"Yediler'in Yedincisi"
Bilmem kaç metre önlerine düşen koca mermi, tozu dumanı birbirine katarak patlarken Kaytan, geriye savrulup yere yapışmış, bir iki elemanı da yere kapaklanmıştı. Sanki kolları yokmuş gibi kendini zeminle yapışık bulan Kaytan, kulağında gezinen uğultuların beyninde çınlamasına bir şey yapamadı; elinden bir şey gelmedi, ne sesleri bertaraf edebildi ne de o seslerden kurtulabildi. Yüzü gözü toza dumana bulanmıştı, şakağından aşağıya kanlar damlarken gözleri kapalı, bilinci yerinde değil gibi soluk alışları yavaştı. Dünya dönmüyordu, yer ve zaman mefhumu bilincinden reset edilmişti ve Kaytan, boğazına dolan kan tadını yutkunarak bastırmak istedi ama olmuyordu.
Kaytan’a gitmek istedi Musa; vızıldayan mermilerden fırsat bulsa, kendini onun başına atacaktı ama Salih’le birlikte bir çıkmaza düşmüştü. Bütün militanlar, ikisini hedef almış gibiydi. Salih yerinden çıkamıyor, Musa mevzisine gömülmüş bir şekilde kıpırdayamıyordu. Gözleri Kaytan’da olan Musa, yutkunarak gözlerini yumdu. Yanaklarına inen birkaç damla, yüreğinden kopup gelen ıstırabı söndürmeye muktedir değildi.
“Efendim, sıkıştık kaldık!” diyen Salih, Musa’nın:
“Ölüm hücumu Salih, ölesiye hücum etmeye hazır ol!” demesiyle:
“Her zaman efendim!” dedi. Musa, şarjörünü kontrol etti. Son beş mermisi kalmıştı. Adamına döndü. Salih, çıkarıp sonda kalan şarjörünü uzatırken Musa,
“Sende kaç mermi var?” diye sorunca Salih, şarjörü çıkardı. Kalan dört mermiye bakıp derin bir iç çeken Salih, cevap vermedi. Musa, aldığı şarjörü geri iade ederken:
“Allah bize yeter!” diye fısıldadı. Tam yerinden çıkacaktı Musa, hışımla hareket ederken gözleri Kaytan’a takıldı. Ayağa kalkmaya çalışıyordu. Üstü başı toz duman içindeydi; zor bela kalktığı her halinden belliydi, silahını tuttuğu gibi namluyu balkona doğrulttu ve gür sesi, ortamda bir bomba etkisi gibi çınladı.
“Namerdin mermisiyle ölürsem, bıyıklarıma yazıklar olsun lan!”
Hızla tetiğe asıldı, Musa ve Salih de aynı anda hücuma geçti ve diğer elemanlar da hücuma geçti.
Balkondaki adam, rokete başka mermi yerleştirmeye çalışırken Musa’nın mermisine kurban giderken bahçedeki bir iki militan da yere düşmüş, Salih’in hışmına uğrayan sol taraftaki militanlar, vücutlarında yer edinen mermilere kucak açmıştı. Kaytan’ın gözleri, yaralı bir şekilde inleyen adamlarına kaydı; öfkesi katlandı, burnundan soludu, hızla atağa kalktığında iki militanı yere sermesini bildi ve bir ağaca sırtını dayayıp gözlerini ileriye dikti.
Evin arkasından çıkmışlardı; Mamoste, arkasını kolaçan ederken Çömez dediği adamı, hemen aracın kapısını açarak başkanına yol gösterdi. Mamoste binerken Çömez, hızla şoför mahalline geçmeye çalıştı.
“Adamlar ne olacak başkanım?” diye soran Çömez, hızla aracı çalıştırırken Mamoste, etrafta gözlerini gezdirerek:
“Bizde adam tükenmez Çömez, bas oğlum gaza!” dedi. Çömez, hızla gaza basarak aracı yola düşürdü. Mamoste, arkasında kalan eve bakıp tebessümler saçarken Çömez’in gözleri yoldan ayrılmıyordu.
El bombasının pimini çeken Salih, hızla yerinden çıkıp ileriye fırlattı; Musa kendini korumaya alırken Kaytan, bombadan korkmadan adımlarını hızla atarak yanındaki adamlarıyla hücuma kalktı. Bombanın ansızın patlaması, militanlardan birkaçını yere yapıştırınca Kaytan, silahlarındaki şarjörler boşaldığında durmuş ve kendini mevzie almıştı.
Çatışma diner dinmez ekip, hemen çevre güvenliği aldı; Kaytan ve Musa, hiç düşünmeden eve odaklanırken Salih, militanların leşlerinin arasında gezindi, bir iki yaralı görünce onlara doğru yürüdü.
Az sonra bütün her yere bakılmıştı; ne Mamoste’den bir iz vardı ne de militanlarından ama Musa, artık öfkeden kıpkızıl olmuş bir şekilde salonda bir koltuğa kendisini bırakmıştı.
“Yine kurtuldu, yine paçayı yırttı!” diye mırıldanarak Musa’nın yanında duran Kaytan,
“Çekirge bir sıçrar, iki sıçrar Kaytan; elbet yakayı ele verecektir, merak etme!” deyince Kaytan, bıyıklarını burduktan sonra:
“Umarım reis, umarım!” diye fısıldadı. Musa’nın aldığı derin nefes, burnundan öfkeli bir solunum olarak dışarı salınmıştı.
***
Aralık’ın yirmi ikinci gününde hava bozmuş; fırtına karışık yağmur, tipi ve arada bir bastıran dolu yağışıyla koca şehrin suratına bir değişiklik çökmüştü. Gelgitlerin her darbesi, kıyının canına okur gibi kırbaç sesleri çıkarırken fokurtular, kaynayan kazanın taşmasını andıran köpüklerle görsele taşınıyordu. Çok soğuk, buzdan bir havaya uyanmıştı İstanbul; kışın sert yüzüne merhaba demiş, mecburen içeri buyur etmişti.
İTÜ…
“Arkadaşım Feray yok, kaç gündür haber alamıyordum!” diyen Simay, Dildar’ın kısık gözlerine bakarak:
“Ama intihar ettiğini öğrendim!” der demez Dildar, irkilerek yerinde dikeldi. Başka bir masada oturmuş ve sözde onlarla alakası yokmuş gibi davranan Cem, duyduğu şeyle dinlediğini aşikar etmişti. Çünkü bakışları değişmiş, gözleri irileşmişti. Simay bunu fark edince:
“Ne oldu Cem, yoksa bu konuyla bir alakan mı var?” diye sorunca Cem, yandan onlara bir bakış attı.
“Zerre alakam yok! Dildar’ların evinden hiç çıkmadım, kendisi şahit zaten!”
Dildar başını salladı.
“Evet, evden okula ve buradan eve benimle gidip geldi. Doğru söylüyor!”
Derin bir nefes alan Simay, kahvesinden bir yudum alırken:
“Bilmiyorum, kafam allak bullak canım!” diye fısıldadı. Cem önüne dönmüştü. Onun da kafasını kurcalayan bir şeyler vardı. şakağını kaşırken Dildar’ın sesiyle kendine geldi.
“Başın sağ olsun canım!”
“Sağ ol, dostlar sağ olsun!” diyen Simay,
“Başın sağ olsun, kaybın için üzüldüm!” diyen Cem’e dönerek:
“Sağ ol!” diye sayıklarcasına cevap verdi.
“Nasıl olmuş?” diye soran Dildar’a, konuyu anlatmaya başlayan Simay’la bağlantısını kesip önüne dönen Cem, aklına hücum eden soru işaretleriyle uğraşmaya dalmıştı.
Aklına nedense Pamir geldi Cem’in; arkadaşı da intihar etti denilmişti, cesedi denizden çıkarılmıştı ve Cem, zaten ondan sonra kendini kaybetmiş ve onlara musallat olmuştu. Kesin bu işte bir iş var diye düşünürken içinden bir ses, bunu araştır diye onu dürtüp duruyordu.
***
Şişli/Payidar’ın Malikânesi…
“Sabar’ın oteline siparişini götür, kendi elinle al ve yerine bırak Rıfat!” diyen Payidar, önündeki dosyaya bir şeyler not ediyordu. Karşısında duran Rıfat, çekingen bir tavırla:
“Efendim, bir sıkıntı çıkmasın sonra?” diye sorunca Payidar, elindeki kalemi ona doğru salladı. Bakışlarında bir tehdit iması olsa da, sesi naif ve yumuşak çıktı.
“Çıkmasın diye seni yolluyorum ya zaten Rıfat!”
“Ama bu riskli!”
“Ben riskleri severim Rıfat, bilirsin!”
Başını sallayan Rıfat, Payidar’ın uzattığı dosyayı alırken Payidar, sırtını koltuğa yaslayıp:
“Dosyadaki rakamlardan farklı bir rakam istemiyorum, bunu aynen ona ilet!” dedi.
“Sabar’ın nasıl pinti biri olduğunu biliyorsunuz, o rakamları kabul etmeyecektir.”
“O silahlar bize lazım Rıfat, rakamlarda anlaşırız! Göreceği hediyemle, o rakamları kabul edecektir, sen sıkıntı etme!”
“Anlaşıldı efendim!” diyen Rıfat, onun huzurundan ayrılırken Payidar, ellerini masaya sererek onun arkasından baktı.
***
Masadaki telefonun ahenkle çalıp titremeleriyle masada vızıltı gibi ses çıkarmasıyla Hamdi, elinde kahvesiyle pencerenin önünden ayrıldı ve masasına doğru yürüdü. Kahve fincanını masaya bıraktıktan sonra halen çalmakta olan telefonunu aldı. Ekrandaki yabancı numara, kaşlarının çatılmasına neden olmuştu.
“Alo!” diye seslenirken karşı taraftan gelen boğuk ses, gözlerini kısmasını sağladı.
“Hamdi, benim güzel Hamdi’m!”
“Af buyurun, tanıyamadım?”
“İstemihan ben!”
Yutkundu birden Hamdi, nefesindeki tutukluk ve benzinin aniden sararıp solması, ayriyeten bedeninin de titremeye başlaması, duyduğu ismin yarattığı etkilerdendi.
“Emredin efendim!” diye sayıklayarak seslenmesiyle karşı taraftan gelen sıkıcı nefes alışıyla nedense ürperdi.
“Biz sana mührümüzü, Tuğra’mızı ayan ettik; sen bize hükmünü beyan ettin Hamdi’m! Marazını dinlemek, sıfatını okumak için bekliyorum.”
“Geleceğim efendim, benim de maruzatlarım olacaktı.”
Kapanan telefon, Hamdi’nin içine bir kurt düşürmüştü; sıkıntıyla koltuğuna çökercesine otururken açılan kapıya baktı, kapıyı çalmadan içeri giren Afra’yı görünce kaşlarını çattı ama kadın, hemen mazeretini beyan etti.
“Ben içerde olduğunuzu bilmiyordum.”
Yanındaki temizlik gereçlerini işaret edercesine başını aşağı eğdi ve devam etti.
“Temizlik sırası buraya geldi, efendim!”
Hamdi ayağa kalkarken:
“Kenan nerde?” diye sordu.
“Gaye Hanım’la salonda oturuyordu efendim!”
Hamdi, verilen cevapla onun yanından geçerken birkaç saniye durdu, kadının hemen yanındaydı, bir adım vardı aralarında ve kadının kokusu, onun burnuna masaj yapıyordu. Afra’nın başı öne eğikti, Hamdi hemen dibindeydi ve aralarında az bir mesafe varken Hamdi, kısık bir sesle fısıldadı.
“Ben odada olmasam bile, kapıyı çalmadan içeri girme!”
Yutkundu Afra, başını sallarken Hamdi’ye bakmamaya gayret etti. Hamdi çıktı, o kalakaldı yerinde ve birkaç saniye daha bekledi. Göğsünü sıkan kuvvetli eller hissetti, nefes alamaz olmuş gibiydi ve derin bir nefes alarak yavaşça dönerek Hamdi’nin arkasından baktı.
“Nişanı nerde yapalım?” diye soran Gaye, Kenan’ın neden huzursuz olduğuna bir anlam veremeden gülümserken Kenan, kendilerine doğru gelen Hamdi’yi görünce ayağa kalktı, Gaye de kalkarak babasının oturuşunu izledi. Kenan hemen bir şeylerin ters gittiğini anladı, az çok Hamdi’nin jest mimiklerini çözmüştü ve bir fikir edinmişti.
“Pars, bir sorun mu var?”
Hamdi, derin bir nefes alırken Kenan’a baktı. Bıkkın bir şekilde:
“Var. Hem de büyük bir sorun var evlat!” deyince Gaye de endişelendi.
“Nedir sorun baba?”
Hamdi, nedense artık kızının yanında da konulara girebiliyor, eskiden onu biraz uzak tutmak istese de kızının artık onlardan biriymiş gibi olması, onu baya serbest etmişti.
“O aradı, İstemihan Bey aradı beni!”
Kenan gözlerini kısarken, onun sorması gereken soruyu Gaye sordu.
“O kim baba?”
“Yediler’in Yedincisi…”
İrkildi Kenan, gözleri iri bir şekil alırken Gaye, anlamayan gözlerle babasının suratını inceliyordu.
***
Arnavutköy/Yazgan Site…
Mestan’ın karşısında duran Kemik,
“Efendim, bir problemimiz var!” derken Mestan, koltuğunda kaykılarak doğruldu. Problem duymayı sevmiyordu, ne zaman Kemik veya bir adamı problem var diyerek karşısında durduysa, mutlaka başı ağrıyordu.
“Nedir problem?”
“Sabar aradı. Elindeki silahları, kendisine daha iyi ücret veren birine satacakmış.”
“Sabar iti, çok kurnaz bir tilkiden daha kurnazdır Kemik, hatta bütün tilkilere ders verebilecek biri! Seni arayıp söylemesi, bizim de ücreti arttırmamız içindir.”
“Bunu ben de fark ettim efendim! Ne yapabiliriz?”
“Kime satacakmış, onu söyledi mi?”
“Söylemedi efendim! Yalnız silah işlerinden anlamadığı kesin! Bizim verdiğimiz fiyatın iki mislini veriyor. O ucuz silahlara bu kadar fiyat biçmesi, aklımı kurcaladı.”
“Bizim verdiğimiz fiyatın iki misli mi? Bu alıcı kimmiş, hemen bir öğren Kemik! Belli ki gizli kapaklı bir iş dönüyor.”
“Peki efendim!”
Yavaşça ayağa kalkan Mestan, adamına doğru birkaç adım atarken:
“Sabar nerde kalıyor?” diye sordu.
“Taksim’de, bir otelde kalıyor efendim!”
“Güzel! En iyisi ben bir ziyaret edeyim!” diyen Mestan, adamına bakıp göz kırptıktan sonra kapıya doğru adımlarını sürdü.
***
“Eğer bu adam ortaya çıktıysa, mutlaka büyük gürültü kopacak demektir evlat!” diyen Hamdi, odasında volta atarken Kenan’a cevap hakkı vermişti. Kenan, bir noktada ayakta durmuş bir şekilde:
“Zaten ne zaman kopmadı ki? Gürültüyü ya bastırırız ya da bastıracak daha gür bir gürültü koparmaya çalışacağız efendim!” dedikten sonra:
“Yediler nedir efendim? Kimdir ya da?” diye sordu. Hamdi, onun karşısında durduğunda sıkıntıyla derin bir nefes aldı. Bir eli cebine giderken gözleri, Kenan’ın yüz hatlarında gezindi.
“Aslında nişandan sonra sana anlatacaktım ama şimdi de olur. Yediler, yedi kişiden oluşan bir gruptur. Son altısını herkes bilir. Ama bir numara, daima kayıptır. O son altısı bile bir numarayı bilmez! Sırdan biridir. Kurul, Şebeke ve Çete diye üç ana oluşumu idame etmektedirler.”
Kenan’ın gözleri kısıldı.
“Kurul size bağlı, onu biliyorum! Şebeke ne?”
“Şebeke, devlet içinde kümelenmiş gizli ve gizemli bir yapılanmadır. Paralel devlet yapılanması gibi! Ama bunların işi, sadece devletin hazine görevlerinde yer almak! Hazineye eklenen meblağın bir parçası, Yediler’e transfer edilir. Siyasetten akademiye, her yerde Şebeke’den birileri vardır. Hatta uluslararası sahalarda bile mevcut olanlar var.”
Kenan duyduklarına inanamıyordu. Neler duyuyordu böyle? Devlet içinde kümelenmiş gizli bir yapı daha vardı. Hani temizledik demişlerdi, hani devlet safi temiz oldu demişlerdi? Bu duydukları da neydi şimdi? Zor bela derin bir nefes alırken Hamdi’nin devam etmesiyle durup ona adapte oldu.
“Çete; eski devir kabadayılarına özenenler grubu dediğim bir grup işte! Kendilerine has raconları, örf ve adetleri olan bunlar, sokaktaki serseri ve ayak takımlarına ayar vermek için oluşmuş bir topluluktur.”
“Yani bu Yediler, çok amaçlı bir çalışma yürütüyor, öyle mi?”
“Öyle!” diyen Hamdi, koltuğuna doğru yürürken Kenan, düşmemek için kendisini zor ayakta tutuyordu. İçinde beliren ürperti, tüylerine diken muamelesi yaparken Hamdi’nin:
“Daha da kolları vardır, benim bildiğim bunlardan ibaret Kenan!” demesiyle derin bir nefes aldı.
“Arkası derin… baya derin… baya…” diye sayıklayan Kenan, kendini zor bela Hamdi’nin karşısındaki koltuğa bıraktı.
“İstemihan’la görüşmek için can atıyorum evlat! İlk defa bana görünecek!” diyen Hamdi, Kenan’ın kaşlarını çatarak:
“Sizi yalnız bırakamam!” demesiyle:
“Zaten sen de geleceksin Kenan, merak etme!” deyince Kenan, hafifçe başını salladı. Nedense aklına takıldı ve direk diline döküldü.
“Peki bu Şebeke ve Çete’nin liderleri kim?”
“Şebeke’nin liderini bilmem de, Çete’nin liderini iyi bilirim!”
Kenan gözlerini kısarken Hamdi:
“Paşa lakaplı, sadist, gaddar ve kural bilmez adamın teki!” deyince Kenan, sanki daha önce bu isme, lakaba rastladığını hissetmiş ki derin bir nefes aldı. Gözlerini birkaç saniye yumarken, Hamdi’nin bakışlarına aldırmadan aklını kurcaladı. Bir ara organize şubede adı geçmişti. Bir mahalle serserisi diye kimse önemsememişti. Ama şimdi onun da ardı karanlık çıkmıştı. Bunu Musa’ya anlatmalıydı.
“Haber gelir gelmez, çıkmalıyız Kenan!” diyen Hamdi, onu kendine getirmişti. Başını sallayarak:
“Nasıl istersen Pars?” dedi sayıklarcasına.
***
Cem, Dildar’dan izin almış ve daha sonra da Nazan’ı da arayarak Dildar’ı Simay’la bırakarak oradan ayrılmıştı. Kızlar da okuldan çıkmış, bir kafede takıldıktan sonra kendilerini sinemaya atmışlardı. Filmin arasında, sinema salonunun kafesinde karşılıklı oturmuşlardı. Dildar, nedense içinden geldiği için:
“Anneni hiç gördün mü?” diye sorunca Simay, birkaç saniye duraksamıştı.
“Resimlerini gördüm, fotoğraf karelerinden biliyorum. Kaşını gözünü, şeklini şimalini resimlerden ezber ettim. Kokusuna hasret, sesine hasret büyüdüğüm kadının sadece kâğıtlarda gördüm bakışlarını; gülüşlerini oradan yakaladım. Ama sevdim Dildar, fotoğraf da olsa, basit bir kâğıt parçası da olsa, ben annemi çok sevdim.”
“Seni anlayamıyorum, çünkü benim annem sağ ve ondan ayrı düştüm de ama seni anlamak zor!”
“Yaşamayan anlamaz, umarım sen bu acıyı yaşamazsın!”
“Biliyor musun? Anneme senden bahsettim, merak etti! İster misin, sizi tanıştırayım?”
“Olur.”
“Hatta filmden sonra…” diyen Dildar, görevlinin:
“Film başlıyor!” diye seslenmesiyle lafı yarıda kaldı. İkisi ayaklanırken Simay, nedense içine dolan ürpertiyle sarhoş gibi gözleri buğulandı ve arkadaşının peşinden yürüdü. Attığı her adımda Simay, boğazını sıkan sıkıntıyla derin nefesler alıyor ama geçmek bilmiyordu.
***
Taksim’de bir otel…
Asansörden çıkan Mestan, yanında Kemik’le birlikte koridorda ilerlerken Kemik, kısık gözlerle kameralara yan bakıyor ve adımlarını, patronuna uyduruyordu. Bir kapının önünde durduklarında, kapının önündeki adamın kapıyı açarak:
“Sabar sizi bekliyor!” demesiyle Mestan, Kemik’e dönüp sen burada kal dercesine göz süzdü. Kemik başını sallarken Mestan, suratında ince bir tebessümle içeri girdi. Kapıdaki adam, kapıyı çekip önünde durdu.
“Hoş geldiniz Mestan Bey!” diyerek yer gösteren kilolu ve kel kafalı adam, ceketini düzelterek onun karşısına oturdu.
“Hoş bulmak isterdim, çok isterdim ama Sabar, gel gör ki sen hoş görmek, bana biraz ağır geldi.”
“Ben ticaret adamıyım, kâr nerdeyse oraya yönelirim.”
“Kâr, verdiğin sözü bozacaksa bu hiç hoş olmaz; hele de söz verdiğin fiyattan daha yüksek fiyat duyunca, o sözünü çiğnersen, ticarete halel getirmiş olursun!”
“Söz uçar, yazı kalır Mestan Bey! Sizinle herhangi bir evrak imzalamadım. Bu yüzden verilen sözün hükmü, kârın peyda olmasıyla düşer.”
“Sözünü satan adamın satıcı ve satılık olduğu, cümle tüccarların malumudur. Ben buraya, sözünü satın alan kişiyi öğrenmeye geldim. Bana onu söyle! Kim seni sözünü aldı?”
“Ben…” diye duyulan ses, ortama bomba gibi düştü. Sabar da ayağa fırlarken Payidar, yanında Rıfat’la içeri girince Mestan, oturduğu koltuğun kenarını sımsıkı tuttu ve iri gözleriyle Payidar’a baktı. Bir noktada duran Payidar, geride duran Rıfat’ın bakışları arasında:
“Silahları ben satın aldım, Mestan Yazgan!” deyince Mestan, yavaşça ayağa kalktı.
“Ne yapacaksın silahları? Karıya kıza mı sıkacaksın?”
Kemik, hemen Rıfat’ın çaprazında durmuştu. Aniden koridorda beliren Rıfat’ı görünce silahına sarılmış ama Payidar’ın kalkan elini görünce duraksamıştı. İkisi içeri girerken o da peşlerinden girmişti. Şimdi patronunun yüzüne bakamıyordu. Ama Mestan, onu suçlamak yerine Payidar’a adapte olmuştu. Payidar, ona doğru bir iki adım daha attıktan sonra:
“Karıya kıza musallat olan ite köpeğe sıkacağım!” deyince Mestan, burnundan soluyarak onun gözlerinin içine baktı.
“Derdin ne senin?”
“Derdim, sana bir şekilde ulaşmaktı Mestan! Ulaştım, bunu başardım.”
“Güzel, boyun uzadı mı bari?”
“Nerden çıktın lan sen?” diye dişlerinin arasından tıslayarak soran Payidar, aniden elini beline götüren Kemik’i umursamadan bir adım daha atıp iyice Mestan’ın burnunun dibinde durdu. Rıfat’ın eli de belindeydi. Her an silahlar çekilecek, ateşler edilecek ve kanlar dökülecekti. Öyle bir hava vardı ama Mestan, sakinliğini koruyarak:
“Beni gömdüğün yerden çıktım Payidar, küllerimden yeniden doğdum. Hem de öyle böyle değil! Dünyayı başına yıkmaya geldim, seni kendi içine mahkum etmeye geldim Payidar! Şimdi sıra bende!” deyince Payidar, bir kaşı havada:
“Senin yüzünden, en sevdiğim kadını öldürdüm. Onu dara çektim. Yaktım. Kızımı annesiz, kendimi Nazansız bıraktım! Sen nasıl kurtuldun oradan? Niçin kurtuldun lan?” diye tıslayarak sordu.
“Senin için kurtuldum Payidar, böyle karşına dikilmek için! Sana rahat yok! Benim olduğum yerde, sana rahat yok!”
“Bu yüzden mi Kurul’a girdin?”
“Aynen, bu yüzden girdim. İkimizden biri ölene dek, sana rahat yok!”
“Sana da yok!”
“Ben rahatım Payidar!” diye fısıldayan Mestan, dişlerini sıkarak:
“Oraya tıktığın gün de rahattım, çıktığım gün de rahat oldum, şimdi de rahatım! Sen rahatına bak!” dedi.
“Kurul’dan çıkacaksın, ben de yoluna çıkmayacağım!”
“Yoksa…” diyerek sırıtan Mestan, suratına sert bir ifade yerleştirip:
“Beni gene mahzenlere mi tıkacaksın?” diye sordu.
“Kabre koyacağım.”
“Sen beni kabre koyana kadar…” diyerek bir gözünü Kemik’e diken Mestan, Rıfat’a da bir bakış attıktan sonra:
“…ben senin Fatiha’nı okumuş olurum!” der demez Payidar, yumruklarını sıkarak:
“Amin diyemeden, salanı duyarsın!” deyince Mestan, başını salladı.
“Göreceğiz!” diyen Mestan, gözlerini kırpmadan Payidar’ın gözlerinin içine bakarken Sabar, ortamdaki sert havayı görmezden gelerek:
“Beyler, birkaç silah için mi bu kadar caz yaptınız?” diye araya girince Mestan, yan gözlerle ona baktı.
“Anlayana sivrisinek saz, anlamayana bu raconlar caz gelir.”
Payidar bir şey demeden Rıfat’a döndü.
“Sabar’ın fiyatını, bir misli verin de silahları alalım!”
Sabar gülümserken Mestan, bir şey demeden Kemik’e bakıp başını salladı. Onlar çıkarken Payidar, koltuğa çökerek yüzüne gülümseyen bir ifade takmıştı. Sabar’ın neler söylediği umurunda bile değildi. Silahlarını methediyor, övüyor ve cilalıyordu. Ama Payidar’ın aklı, koridorda ilerleyen Mestan’daydı. Ona ağır bir racon kesmiş ve resmen üstüne beton dökmüştü. Gülümseyerek önüne bakarken Sabar’ın sesiyle bakışlarını ona çevirdi.
“Anladık lan, bir sus!”
Otelin otopark kısmında, kendi arabasına doğru ilerlerken:
“Sabar’ın fişini çekin, ikinci partiyi satamazsın!” diye talimatını veren Mestan, kapıyı açan Kemik’in:
“Ama onunla işimiz bitmedi daha!” demesiyle tam arabaya binecekken durdu ve adamına baktı.
“Benim bitti, senin bitmediyse, adam orada!”
Kemik, mahcup bir şekilde:
“Anlaşıldı efendim!” deyince Mestan, araca bindi ve Kemik, kapıyı kapatarak şoför mahalline geçti.
***
Emirgan civarında, oldukça renkli ve sosyetik bir sokakta arabasını park eden Cem, giderek ikindiyi devirip akşama meyleden havanın daha da buz olmasıyla montuna sımsıkı sarılarak arabadan indi. Etrafına bakınarak aracın kapılarını kitlerken, sokakta ısınmaya çalışan bir kedinin aracın altına girmesiyle endişelendi. Eğildi.
“Gel pisi pisi, gel pisi pisi!”
Kedinin süzülerek ona gelmesiyle, ürkütmeden kediyi kucağına aldı ve tüylerini severek adımlarını sokakta konuşturdu.
“Evladım, benim Nino’yu gördün mü?” diye soran yaşlı bir kadın, burnunun ucundaki gözlüklerini düzeltirken Cem, kucağındaki kediyi sımsıkı tutarak:
“Nino mu?” diye soruyla karşılık verdi.
“Kucağındaymış işte! Benim kedim o, evden kaçmış!”
“Yolunu kaybetmiş olmalı! Az kalsın donuyordu teyze! Arabamın altına girdi. Çıkarıp eve götürecektim ama sizinse, buyurun!”
Yaşlı kadın, uzatılan kediyi kucağına alıp bağrına basarken Cem, tebessüm ederek:
“Bir daha kaybetmeyin!” dedi.
“Tamam evladım, sağ ol!” diyerek evinin yolunu tutan kadın, Cem’i azat etmişti. Hızla yoluna devam eden Cem, başka bir sokağa girdi ve adımlarını sıklaştırdı.
Bir apartmana giren Cem, arkasına dönüp baktı ve etrafı kolaçan ettikten sonra kapıyı kapattı. Asansöre yönelirken sayacının oynadığını görünce, aşağı gelen asansörü beklemeye başladı. Açılan kapıdan inen bir kadın, Cem’in yanağından bir makas alıp öpücük attıktan sonra kırıtarak kapıya doğru yürürken Cem, ağzı açık bir şekilde onun arkasından baktı. Uzun boylu, mini etekli ve oldukça açık kadının arkasından gözlerini alıp asansöre bindi. Dördüncü katın düğmesine bastıktan sonra ellerini ceplerine yerleştirdi.
Dördüncü katta asansörden çıkarken koridora göz gezdirdi. Kimseler yoktu, karşıki sarı kapılı daireye yönelirken merdivenlerden aşağıya ve yukarıya bakmayı da ihmal etmeden çelikten sarı kapının önünde durdu. Zile basarken de temkinli davranıyor, iki de bir etrafa bakışlar atıyordu.
“Kim o?”
“Benim, Paşa!”
Birkaç saniye bir duraksama oldu. Kapının açılmasını, suratında ince bir tebessümle izleyen Cem, karşısında uzun boylu, buğday benizli ve çakıl gözlü kendiyle yaşıt adamı görünce tebessümünü genişletti.
“Nerdesin lan sen?”
“Kayıplardayım Paşa!”
“Geç içeri de, alayım bir ifadeni!” diyerek yol gösteren Paşa, gülümseyerek içeri giren Cem’in arkasını kontrol ettikten sonra kapıyı kapattı.
“İşte durum böyle!” diyen Cem, ona her şeyi anlatmıştı; Nazan’dan, Mestan’dan, Payidar’dan ve kızlardan bahsettikten sonra:
“Şimdi de Feray kayıp!” diye lafını bitirmişti.
“Kim lan bu Feray? Manitan mı?”
“Eski bir ahbap, diyelim! İntihar ettiği söyleniyor. Ama ben inanmıyorum. Bu Payidar, kesin ona bir zarar vermiştir.”
“Derdi ne peki? Neden kıza zarar versin ki?”
“Feray neden intihar etsin ki? Kız, Payidar’larla haşır neşir olduktan sonra intihar ediyor, daha doğrusu intihar ettiği söyleniyor. Senden bunu araştırmanı istiyorum.”
“Az önce bir kadın buradaydı. Payidar’ın sermayelerinden biri! Tonguç getirdi.”
“Tonguç mu? Bu Tonguç denen pezo, mutlaka bir şey bilir. Nerde bulabilirim onu?”
Gülümseyen Paşa, ayağa kalkarken:
“Acı bir kahveye ne dersin?” diye sordu.
“Eyvallah derim, eyvallah!” diyen Cem, mutfağa yönelen Paşa’nın arkasından baktı.
***
Telefonu masaya bırakan Hamdi, Kenan’ın meraklı gözlerine bakarak derin bir nefes aldı. Beklediği haber gelmişti. İstemihan denilen adam aramış ve ona bir adres vermişti. Orada kendisini bekliyordu. Kenan, Hamdi’nin telefonla konuşup kaşlarını çattığını görünce beklediği haberin geldiğini anlamış olsa da, gene de sordu.
“Beklediğiniz haber geldi mi?”
“Geldi, evlat! Derhal çıkalım!” diyerek ayağa kalkan Hamdi, Kenan’a doğru yürürken:
“Başımız ağrıyacak gibi!” deyince Kenan, tebessüm ederek:
“Ağrıkesici alırız Pars, sıkıntı yok!” dedi.
“Migren tutmasa iyi!” diye fısıldayarak Kenan’ın yanından geçti Hamdi.
***
Milli Haberalma Servisi…
Masasında duran Nisa’nın fotoğrafına bakıyordu Musa; gideli daha çok olmamış, hasreti erken bastıran fırtına gibi yüreğini istila etmişti. Onunla yaşayamadığı günlere yanıyordu; birlikte geçiremediği zamanlara acıyordu, beraber geçirmediği vakitlere üzülüyordu ama elden bir şey gelmiyordu. Giden gitmiş, dönemeyeceği yerlere iltica etmişti. Geçmişinden kareler belirdi Musa’nın gözlerinde.
Tam her şeye bir nokta koyup Nisa’sına gidecekken Nezaket’in ölümüyle afallamıştı; kız kardeşinin ölmesi, onunla Nisa arasına giren uçurumların peyda olmasını sağlamıştı ama Musa, yine sevdasından vazgeçmemişti. Nezaket’in intikamını alır almaz, tekrar kadınına gitmek için niyetlenmiş ama bu sefer de ülkede kol gezen şehit haberleri, ona dur demişti. Şırnak görevi gelince de Nisa’yla arasına zamanlar, mekanlar ve aşılmaz yollar girmişti.
Şırnak görevi bitince de hükümet, kurduğu bu servise onu getirtmişti. Yine başı kalabalık, kafası dumanlı ve içinde bir Nisa’yla uğraşıp didinmeye başlamıştı. İşte hep ertelenme, sonraya tehir etme ve askıya alma, onları birbirlerinden ebediyen ayırmıştı. Ne Nisa evlenmiş ne kendisi birini sevmişti. İkisi de birbirlerini bekleyerek yalnızlığa iman etmişlerdi.
İçeri giren Kaytan’ı fark etmek istemedi, endişeli ve telaşlı halini es geçti Musa; sabahtan beri cenaze işleriyle uğraşmıştı, kafası allak bullak olmuştu ve Musa, Mamoste’yi bulmak için nerdeyse umudunu yitirmek üzereydi.
“Hastanedeki yaralılardan biri ölmüş, diğeri hâlâ komada!” diyen Kaytan, Musa’nın karşısındaki koltuğa otururken lafını sarf etmişti. Musa, dalgın gözlerini ona çevirdi.
“Diğeri yaşasa ne olur? Bize o şerefsizi verir mi sanıyorsun?”
“Bizimki de bir umut işte be reis!”
“Umut…” diye sayıkladı Musa, sırtını koltuğa yaslarken:
“Umudu da şehitlerle birlikte gömdük kaytan bıyıklı, Nisa’yla birlikte gömdük işte!” diye ekledi.
“Allah’ın rahmetinden asla umudunuzu kesmeyiniz, diye buyuruyor Allah! Pes edeceksen, bırakacaksan ve kaybolup gideceksen sana reis demeyelim, olur mu?”
Ayağa kalktı Musa, onun sorusunu boş bırakıp derin bir nefes aldı.
“Ben bir hava alıp geleceğim!”
“Alacağın hava, sana umut olsun reis!” diye arkasından fısıldamakla yetinmişti Kaytan.
***
Çantası kolunda, üstünde kalın bir mont ve baya sıkı giyinmiş bir halde Gaye, merdivenlerden aşağı inerken Afra’yla karşılaştı. Afra, elinde temizlik beziyle olduğu yerde durup onu radara aldı. Gaye, giydiği siyah botlarla merdivenin basamaklarına eziyet edercesine takur tukur inince Afra, elindeki bezi eteğinin ucuna yerleştirdi.
“Nereye gidiyorsunuz?”
“Annemin mezarına… Kaç zamandır uğramıyorum, bir bakayım hele!”
“Ben de gelebilir miyim?”
“Ha yok, senin işlerin var. Ben bir çırpıda gider, hemencecik dönerim!”
“Babanız sorarsa?”
“Aynısını söylersin!” diyerek gülümseyen ve göz kırpan Gaye, onun yanından geçerken Afra, bir şey demeden arkasından baktı.
***
Arnavutköy/Yazgan Site…
Mestan daha gelmemişti; oraya buraya koşturup duran hizmetçiler, temizlik ve yemek işleriyle uğraşırken Nazan’ın da ortalıklarda görünmemesi, sessizliği kat be kat artırmıştı.
Mutfaktaydı Cem, hizmetçinin önüne bıraktığı yemekleri yerken aklı fikri Dildar’daydı. Az önce aramış ve nerde olduğunu sormuştu. Eve doğru gelmekte olduğunu öğrenince rahatlamış, sakince beklemeye geçmişti.
“Nazan Abla nerde?” diye soran Cem, hizmetçinin:
“Odasında, dinleniyordu. Öğlen yemeğini de yemedi. Hasta mı acaba?” demesiyle:
“Karışma, rahatsız etme şimdilik!” dedi.
“Ben de bundan çekiniyorum işte! Mestan Bey gelip onun hasta olduğunu öğrenirse, hepimize ağır bir fatura keser.”
“Hasta falan değildir ya, beni de korkutma!”
Duyulan araba sesi, Cem’i ayağa kaldırttı. Mestan gelmiştir diye düşünürken üstüne başına çekidüzen vererek kapıya yöneldi. Hizmetçi kadın, son anda arkasından seslendi.
“Dudak kenarlarını sil, mayonez olmuş hep!”
Cem, geri dönüp masadaki bezlerden birini alıp dudaklarına sürerek temizledikten sonra:
“Tamam mı?” diyerek sordu.
“Temizlendi, tamam!”
Cem, ceketini düzeltip kapıya tekrar yürüdü. Kapıdan çıkarken, o sırada merdivenlerde ayak seslerini işitti. Kesin abla diye bildiği Nazan aşağı iniyordu. Daha bir hürmetle beklerken evin kapısı açıldı. Dildar önde, arkada Simay içeri girince Cem, olduğu yerde dimdik durdu. Gözlerinin iri bir hal alması, göz etrafındaki etlerin sertleşmesine neden olmuştu. Nutku kesilmiş, beti benzi sararmış bir halde ağzı da açık kalmıştı. Bunu gören Dildar,
“Ne oldu be öcü mü gördün? Alt tarafı Simay bize misafirliğe geldi ya!” deyince Simay ismi, otomatik olarak merdivenlerin başında duran ve aşağı inmekle inmemek arasında mekik dokuyan Nazan’a da ulaşmıştı. O da yerinde kalakalmıştı. Dildar önde yürüyerek Simay’a evi tarif ediyordu. Cem, göz ucuyla Nazan’a dönüp baktı. Eli göğsünün üstünde, rengi atmış bir şekilde yerinde kalakalmıştı. Simay yürürken önündeki aynaya gözleri takıldı. Birden o da yerinde durdu. Aynanın yansıması, merdivenlerde duran Nazan’ı gösterirken Simay, bedenini sarmalayan buzdan bir kütleyle ürperdi. Aynadan gözlerini alamıyordu Simay, Nazan’ın yüzünde bakışlarını gezdiriyordu. Nazan da ona bakıyor, nemli gözlerle süzüyordu.
“Ne oldu?” diye sorarak yanında duran Dildar, aynadaki yansımadan annesini görünce şaşırdı. Arkasına dönerek:
“Anne, ne duruyorsun orada? Bak arkadaşım Simay geldi, hep merak ediyordun ben de bize getirdim işte!” deyince Simay, yavaşça arkasına dönmeye çalıştı. Gördüklerinin halisülasyon olmasını diledi. Öbür türlüsü açıklanamazdı. Tam döndüğünde, olduğu yerde annesi Nazan duruyordu.
“Ama…” diye ağlamaklı bir şekilde sayıklarken gözleri yaşardı, bedenini bir titreme sardı ve bakışları kayıp Dildar’da kitlendi. Dildar, anlamadığı bir şekilde ona bakarken Simay, tekrar bakışlarını annesi Nazan’a çevirdi. Nazan’ın gözlerinden yaşlar süzülürken Cem, istifini ve duruşunu bozmadan ikisini izliyordu.
***
Arabasını mezarlığın kapısının önünde durdurdu Gaye, emniyet kemerini çözerek yan koltuktaki çantasını aldı ve dikiz aynasından kendisine bakarak kafasına geçirdiği siyah örtüyü kontrol etti. Saçlarını tamamen sarmış ve türbanlıymış gibi izlenim vermişti. Kapıyı açınca onu ilk karşılayan soğuk bir hava oldu. İndikten sonra üstünü başını düzeltti ve şemsiyesini açarak yağmurlardan korunmaya çalıştı. Adımlarını yavaşça atarak mezarlığa girdi.
Kız kardeşi Nezaket’in mezarının başındaydı Musa, elindeki Yasin’i sımsıkı tutarak ayetleri fısıldarken duyduğu ayak sesleriyle suratına bir tebessüm indi. Sandı ki Kaytan, onu yalnız bırakmamak için onu takip etmişti. Ama duyduğu sesle, elindeki Yasin titremeye başladı.
“Siz kimsiniz? Annemin mezarının başında ne yapıyorsunuz?”
Kaldığı ayeti kafasında not ettikten sonra kapağını kapattı. Cebe sığabilen Yasin’i cebine koyarken derin bir iç çekti. Suratına yerleşen bir tebessüm, onun rahat olduğunu gösteriyordu. Yavaşça Gaye’ye dönerken Gaye, birden gördüğü tanıdık yüzle irkildi.
“A, siz osunuz?”
Başını salladı Musa, tebessüm ederek:
“Asayiş Şube Musa Uzun ben!” deyince Gaye, gözleri kısık bir şekilde onun suratını inceledi.
“Musa Uzun mu?”
Birden aklına bir şeyler geldi; zamanında annesiyle ilgili bilgiler toplamıştı Gaye, annesinin kim olduğunu, nereli olduğunu ve kimlerden olduğunu araştırmış ve annesinin kızlık soyadının ‘Uzun’ olduğunu öğrenmişti. Bu bilgi, hızla tazelenmiş bir şekilde hizmete sunulurken Musa, ellerini ceplerine koyarak:
“Kardeşimi ziyarete geldim kızım!” der demez Gaye, yutkunarak bakışlarını annesinin mezar taşına çevirdi. Nezaket Çeliker ismini içinden okuduktan sonra:
“Siz benim…” dedi ve sustu. Başını salladı Musa.
“Ben senin dayınım kızım!”
Çenesi titredi Gaye’nin, dudağı kıvrıldı ve gözleri yeşerdi. Boğazına bağdaş kuran sıkıntı, yutkunmalarla geçmek bilmezken Musa, bakışlarını ondan kaçırıp tekrar onun yüzüne baktı.
“Ben senin dayınım…”
***
Riva istikametinde, yeşillik ve sığ ağaçlarla dolu bir alana gelmişlerdi; burası bir yazlığı andırıyordu, tek katlı ve hafif büyük sarı kiremitli evin etrafını ören kırmızı tuğlalı duvarlar, hoş bir görüntü sağlarken avludaki birkaç adamın gezinip durması, tamamen tedbir amaçlıydı. Evin çatısındaki uydu anteninin üstüne tünemiş olan birkaç kuş, ilerden beliren arabaya bakarak kısık seslerle şarkılar mırıldanırken adamlardan biri, hemen eve doğru yürüyerek gelenleri haber vermek için havadis oldu.
“Bu adam beni öldürse bile…” diyerek lafa giren Hamdi, direksiyona adapte olup gözlerini evden ayırmayan Kenan’a dönerek:
“Sakın bir şey yapma!” deyince Kenan, kaşları çatık bir şekilde ona döndü.
“Neden?”
“Beni o seçti, beni o indirir ancak!”
“Ama Pars, buna nasıl razı olurum?”
“Eğer razı olursan, seni ve Gaye’yi rahat bırakırlar ve hatta Kenan, Kurul’un başına seni bile getirebilirler.”
“Elim varmaz Pars, bunu benden isteme!”
Gözlerini irileştirdi Hamdi, araç eve yaklaşırken lafını tısladı.
“Yapacaksın, bu bir emirdir Kenan! Gaye için, kendin için ve geleceğiniz için bunu yapmak zorundasın!”
Kenan bir şey diyemedi, gözleri demir kapıyı açan adamlardayken vitesi boşa alarak aracın yavaşlamasını sağladı. Hamdi, içini kuşatan sıkıntıyla derin bir nefes alarak gözlerini etrafta gezdirdi. Uzaktan sakin görünen yer, onlar gelince nedense bir şenlenmişti. Kenan, aracı boş bir yere park ederken Hamdi, üstünü başını düzeltiyordu.
“Size bir şey olursa, kızınıza hesap veremem Pars!”
Gülümsedi Hamdi, bir şey demeden kapıyı açarak araçtan indi. Kenan da inerken birkaç adam, onların önünü kesti. Aramak için işe koyulan adamlar, ikisini sıkı sıkıya aradıktan sonra yol gösterdiler.
Hamdi içeri girerken kapıdaki adam, Kenan’a dur manasında elini kaldırdı. Hamdi, Kenan’a bakıp başını sallayınca Kenan, dışarıda durup adamların suratlarına birer ikişer baktı.
“Bünyamin nasıl öldü?”
Ortama doluşan kalın ses, Hamdi’yi bir noktada durdurmuştu; konunun ölen adamıyla ne alakası vardı ki? Ellerini önünde bağlarken:
“Hasmı peyda oldu, onu öldürdü. Bir yere çağırmışlar, Bünyamin de bana ve kızıma zarar gelmesin diye tek başına…” dedi ama aynı ses:
“Yani sürüden ayrılanı kurt kaptı, öyle mi Hamdi’m?” diye sorarak onun lafını kesti. Hamdi, onaylayan bir baş sallama yolladı.
“Ben neden buradayım, sen neden karşımdasın?”
Suratında tarihin nakışları, yılların ördüğü nakışları sıralar halinde taşıyan gök gözlü ve bembeyaz saçlı adam, kafasındaki külah şeklindeki siyah şapkayla Hamdi’nin gözlerine hitap ederken Hamdi, adamın üstündeki siyah beyaz ve irili ufaklı çizgilerle bezenmiş takım elbiseyi ve beyaz gömleği dikkatle süzdükten sonra:
“Hasıl olanlar, tasarrufum dışıdır efendim!” deyince adamın kırışık çehresinde bir tebessüm belirdi.
“Eğer mutasarrıf değilsen, o koltuğu neden meşgul ediyorsun?”
“Çabalıyorum. Siz demiştiniz ya efendim! Mutasarrıf olmak için, gayret elzemdir.”
“Gayretin, ona buna hüküm verip dağı taşı inletmek mi Hamdi’m? Buna gayret denmez, esaretten azat olmak için debelenmektir. İkisini birbirine karıştırma!”
Hamdi, içerde bir adamın daha olduğunu görmüştü. Hemen arkaya düşüyordu. Gözlerini kırpmadan yaşlı adama bakıyordu. Yaşlı adam, yerinde dikeldi.
“Yediler muhafazakârdır, müsamahakârdır ama asla isyankâr olanı affetmez!”
“Ben isyankâr değilim, itaatim daima vakidir. Bu sizin de malumunuzdur efendim!”
“Artık bana malum olan, namalumdan başkası değildir.”
Adamın kalkan eli, Hamdi’nin arkasındaki adamı harekete geçirmişti. Hamdi yerinde sabit durdu; ne arkasına dönüp baktı, ne kendisini muhafaza etmek için bir şey yaptı ne de tek bir hareket belirtisi gösterdi. Hamdi’nin arkasındaki adam, silahını sıyırıp namluyu Hamdi’nin ensesine dayadı.
“Senin bir hükmün varsa…” diyen yaşlı adam, Hamdi’nin arkasındaki adamdan gözlerini ayırmadan, dişlerinin arasından tısladı.
“…benim bin hükmüm var.”
Kenan’ın duyduğu silah sesi, uydu antenine tünemiş kuşların ödlerini patlatıp havalara uçururken dışarıdaki adamlar, hızla silahlarını Kenan’a doğrulttu. Ne içeri girebiliyordu Kenan, ne elinden bir şey geliyordu. Öylece etrafına bakınıp dururken kendisine doğrultulmuş namlular, onun nazarlarına takılıp duruyordu.
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top