlat, bu da böyle bir şey! Her zorluktan sonra bir kolaylık vardır, zor günler geride kalacak, sabret!”
Bir şey demedi Kenan, sustu ve bakışlarını önüne dikti. Sonra da kafasını kaldırıp Musa’nın yüzüne bakarak:
“Hamdi, halefini seçti. Mushaf denilen defterde zabıt tuttu. Defteri ve mührü incelemesi için de İstemihan denilen adama, benim aracılığımla gönderdi. Ben de görevimi yaptım reis!” dedi. Musa, hafif ince bir tebessümle:
“O zaman Yediler’in yedincisiyle bir tanışalım, değil mi?” diye sorunca Kenan, mütebessim bakışlarını önüne dikerek sandığı teslim ettiği ana kısa bir dönüş yaptı.
Aracı durdurduğunda, kendi arabasına yaslanmış adamı gördü Kenan; kollarını bağlamış, arabasına yaslanmış ve gözlerini kırpmadan Kenan’a bakıyordu adam, Kenan arabadan inerken yerinde doğruldu ve kıstığı gözleriyle Kenan’ı inceledi.
“Pars’ın damadı sen olmalısın?” diyen adama, bir iki adım atarak:
“Sen de İstemihan Bey’in adamı olmalısın?” deyince adam, hafifçe başını sallayarak:
“Olcay ben!” diye kendini takdim etti.
“Kenan!” diyerek ismini zikrettikten sonra:
“Sandığı getirdim,” dedi.
“Arabaya alalım, muhabbetimize devam ederiz Kenan kardeş!” diyen Olcay, Kenan’ın başını sallamasıyla birlikte Kenan’ın arabasına doğru yürüdü. Arka kapıyı açıp sandığın ucundan tutarak çıkaran Kenan, Olcay’ın kucağına bırakırken gözlerini ondan ayırmıyordu. Kenan önden yürüyüp onun arabasının bagaj kısmını açacakken Olcay, gözleriyle aracın arka kapısını işaret edince Kenan, çevik bir şekilde arka kapıyı açtı ve Olcay’a çaktırmadan elini arka cebine götürüp kenara çekildi. Olcay geldi, sandığı bırakırken Kenan, arka cebinden çıkardığı yapışkan vericiyi sırtına elini hafifçe değdirip hissettirmeden yapıştırdı. Olcay fark etmemişti, çünkü sakin bir şekilde kapısını kapatıp Kenan’a döndü.
“Sağ ol kardeş!”
Tebessüm eden Kenan,
“Ben gideyim, var mı bir isteğin?” diye sorunca Olcay, hafifçe başını sallayarak:
“Muhabbet edeydik iyiydi, hayırdır?” dedi.
“Malum, yarın nişanım var ve gidip hazırlanmam gerek! Vakit de geç oldu. Bir ara telafi edelim!”
“Olur kardeş, hayırlı olsun!”
“Eyvallah!” diyen Kenan, Olcay’ın uzanan elini sıkıp tokalaştıktan sonra aracına doğru yürüdü.
“İşte böyle reis!” diyen Kenan, o zaman zarfını yırtan sesiyle bu zaman dilimine geçti.
“Güzel! O zaman alalım şu yedinci adamı da, diğerlerinin kim olduğunu bize söylesin, ha?”
“Söyleyeceğini pek sanmam ama deneyin siz!” diyen Kenan, başka da bir şey demeden parkın arka çıkış kapısına doğru yürürken Musa, bir müddet onun arkasından baktıktan sonra diğer çıkışa doğru yürümeye başladı. Akşamın soğukluğu, onların gidişiyle parka iyice sinmek için fırsat kolladı.
***
Otoparkın içi, adeta adamlarla dolmuştu; Rıfat’ın cesedini siyah bir ceset torbasına koymuşlar, fermuarı çekmişler ve arabaya doğru götürüyorlardı. Bahri, iki adamıyla durmuş ve etrafa bakınıyordu. Bahri’nin gözleri, ilerdeki güvenlik kamerasına takılmıştı. Bir adamına dönüp talimatı verdi.
“Şu kameranın kaydına ulaş!”
Adam başını sallayıp yanından ayrılırken başka bir adam, elinde Rıfat’ın telefonuyla Bahri’ye yaklaştı ve:
“Efendim, Simay diye biri arıyor,” diyerek telefonu ona uzattı. Bahri, telefonu alırken:
“Payidar’ın sözde, Mestan’ın özde kızı bu!” diye fısıldadı ve telefonu açtı. Daha o konuşmadan Simay’ın sesi duyuldu.
“Ben eve geldim Rıfat, gidince ara demiştin ya!”
Derin bir nefes alan Bahri, durgun bir sesle:
“Ben Rıfat’ın yeni patronu Avukat Bahri Düzgün!” deyince karşı tarafta bir suskunluk belirdi. Birkaç saniyenin sonunda Simay konuştu.
“Kendisi yok muydu?”
“Artık yok! Onu öldürdüler, cesedini şimdi aldık! Başınız sağ olsun!”
Birkaç saniye bir sessizlik… Sonra paldır küldür bir ses… Ve telefon kapandı. Bahri, kulağındaki telefonu indirip nemlenen bakışlarını ileriye dikti.
***
Arnavutköy/ Yazgan Site…
Salonun ortasına yığılınca Nazan, hızla yerinden fırlayıp kızına doğru koştu; koşarken de hizmetçisine seslendi, hizmetçi kız da gelip ona yardım etti ve birlikte, kendinden geçmiş olan Simay’ı kucaklayıp kanepeye taşıdılar.
***
Gecenin öbür yarısında dolandı durdu yatağında Kenan; bir türlü uykusu gelmek bilmiyordu, Mushaf’ta kendi adını gördüğünden beri hatta daha evvelinden bile huzursuzdu ve artık sıkıntısı, ekmeğe sürülecek kıvama gelmişti. İyice bir çıkmazın içine girmişti; aşağı tükürse sakal, yukarı tükürse bıyık dedikleri evrede fink atıyor, bir kurtuluş yolu arıyor, düşünüyor taşınıyor ama aklına bir şey gelmiyordu. Kaç gecedir sabaha yakın uyuyor, dönüp dolanıyor ama işe yaramıyordu.
Kalktı, doğruldu yatağında ve gözlerini perdesi çekilmiş cama çevirdi. Beyaz perdeyle birkaç saniye bakıştı, elleriyle saçlarını karıştırırken belki beyni çalışır dercesine kafasını sıvazladı ama nafileydi, resmen durmuştu, error vermişti.
Ayağa kalktı, bedenen yorgun olduğu için sendeledi ama kendisini toparlayarak dimdik ayakta durmayı denedi. Kendisini toparladıktan sonra kapıya doğru adımlarını usulca attı.
Odasından çıktığında, soğuk havanın tesiriyle hafif bir irkildi. Derin bir nefes aldıktan sonra adımlarını yavaşça atarak sessiz bir şekilde ilerledi.
Gaye derin bir uykudaydı; üstü açık uyumuş, siyah eşofmanının bel kısmı hafif inmiş ve saçları dağılmış ve yüzünü örtmüş bir şekilde yanı üzerine yatmıştı. Odanın kapısı hafif açılırken duyulan kıtırtı sesi, onu zerre etkilememişti. İçeri usulca giren Kenan, Gaye’nin öyle uyuduğunu görünce acımsı bir şekilde tebessüm etti.
“Üşütecek bu kız, zaten üşütük!” diye mırıldandı ve sessiz adımlarla ona doğru yürüdü. Yorganı yavaşça çekerek onu incitmeden üstüne bıraktı. Saçlarını düzelterek güzel yüzünü ortaya çıkardı. Elinin sırtıyla yavaşça Gaye’nin yanağını okşadı. Nemlenen bakışları, odanın karanlığında bile parlıyor; Gaye’ye duyduğu aşkı, sevgisi, karanlıkta bile fark ediliyordu. Fısıltılı sesi, Gaye’ye ninni gibi vasıl oldu ama ne Gaye’nin kulaklarına iştirak etti ne de ruhu duydu.
“Yapamam bunu, bunu yapamam. Her ne kadar devlet için de olsa, bir genç kızın duygularıyla, en özel anıyla oynayamam. Proje diyerek onun temiz hislerini kullanamam. O özel, o güzel duygularını çalamam. Hayır, bunu yapamam! Seni çok sevsem de bunu yapamam Gaye!”
Eğildi, Gaye’nin alnına bir buse kondurup kokusunu genzine çektikten sonra yeşeren gözlerini yumdu. İşte o an Kenan’ın gözlerinden süzülen bir damla yaş, Gaye’nin saçlarına düştü. Doğruldu Kenan, birkaç saniye baktı, derin bir iç çektikten sonra:
“İşte gidiyorum çeşmi siyahım!” diye fısıldadı ve kapıya doğru yürüdü. Gaye sanki bunu rüyasında görüyormuş gibi göz kapakları hafif oynadı. Kenan kapıdan çıkarken Gaye, yönünü öbür tarafa çevirdi. Kenan gidiyordu ve Gaye, uykunun kollarında, ruhu bile bundan habersizdi.
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top