"Tastaki Zehirli Su"
Bölüm Şarkısı: Eylem Aktaş - Bir Fırtına Tuttu Bizi
📢 LÜTFEN KİTABIMIZIN DUYULMASI VE OKUNMASI İÇİN OY VERİP TAVSİYEDE BULUNALIM. UNUTMAYIN Kİ EMEKLER KUTSALDIR...
📚 KEYİFLİ OKUMALAR ✍️👇
...
Bostancılar'daki toplantı yerinde bu sabah gerilim, damarlara enjekte edilen bir aşı gibi kol geziyor; birbirlerinin suratına bakmak zorunda kalan düşmanlar, Payidar ve Mestan gibi, aynı masada oturmuş ve birbirlerine öldürücü gözlerle bakıyorlardı. Mestan'ın öfkesi burnunda tüterken Payidar, sinirli gözlerle onun yüzüne bakıyor; Samet'le Tayfun'un anlamaya çalışan bakışları etrafta fır dönerken Jargon ve Kelpeten de oralı değilmiş gibi görünmeye çalışıyordu. Bahri'nin de aklı başka bir yerdeydi; geçen gün Kenan'ın kolundaki saat öttüğünde Kenan, neden öyle panikle atağa gelip düğmeye basmıştı? İşte Bahri de bunu merak ederek derin düşüncelerle boğuşuyordu. Pars ve Kenan daha gelmemişlerdi. Ortam, köşedeki odun ve kömür sobalarıyla ısıtılmaya çalışılıyordu. İki sobanın ateşi, hararetli bir şekilde yanıp ısısını ortama yayıyor; odun ve kömür kokusu, ateşin sıcağıyla demlenip dimağları okşuyordu.
"Rahatsız olmayın beyler!" diye önden lafını yollayan Hamdi, arkasında Kenan'la birlikte içeri girerken masadakiler, kendilerine çekidüzen vererek yerlerinde doğruldular. Yerine geçip kurulan Hamdi, arkasında duran Kenan'ın varlığını hissetmiş gibi rahat bir şekilde:
"Nihayet geldik, yerimizi aldık ve işimizin başındayız!" diyerek lafa girdi.
"Sen yokken Pars!" diyerek lafa giren Payidar, gözlerini zor bela Mestan'dan alıp Hamdi'ye çevirdi ve lafına devam etti.
"İşler ters yüz oldu. Ayaklar baş, başlar ayakaltına alındı. Çöp kadar ederi olmayan, bit gibi ürer oldu Pars! Hükmüne muhtaç kaldık, hükmüne aç kaldık!"
Mestan bir şey demeden onun lafını bitirmesini bekliyordu. Hamdi, bir kaşı havada Payidar'ın lafının bitmesini bekledikten sonra:
"Hüküm benim değil, Kurul'un ve Pars'ın hükmüdür, Payidar!" dedi. Mestan'ın durgun sesi duyuldu.
"Zora gelen adam, madam olur derler; erkek dediğin, zora geldi mi etek giymez, etek altına saklanmaz derler."
Masadaki gerilim, herkesi otomatik etkiliyordu. Kenan bile etkilenmiş, katı gözlerle Mestan ve Payidar arasında dönüp dolaşıyordu. Hamdi'nin sıkıntıyla aldığı derin nefes,
"Her şeyden haberim var," diye burnundan dışarı kaçarken Mestan, kaşları çatık bir şekilde Payidar'ı izliyordu. Payidar'ın bakışları, Hamdi'ye kenetlenmişti.
"Payidar'ın yaptıklarından, Mestan'ın verdiği karşılığa; Mestan'ın yaptıklarından, Payidar'ın verdiği karşılığa kadar her şey, benim radarıma takıldı beyler! Ben size dedim ki; aranızdaki husumet, masaya yansımasın, Kurul'a aks olmasın dedim. Ama siz ne yaptınız? Kendi husumetinize, Kurul'un işlerini de alet ettiniz! Alya5000 gemisindeki silahlar, Kurul için değerliydi; hakeza Kıllı Tores de bizim için değerliydi. İkisini de polise yem ettiniz, Payidar yem etti demiyorum bak, ikiniz de ettiniz! Her hamle, mislini doğurdu; her adım, felakete tekabül etti. Ne oldu? Olan kime oldu? Kurul'a... Peki şimdi ne olacak?"
Bir sessizlik kol geziyordu. Hamdi Mestan'a bakarken Mestan, gözlerini kırpmadan Payidar'a bakıyor, Payidar da nefesini tutmuş Hamdi'yi izliyordu.
"Aşağı tükürsem sakal, yukarı tükürsem bıyık..." diye fısıldayan Hamdi, sırtını koltuğa yaslayıp:
"Ne yapayım, siz söyleyin bana!" dedi. Mestan, derin bir nefes aldıktan sonra:
"Sen bana ilk teklif ettiğinde, ben sana bu durumu söylemiştim Pars! Bunların olacağı belliydi," deyince Payidar, burnundan derin bir soluk aldı ve:
"Hasmımı kardeş diye önüme sürersen, kardeşten kalleş olur, keleş gibi maraz doğurur. Olacak bu!" dedi. Hamdi, her iki elini aniden masaya vurunca kopan gürültü, herkesin irkilerek yerinde sıçramasına neden oldu.
"Bu masada, kalleşlerin yeri olmaz; kardeşten kalleş olmaz, Kurul kaidelerine ters ve racona uymaz. Kardeşinin kalleş olduğuna hükmeden ve masada bunu zikreden; aynı hükme ve aynı zikre tabidir. Kurul bunu emreder, buna hükmeder."
Herkesin bakışları, tek bir merkezde toplanmıştı. Kurul'un Pars'ı olarak hüküm verecek Hamdi'deydi ve Kenan bile nefesini tutup olanları izliyordu.
***
"Ben çıkıyorum Afra!" diyen Gaye, çantasını koluna takıp salona indiğinde, mutfaktan çıkan Afra'nın dalgın yüzüne baktı ve anlamaya çalışarak göz süzdü.
"Ne oldu sana böyle?"
Kırgın bir sesle:
"İyiyim ben!" diyen Afra,
"İyi değilsin, ne oldu söyle?" diye direten Gaye'ye, tebessüm ederek:
"Meraklanma, iyiyim!" dedi. Gaye pek inanmasa da, kendi anlatsın düşüncesiyle kafasını salladı. Tam gidecekken Afra'nın, ona doğru yürüyerek:
"Nereye?" diye sormasıyla gülümsedi.
"Arkadaşım aradı. Onunla buluşacağım!"
"Baban sorduğunda söyleyeyim diye sordum, yanlış anlama lütfen!"
Güldü Gaye,
"Önemli değil!" dedikten sonra başını sallayıp kapıya doğru yürüdü. Afra da bir müddet onun arkasından baktıktan sonra tekrar mutfağa doğru yürüdü.
***
Bostancılar...
"Ben sanmıştım ki, aranızdaki husumeti bir kenara bırakır ve Kurul çatısı altında bir olur, kardeş olursunuz! Ama görüyorum ki yanılmışım, Kurul'a faydanız dokunacağı yerde zararınız dokunuyor. Kurul'u yüceltmek yerine, daha da çökertiyorsunuz," diyen Hamdi, önce bakışlarını Mestan'a çevirdi. Sonra da Payidar'a dönerek lafına devam etti.
"Alanınız olmadığı halde başka bir alanda iş tutuyor, o işten kâr edeceğinize zarar edip Kurul'a da leke bulaştırıyorsunuz!"
Mestan yumruğunu sıkmış ve sabretmeye çalışırken Payidar, Hamdi'nin her lafıyla daha da burnundan soluyordu. Kenan, ikisini de göz ablukasına almış ve dikkatle bakarken Hamdi, yerinde doğrulup:
"Benim buna bir çare bulmam lazım! Vereceğim hükmü, tarihe emsal etmem lazım!" deyince Payidar, gözlerini kısarak:
"Ne gibi?" diye sordu. Mestan, alaylı bir şekilde hafif gülümserken Hamdi, katı bir sesle:
"Sen söyle! Ne yapayım ben? Sen olsan ne yapardın?" diye sordu. Payidar susarken Mestan,
"Hata sendeydi Pars!" der demez soğuk bir rüzgâr, esip masadakilerin yüzlerini okşadı ve herkesin irkilmesine neden oldu. Hamdi, sakin bir şekilde ona dönüp:
"Kabul ediyorum Mestan, hata bende! Sen bana söylemiştin ama ben gene ısrar ettim ve seni masaya aldım. Hatam bu!" deyince Mestan, başını salladı. Hamdi, sırtını tekrar koltuğuna yasladı. Gözlerini Bahri'ye çevirdi.
"Sen söyle avukat! Kurul tarihinde, mutlaka buna benzer bir vaka olmuştur. Ne yapıldı ve ne yapmam gerek?"
"Olmadı Pars!" diyerek lafa giren Bahri, boğazındaki kuruluğu gidermek için yutkundu ve devam etti.
"Hiç böyle bir vaka olmadı. Senden evvel Pars olanlar, seleflerin yani, hiç böyle bir noksanlık işlemediler. Çünkü bildiler ki; Kurul'da birbirine kim düşman olursa, Kurul bundan etkilenir, zarar görür ve çöker. Onun için böyle bir vakaya rastlanmadı."
Çenesini sıvazladı Hamdi, gözlerini kilitlemiş ve dik gözlerle Kenan'a bakan Bahri'nin yüzüne, kısık gözlerle bakarken Kenan da Bahri'nin bakışlarını fark etmiş olacak ki 'ne oldu' dercesine kafasını salladı. Bahri bir şey demedi. Hamdi, sağ işaret parmağı şakağındayken:
"Peki sen olsan avukat, sen olsan nasıl bir adım atar ve hüküm verirsin?" diye sordu. Bahri yerinde doğruldu.
"Bu devir, zor bir devir Pars! Kimin dost," diyerek Kenan'ın yüzüne baktı ve:
"...kimin düşman," dedikten sonra tekrar Hamdi'ye dönerek:
"...olduğunu bilemezsin! Sen, ne tas kırılsın istiyorsun ne de su dökülsün istiyorsun! Ama unuttuğun iki şey var. Bir; tas delikse, su damlalar halinde zaten dökülür gider. İki; tastaki suyun zehirli olduğunu da bilmiyorsun. Şayet bilseydin..." dedi ama Hamdi,
"...zaten tası kırar, suyu dökerdim," diye onun lafını kesti. Bahri başını sallarken masadaki herkes, Bahri'den çıkıp Hamdi'ye naklolan ve bu yolda bütün beyinleri yakan imalı lafları anlamaya çalışıyordu. Bilhassa Kenan anlamaya çabalıyordu.
"Sormamız gereken asıl soru şu!" diyerek masadakilere birer ikişer bakan Hamdi, Kenan'ın meraklı bakışları arasında:
"Tastaki zehirli su kim?" diye sorunca ortama bağdaş kuran gerginlik, iyice etkisini yükseltti. Herkes birbirine bakıp dururken Hamdi, ellerini ovarak önüne bakıyordu. Bahri de o sırada Kenan'ı izliyordu.
***
Kapıdaki nöbetçilerden biri, göğsünden aldığı mermiyle yere düşerken diğeri, daha tam silahına sarılamamıştı ki kafasından vuruldu; köşeden beliren siyah araçtan açılmıştı ateş, hızla Hamdi'nin evine doğru yol alıyordu ve arkasından da bir araç daha belirdi, o da aynı istikamete doğru geliyordu.
Bahçedeki adamlardan biri, dışarıdaki nöbetçilerin yerde olduğunu görünce silahını sıyırıp hızla kapıya doğru koştu; onun arkadaşı da peşinden geliyordu ki öndeki adamın yere düşmesiyle silahını onlara doğrultup ateşledi. Kopan silah sesi, diğerlerine de alarm misali ulaştı.
Duyduğu silah sesleriyle neye uğradığını şaşıran Afra, mutfak masasından bir ok gibi ayağa fırladı ve cama doğru koştu. Camdan dışarıya baktığında, bahçeye doluşan siyah kar maskeli adamlar olduğunu gördü. Hızla içeri koştu. Köşedeki telefona doğru koşarken bir gözü de dışarıdaki adamların üstündeydi.
Dışarıda çetin bir çatışma baş göstermişti; Hamdi'nin bir adamı, karşıdan gelene ateş etti ve onu göğsünden vurdu ama adam düşmedi. Bu sefer de kafasını hedef seçti ama kendisi hedef olduğu için vurulup yere düştü. Köşedeki koşarken yere düştü ve kafasından vuruldu. Maskeliler epey bir kalabalıktı,öndeki adam tek maskeli değildi; Fattah Özali'ydi bu ve hızla eve yaklaşmaya çalışıyordu.
Hamdi'nin numarasına ulaşamadı Afra, Kenan'ın numarasını ezberlemişti, onu da aradı ama o da ulaşılamıyor diyordu; eli ayağı birbirine dolanmış, ne yapacağını bilmez bir şekilde mutfak kapısında durup elindeki telefona bakıyordu. Beyninin içinde bomba sesleri duydu Afra; uçak sesleri, bağırış çağırışlar, feryat figanlar ve yıkılan meskenler göründü gözlerine, yutkundu. Uçaklardan atılan bombalar belirdi zihnine, yaralıların feryatlarını işitti kulakları ve Suriye manzarası kazındı yüreğine; dışarıdaki çatışma sesleriyle kendine geldi, Suriye'den Hamdi'nin evine intikal etti beyni ve içine doluşan korkuyla gözlerini yumdu. O sırada evin kapısı, büyük bir gürültüyle kırılarak açıldı. Elindeki telefon yere düştü Afra'nın, Fattah Özali'nin silahı doğruldu ona; adamın gözlerine baktı Afra, silahtan mermi fırladı, gözlerini kırpmadı kadın ve mermi, kadına doğru hızla yol aldı. Kadının göğsüne saplanan mermi, bedenindeki kuvveti alıp götürdü; bir mermi daha geldi, arkadaşının yanına saplandı, bir mermi daha gelip aynı yere yerleşti ve Afra, kanla süslenen libasını umursamadan yere yığıldı.
Fattah Özali, adımlarını kadına doğru atarken gözlerinde zerre pişmanlık yoktu; yerde can çekişen Afra'nın tepesinde dururken zerre acıma emaresi görülmedi bakışlarından ve Afra, son nefeslerini sayarken Fattah, onun kapanan gözlerine son kindar bakışlarını empoze ediyordu. Afra'nın gözleri kapandı ve tamamen nefesinden feragat etti. Fattah, içeri doluşan adamlarına bakarak:
"Her yeri arayın, Özel Name'yi bulun!" diye emir verdikten sonra tekrar Afra'ya dönüp baktı. Adamları her yere dağılırken Fattah, kadının başından ayrıldı.
***
Bostancılar...
"Gelir gelmez ortalığı yerle bir eden kimse, zehir odur!" diyen Payidar, dişlerini sıkmaktan resmen çenesi kırılacak gibiydi. Mestan, bir şey demeden bakışlarını Hamdi'ye kilitlemişti. Hamdi, derin bir nefes aldıktan sonra:
"Zehir kimse, panzehir de benim! Bu böyle biline!" deyince Mestan, hafifçe tebessüm etti.
"Benden haber bekleyin!" diyen Hamdi, ikisinin yüzünü inceledikten sonra:
"Zehri bulup imha edeceğim," diye lafını bitirdi. Kenan'ın suratında beliren ufak tebessüm, Bahri'nin gözlerinden kaçmamıştı. Hamdi, diğerlerine dönüp:
"Şimdi gelelim diğer meselelere!" deyince herkes canlandı, bakışlar Hamdi'ye döndü ve diğer konulara girizgâh yapıldı.
***
Milli Haberalma Servisi...
"Efendim!" diyerek odaya giren uzun boylu, yapılı bir vücuda sahip esmer tenli, karagözlü ve jöleli saçları geriye taranmış bir genç, kirli sakallarının altındaki gamzeleri muhafaza edercesine Musa'nın karşısında durdu. Musa, yerinde doğrulup:
"Ne oldu Emrah?" diye sordu. Emrah denilen genç, elindeki tablete kısa bir bakış attıktan sonra:
"Hamdi Çeliker'in evine bir baskın yapılmış," deyince Musa, hışımla ayağa fırladı.
"Ne?"
***
Arnavutköy/Yazgan Site...
Cem'in sessiz suskun oluşu, Dildar'ın canını sıkıyordu; cesaret edip soramıyordu, bir taraftan annesinden çekiniyor diğer taraftan kendisinden korkuyordu. Kendisine bile dile getiremediği şeyleri Cem'den duyacak diye korkuyor, bu korkusu onu Cem gibi bir sessizliğe mahkum ediyordu. Simay bir şeyler sezse de karışmıyor, bu konuyla pek alakadar olmuyordu. Aslında onun da benzer bir sorunu vardı; Rıfat'ın ona karşı bir şeyler hissettiğini, hakeza kendisinin de ona karşı boş olmadığını biliyordu ama o da kardeşi Dildar gibi bunu kendisinden bile gizliyor, itiraf edemiyordu. Feray'ın kafası karışıktı; yaşadığı, daha doğrusu yaşamak zorunda kaldığı bu hayat, onu bir kafese tıkmış gibiydi ve kafesi delip uçmak varken o, Simay üzülmesin diye sessizce bekliyordu.
Nazan'ın içinde bir sıkıntı belirmişti; yıllarca görmediği, uzak kalmak zorunda olduğu kızına kavuşmuş ama kızıyla kocası arasındaki soğuk mesafe, onun aklını bulandırıyordu. Belki de Simay bunu tercih etmişti, belki de zamanla bu mesafe yok olurdu bilinmez ama Nazan, nedense bu aralar bunu kendine dert edinmişti. Kocası da yakınlaşma olsun, mesafe kaybolsun diye bir çaba içine girmiyordu ki Nazan için bir umut olsun, içindeki sıkıntısı bitsin. Aslında Mestan'ın huyu böyleydi, işler yoğun oldu mu Nazan'la arasına bile mesafe koyuyordu. Belki de karısı yahut kızı zarar görmesin diye böyle yapıyordu, bilmiyordu Nazan, kafası durmuş gibiydi.
"Okul ne olacak?" diye soran Feray, Simay'ın sıkıntıyla derin bir nefes almasına aldırmadan:
"Hep burada tıkılı mı kalacağız?" diye sorusuna ekleme yaptı. Simay, bilmem dercesine omuz silktikten sonra:
"Anneme sormak lazım!" dedi. Gülümsedi Feray,
"Annem... Ne güzel bir kelime? Değil mi?" deyince Simay, göz devirerek:
"Yıllarca hasret kaldım bu kelimeye Feray, bunu bana çok görme!" der demez Feray, hemen onun yanında oturduğu için ona sokuldu.
"Hayır asla bunu sana çok görmem, deme öyle! Sadece değerini bil diye söyledim. Benimkiler de beni öldü biliyorlar."
Feray'ın yüzündeki aydınlık söndü; Payidar, sırf Simay onu aramasın diye yanan bir kadını Feray diye ilan etmiş, ailesi de kızları kötü yola düşmüş, intihar etmiş diyerek resmen onu silmişlerdi. Feray bunu duyduğunda Payidar'a teslim bayrağını çekmişti. Belki de Payidar yalan söylüyordu, bilmiyordu.
"Konuşursun Feray, ailenle bir araya gelirsin, anlatırsın derdini!" diyen Simay'a, nemli ve dolu gözlerle bakarak:
"Benim ne halde olduğumu biliyorsun Simay, ben onlara bu lekenin bulaşmasını istemiyorum. Varsın beni öldü bilsinler, zaten bir ölüden farkım yok! Benim bir hayatım yok artık!" diye sayıklayarak cevap sununca Simay, gözlerinden süzülen yaşları serbest bıraktı. Hızla arkadaşına sarıldı, sımsıkı sarılarak ve sırtını sıvazlayarak:
"Ben varım, biz varız, yalnız değilsin sen! Senin hayatını mahveden o adama inat ayakta dur, mücadele et! Eğer yıkılırsan, o adam kazanır!" deyince Feray, gözlerini yumarak:
"Ben daha maç başlamadan yenildim Simay, ne mücadelesinden bahsediyorsun sen?" diye sayıkladı.
"Canım arkadaşım!" diyerek ondan ayrılan Simay, onun her iki omzundan sımsıkı tutup hafifçe sarsarak cesaret aşılarcasına lafını sundu.
"Bak sen çok güçlü birisin, emin ol çok güçlüsün! Sen ki Payidar'ın karşısında ezik durmadın, çabaladın ve Cem aracılığıyla bana haber yolladın! Eğer güçsüz ve yenik biri olsaydın, öyle devam ederdin ama öyle değilsin! Kendini asla küçük görme lütfen! Direneceksin, direneceğiz ve güçlü duracağız!"
Gözyaşlarıyla süslü bakışlarını, Simay'ın suratında gezdirip usulca başını sallayan Feray, sayıklarcasına:
"Dayanacağız, güçlü olacağız!" deyince Simay, tekrar ona sarıldı.
"Çıkıp biraz dolaşalım mı?" diye soran Dildar, mutfakta Cem'in karşısında oturmuş ve telefonuyla oyalanan Cem'e dikmişti bakışlarını; Cem, sanki o yokmuş gibi davranıyor, ona kısa ve tek cevaplar sunuyordu.
"Olmaz."
"Neden?"
"Annen kızar."
"Sen söylesen?"
"Olmaz."
"Neden?"
"Canım istemiyor."
Birden Cem'in elinden telefonu kaptığı gibi ayağa fırladı ve kapıya doğru koştu. Cem önce bir afalladı sonra kendine gelip onun peşinden gitti.
Merdivenlerden hızla yukarı koşan Dildar, daha mutfaktan yeni çıkan Cem'i arkasında bırakıp kendi odasına doğru hızlandı. Cem de merdivenleri çıkarken bir ara ayağı kaydı ve az kalsın düşüp tekrar aşağı yuvarlanacaktı ama kenarlıklara tutunup dengesini korudu ve bir iki saniye bekledikten sonra tekrar koştu.
Odasına giren Dildar, kapıyı kilitlemek istedi ama Cem, hızla kapıya yüklenince kendisini yatağa doğru attı. Cem içeri girince gayri ihtiyari kapıyı çarptı ve kapı kapandı.
"Ver telefonu!"
"Ne var bu telefonda?"
"Sana ne? Versene telefonumu!" diyen Cem, ona doğru bir iki adım atarken Dildar, gerisin geri yürüyüp gardıroba sırtını dayadı. Cem geldi ve karşısında durdu, Dildar'ın yüzüne bakıp elini uzatınca Dildar, hızla onu itmeye çalıştı. Ama Cem, onun elini sımsıkı tuttu ve Dildar onu iterken o kuvvet ve çekimle birlikte ikisi, sırtüstü yatağa düştü. Cem'in üstünde, onun şaşkın gözlerine bakan Dildar, sırtını kavrayan elin sahibinin gözlerinin içine bakıyor ve bu bakışma, giderek yakınlaşmaya dönüşüyordu. Dildar'ın nefesi, Cem'in yüzüne ılık bir hava gibi çarparken Cem'in kalbi dörtnala atıyordu ve Dildar da ondan farksız değildi; bedenler birbirlerine yapışmışken ve ılık nefesler yüzlere yapışıp dururken Cem, üzerine eğilen kızın aralanan dudaklarına baktı. Yavaşça sokuluyordu Dildar, Cem de bekliyor ve ikisini çepeçevre kuşatan bu duygu yoğunluğu, resmen bir sağanak gibi onları etkisi altına alacaktı. Dudaklar birbirine yaklaşırken gözler, kalplere köprü kurmuş ve o köprülerin altından aşk pınarları geçerek ılık sular bahşetmişti. Dildar'ın dudağı, Cem'in dudağına değerken kalpler, dörtnala şaha kalkmış küheylanlar misali çayırlarda çimen ezmeye başlıyor; ikisinin dudakları bir olurken, öpüşler ve sarışlar baş gösterirken sağanak yağmurlar bastırmış ve ikisi, sırılsıklam birbirine yapışarak yekvücut olmuştu.
Cem'in elleri, Dildar'ın sırtına masajlar yaparken Dildar'ın dili, Cem'in diline değerek elektriklenme yolluyor; Dildar'ın eli, Cem'in saçları arasında gezinirken Cem, Dildar'ı yana yatırıp sırtında gezdirdiği elini, yavaşça onun beline, bel çukuruna ve bacaklarına sürüyordu. Cem'in üstündeki eşofmanın ön kısmında beliren kabarıklık, Dildar'ın karın hizasına değerken Dildar, bundan haz alıyor ve gözlerini yumarak karnını o kabarıklığa sürüp duruyordu.
"Seni seviyorum Cem!" diye sayıklayan Dildar, büyük bir ihtirasla onun dudaklarını emerken Cem,
"Ben de seni seviyorum!" diyerek onun ağzının içine lafını sürdü. Cem'in eli, Dildar'ın üstündeki badinin altına girmek için yeltendi ama Dildar, onun elini tutup durdurdu.
"Burada olmaz!"
İkisi durdu, birkaç saniye bakıştı; Dildar uzandı ve Cem'in boynundan tutup kendisine doğru çekerek dudaklarına yapıştı, Cem'in öpüşlerine karşılık verirken lafını sürdü.
"Dışarı çıkalım, burada olmaz Cem!"
"Bunu yapamam Dildar, bunu yapamam!" diye sayıklayan Cem, öpüşlerine ara verip onun yüzüne baktı.
"Neden? Benden hoşlanmıyor musun yoksa?"
"Aksine, seni taparcasına arzuluyorum ama ablama bu kötülüğü yapamam Dildar!"
Yutkundu Dildar, Cem ayağa kalkarken çırpınan bir çalı parçası misali onu yatakta bıraktı. Kenardaki telefonunu alırken:
"Kusura bakma!" diyerek kapıya doğru yürüdü. Dildar, nemlenen bakışlarla onun arkasından bakarken Cem, odadan çıkıp kapıyı ardından çekti. Dildar'ın hayalleri yıkılmış bakışları, Cem'in ardında kaldı.
"Mestan gelmedi," diyen Nazan, merdivenden aşağı inmekte olan Cem'in karşısında durduğunda gözleri, istemsiz bir şekilde Cem'in ön kısmına takıldı. Hafif kabarık olduğunu görünce es geçti.
"Gelir birazdan abla!" diyen Cem'in kesik bir şekilde nefes aldığını görünce:
"İyi misin sen?" diye sordu.
"Şey, spor yapıyordum da abla, ondan nefessiz kaldım."
"Anladım," diyen Nazan, başka da bir şey demeden kocasının çalışma odasına doğru yürüdü. Cem, derin bir nefes alarak mutfağa doğru ilerlerken merdivenin başında, aşağı inecekken annesiyle Cem'in konuştuğunu görünce durup onları dinleyen Dildar, sinirle derin bir of çekerek basamakları inmeye başladı. O aşağı indiğinde Cem, çoktan mutfağa girmişti.
***
"Sağ ol Zenan, bıraktığın için!" diyen Gaye, köşeden dönmekte olan aracın şoför mahallinde oturan arkadaşına bakıp gülümsedi. Zenan, bir kaşını havaya kaldırırken:
"Kırarım dilini bak!" deyince Gaye,
"O nasıl oluyor öyle ya?" diyerek gülümsedi.
Onların arkasında da Hamdi'yle Kenan'ın olduğu araba geliyordu; Kenan, tebessüm ederek yandan Hamdi'ye baktı ve öndeki arabayı işaret etti. Hamdi de görmüştü. Zenan'ın arabasını tanıyorlardı.
"Kızım gene dışarı çıkmış sağ olsun!" diyen Hamdi, tebessüm ederek:
"Her daim sağ olsun Pars!" diyen Kenan'a baktı.
"İkiniz de sağ olun evlat!"
Birden öndeki aracın ani freniyle Kenan, az kalsın arkadan araca çarpacaktı. Gaye ve Zenan'ın hızla ve telaşla indiklerini gören Kenan, araç vitesteyken el frenini kaldırıp ayağını debriyajdan çekince araç, sallanarak istop etti.
"Neler oluyor ya?" diyen Hamdi de inmişti arabadan ve kızıyla Zenan'ın koştuğu yere doğru hızlandı. Kenan, onlara yetişmek üzereydi.
Dışarıdaki nöbetçilerin ölmüş olduklarını gören Gaye, kendilerine doğru gelmekte olan Kenan'a bakıp:
"Ölmüşler," diye seslendi. O sırada duyulan siren sesleri, ikisinin de irkilerek bakışmasına neden oldu. Yanlarına gelen Hamdi, avlu kapısının açık olduğunu görünce:
"Afra?" diye sayıkladı. Sonra da hızla içeri koştu. Kenan da onun peşinden giderken Zenan'la Gaye, dışarıda durup polislerin gelmesini beklemeye koyuldu.
Her yerde adamların cesetleri vardı, her biri bir yerde vurulmuştu ve Kenan, silahını sıyırarak temkinli bir şekilde etrafına bakındı. Hamdi, evin açık kapısını itekleyerek içeri girdiğinde sanki dünyası başına yıkıldı; olduğu yerde çakıldı kaldı, gözleri ileriye bakıyor, gördüğü manzarayla nefesi tutukluk yapıyordu.
"Afra?" diye fısıldadı. Kadının yerde, kanlar içinde yatışını görmek istemedi; olmasın istedi böyle bir şey, Afra değil başka biri olsun istedi, oydu ama Afra'ydı. Sıska adımları, koca cüssesini zor taşıyordu, bir adım atarken sanki binlerce tonluk ağırlığın altında zor bela yürümüş gibiydi ve bir adım daha attı bu zor haliyle; kapıda durmuştu Kenan, eli kolu yanlara düşmüş, elindeki silah da bu serbestliğe dayanamayıp yere düşmüştü.
Afra'nın cansız bedeni değişti, yerine yıllar önce kaybettiği Nezaket'in bedeni belirdi; gözlerinden yaşlar aktı, uçurumlar yandı bu gözyaşlarından ve Hamdi, Pars olduğunu, mafyanın kralı olduğunu unutarak dizlerinin üstüne çöktü. Avazı çıktığı kadar öyle bir bağırdı ki sesi, İstanbul'un yedi tepesinde yankı olup sağır sultanların kulaklarına küpe oldu; öyle bir haykırdı ki Hamdi, nidası arşta süzülen kuşların ödlerini patlatıp kanatlarına tutunarak öte diyarlara yol oldu, yordam gösterdi ve Anadolu'nun her karış toprağına tohum olup ekildi, biçildi.
Duydu Gaye babasının feryadını, o da olduğu yerde yere çöktü; polis araçları durup etrafa dağılırken Gaye'nin gözyaşları, şoktan soğumuş yanaklarına akarak bu buz gibi havada ılık bir dokunuşla yer etti. Her iki gözünden düşen damlalar, yanaklarında barınamayıp zaten ıslak olan zemine düşerken Zenan, arkadaşını sarıp sarmaladı, sırtını sıvazladı ve ona teselli olsun diye sokuldu.
Afra'nın kanlı başını kucağına almıştı Hamdi; gözyaşlarını salarken kadının cansız kafasını göğsüne bastırıyor, sessiz bir şekilde hıçkırıyor, ah edip ağlıyordu. Kenan da olduğu yerde çökmüş, gözyaşlarını Afra için döküyordu. O, masum bir Suriye göçmeniydi; kocasını Suriye'de, çocuğunu Viranşehir'de kaybetmişti. Hayat ona bir yol açmış, İstanbul'a gelmiş ve Hamdi'nin yamacına ilişmişti. Ta ki Hamdi, onu karısı gibi yatağına almış, nikahına alacağına dair ahdetmiş ve nikah için gün sayarken ecelle yüzgöz olmuştu. Sahi, bombaların altında huzur bulamayan ve huzur bulmak için Türkiye'ye irtica edip sokaklarda dilenerek çocuğunu düşünen ve çocuğu öldükten sonra huzur arayışı için İstanbul'a sığınan Afra, canından olduktan sonra huzur bulmuş muydu? Tepesinde gezen uçaklardan düşen bombalar, onun konu komşusunu parçalara bölerken o, sırf bir nefes hayat diye Türkiye'ye kaçmış, şimdi de nefesinden feragat etmişti. Huzurlu muydu? Peki bizler, çevremizde onlarca belki yüzlerce hatta binlerce Suriyeli gezerken bizler, onların ne sıkıntısı ne derdi var diye sorduk mu? Dilenen kadınların, el açan çocukların ve hatta hırsızlık yapan sabilerin ne meramı var diye sual ettik mi? O, Suriyeli Afra idi; basit bir Suriye göçmeni, basit bir Türkmen'di. Ne yaşadı, ne var oldu ne de öldü.
"Bir fırtına tuttu bizi, deryaya kardı..." diye sayıkladı Hamdi, o türkü dolandı dillerine ve sanki o türkü çalındı yanan yüreğinin içerisinde; içeri doluşan polisler bile dağıtmadı Hamdi'nin düşlerini, delip geçemedi düşüncelerini etrafa dağılan üniformalılar ve Hamdi, hıçkırıklar içerisinde ağlarken aynasızlar, aynalarını parlatıp dört bir yana dağıldı.
Olay yeri şeritleri çekildi dört bir yana; olay yeri polisleri, beyaz libaslarıyla göz doldurdu ve avlu kapısından içeri girip her yerde bir iz, bir delil aramaya başladı.
Afra'nın konduğu ceset torbasının fermuarı çekilirken Hamdi, sırtını duvara yaslamış bir şekilde yaşlı gözlerle onun arkasından bakıyordu; Kenan hemen yanında durmuştu, Gaye de diğer yanında durup başını babasının koluna dayamıştı. Emrah, yanında üniformalı bir polisle gelip Hamdi'yle Kenan'ın karşısında durdu.
"İfadelerinizi almak zorundayız!" diyen Emrah, Kenan'ın katı bakışlarına aldırmadan Hamdi'nin yüzüne baktı. Hamdi, derin bir nefes aldıktan sonra:
"Olur," deyince Kenan,
"Kardeşim, şu an ifade vermek için uygun değiliz, sonra gelsek olmaz mı?" der demez Emrah, Hamdi'nin:
"Gidelim Kenan!" demesiyle sessizliğini korudu. Gaye de onlarla birlikte giderken Zenan, etrafına bakınıp polislerin oraya buraya koşturmasını izliyordu.
***
Akşamın karanlığı çöktü koca şehre; gene koyu bir karanlık bahşetti gece, soğuk bir kucak açtı insanlara ve fırtınalı bir girizgâh yaptı. Marmara'nın suları donmaya yüz tutmuş, çetin Şubat soğuğuna boyun eğmişti. Mart'a göz kırpan günler, adeta kapıdan baktırıyordu.
Arnavutköy/Yazgan Site...
'Ünlü İşadamı Hamdi Çeliker'in evine silahlı saldırı oldu seyirciler! Bugün sabah saatlerinde, kimliği belirlenemeyen kişi veya kişilerce eve saldırı düzenlendi. Kapıdaki nöbetçiler, dışarıdaki korumalar ve evdeki hizmetçi vurularak hayatını kaybederken şans eseri evde olmayan Hamdi Çeliker, kızı Gaye Çeliker ve yakın koruması Kenan Karabey, saldırıdan şans eseri kurtuldu. Emniyet müdürlüğüne ifade vermek için alınan Hamdi Çeliker ve kızı Gaye Çeliker, yakın korumaları Kenan Karabey'in ifadeleri hâlen sürüyor. Gelişmeler oldukça aktarmaya devam edeceğiz.'
Televizyonu kapatan Simay, çenesini sıvazlayarak bakışlarını Feray'a çevirince Feray, kısık bir sesle:
"Hastanede, babanı yani Payidar'ı ziyarete gelen adam değil mi?" diye sordu. Simay başını sallarken Cem, durgun bir sesle:
"Onun için Mestan Bey alelacele evden çıktı," diye fısıldadı. Her üçü mutfaktaydı ve önlerinde çay vardı. Derin bir nefes alan Simay, kollarını önünde bağlarken Cem, bir şeyleri sorarcasına onun yüzüne baktı. Simay bir şey demedi ve bakışlarını ondan kaçırdı. Feray da önüne bakıp duruyordu.
"İyi misin kızım?" diye soran Nazan, balkonda durup soğuk havaya rağmen gözlerini karanlığa diken Dildar'ın yanında durdu. Dildar, derin bir nefes alarak bakışlarını ona çevirdi.
"İyiyim anne!"
"Bence değilsin kızım!"
"Üstüme gelme anne!" diye sayıklayan Dildar, bir şey demeden tekrar bakışlarını geceye çevirdi. Nazan üstelemedi ve içeri girip kızını yalnız bıraktı. Belli ki sıkıntısı vardı Dildar'ın, ya kendi anlatır ya da öylece susup içine atar diye onu tercihiyle baş başa bıraktı. Dildar da kendisini, Cem'le yaşadığı o özel anı düşlemekle meşgul etti.
***
Emniyet müdürlüğünde ifadeleri alınmıştı; her üçü de evde olmadıklarını, düşmanlarının olmadıklarını ve kimin yaptığına dair bir fikri olmadıklarını beyan etmiş, beyanın altına imzalarını atmış ve dışarı çıkmak için koridorda ilerliyorlardı.
Hamdi resmen bitmişti, tükenmişti; zor adım atıyor, sallanarak yürüyor ve ne kadar dik durmaya çalışsa da bittiği, alenen gözlere çarpıyordu. Kenan da yıkılmak üzereydi; bu baskın, bu ölümler, onun da kimyasını bozmuştu. Zaten nişan işi için stres yapıyordu. Bir de bu iş çıkmıştı başına ve haliyle canı çok sıkılıyordu. Gaye de tükenmişti; erimiş bitmiş, mahvolmuştu. Yıllar sonra babasına iyi gelen, babasını tabir caizse iyi eden bir kadın çıkagelmiş ve o da annesi gibi saldırıya uğrayarak ölmüştü. Yıkık dökük bir şekilde zor bela yürürken koluna giren Kenan'a baktı, başını onun koluna yaslayıp gözlerinden yaşlar damıtırken önde yürüyen Hamdi'nin görmemesi için yavaşça yürümeye başladı. Kenan ona sokularak:
"İyi ol, kendine gel Gaye! Babanın sana, bana ihtiyacı var," diye fısıldadı. Gaye yutkundu, gözlerini yumdu ve başını sallarken:
"Haklısın!" diye mırıldandı. Sonra Gaye sağdan, Kenan da soldan Hamdi'nin koluna girerek onunla birlikte adımlarını attılar. İşte o zaman Hamdi kuvvet kazandı, güç kazandı Hamdi; adımları daha bir sert oldu, yürüyüşü dikleşti ve yıkılmadım ayaktayım türküsünün nakaratlarına ayak basar gibi hızlandı.
Onlar dışarı çıktığında, karşılarında onları bekleyen bir kalabalık vardı; Payidar bir köşede durmuştu, Mestan bir köşedeydi ve diğerleri de araçlarının önlerinde durmuş, Hamdi'leri bekliyordu. Hamdi geldi, yanında Kenan ve kızıyla onların tam karşısında durdu. Payidar'ın güven veren yüzüne baktı Hamdi, oradan Bahri'nin sallanan başını fark etti, Jargon'un öfkeyle bezenmiş bakışlarına baktıktan sonra Kelpeten'in intikam fısıldayan gözlerine baktı. Samet'in dik duruşuna gıpta edip Tayfun'un hazırım dercesine haykıran endamına göz değdirdikten sonra Mestan'ın buradayım diyen duruşuna acımsı bir tebessüm yolladı. Her iki yumruğunu sıktı Hamdi, derin bir nefes aldıktan sonra Gaye'ye kısa bir bakış attı. Kızından aldığı güven kokan tebessümüyle Kenan'a çevirdi bakışlarını, Kenan da başını sallayınca Hamdi, tekrar kalabalığa dönerek yumruklarını daha sert sıktı ve lafını, dişlerinin arasında ezercesine sarf etti.
"Gidelim!"
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top