"Terbiyeci"

"İndir silahını da, öyle konuşalım!" diyen Kenan, adamın ikna olması için gözlerini kısarak:

"Arkadaşına da söyle, bir halt yemesin!" diye tısladı. Adam, gülümseyerek:

"Zorluk çıkarma, bizimle geleceksiniz!" dedi.

"Geleceğim ama yalnız ben geleceğim! Kadının gelmesine gerek yok!" diyen Kenan, silahın kafasını tutup yavaşça aşağı doğru indirdi. Adam, ikna olmuşa benziyordu. Başını sallarken gözleri kısılıyordu.

Telefonunu çantasına katan Gaye, yanında duran Kenan'a ve onun yanındaki adama bakıp:

"Ne oluyor Kenan?" diye sordu. Kenan, kadının sakin olması için ellerinden tutup:

"Bir şey olduğu yok gülüm! Sen otele git, ben yarım saate kadar geleceğim! İnşaatla ilgili bir sorun çıktı, halletmem gerek!" deyince Gaye, pek yemese de yemiş gibi göründü ve:

"Oldu, dikkat et!" dedi. Kenan, başını salladı ve arkasında duran adama bakıp gidelim dercesine kapıyı işaret etti. İkisi giderken Gaye, onların arkasından bakıyordu ve Gaye'nin arkasında duran adam da onları takibe geçince Gaye, iyice bir işkillendi. Derin bir nefes alarak etrafına bakındı.

Arabaya bindiklerinde bir adam, Kenan'ın belindeki silahı aldı; Kenan, gülümseyerek etrafını incelerken araba, o sırada kapıdan çıkmakta olan Gaye'nin bakışları arasında hızla oradan uzaklaştı. Gaye, merkezin karşısındaki taksi durağına doğru ilerledi.

Ticari taksiye bindiği gibi:

"Şu aracı takip edin!" diyen Gaye, şoförün hareket edişini izledi. Şoför, dikiz aynasını düzeltip Gaye'yi biraz inceledikten sonra yola adapte oldu. Ticari taksiyle adamların arabası arasında başlayan takibat, ilçenin durgun çehresine ışıltı olarak yansımıştı. Dönemeçten dönen araba, ticari taksiden habersiz bir şekilde anayolda hızla ilerlerken Gaye, endişeli bir şekilde inşaatın aksine başka bir yöne ilerleyen araca bakıyordu. İçinde biriken endişe, telaş ve heyecan, ona bunu yaptırtmış ve Kenan'ın kızacağını bildiği halde bunu yapmaktan imtina bile etmemişti. Kenan'ı yalnız bırakamazdı, eğer bir sorun varsa beraber halledecek ve birlikte üstesinden geleceklerdi. Kendi kendine:

"Anca beraber kanca beraber!" diye sayıklarken şoförün:

"Efendim abla!" demesine aldırmadı ve gözlerini önündeki araçtan almadı. Şoför de üstelemedi ve önüne döndü. Adamların arabası önde, ticari taksi arkada takibat sürüyordu.

***

İSTANBUL

Maltepe...

Pervanesi, göğün perdelerini yırtarcasına dört dönerken sesi, bulutların kulaklarını tırmalarcasına esip gürlüyor ve kocaman gövdesi, yerçekimine ayar verircesine dalga geçiyordu. Açık olan kapısında duran adam, dockalı ve makinalı tüfeğin namlusunu yere doğrultmuş; kendisine hedef arayan gözlerle her tarafı izliyor ve kolaçan ediyordu. Taktığı güneş gözlükleri, onun göz rengini örtbas ederken etrafta kimselerin olmaması, nedense onun garibine gitmişti. Ekibin arabalarını görmüştü, her taraf sakin görünüyordu ve adam, elini kulağına götürüp:

"Kimse yok!" diye bilgi vermekten kendini alamadı. Şahin'in sesi:

"Nasıl yok lan?" diye duyulunca adam,

"Bas baya başkanım, kimse yok!" der demez bir sessizlik oldu. Adam, pilota bakıp etrafta dolan dercesine ve sanki çay bardağını karıştırırcasına bir el hareketi yaptı.

Kanasın namlusu, tahta kapının ortasındaki deliğinde yavaşça çıkarken dürbünün görebilmesi için de hazırlanan delikten siyah bir cisim peyda oldu. Parmağı tetikte duran Kaytan, suratındaki sinsi ifadeyle gülümsedi. Bütün ekip, o yıkık yapının içine girmişti. Çatısının olmasından dolayı ve camı penceresinin olmamasından dolayı avantajdaydılar. Herkes içerdeydi, Kaytan'ın hemen arkasındaydı Musa ve sabırla bekliyordu.

"Bizi arıyorlar reis!" diyen Kaytan, başını dürbünden kaldırmadan:

"Hello diyelim mi?" diye sordu.

"Deme Kaytan, bizi görmesinler! Mutlaka helikopter yalnız değildir. Çakallar da yakındır. Bekleyelim!"

Kaytan, başını dürbünden kaldırıp:

"Neyi bekliyoruz?" diye sordu. Musa, kolundaki saate bakarak:

"Çakallar gelsin hele!" dedi. Kaytan dürbüne eğilirken Emin'in sesi, Musa'nın kulaklarında:

"Çevrenizde bir hareketlilik var reis! Yalnız çok kalabalıklar! Oradan çıkmanız gerek!" diye duyuldu.

"Bekle Emin, bekle!"

Dürbünle etrafı izlemekte olan Şahin, kimsenin olmamasına bir anlam veremedi. Nereye gitmişti bunlar, nereye girmişti? Dürbünü indirdi. Araçları oradaydı, kimse görünmüyordu. Dürbünle baktı tekrar ve kulübeyi gördü. Birden gözleri parladı. Adamı Kürşat'a dönerek:

"Hilal şeklinde, şu kulübeyi çembere alalım Kürşat! Bizimkiler, kulübeye girmiş, çakal lan bunlar!" dedi. Kürşat, hemen denileni yapmak için harekete geçerken Şahin, elini kulağına götürüp helikopterdeki adama:

"Bizimkiler, şu kulübenin içine girmiş! Tepelerine in de ortaya çıksınlar!" diye durumu bildirirken bu sırada Musa, Kaytan'ın omzuna elini koymuş ve helikopter tam dönerken:

"Şimdi!" dedi. Kaytan, derin bir nefes alıp tetiğe basar basmaz namludaki mermi, onlarla vedalaşıp yola çıktı. Helikopter süzülürken mermi, rüzgârın da emriyle helikopterdeki adamın göğsüne saplandı. Adam, emniyet kemeri takmadığı için dockayla alakasını kesip kendini boşluğa bırakırken pilot, ne yapacağını şaşırdı ve dolanmaktan başka bir şey yapamadı. Şahin'in ağzı açık kalmış, gözleri irileşmiş ve ne diyeceğini bilmez bir şekilde kalakalmışken kulübeden çıkan ekip, aniden hücuma geçmişti. Musa'nın planı, kısmen işe yaramış ve ekip, biraz baskın bir şekilde atağa kalkmıştı.

Kaytan, kanasla aralarına dalmıştı; birini kafadan vururken birinin göğsüne ikramda bulunmuş, birini bacağından vururken Musa'nın yardımıyla da onu indirmişti. Her taraftan ateş ediliyordu. Tam etrafları çembere alınacakken ortaya çıkmışlar, onları hazırlık üstünde yakalayıp bir farkla atağa geçmişlerdi. Musa'nın indirdiği adam, arkasındaki Kürşat'ı tehlikeye düşürse de Kaytan, kanasın şarjörünü değiştirip mevzi tuttu. Ekibin her biri, bir yerde yüzükoyun yatarak mevzi tutmuştu. Musa, koşarak birini indirdikten sonra kendini yere attı, sağa doğru takla atarak birini daha vurdu ve birinin alnına mermiyi çakmak için sırt üstü uzanmış bir şekilde tetiğe basmak zorunda kaldı ama istediğini elde edip onu alnından vurdu. Şahin, yürüyerek ateş ediyor, gözünü daldan budaktan ayırmıyordu. Her nedense Çekiç, onların arasında değildi. Şahin, şarjörü boşalana dek ateş etti ve şarjördeki mermiler bitince de mevzi tutup şarjörü değiştirmeye çalıştı. Kaytan'ın amacı, Kürşat'ı düşürmekti; bunun için atağa kalkmış, üst üste ateş ederek mevzi değiştirmiş ve bir noktada kendini yere atıp avını kollamaya almıştı.

"Buraya kadar Şahin Nemirkan!" diye seslenen Musa, Şahin'in:

"Daha hiçbir şey bitmedi Musa Uzun!" demesiyle:

"Demek beni biliyorsun! O zaman sonunun geldiğini de biliyorsundur! Hasan'ın yanına gitmek için heveslenme, bugün isteğin yerine getirilecek!" deyince Şahin, bağırarak yerinden çıktı. Aynı anda Musa da çıktı. İkisi, birbirlerine üst üste ateş ederek adımlarını atarken Kaytan da yerinden çıkıp Kürşat'ı hedef alarak atağa geçmişti. Ama Musa, bacağından aldığı mermiyle yere düşerken Şahin, omzundan aldığı yarayla sarsılmıştı. Ekibin atağa geçmesi, koruma ateş açması, sırf Musa'yı cendereden kurtarmak içindi. Musa, düştüğü yerden ateş ederek Şahin'i indirmeye çalışıyordu. Şahin de inat ediyor, Musa'ya mermiler sıkıyor ama ne hikmetse hep ıskalıyordu. Kaytan, nihayet bir fırsatını buldu ve geri çekilmek için aklına bir oyun geldi. Tepelerinde gezinmekte olan helikoptere döndü. Namluyu ona doğrultunca Şahin, onun niyetini anladı. Adamlarına:

"Geri çekil!" diye bağırırken Kaytan, tetiğe bastı. O sırada ekipten biri, Musa'nın koluna girmişti. Musa, alnından vurulan pilotun helikopterle alakasını kestiğini görünce hızlandı. Helikopter, fişi çekilmiş gibi boşlukta savrulup dururken Musa, adamıyla birlikte zor bela yürüyordu. Kaytan, geldiği gibi Musa'yı sırtladı. Şahin, fırsatını kollamış ve elde etmişti. Musa açıktaydı, bunu kaçıramazdı. Hedefini indirmek için, kendini açığa çekti ve tetiğe bastı. Musa da aynı anda tetiğe bastı ve ikisinin silahlarından fırlayan mermiler, birbirlerinin yanlarından geçerken selam babında başlarını sallamış ve sahiplerini değiş tokuş etmişti. Şahin'in göğsüne saplanan mermi, onu sırtüstü düşürürken Musa'nın ensesine yakın bölmeye saplanan mermi, onun gözlerinin kararmasına neden olmuştu. O sırada ekipte bir gürültü koptu.

"Reis vuruldu, reis vuruldu!"

Kaytan yılmadı, onu sırtlamaktan vazgeçmedi ve ekibin koruma ateşiyle hızını arttırdı. Tepedeki helikopter, örgüt tarafına doğru kayarken ekip, düşüşün hızlanması için helikoptere de ateş ediyor ve hızla araçlara doğru gidiyorlardı. Şahin'i aralarına alıp kaldıran Kürşat ve bir adamı, hızla geri çekilirken helikopter, onların çaprazında ve onlara yakın bir yerde düştü. Büyük bir patlama, her yanı kuşattı; militanlardan birkaçının savrulup öteye beriye gitmesi, tozun dumanın göğe yükselmesi, alevleri her yanı sarması ve patlama üstüne patlama yaşanması, bilincinden feragat eden Şahin'i zerre etkilemiyordu. Toz duman kaplamıştı her yeri, adeta göz gözü görmüyor ve kulakların bile birbirlerinden haberi olmuyordu.

***

Şişli Etfal Hastanesi...

Elindeki çay bardağını Simay'a uzatan Rıfat, onun yanında durdu. Adamları kontrol etmek babında göz gezdiren Rıfat, Simay'ın hıçkırıklar içerisinde:

"Ne beladır ya, kurtulamadık gitti?" diye sayıklamasıyla:

"İmtihan bu Simay Hanım, elden bir şey gelmez!" deyince Simay, gözlerini ona dikerek:

"Ama yalnız bize mi?" diye sordu.

"Herkese... Bu dünyada, herkesin imtihanı farklıdır. Kimi malıyla, kimi canıyla, kimi sevdiğiyle kimi de kaderiyle... Bize düşen sabretmek, göğüs germek ve kabullenmektir. Asi olmak, karşı koymak ve başkaldırmak, kulun harcı değildir."

"İyi dersin, hoş dersin de Rıfat, sonu yok mudur?"

"Var. Her imtihanın sonu aynıdır. Ecel... O geldi mi, imtihan biter."

"Ya gelmesini beklemeyip biz çağırsak?"

"İşte o başkaldırmak, asi olmaktır Simay!"

"Simay!" diye duyulan Feray'ın sesiyle Simay, elindeki çay bardağını Rıfat'a uzattı. Arkadaşına sımsıkı sarılan Feray, onun sırtını sıvazlayıp:

"Çok geçmiş olsun, Allah şifalar versin!" dedi.

"Sağ ol canım, hoş geldin, iyi ki geldin!"

Rıfat'a bakan Feray, baş sallayıp selam verdikten sonra arkadaşına dönerek:

"Durumu nasıl?" diye sordu. Derin bir nefes alan Simay,

"Bekliyoruz işte, bakalım!" dedi.

"Ay inşallah kötü bir şey yoktur!" diyen Feray, arkadaşının koluna girip ona sokuldu. Bir nevi teselli gibi bir şeydi onlar için ve Simay, bir gözü Rıfat'ta arkadaşıyla konuşmaya çalışıyordu.

***

Tırın nereye gittiğini bilmiyorlardı. İkisi de çekyatlara uzanmış, açık olan televizyondan belgesel izlemeye dalmışlardı. Bir iki açıklama yapma ihtiyacı hisseden Kemik, yerinde doğrularak:

"Bak şimdi Cem!" dedi. Cem ona odaklanınca Kemik,

"Satıcı, asabi herifin tekidir. Fazla yüzgöz olmamak lazım! Alacağımız mal, dört kasadan ibaret! Onları alıp Türkiye'ye, direk Diyarbakır'a götüreceğiz!" dedi. Cem, gözlerini kısarak:

"Neden Diyarbakır?" diye sordu.

"Alıcı orada!"

"Kim alıcı?"

"Bir örgüt mensubu işte! Kurcalama orayı ve alacağımız paraya odaklan!"

"Örgütle iş yapmamız, riskli değil mi birader?"

"İş yapıyorsun birader, riski de olacak elbet!"

"Ne zaman İstanbul'a döneriz peki?"

"Biraz uzun sürecek!"

"Anladım! Yengeden izin falan almadım, sıkıntı olmaz herhalde!"

"Ağanın emridir birader, yengeye bakma sen!" diyen Kemik, yerine yayılırken Cem, içinde bir sıkıntıyla gözlerini televizyona dikti.

***

Arnavutköy/Yazgan Site...

"Benden izinsiz, habersiz nasıl böyle bir şey yaparsın Mestan? Ya o çocuğun başına bir şey gelirse? Ben onu korumak isterken sen, kalkıp onu Irak'a yolluyorsun! Olacak iş mi bu?" diye gürleyerek soran Nazan, kocasının karşısında resmen volta atarak hesap soruyordu. Mestan, sakin olmaya çalışarak:

"Yediği içtiğinin emeğini versin gülüm! Yayılıp kasılacağına, işe yarasın dedim!" deyince Nazan, öfkeyle:

"Ücretini ben verirdim, bana sorman gerekirdi. Yaptığın hata, kabul et!" diye çıkıştı.

"Bu Cem dediğin herif, kızımıza musallat olmuş haberin yok! İkide bir yanında bitiyor ve kızı korkutuyormuş! Ben de uzaklaşsın dedim!"

"Sen var ya Mestan, var ya!" deyip yumruklarını sıkan Nazan, derin bir nefes alıp:

"Kızımı Cem'e veririm belki! Ondan iyi damat mı olur?" deyince Mestan, aniden:

"Saçmalama!" diyerek ayağa fırladı ve:

"Ne olduğu belli olmayan birine mi vereceksin kızını?" dedi.

"Nazım denen mülayimden kat be kat iyi!" diyen Nazan, sanki bir şeye gönderme yapmış gibi başını sallayınca Mestan, bir şey demeden koltuğuna geri oturdu. Nazan da sustu ve ortama bir sessizlik çöktü.

***

Riva'daki toplantı yerine çöken sessizlik, Hamdi'nin aldığı derin nefesle bozulacağı anlamına geliyordu. Gözlerini masadakilere diken Hamdi, Payidar'ın olmayışına içten hayıflanarak söze nasıl ve nerden gireceğini hesaplamaya çalıştı. Herkesin gözü de kulağı da ondaydı.

"Arkadaşlar!" diyerek lafa giren Hamdi:

"Sandık, Nazım'da dursun diye karar verdim. Kurul olmadan ve ben olduğum müddetçe elindekiler, basit birer meta olmaktan öteye geçemez! Eğer Nazım uslu durursa, biz de karşısına çıkmayız! Benim neden böyle yaptığımı, tahmin ediyorum ki hepiniz merak ediyorsunuz! Eğer Nazım'ı ortadan kaldırırsak, örgütle papaz oluruz; örgütle papaz olursak, uyuşturucu ayağımız tökezlenir ve Tayfun'un işleri zarar görür. Benim öyle bir niyetim yok! Örgüt, siyasi araç değil de ticari araç olarak işimize yarar. Bu yüzden Nazım'a müsamaha göstereceğiz!" diye lafını bitirince Tayfun,

"Örgüt..." diyerek dikkatleri üstüne çekti ve:

"Uyuşturucu alanında bizim en iyi müşterilerimizden biri! Ama Kurul'un refahına, bekasına gölge düşecekse eğer, ben bu ticari ayağımın kırılmasına rıza gösteririm. Şahıslar değil, Kurul önemlidir Pars!" der demez Hamdi, Tayfun'dan böyle bir laf beklemediği için gözleri irileşti. Adeta göz bebekleri iri bir şekilde ona bakıp başını sallarken Jargon,

"İyi laf ettin Sipahi!" deyip bakışlara meze oldu. Yerinde doğrulan Cevat,

"Kurul'un bekası için, gerekirse ticaret etmez, kâr düşünmeyiz, doğru! Lakin ticaret olmadan, Kurul ayakta kalamaz, o da var!" deyip gözlere takılınca Bahri, derin bir nefes alarak:

"Kurul'un amacı, İstanbul'da bir birliktelik yaratmak; tek başlı, merkezi bir topluluk oluşturmak ve idame etmektir. Kurul, yaklaşık elli yıldır varlığını sürdürmekte! İlk Pars, Necmettin Kabak'tan bu yana epey değişimler olsa da son Pars Hamdi Çeliker, tam Pars edasıyla kararlar vermiştir. Kurul'un bekası, ticaretten önemlidir. Ama ticaret olmadan da, Kurul ayakta kalmaz! Pars, bir inisiyatif seçmiştir. Ticareti seçerek Kurul'un bekasını da düşünmüş ve orta bir yol tutmuştur. Geriye kalan, bekleyip sonucunu görmektir arkadaşlar!" dedi. Samet, çenesini sıvazlayarak:

"Kasa, belki on yıl da bizi idare eder. Ta ki Nazım'la işimiz bitene dek..." dedi. Hamdi, sırtını koltuğa yaslayıp:

"Nazım konusu kapanmıştır beyler! Sıradaki konumuz, boşalan masayı doldurmaktır. Onu da..." dedi ve yerinde doğruldu.

"Payidar kardeşimiz hastaneden çıksın, gerekli açıklamayı yapacağım!" diye lafını bitiren Hamdi,

"Bir aday mı var?" diye soran Bahri'ye bakıp:

"Kafamda biri var avukat!" deyince Jargon'un:

"Kimdir?" diye sormasıyla, bakışlarını ona dikerek:

"Payidar hastaneden çıksın Jargon, öyle izah ederim!" dedi. Herkesin meraklı bakışları, kendi aralarında turlarken Hamdi, katı gözlerini bir noktaya dikmiş ve suratına ince bir tebessüm yerleştirmişti.

***

VİRANŞEHİR

Eyüp Nebi Kırsalındaki Konut...

Salonun kapısı açıldığında Hıdır, hemen ağasının arkasında hazır ol vaziyetinde durdu. Kenan, iki adamın eşliğinde yürütülürken arada bir kolunu adamlardan kurtarma çabası güdüyor ama adamlar sağlam tuttuğu için çabası boşa gidiyordu. Eyüp'ün karşısında durduruldu, önce bir bakıştılar, bakışlar konuştu önce ve Eyüp, oturduğu koltuktan yavaşça ayağa kalkarak hesap sorma tavrına büründü. Kenan, adeta dalga geçiyor, alay ediyor ve umursamıyormuş gibi ona bakarken Eyüp, ciddiyetinden ödün vermeden gözlerini ona dikmişti.

"Neden buradayım?"

Kenan'ın sorusu, ağanın derin bir nefes almasına ve:

"Ben istediğim için..." demesine neden oldu. Kenan, gülümseyerek:

"Sen kimsin?" diye sorunca Hıdır, az kalsın saldıracak gibiydi. Kenan onu fark etmişti, burnunu ameliyat ettiği adamı unutması kolay değildi ve asıl meselesi, karşısında duran bu adamdı. Eyüp, bir gözünü kısarak:

"Haklısın, beni tanımıyorsun! Tanısaydın, adamımın burnunu kırmaz ve adamlarıma kurşun sıkmazdın genç!" dedi. Kenan, bir gözünü Hıdır'a dikerek:

"Adamların adam olsaydı, burunları kırılmaz ve kurşun yemezlerdi ihtiyar! De bakalım, sen kimsin?" der demez Hıdır, aniden harekete geçti. Ama Eyüp,

"Elin kalkarsa Hıdır, elini yok bil!" deyince Hıdır, zorla kendini tutarak geri çekildi. Eyüp, Kenan'a doğru bir adım attı.

Taksiden inmeye cesaret edemiyordu Gaye; kırsala uzanan yolun başında durmuşlardı, konutu görebiliyordu ve Kenan'ın oraya götürüldüğünü görmüştü. Taksici, dikiz aynasından ona bakarak:

"Abla! Burası Eyüp Ağa'nın evidir!" deyince Gaye, gözlerini kısarak:

"O kim?" diye sordu. Taksici, dalga geçercesine sırıttı ve:

"Nasıl abla, tanımıyor musun Eyüp Ağa'yı?" diye sordu. Gaye, derin bir nefes alarak:

"Ben buranın yerlisi değilim, tanımıyorum onu!" dedi.

"Nâbi aşiretinin en belalı adamıdır. Kimse bulaşmaya cesaret edemez!"

"Ah baba ah! Nasıl buluyorsun bu tip belalı adamları ya?" diye fısıldayan Gaye, hemen telefonunu çıkardı. Babasının numarasını çevirirken

"Daha bekleyecek miyiz abla?" diye soran taksiciye:

"Bekle lütfen!" dedikten sonra telefonu kulağına dayadı. Kısa bir bekledi ve Hamdi'nin,

"Efendim canım!" diye duyulan sesiyle:

"Ya baba, nasıl buluyorsun böyle belalı herifleri ya? Kenan'ın başı yine belada!" deyince bir durgunluk hasıl oldu. Kısa bir sessizlik oldu ve en sonunda Hamdi'nin sesi duyuldu.

"Ne belası kızım, nerdesin sen?"

"Ya birkaç tip adam, Kenan'ın koluna girerek onu bir yere götürdüler. Ben de taksiyle takip ettim! Taksici, Eyüp diye birinden bahsediyor. Ya neler oluyor baba, kim bu Eyüp?"

"Sen takip etmekten vazgeç kızım, otele dön! Kenan halleder!"

"Ama baba!"

"Dinle beni kızım, hemen uzaklaş oradan!"

"Ya baba ya, tamam!" diyen Gaye, telefonu kapatıp taksiciye döndü.

"Gidelim!"

Taksici kontağı çevirirken Gaye, son defa dönüp konutu izledi. Aklı Kenan'da, fikri kalmaktan yana ama babası, ona oradan uzaklaş demişti. İçini bir sıkıntı kaplamış, bir düğüm peyda olmuştu boğazında ve Gaye, her ne kadar yutkunsa da geçmek bilmiyordu.

Kenan'ın burnunun dibinde duran Eyüp, onun gözlerinin içine bakarak:

"Ben, bu ilçenin sahibiyim genç! Bana Eyüp Nâbi derler!" dedi. Kenan, hafifçe başını sallayıp:

"Bana da Kenan Karabey derler! Ben, sadece kendimin sahibiyim! Kendime sözüm geçer, kendimi dizginler ve haddimi bilirim! Haddini bilmeyene de bildiririm! Misal, senin adamların... Şimdi Eyüp Nâbi, arsa konusunda sorun çıkarmaktan vazgeçeceksin! Arsa, bir kere devlete satıldı. Çöreklenmeyeceksin! Adamlarını oradan çekecek, işimizi yapmamıza müsaade edeceksin! Biz de sana saygıda kusur etmeyeceğiz! Seni tanıyacak, bilecek ve hürmet edeceğiz! Arsayı bırakmak için, haricinde ne istiyorsan söyle! Çelik Holding olarak isteğini yerine getirmek, benim boynumun borcu! Şunu bilmen lazım Eyüp Nâbi! Biz, Allah'tan başka kimseden korkmaz, çekinmeyiz! İsteriz ki işimiz, sulh yoluyla hallolsun, düzen bulsun! Yaşını almış birisin, gün görmüşsün, gün geçirmişsin! Büyüklük etmek, senin şanındandır. Şanını göster, itimat edelim; gerisi, şanına da gölge düşürür, şöhretine de leke getirir. Gayrı sen bilirsin Eyüp Nâbi! Var bildiğini yap!" dedi. Hıdır'ın gözleri irileşmişti, diğer adamların bakışlarında şaşkınlık peyda olmuştu ve Eyüp, çenesini sıvazlayarak onun karşısından çekildi. Koltuğa doğru yürürken düşünceler, ister istemez beynine hücum ediyordu. Koltuğa oturup karşısındaki koltuğu işaret etti. Kenan, adamların şaşkın bakışları arasında koltuğa oturduğunda Eyüp, sırtını koltuğa yaslayıp:

"Ne içersin?" diye sordu. Kenan'ın suratında beliren tebessüm, Hıdır'ı çileden çıkaracak cinstendi. Kenan da sırtını koltuğa yasladı ve isteğini dillendirdi.

"Bir acı kahve..."

***

Marmara'ya inen koyu karanlık, bulutların toplanıp göğü kuşatmaları ve koyu bir karanlık sunmaları, İstanbul'un suratını karaya çalmıştı. Rüzgârın şiddeti artmış, bulutların bağrındaki damlalar da sığmıyormuş gibi kendilerini boşluğa atıyor ve yeryüzüne damlıyordu. Galiba birazdan hava bozacak ve bardaktan boşalacaktı damlalar...

Bir özel hastaneye getirilmişti reis; ameliyata alınmıştı, doktorlar uğraşıp didinmiş, çalışmış çabalamış ve ne pahasına olursa olsun o kurşun, Musa'nın vücudundan çıkarılmıştı. Kan kaybetmişti reis, hem de aşırı kan kaybetmişti ve A+RH pozitif kan arayışı sürüp durmuştu. Nihayet tedarik edilmiş, Musa'nın vücuduna damıtılmıştı.

Emin, yorgun argın bir şekilde koridorda dolanırken Kaytan, bir koltuğa çökmüş ve derin düşüncelere dalmıştı. Şahin'i ellerinden kaçırmışlardı; gerçi reis onu vurmuş ama ölmüş mü, kalmış mı ya da ne oldu ona bilmiyorlardı. Bunu bilmemek, Kaytan'ın kafasını allak bullak ediyordu. Şükür, Musa'dan başka kurşun yiyen yoktu ama Kaytan, en çok da Musa'ya üzülüyordu. Aklına nedense Kenan geldi, Musa'nın vurulması bile onu ortaya çıkarmamıştı. Garibine gitti Kaytan'ın, her nedense kafayı Kenan'a takmıştı ve onun ne işler yaptığını merak ediyordu. Her ne kadar Musa'ya sormuş olsa da, ser almış ama sır almamıştı. Gözleri Emin'e takıldı. Oturduğu yerden ayağa kalkarken:

"Kenan nerde?" diye sordu. Emin, birden bire sorulan bu soruyla irkildi. Ne alaka şimdi Kenan'la dercesine ona bakıp:

"Anlamadım?" diye soruyla anlamaya çalıştı.

"Kenan diyorum, nerde?"

"Görevde..."

"Görevi ne?"

"Gizli..."

"Reisin vurulduğundan haberi var mı?"

"Yok!"

"Neden?"

Derin bir nefes alan Emin, aniden:

"Sorguya mı çekiyorsunuz beni?" diye parlayınca Kaytan, sakin olmaya çalışarak:

"Kenan'ın olmaması, aklımı bulandırıyor Emin! Onu öğrenmeye çalışıyorum!" dedi.

"Çalışmayın efendim! Eğer reis size söylemediyse, bana sormayın!" diyen Emin, onun yanından ayrılmak için harekete geçti. Kaytan, onun arkasından bir müddet baktıktan sonra yoğun bakım odasının camına yaklaştı ve içerde, boylu boyunca yatmakta olan Musa'ya baktı. Oksijen hortumu burnunda, tepesinde serum ve kan takviyesi poşetler ve üstünde de şeffaf ve beyaz bir battaniye... Yaşadığını belirten cihazdan yükselen sesler, odanın içinde yankılar yaratırken Kaytan'ın mahzun bakışları, Musa'nın üstünden ayrılmıyordu.

***

Kıyıda kuytu bir yerde, bir sağlık ocağına getirilmişti Şahin; göğsüne saplanan kurşun çıkarılmış, durumu stabil edilmişti ama Nazım, onun için açıktan açığa endişe ediyordu. Hastaneye götüremezlerdi, hemen bulunurdu orada ve Nazım, gerçekten ne yapacağını bilemiyordu. Karşısında duran Kürşat'a bakarak:

"Benden habersiz hareket ederseniz, işte böyle olur!" diye tısladı. Kürşat, sanki kendi suçluymuş gibi:

"Nazmiye denen karı, Çekiç'e haber edince ağam, hareket etmek icap düştü. Tuzak kurduk amma işe yaramadı demek!" dedi.

"Yaramaz tabi! Çekiç, eskiden de beceriksizin önde gideniydi! Her neyse! Şahin Ağa kurtulsun da, gerisi boş!" diyen Nazım, derin bir nefes alıp sustu. Kürşat huzurundan ayrıldığında Raşit, gelip Nazım'ın karşısında durdu.

"Ne yapalım efendim? Burası, Şahin Ağa için riskli bir yer!"

Başını kaldırıp adamına baktı.

"Var benim bildiğim bir yer Raşit!"

***

Şişli/Etfal Hastanesi...

Hamdi, yanında birkaç korumayla içeri girerken Rıfat, iki adamla onun karşısında durdu. Etrafına bakınan Hamdi, adamlarına bakıp dağılın dercesine kafasını sallarken Rıfat, ona yol gösterip önüne düştü. Hamdi, arkasında iki adamla onu takibe koyuldu.

Feray ve Simay, kafe gibi bir yerde oturmuşlardı; önlerinde duran çay bardaklarından dumanlar yükseliyor ve onların dalgın bakışları arasında bir müddet sonra kayboluyordu. Duyulan sesler, ikisini kendine getirirken Simay, hızla ayağa kalktı. Rıfat ve Hamdi'yi görünce duraksadı. Bu adamı hatırlıyordu, bir zamanlar evlerine gelmişti ve babasını Ruslardan kurtaran Kenan ismindeki adamın patronuydu bu, evet hatırlamıştı. Ona doğru yürürken Feray da Simay'ı takip etti.

"Hoş geldiniz!" diyen Simay, Hamdi'nin:

"Hoş bulduk Simay kızım! Öncelikle geçmiş olsun! İnşallah kötü bir şeyi yoktur babanın!" demesiyle:

"Biz de öyle temenni ediyoruz efendim! Siz benim ismimi biliyorsunuz ama ben, sizin kim olduğunuzu bilmiyorum! Lütfedip isminizi bağışlarsanız..." deyince Hamdi, acımsı bir tebessümle:

"Hamdi ben, Hamdi Çeliker! Bir nevi babanızın iş ortağıyım!" diye kendini tanıttı.

"Memnun oldum efendim!"

Başını sallayan Hamdi, yol gösteren Rıfat'a dönerek:

"Oturmasak daha iyi Rıfat! Fazla kalabalık etmeyelim! Payidar'ın durumunu merak ediyorum!" dedi. Rıfat, derin bir nefes aldıktan sonra:

"Biz de bir şey bilmiyoruz daha! Tetkikler yapıldı, tahliller sonuçlandı ama doktor, sessizliğini koruyor efendim!" dedi.

"Bir de ben konuşayım!" diyen Hamdi, kapıyı işaret etti. Simay da hareketlenince Hamdi,

"Lütfen sen kal kızım! Malumun, sancısı hassas bir bölgede meydana gelmiş! Belki duymanız icap etmez!" deyince Simay, mecburen geride kaldı. Feray onun omzundan tutarken Simay, kapıya yönelenlerin arkasından bakmakla yetindi.

Naci ismindeki doktor, Payidar'la meşgul olan doktor, odasında tetkik sonuçlarını ve tahlil sonuçlarını inceliyordu. Değerlere göz gezdiriyor, sonuçları kafasında tasarlıyor ve marazın sebebini öğrenmeye çalışıyordu. Kapısının çalması, tok bir sesle:

"Gel!" demesine neden oldu. Hamdi ve Rıfat'ın içeri girişini izleyerek yavaşça ayağa kalktı. Hamdi, onun karşısında durup:

"İyi geceler Naci Bey!" deyince Naci Doktor, uzanan eli sıkarak:

"İyi geceler buyurun!" dedi.

"Payidar Bey'in durumu için rahatsız etmiştik!"

Doktor, yerine oturup Hamdi'ye yer gösterdi. Herkes otururken doktor,

"Durumu, şu an sakin görünüyor, stabilize ettik sancısını ve minimuma indirgedik! Sancının sebebini öğrendik öğrenmesine de, yapacağımız müdahale için izninize ihtiyaç duyuldu!" deyince Rıfat, Hamdi'den önce:

"Sancının sebebi ne, müdahalesi ne?" diye sordu. Doktor, Rıfat'a bakarak:

"Apandisit... Eğer apandisitini alırsak, sancısı diner. Buna izin lazım! Şu an hastanın izin verecek durumu yok! Kendisini uyutuyoruz!" der demez Hamdi, kaşlarını çatarak:

"Patlamak üzere mi, ne? Apandisitle ilgili ne şikayeti var?" diye sordu.

"Patlama evresine çok var daha! Sancıların sıklaşması, apandisitten hasıl olan sıvının idrar bölmesine ve testis yoluna doğru akmasıdır. Bu yüzden iyice kasıklarda sancılar peyda olmuş! Apandisitteki sıvı kaybını önlemek için, komple almamız gerek! Buna da hastanın ya da yakınının karar vermesi icap düşer."

Hamdi, derin bir nefes alarak:

"O zaman kızı, gelip imza vermesi gerekiyor!" dedi. Doktor, gözlerini kısarak:

"Kızı?" diye sorunca Rıfat, başını sallarken Hamdi,

"Bir sorun mu var doktor?" diye sordu.

"Sorun yok, şaşırdım sadece!"

Rıfat'ın aklına takılınca:

"Neye şaşırdınız?" diye sordu ama doktor, yavaşça ayağa kalkarak:

"İmzayı alalım, gerekli müdahale başlasın! Çünkü daha fazla uyutamayız!" dedi ve hızla kapıya doğru yürüdü. Doktorun peşinden yürüyen Rıfat, Hamdi'nin önünden çıkarken terbiyesizlik ettiğini anlamıştı ama geç kalmıştı. Hızla doktora yetişti ve birlikte yürüdüler.

***

VİRANŞEHİR

Otele giriş yaptığında, asansörden çıkan ve telaş içerisinde ölmüş dirilmiş olan Gaye'yle karşılaştı Kenan; kadına doğru yürürken içinden,

"İnşallah sarılmaz, inşallah delilik etmez!" diye geçirdiğinde Gaye, çoktan ona sarılmış ve sımsıkı kavramıştı.

"Öldüm meraktan, geberdim meraktan!" diye fısıldayan Gaye, Kenan'ın:

"Sakin ol, iyiyim ben!" demesiyle, ondan ayrılarak:

"Çok şükür!" dedikten sonra:

"Ne oldu, ne istediler senden?" diye sordu.

"Şöyle bir oturalım, anlatacağım sana!" diyen Kenan, onun koluna girip birlikte yürüdüler.

Lobide yan yana oturduklarında Gaye,

"Anlat, çıldırdım ya resmen!" diye tısladı. Kenan, tebessüm ederek:

"Baban haklıymış Gaye! Bana, adama tatlı dille konuş dedi! Ben dediğini yaptım ve sorun halloldu! Yarın inşaata başlıyoruz!" deyince Gaye, derin bir nefes alarak:

"Oh çok şükür! Ben de o eve girdin, çıkmak bilmedin diye çok korkmuştum!" der demez Kenan, gözlerini kısarak:

"Anlamadım? Sen beni takip mi ettin?" diye sordu. Gaye, bir pot kırdığını anlamıştı. Kirpikleri kırpılırken masum bir simayla ona baktı ve:

"Öyle yaptım!" deyip gülümsedi. Kenan başını sallarken Gaye, iyice ona yakın durup:

"Ama çok korktum ya, aklıma esti işte!" dedi.

"Esmesin bir daha Gayecim, esmesin! Beni takip falan etme, ettirme de!"

Birden irkildi Gaye, yerinde doğrulup:

"Seni takip ettirdiğimi nerden anladın?" diye sorunca Kenan, dönüp ona baktı. Gaye, durmadan saf gibi:

"Arkanda gözün mü var senin?" diye sorunca Kenan, elini alnına sürüp:

"Sakın seni takip ettirdim, izledim falan deme!" der demez Gaye, kirpikleri hızla kalkıp inerken:

"Ama merak..." dedi. Kenan, başını sallarken Gaye,

"Ya Sedef yeni ölmüştü, sen de bunalıma girmiştin! Ben de işte peşine adam taktım. Önce sahile gittiğini, oradan eski eve geçtiğini ve orada kaldığını falan söyledi, o kadar!" deyince Kenan, resmen beyninden vurulmuşa döndü. Gaye, bir iplik yumağı gibi ucundan çektikçe çözülüyor ve dökülüp gidiyordu. Yerinde doğrulan Kenan,

"Şimdi sen bana, beni her daim izlediğini ve takip ettiğini mi söylüyorsun Gaye Hanım?" diye sorunca Gaye, gayet masumca:

"Her daim değil, birkaç defa yaptım! İşte ilki, Sedef'le buluşmaya gittiğin gündü. İkincisi de peşine adam takmıştım! Üçüncü de bugün oldu işte!" dedi. Başını koltuğun baş kısmına yaslayan Kenan, derin bir nefes alırken garsonun gelmesi, ortama bir sessizlik düşürdü.

"Ne alırdınız?"

Kenan, gözleri kapalı bir şekilde:

"Bir tatlı huzur almaya geldim garson, kalmışsa gayrı!" deyince garson, bir şey anlamadan öylece bakarken Gaye, ellerini önünde bağlayıp bir of çekti. Cılız bir sesle:

"Anlamadım?" diye soran garson, Kenan'ın yerinde doğrulup:

"Olmadı bir acı kahve..." dedi. Garsonun bakışları, Gaye'yi yokladığında:

"Ben de aynısından..." diye tıslayan Gaye'ye bakıp gülümsedi Kenan ve garsona düşen, fazla kurcalamadan çekip gitmek oldu.

Eyüp Nebi Kırsalındaki Konut...

"Ağam! Öylece el çekeceğiz arsadan, he mi?" diye soran Hıdır, ağasının karşısında durmuştu. Eyüp, sırtı koltuğa yapışık bir şekilde:

"İtirazın mı vardır Hıdır?" deyince Hıdır, yerinde dikleşti.

"Haşa ağam, sormak icap düştü!"

"Sorma Hıdır, sorma! Gördün, adamların niyetleri saf, temizdir. Bize de düşen, büyüklük etmektir Hıdır!"

"Emredersiniz ağam! Ama Kenan'ın yaptığı, bir densizliktir. Bize mermi sıkmış, bize saldırmıştır. Cezası kesilme..."

Elini kaldıran Eyüp, sert bir sesle:

"Ceza falan yoktur Hıdır, yoktur bilesin! Adama terbiyesizlik etmeseydiniz, burnunuz kırılmaz ve mermi sıkılmazdı. Eğer Kenan, densiz biri olsaydı, bana da densizlik ederdi. Ama saygıda kusur etmemiş, gereken ihtimamı göstermiştir. Ben bunu gördüm, bunu bildim! Gayrı siz de işinize gücünüze bakın!" deyince Hıdır, geri çekilmek zorunda kaldı. Usulca başını sallayıp:

"Baş göz üstüne ağam!" demekten başka bir şey yapamadı.

***

Kızkulesi'ne çarpan güneş ışıkları, rıhtıma konup istirahat eden martıların kanatlarına da çarpıp her tüyleriyle birlikte yansımalar gönderiyor ve denizin dalgalarına sirayet edip ışıltılı parlamalar yaratıyordu. Islık çalarcasına esen yeller, hafif dağınık haldeki bulutları bir araya getirmeye niyetlenircesine çalışıp didiniyordu. Berrak gökyüzünde bulutlar, nerdeyse bir araya gelecek ve kapalı bir havaya mahal verecekti.

"Durumu şu an stabil, uyutuyoruz! Aşırı kan kaybetmişti. Kurşunun çıkarılması, kanamayı desteklemiş ve haliyle vücut direnci de düşmüştü. Uyutmaktan başka çaremiz yok! Ne zamanki direnci yerine geldi, o zaman uyandırılacaktır."

Doktorun dedikleri, Emin ve Kaytan'ın kulaklarına çarparken doktor, lafının bitmesiyle hareket edip yanlarından ayrıldı. Emin, bir iki adama doğru yürürken Kaytan, bir koltuğa oturup derin bir nefes aldı. Musa'nın durumu, her geçen zaman yerinde sayıyordu. Dün akşamdan beri hep aynı şeyler söyleniyordu. Ne ilerleme vardı ne gerileme vardı. Kaytan da şaşkındı, Emin de şaşkındı ve ne yapacaklarını bilemiyorlardı. En iyisi beklemekti.

***

İTÜ...

Arabadan inen Nazım, onunla birlikte inen adamlarına ve Raşit'e bakarak gülümsedi. İşaret parmağını sallayıp aynı zaman da kafasını da sallayarak:

"Raşit, Raşit! Burası bizim okulumuz Raşit! Ben tek gireceğim!" dedi. Raşit, kararsız bir şekilde:

"Ama efendim, biz de..." dedi ama Nazım, parmağını sallayınca sustu.

"Kalın burada!" diyen Nazım, bütün itirazlara çerçeve çekerek adımlarını attı. Güvenlik kulübesinde duran adamlar, Nazım'ın gelmekte olduğunu görünce ayaklandılar. Sanki patronları geliyormuş gibi kendilerine çekidüzen vererek esas duruşa geçtiler. Nazım, onların karşısında durduğunda her biri, gülümseyerek onun yüzüne bakıyordu.

"Nasılsınız gençler?" diye soran Nazım, bir güvenlikçinin:

"Tutsağız başkanım!" demesiyle, gülümseyerek:

"Bu tutsaklık bitecek gençler, bitecek!" dedi.

"Ne zaman?" diye soran başka bir güvenlikçiye:

"Yakında..." dedikten sonra girmek için adımlarını attı. Güvenlikçiler, her biri bir yere çekilirken Nazım, sanki babasının çiftliğiymiş gibi özgürce adımlarını atarak alanda yürümeye başladı.

Kafeteryadaydı Dildar, canı sıkkın bir şekilde bir masaya oturmuş ve derin düşüncelere dalmıştı. Geçmişi gitmiyordu gözlerinin önünden; o zamanları iple çekiyor, hasretle arzuluyordu ama bir kere yaşanmış, bitmişti. Omzunda hissettiği elle irkildi. Başını kaldırıp baktığında, Nazım'ın gülen suratıyla adeta beyninden vuruldu.

"Başkanım!" diye cıyaklayarak ayağa fırladı. Hemen boynuna sarıldı Nazım'ın, kokusunu genzine çekerek gözlerini yumdu ve hasretle sarıp sarmaladı adamı; diğer öğrenciler, birbirlerine sarılan Dildar'la Nazım'ı incelerken kapıda duran Raşit, sırtını duvara dayayıp bekledi. Suratına bir tebessüm inmişti Raşit'in, bir keyif emaresi seziliyordu ve Raşit, nemli gözlerini onlardan alıp ortamda gezdirdi. Birbirlerinden ayrıldıklarında ve karşılıklı oturduklarında Dildar, heyecanla ellerini yüzüne sürüp gözlerini ovdu ve yanağındaki nemi kuruttuktan sonra:

"Sen ve buralar..." dedi. Nazım, sırtını sandalyeye dayayıp:

"Buralar bizim, bizim buralar!" dedi.

"Beni almaya mı geldin?"

"Seni almak isterdim, hem de çok isterdim Dildarım! Lakin baban, baban sana çok düşkün ve seni bırakmak istemiyor. Seni nasıl alalım şimdi?"

Sıkıntıyla derin bir nefes alan Dildar, gözleri kapı tarafına geçince:

"Raşit Abi!" diye seslendi. Nazım da bakınca Raşit, adeta yerin dibine girmek istedi. Nazım'ın çatılan kaşları, kavislenen mimikleri, Raşit'e azar olarak postalanıyordu. Nazım'ın el işaretiyle Raşit, mecburi onlara doğru yürüdü. Dildar ayağa kalkmış, Raşit'e doğru yürümüş ve bir noktada buluşup sarılmıştı. Nazım onlara bakarken Raşit, ondan gözlerini kaçırıyor ve vazo kıran bir sabi gibi kabahatli bir şekilde boynunu eğiyordu.

"Sen de mi buradaydın, hâlâ yaşıyor musun?" diye sorup Raşit'in omzuna hafif bir yumruk atan Dildar, sandalyeyi çekerek:

"Gel otur!" dedi. Nazım'ın başını sallaması, Raşit'e icazet anlamına geliyordu. Çekingen bir tavırla oturduğunda Dildar, o sırada kafeteryadan bir şeyler alıyordu. Kızın gitmesiyle Nazım, Raşit'e doğru eğilerek:

"Ben sana kal dedim, sen geldin!" diye tısladı.

"Sizi bırakmaya gönlüm el vermedi efendim! Bizden olan da var, bizden olmayan da var."

Başını sallayan Nazım, bu meseleyi sonraya havale etmiş gibi geri çekildi. O sırada Dildar, elinde bir tepsiyle yanlarında durdu. Üstünde üç çay vardı. Nazım, çayı servis etmekle uğraşan Dildar'a bakıp kızın suratını inceleyip duruyordu.

***

Nişantaşı/Yazgan AŞ...

Nazan gelmişti ve bütün sıkıntılı ahvaliyle onun karşısındaki koltukta oturuyordu. Mestan, çenesini sıvazlayarak karısının bu evhamlı hallerini izliyor, sesini çıkarmadan bekliyor ve onun sakinleşmesi için içinden dualar edip duruyordu. Çalan telefonu, kadını da sakinleştirir gibi oldu. Ekrana bakan Mestan, sanki beklediği biri aramış gibi yerinde dikleşerek:

"Al, arıyor işte!" dedi ve telefonu açıp:

"Ne yaptınız Kemik?" diye sordu.

"Adamı bekliyoruz efendim! Daha yeni varabildik!"

"Var mı bir sıkıntı?"

"Şu an görünmüyor efendim!"

"Agâh'la buluştuktan sonra, zaman kaybetmeden dönün!"

"Anlaşıldı efendim!"

Mestan, telefonu kapatıp sırtını koltuğa yasladı. Karısının suratına bakarken sakin olmasını ister gibi bir mimikle göz kırpınca Nazan, derin bir nefes alarak:

"İçimde bir sıkıntı var işte!" diye sayıkladı. Yerinden kalktı Mestan, masanın diğer tarafından dolanıp karısına yaklaştı, onun arkasında durup saçlarının buklelerini eline dolayıp hafifçe eğildi ve karısının ensesine bir öpücük kondurduktan sonra fısıltılı bir şekilde:

"Sıkıntı yapma! Sen sıkıntı yaparsan, benim de havalarım bulutlu olur ve hatta gönül dağıma karlar düşer. Sen gül ki gül yüzlüm, ömrüm günlük güneşlik olsun!" deyince Nazan, nemli gözlerini ona çevirerek:

"Canım!" diye sayıkladı. Sonra da ayağa kalkarak kocasına sımsıkı sarıldı.

***

İTÜ...

"Anlat bakalım başkanım, ne işiniz var burada?" diye soran Dildar, çayından bir yudum aldıktan sonra Nazım'a göz kırptı. Nazım, bir gözü Raşit'te:

"Seni göresim geldi Dildar!" dedi. Raşit suskun ve sadece onları izlerken Dildar, yerinde doğrulup:

"Haydi be Nazım, götür beni buralardan! Yeminle kafayı yemek üzereyim!" deyince Nazım, kaşlarını çatarak:

"Gitmek yok Dildar, kaçmak yok! Sen belki burada bana lazım olacaksın!" dedi. Tekrar sırtını koltuğa yaslayan Dildar, bir kaşını kaldırarak:

"Vay, bu cazip geldi işte! Dinliyorum!" dedi. Derin bir nefes alan Nazım,

"Şu an bir şey yok ama ilerde olabilir!" dedi. Dildar başını sallarken Raşit, çayını yudumlayıp etrafı gözleriyle kolaçan ediyordu. O sırada kafeterya kapısında beliren bir grup genç, kendi aralarında konuşup kahkaha atarak o masaya doğru geliyordu. İçlerinden biri, Dildar'a bakıp el salladı ve hatta Nazım'ı iplemeden öpücük attı. İşte o an Nazım'ın ipleri koptu, tepesi attı ve yumruğunu hızla masaya indirip ayağa fırladı. Gence doğru fırlayıp:

"Lan!" diye gürledi. Genç ve arkadaşları, Nazım'a doğru toplanırken Raşit de kalkmış ve Nazım'ın hemen yanında safını almıştı. Nazım, hiçbir şey demeden paldır küldür o öpücük atan gencin üzerine atıldı ve bir kafa darbesiyle onu yere yığdı. Raşit'in tekmesi, birini duvara yapıştırırken Nazım, üzerine atılan birine sert bir yumruk indirip onun feleğini şaşırttı. Dildar, bir sandalyeyi alıp Nazım'a atmak isteyen birine çay bardağını fırlatıp onun sersem olmasını sağladı. Sersem olan yere düşerken Nazım, o sırada birine tekmeyi geçiriyordu. Büyük bir kargaşa çıkmıştı. Ortalık adeta ana baba günü olmuştu. Kimileri ayırmak istiyor, kimileri seyrediyor, kimileri selfi çekiyor, kimileri kayda alıyor ve kimileri de kavgaya dahil oluyordu. Tekme tokat sesleri, inleme bağırma sesleri ve küfür sesleri, kafeteryanın altını üstüne getirmişti.

***

KUZEY IRAK - BAĞDAT

Çorak bir arazide, geniş ve imarsız bir alanda durmuşlardı; Cem'in suratından fışkıran yorgunluk izleri, öğleden sonraki havada bile belli oluyor ve gözlere çarpıyordu. Yanında duran Kemik, ikide bir saatine bakıyor ve derin nefesler alıp sabretmeye çalışıyordu. Duyulan araba sesi, ikisinin de canlanmasını sağladı. Yerinde doğrulan Cem, Kemik'e dönerek:

"O mu?" diye sordu.

"Sanırım!" diyen Kemik, elindeki pet şişedeki sudan bir yudum alıp etrafını kolaçan etti. Bir kamyonetti gelen ve kırmızı rengiyle gözlere hitap ediyordu. Cem, arkasını ve çevresini izlerken Kemik, ellerini ceplerine yerleştirip beklemeye başladı. Kamyonet geldi ve çaprazlarında durdu. Şoför mahallinden inen iri kıyım, kel kafalı ve kirli sakallı bir adam, etrafını kolaçan ettikten sonra Kemik'e yaklaştı. Kemik, karşısında duran adamı süzerek:

"Uzun zaman oldu Agâh!" dedi. Agâh, tebessüm ederek:

"Kaç yıl oldu?" diye sordu.

"Yaklaşık dört..."

"Azmış!" diyen Agâh, Cem'e bakıp:

"Bu kim?" diyerek sordu. Kemik, Cem'i işaret edip:

"Yeni eleman..." diye onu tanıttıktan sonra:

"İşimiz acele, yolumuz uzun Agâh! Kalıp sohbet ederdik ama malum, gitmemiz gerek!" dedi.

"Sandıklar araçta! Sizin araba nerde?"

Cem araya girdi.

"Mal boşaltmaya gitti! Birazdan gelir."

Ona bakan Agâh, gülümseyerek:

"İşimiz acele diyorsunuz ama arabanız yanınızda değil! Nasıl olacak şimdi?" diye sordu. Cem derin bir nefes alırken Kemik, duyduğu araba sesiyle:

"Geliyor işte!" dedi ama her üçü döndüklerinde, bambaşka bir aracın geldiğini gördüler. Simsiyah bir kamyonetti gelen ve Kemik, hemen belindeki silahını sıyırdı.

"Takip mi edildin lan?" diye bağırarak soran Kemik,

"Ne takip edilmesi lan?" diye çıkışan Agâh'a namluyu doğrultup:

"O zaman bizi sattın!" dedi.

"Öyle bir şey yok!" diye bağıran Agâh, silahını sıyırıp hemen onların yanında durdu. O sırada siyah kamyonetten silahlar ateş edilmeye başladı. Her üçü, kendilerine bir mevzi seçerken Cem, neden kendisine silah verilmediğini anlamaya çalışıyordu. Ama etraflarında vız dönen mermiler, buna müsaade etmiyordu.

***

TÜRKİYE/İSTANBUL

Şişli Etfal Hastanesi...

Ameliyat bitmişti, odadan çıkan doktor, alnındaki terleri temiz bir bezle silerek koridorda ilerlerken Simay ve Rıfat, aniden onun yolunu kesmişlerdi. Simay, endişeli bir şekilde:

"Sonuç ne Doktor Bey?" diye sordu.

"Gayet başarılı geçti, hastamız da iyi dayandı. Şükür atlattık, durumu gayet iyi! Sıvının kaynağını bulduk ve pasif hale getirdik. Apandisit de yerinde kaldı, almayı uygun görmedik!"

Rıfat, bir gözünü kısarak:

"Sıvının kaynağı neresiydi?" diye sordu. Doktor ona bakarak:

"Kasığın üst bölmesinde, idrar kesesiyle kesişen bir alandan meydana geliyormuş, testislerine de sıkıntı vermiş. Yalnız bu durum, takriben otuz beş yıldır mevcut! Neden şimdi sıkıntı oldu, biz de anlamadık!" deyince Simay, bir gözünü kısarak doktora bakıyordu. Doktor, başka da bir şey demeden yanlarından giderken Simay, nedense doktorun dediklerine kafa yormaya başladı.

***

"Efendim Kenan!" diye seslenen Hamdi, kulağına dayadığı telefonla havuzun başında, bir şezlonga oturmuş ve önüne bırakılan limonata bardağına göz ucuyla bakıyordu.

"Eyüp Nâbi, sıkıntı olmaktan vazgeçti Pars! İnşaata başladık bugün, start verdik yani!"

"Güzel! Nasıl ikna etmeyi başardın?"

"Senin dediğin şekilde Pars! Tatlı dille..."

"Anlaşıldı Kenan, herhangi bir sıkıntı yoksa, artık gelebilirsiniz!"

"Kızınızı ikna etmek, biraz zor olacak gibi!"

"Orası da sana kalmış! İkna etmen lazım!"

"Bakalım Pars!"

Hamdi, telefonu kapatıp cebine koyarken tekrar çalmasıyla çıkarması icap etti. Ekrana baktığında, Rıfat'ın aradığını gördü. Açarak:

"Dinliyorum Rıfat!" dedi.

"Payidar bey ameliyattan çıktı efendim!"

"Durumu nasıl?"

"Gayet iyiymiş efendim! Apandisitini de almamışlar. Gerek görmemişler."

"İyi, uyandığında bana haber ver!"

"Anlaşıldı efendim!"

Hamdi, telefonu kapatıp cebine koyduğunda suratına bir tebessüm yerleşti. Yavaşça uzanıp bardağı aldı ve hafif serin limonatadan koca bir yudum aldı.

***

VİRANŞEHİR

Gaye, bir koltuğa oturmuş ve televizyona adapte olmuşken kapısının çalması, onu yerinde dikleştirdi. Otel odasında geçen sıkıntılı saatler, nedense boğazına dek gelmişti. Kapının arkasında durduğunda, kim olduğunu sormadan direk açtı. Karşısında Kenan'ı görünce hele de elinde bir tepsiyle görünce şaşırdı. Gözlerini kısarak:

"Hayırdır, bugün 23 Nisan mı?" diye sorunca Kenan, içeri girerek:

"Niye, çocuk musun sen?" diye soruyla karşılık verdi ve oturmak için koltuklara doğru yürüdü. Gaye, onun peşinden gelirken:

"Ne bu şimdi? Bayram değil seyran değil! Elinde bir tepsiyle geldin!" diye seslendi. Kenan, koltuğa oturarak:

"Kına tepsisi bu!" deyince Gaye, onun karşısındaki koltukta oturup:

"Öğle yemeği olduğunu biliyorum canım! Ben de acımdan ölecektim az kalsın da, neden burada yiyoruz? Dışarıda yesek ya!" deyince Kenan, kaşlarını çatarak:

"Hep dışarıda, hep dışarıda... E yeter artık! İsraf etmeyelim!" dedi. Gaye, gözlerinin içi gülercesine:

"Ay pinti şey!" diye fısıldadı.

"Hem burada işimiz bitti! Belki bugün belki yarın gitmemiz gerek! Hazırlansan iyi olur!"

"Şuradan şuraya gidersem, topuğuma sıksınlar!" diyen Gaye, gözleri büyüdü. Kenan, kahkaha atarak:

"Gitmezsen de ben sıkarım!" deyince Gaye, nispet edercesine:

"Sıkar o!" diye çıkıştı.

"Neden?"

"Ya ne güzel vakit geçiriyoruz! Biraz daha kalalım ya, lütfen!" diyen Gaye, birden renk değiştirmiş ve bu sefer de ikna etme çabasına girişmişti. Kenan, derin bir nefes alarak:

"Babanın bana ihtiyacı var. Gitmemiz gerek!" dedi.

"Olmaz efendim, hiçbir yere gitmiyorum! Ha sen gidiyorsan..." diyen Gaye, birden duraksayıp:

"Sen de gitme!" dedi. Kenan gülümserken odanın kapısı, birden büyük bir gümbürtüyle açıldı. Kenan, silahını sıyırıp ayağa fırladığında içerisi adeta adam kaynıyordu. Her taraftan silahlar doğrultulmuş ve adamlar içeriye doluşmuştu. Kenan ne yapacağını bilemezken Gaye, korkuyla ona sokulmuş, arkasına geçmiş ve kendine onu siper bilerek sığınmıştı. Kenan, silahın namlusunu etrafta gezdirerek:

"Ne oluyor lan, kimsiniz siz?" diye bağırdı.

"Terbiye vermeye geldim, sende eksikmiş!" diye duyulan bir ses, Kenan'ın irkilmesine neden oldu. Gaye Kenan'a bakarken adamlar, her an ateş edecekmiş gibi duruyordu. Kenan, burnundan solurcasına:

"Kimsin lan sen?" diye bağırıp sordu. Adamların arasından sıyrılan uzun boylu, siyah takım elbiseli, çakır gözlü ve hafif dökük saçlı biri, Kenan'ın karşısında durdu. Gözlerinin içi gülercesine:

"Benim adım Terbiyeci, nasiplenmen için buradayım!" der demez Kenan, öfkeyle derin bir nefes aldı. Adamın gülümsemesi, diğer adamların her an ateş edecekmiş gibi durması ve Gaye'nin ona sokulup durması, Kenan'ın tek bir laf söylemesine neden oldu.

"İstediğin oldu Gaye, gidemiyoruz!"

🌎🌎🌎

27. Bölümün Sonu

Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top