"Size Ölüm Getirdim"
Kafasındaki maske kaldırıldığında, ağzı yüzü kan revan içindeydi; dudakları çatlamış, gözleri morarmış ve tanınmaz bir hale düşmüştü Kenan. Yarı baygın gözlerle, karşısında dikilen adama baktı. Yüzü siyah bezlerle örtülü adam, dişlerinin arasından tıslarcasına:
“Çekirge bir sıçrar, iki sıçrar. Üçüncü de çuvallar. Anlat bakalım, sen kimsin ve Avareş’te ne işin var?” diye sordu. Kenan, başı öne düşecek gibi oldu. Sonra toparlandı. Zor da olsa çıkan sesiyle:
“Size ölüm getirdim çıyanlar!” deyince adam, olanca gücüyle dizini onun yüzüne geçirdi. Kenan, sırt üstü düşerken bilincini yitirdi ve her yer, karanlık bir örtüyle kaplandı.
***
2 GÜN ÖNCE…
***
İSTANBUL
Kendini toparlayan Kenan, Gaye’nin hevesini kursağında bırakmış ve kadını rüzgarda savrulan bir çöp parçası gibi sallantılı haliyle bırakarak geri çekilmişti. Gözlerindeki ıslaklığı kurulayan Kenan, kadının ışıldayan gözlerine bakıp:
“Kusura bakma Gaye, sana bunları yaşattığım için üzgünüm!” dedi ve ayağa kalktı. Gaye de ayağa kalkarak:
“Nereye?” diye sordu.
“Biraz çıkıp hava alacağım!”
“Ben de geleyim!”
Kenan, elini kaldırıp onu durdurdu. Derin bir iç çekerek:
“Lütfen Gaye, yalnız kalmak bana iyi gelecek!” deyince Gaye, geri çekildi. Kenan, sandalyeye asılmış montunu aldı ve giyerek Gaye’nin hüzünlü bakışları arasında dışarı çıktı.
Tam arabasına binecekti ki Hamdi, onun arkasından:
“Nereye delikanlı, benden habersiz mi gideceksin?” diye sordu. Kenan, kapıyı kapatıp ona döndü.
“Pars! Bugün çok iyi şeyler yaşamadığımı biliyorsunuz, biraz yalnız kalmak istiyorum! İzninizle!”
“Nereye gideceksin peki? Gideceğin yeri bilelim de, aklımız sende kalmasın!”
“Eski evimi biliyorsunuz, orada birkaç gün dinlenmek istiyorum!”
“Pekâlâ, sen bilirsin! Ama çok kalma! Sen bana lazımsın!”
Başını sallayan Kenan, aracın kapısını açtı. Binerken gözleri dönüp Hamdi’nin arkasında durmakta olan Gaye’ye takıldı. Gaye’nin ıslak bakışları, Kenan’ı takibe almıştı. Kontağı çalıştıran Kenan, hızla gaza basıp harekete geçti. Gaye geldi ve babasının yanında durdu.
***
Şişli/Payidar’ın Malikânesi…
“Cem, uslu duracağına söz verdi. Görüntüleri de bulup imha ettim Simay, korkmana gerek yok!” diyen Rıfat, dolu gözlerle ona bakmakta olan kadına bakıyordu. Simay, aniden ona sarıldı; öyle bir sıkıyordu ki Rıfat, adeta nefessiz kaldığını hissetti ve kadının kokusunu, birkaç saniye de olsa genzine çekip bu anın tadını çıkardı. Giderek ona karşı bir yakınlaşma, bir sıcaklık ve bir his başlamıştı Rıfat’ta; galiba Simay da ona boş değildi, ya içinde bulunduğu boşluk ona bunu yaşatıyordu ya da bilinmez bir eldi onları birbirine bağlayan, belli değildi ama Rıfat, kadından ayrılırken kendini boşlukta hissetti. Aniden Simay, bu sefer de hiç olmayacak bir şey yaptı ve uzanıp onun yanağına bir buse kondurdu.
“Teşekkür ederim Rıfat, her şey için!” diyerek hızla onun yanından ayrıldı. Rıfat, onun öptüğü yere eliyle dokundu ve bir müddet öylece hareketsiz durdu.
***
Sedef’in vurulduğu yere, sahile gelmişti Kenan; üstünde ağır bir yük vardı, çırpınıp dursa da nafileydi ve vicdan azabı, onun yakasını bırakmayacak gibiydi. Derin bir nefes aldı. Daha bu sabah Sedef, onunla şurada oturmuş ve ondan yardım dileniyordu. Her şey bir anda alt üst olmuştu. Vurulup denize düşerken ona öyle bir bakmıştı ki Kenan, beynine kazınan o bakışları unutabilmek için ölse bile nafile diye düşünüyordu. Gözlerinden yanaklarına süzülen damlaları sildi. İçini kemiren hıçkırık, dudaklarına kadar geldi ve tekrar geri döndü. Ne yapacaktı şimdi Kenan, nasıl yaşayacaktı bu acıyla ve en önemlisi Kenan, bu yarayı nasıl saracaktı? Birden Gaye’nin ona söyledikleri yankılandı kulaklarında. Ben varım demişti, yaranı ben sararım demişti; ama Kenan, ona her ne kadar aşık olsa da, nihayetinde görev icabı ona yakındı ve yaşadığı zannettiği aşkın aslında bir projeden ibaret olduğunu anlarsa Gaye, işte o zaman durum, içinden çıkılmaz bir hal alırdı. Bu düşüncelerle yürüdü, denize doğru ilerledi ve gelip kıyıda durdu. Sedef’in düştüğü yere baktı. Bir zamanlar kanla süslenen bölge, şimdi dalgalara meze olmuştu. Gelmemeliydi Sedef, ona bulaşmamalıydı ve Kenan’la irtibata geçmemeliydi diye geçirdi içinden. Ama onun da suçu yoktu, Kenan’ın da yoktu; Hamdi, kendince bir plan kurmuş, Sedef’i hain ilan ederek Yorgo’ya vurdurmuş ve ellerini bile kirletmeden Kenan’ı avucunun içine almıştı. Dört tarafı sarılıydı Kenan’ın; bir yanda Hamdi, diğer yanda Gaye ve öbür tarafta devlet görevi… Etrafını ören ağlar, onu sımsıkı bağlamıştı. Bazen boğulacakmış gibi hissediyordu. Bünyamin, Cihat’ın intikamı için öldürülürken Kenan, Sedef’in intikamını kimden alacaktı peki? Bunu bilemiyordu. Musa, Sedef’in öldüğünden haberdar mıydı, bunu da kestiremiyordu. Şimdi onunla irtibata geçemezdi. Biliyordu ki Hamdi’nin adamları, mutlaka onu gözlüyordu. En iyisi eve gitmek diye düşündü ve arabasına doğru yürüdü. Ay, bulutlara meze olmuş ve gökyüzü, karanlık bir havayla örülmüştü.
Gözlerini açtığında, güneşin perdelerin arasından sıyrılıp salona vurduğunu gördü Kenan; Üsküdar’daki evine gelmişti gecenin bir köründe, salonda dolanıp durmuş ve bir türlü uyku tutmamıştı. Ne zaman sızıp kaldığını hatırlamıyordu. Saate bakınca, onu geçip on bire ramak kaldığını görünce yerinden fırladı. Biraz halsiz düşmüştü; son zamanlarda yaşadıkları, kafasını allak bullak etmişti ve toparlanması gerekiyordu. Devlet görevlisiydi Kenan, ona bir görev verilmiş ve ne pahasına olursa olsun bu görevi yerine getirmeliydi. Banyoya doğru yürüdü, adım atışındaki yorgunluk, gözle görülebilecek cinstendi ve kapıyı açıp içeri girdiğinde, yüzünü görür görmez irkildi. Göz bebekleri kızıllaşmıştı, göz altı torbaları şişmişti ve yanağındaki morlukların da farkındaydı. Eskiden madde kullanınca bu hale gelirdi. Oysa dün bir şey kullanmamıştı. Elini yüzünü yıkarken suyun soğukluğuyla ürperdi. Derin bir nefes alıp yüzünü kuruladı.
Salona geldi tekrar; kanepeye uzandı ve elindeki kahveyi sehpaya bıraktı. Ayağa kalkıp pencereye doğru yürüdü, perdeyi hafif sadece göz teması olacak şekilde aralayınca dışarıda, siyah bir aracın durduğunu gördü. Geri çekildi. Yüzüne hafif bir tebessüm yerleşti.
Araçta duran adam, gözlerini kırpmadan eve bakıyordu. Çalan telefonu, onu yerinde doğrulttu. Açıp:
“Efendim Gaye Hanım!” dedi.
“Evde mi hâlâ?”
“Evde efendim!”
“İzlemede kal ve beni bilgilendir!”
“Anlaşıldı efendim!” diyen adam, kapanan telefonu yerine bıraktı. Tekrar gözlerini eve dikti.
Kendine sandviç hazırlamıştı Kenan; domates ve beyaz peynirle süslediği sandviçini yerken televizyonu açmıştı. Birden irkildi. Haber kanalında bir alt yazı geçti. ‘Ünlü işkadını kaçırıldı.’
“Nisa…” diye fısıldadı ve yerinde doğruldu.
“Bu kadın kaçırılmışsa, reisin başı belada demektir. Ah reis ah! Yine bulaştın terör oyunlarına, değil mi?”
Saatin düğmesine bastı. Bir bip sesi yükseldi. Saati ağzına doğru götürüp:
“Bukalemun, kafesten kısa süreliğine ayrıldı. Kapısında gölge var. Güneşi göremese de, aydınlığı hissetmek istiyor. Fısıltısını duy!” dedi. Sırtını kanepeye iyice yaslayıp bekledi.
***
Şile’deki harabe evde durmak, ikisini baya yorsa da adamların gelişi işlerine yaramıştı; yeni bir yer bulana kadar Sebastian, adamlara iş yaptırtıyor ve korunmak, barınmak için evi hazır hale getirtiyordu. Raskom, dışarı çıkıp onun yanına geldiğinde Sebastian, odun kıran bir adamın yanında durmuştu.
“Buradan gideceğimizi sanmıştım, neden hâlâ bu evde ısrar ediyorsun?”
Gülümsedi Sebastian:
“Zoru çekmeyen, kolaylığa eremez Raskom! Bir telefon bekliyorum. Yakında güzel şeyler olacak!” deyince Raskom, gözlerini kısarak:
“Ne gibi mesela?” diye sordu.
“Kızıl Ejder desem, yeterince açık etmiş olur muyum dostum?”
Birden Raskom’un gözleri irileşti, yutkundu ve çenesini sıvazlayarak:
“Kızıl Ejder, buraya mı geliyor?” diye sordu.
“Gelmesi yakındır, gelir mi bilmem! Ama ondan bir telefon bekliyorum! Rusya’yı buraya taşımak, sence de güzel fikir değil mi?”
“Ama burada barınamayız Sebastian!”
“Çok güzel barınırız, bekle ve gör!”
Raskom’un iri gözleri, Sebastian’ın yüzünü yokladıktan sonra ileriye doğru uzandı ve ağaçların arasında uçuşan kuşları kovaladı.
***
Şişli/Payidar’ın Malikânesi…
Kapının çalması, hizmetçiyi harekete geçirmişti; Rıfat salonda, Simay ortalıkta görünmüyordu ve Payidar, odasında istirahat ediyordu. İçeri giren hizmetçi, yanında Cem’le salona gelirken Rıfat, yavaşça ayağa kalktı. Cem’in elinde bir buket çiçek vardı. Rıfat, suratında ince bir tebessümle:
“Ne o Cem, kız istemeye mi geldin?” diye sorunca Cem, etrafına bakınarak:
“Şey, ben aptallık ettiğimi fark ettim! Simay yok muydu? Sizden de, ondan da özür dilemek istedim. Buradaysa…” dedi ama Rıfat, ellerini cebine yerleştirip:
“Burada değil! Özrünü kabul ediyorum, gidebilirsin!” dedi. Hizmetçi, Cem’in uzattığı çiçekleri alırken Cem, o sırada merdivenlerden aşağı inmekte olan Simay’a baktı. Sonra da dönüp Rıfat’a baktı ve gözleriyle sanki, hani yoktu diye sorarcasına bir bakış yolladı. Simay, Cem’in yanından geçip Rıfat’a doğru yürürken:
“Ne işin var burada Cem?” diye sordu. Cem, ağlamaklı bir halde:
“Özür dilemek için geldim Simay! Otopsi raporu çıktı. Pamir, herhangi bir darbeye mazur kalmamış. Ölüm nedeni, denize düşerken başını bir kayaya çarpmasından dolayı beyin kanaması diye not alınmış. Ben hatamı anladım Simay, senden de Rıfat Abi’den de özür diliyorum!” deyince Simay, dönüp Rıfat’a baktı. Rıfat, ifadesiz gözlerle Cem’i izliyordu. Simay, derin bir nefes aldıktan sonra:
“Sen önyargılı davrandın Cem, benim şahsımı lekeledin ve bir öfke sonucu aramızdaki sıcakkanlılığı, donuk bir denizle çevreledin. Şimdi gelmiş özür diliyorsun! Ben sana nasıl güveneyim? Nasıl eskisi gibi davranayım sana? Aramızdaki arkadaşlığı, dostluğu ve hatta kardeşliği, kalleş bir şekilde yerle bir ettin! Özrünü kabul ederim ama bir şartım var Cem!” deyince Cem, gözleri parlarcasına:
“Şartın her neyse, gözü kapalı kabul ederim! Yeter ki beni affet!” dedi.
“Şartım şu!” diyen Simay, ona doğru bir adım attı. Rıfat, gözlerini kısarak Simay’a odaklanmıştı. Cem, kızdan gelecek şarta kendini hazır etmişti. Simay, onun gözlerinin içine bakıp:
“Bir daha seni görmek istemiyorum, benden uzak dur!” deyince Cem, beyninden vurulmuşa döndü. Gözleri iri bir şekilde ona bakıyordu. Rıfat’ın tebessüm edişi, Simay’ın öfkeyle soluması ve hizmetçinin şaşkın bakışları, ortamdaki soğuk havanın etkisinde cereyan ediyordu. Başını usulca sallayan Cem:
“Tamam Simay, şartını kabul ediyorum! Sen ve Feray, bu akşam misafirim olun! Son defa ağırlayayım sizi!” der demez Rıfat, alt dudağını ısırıp Simay’ın vereceği cevaba odaklandı. Simay, dönüp Rıfat’a baktı. Sanki ona soruyordu. Cem’in gözleri de Rıfat’a takıldı. Rıfat, sen bilirsin dercesine gözlerini süzünce Simay, Cem’e dönerek:
“Pekâlâ Cem, geleceğim!” dedi. Cem, mutluluktan havalara uçacaktı sanki ve gülümseyerek:
“Bekliyorum!” dedi. Başını sallayan Simay, kapıya yönelen Cem’in arkasından baktı. Cem’in evden çıkmasıyla Simay, Rıfat’a dönerek:
“Sence gideyim mi?” diye sordu. Rıfat, ona yaklaşarak:
“Bir kere kabul ettin Simay! Sözünden dönmek, Payidar Candaroğlu’nun kızına yakışır mı?” deyince Simay, usulca başını salladı.
***
Hamdi, karşısında duran Yorgo’nun elini sıkarak yer gösterdi; bitkin bir haldeydi Yorgo, gözleri şişmişti, göz kapakları morarmıştı ve göz bebekleri, kızgın alevler gibi kızarmıştı. Gösterilen yere otururken derin bir nefes aldı.
“Ben gitmek Turkey’den…”
Hamdi, aslında sebebini bilmesine rağmen yine de:
“Neden?” diyerek sordu.
“Sevmemek ben… Çok kötü…”
“Anlıyorum Yorgo! Ama biraz beklemelisin! İkinci parti tırlar da yolda! Onlarla birlikte gitsen, bence daha iyi olur!”
“Tır gelmek, sonra gitmek ben…”
Hamdi, onu ikna ettiğine sevindi. Masadaki dosyaları kapatıp sırtını koltuğa yaslarken aklı Kenan’a takıldı. Nerdeydi acaba, ne haldeydi diye düşünürken Yorgo:
“Kenan… O nerde olmak?” diye sorunca derin bir nefes alarak:
“Dinlenmesi için izin verdim. Kötü şeyler yaşadı!” dedi.
“Tanıyor Sedef’i?”
“Tanıyor Yorgo! Sedef, onun eski nişanlısıydı.”
“Nişanlı?”
“Yani onunla evlenecekti. Ama olmadı. Sedef onu bırakıp gitti.”
Başını salladı Yorgo; şimdi anlamıştı neden Kenan’ın ona saldırdığını, ağzını yüzünü dağıttığını ve neden böyle hırçın olduğunu? Ona hak vermek gelse de içinden, vazgeçti ve konuyu kapatmak istedi.
“Ben eve gitmek… Ne diyor siz? Haber… Haber beklemek…”
“Tamam Yorgo!” diyen Hamdi, onunla birlikte ayağa kalktı. Onun elini sıkarak:
“Görüşürüz!” dedi. Başını sallayan Yorgo, kapıya yönelirken Hamdi, kapattığı dosyayı yeniden açtı ve işe koyuldu. Esentürk Holding’le ilgili bilgileri inceliyordu. Girdiği her işte, emekle çalışıp işi sonlandıran bir geçmişe sahipti; inşaat firmalarından turizm sektörüne kadar her kolu vardı ve iyi bir çalışma pozisyonuna sahiptiler. İstanbul’un merkezine dikilen plazalar, onun inşaat firmasından çıkmıştı. Gökdelenler de onun eseri gibiydi. Bu holding, Hamdi’nin başını ağrıtacak gibiydi.
Gaye, odasında dört dönüp dururken telefonunun çalmasıyla irkildi. Kenan’dır umuduyla baktı ama arayan Zenan’dı. Muhtemelen hesap soracaktı. Açıp:
“Efendim canım!” dedi.
“Canım mı, ne canımı kızım? Neden gelmedin partiye? O kadar heyecan yaptım, Kenan’la tanışma fırsatım vardı ve siz gelmediniz! Aşk olsun Gaye!”
“Canım, çok önemli şeyler oldu! Anlatamayacağım ve senin de anlayamayacağın şeyler… Bu yüzden gelemedik!”
“Ne oldu, sen iyisin ya?”
“İyiyim, bir şeyim yok! Ama Kenan, resmen yıkıldı Zenan! Enkaza döndü. Onu toparlamak istedim ama bana fırsat sunmadı. İlk defa onu bu halde gördüm. İçim parçalandı ya!”
“Ne oldu ki?”
“Sormasan daha iyi! Anlatamam yani!”
“Sen bilirsin! Ama bana bir yemek borcunuz var.”
“Gelsene bu akşam! Hem ben de yalnızım! Biraz dertleşiriz, olmaz mı?”
“Bakalım canım!”
Gaye, telefonu kapatıp yatağına otururken aklı, yine uçup Kenan’a gitti. Peşine saldığı adam; dün gece sahile gittiğini, biraz orada dolandığını ve sonra da eve geçtiğini söylemişti. Ama yine de içi huzursuzdu. Sanki Kenan’a bir şey olacak ve onu sonsuza dek kaybedecek gibi bir his vardı içinde; derin bir nefes alıp kafasındaki kötü düşünceleri kovaladı, olmasını istemediği şeyleri def etti başından ve bu sefer iyi düşünmeye çalıştı. İyi olsun her şey diye geçirdi içinden. Bunun için dua etti, fısıldadı ve gözlerini yumup elini kalbinin üstüne koydu.
***
DİYARBAKIR
Şehir dışında, eski bir un fabrikasına getirilmişti Dozan; bir sandalyeye oturtulmuş, elleri arkadan bağlanmış, kafasına siyah bir torba geçirilmiş ve ayakları da sandalyenin ayaklarına bağlanıp sabit bir hale getirilmişti. Karşısında duran Musa, Dozan’ın arkasındaki duvara sırtını dayamış olan Kaytan’a bakıyordu. Dozan uyanmıştı, etrafına her ne kadar bakınsa da torbadan dolayı göremiyordu ve artık sıkılmıştı. Onu kaldıran adamlar, hiçbir şey söylememişti. Suskun bir ortamda saatlerce bekletilmişti.
“Ne istiyorsunuz benden?”
Cevap yoktu. Musa Kaytan’a bakarken Kaytan, yüzünde alaylı bir tebessümle önüne bakıyordu.
“Kimsiniz siz?”
Yine sorusu cevap bulamamıştı. Ortamda çınlayan telefon sesi, Kaytan’ı yerinde doğrulttu. Musa’ya bakıp başını sallayınca Musa, Dozan’ı boş verip ona doğru yürüdü. İkisi, sağ taraftaki bölmeye doğru giderken Dozan, belki kendimi çözerim diye debelenmeye başladı. Bir müddet sonra da vazgeçti.
Bölmeye geldiklerinde Kaytan, telefonu açıp sesini hoparlöre verdi. Hasan’ın öfkeli sesi, ortamda çınladı.
“Siz benim kardeşimi kaldırırsınız ha? Ben de değer verdiğiniz kadını kaldırdım.”
Kaytan, derin bir nefes alıp:
“Sınırları zorluyorsun Hasan Nemirkan! Ateşle oynadığının farkında değilsin! Kardeşine bir zeval verecek değiliz! Ama o kadının saçının teline zarar gelirse, Türkiye Cumhuriyeti’nin her bir ferdi, sana ve aşiretine bıçak bileyecektir, bunu bilmiş ol!” deyince Musa, güzel laf dercesine başını salladı.
“Eğer kardeşim, bir saat içinde serbest kalmazsa; kadını yok bilin, daha da diyeceğim yoktur!”
“Kardeşini serbest bırakmayacağım Hasan! Sen de sıkıysa, Nisa’ya bir zarar ver! Aşiret içindeki aykırı sesleri duymuyorum sanma! Herkes seni ve yönetimini tartışır olmuş, bunu biliyorum! Gel inat etme! Sana sunacağımız fırsatı tepme!”
“Ne fırsatı lo? Kardeşimi kaçırdınız, ne biçim devletsiniz?”
“Sen ne biçim aşiretsen, biz de o biçim devletiz! Kendine gel Hasan Nemirkan! İlla üstüne füze mi yağdıralım? İlla bombalarla alt üst mü edelim mekânını? İlla yakandan tutup yerlere mi atalım seni? Zorluyorsun Hasan Ağa, çok zorluyorsun! Bir el hareketimle, köyünü başına yıkarım, haddini bil!”
Karşı taraftan ses kesilmişti. Musa’nın iri gözleri, Kaytan’ın yüzünde gezinirken telefonun öbür ucundan Hasan’ın kısık sesi yükseldi.
“Ne istiyorsunuz?”
“Ha şöyle yola gel! Bir masa hazırladım. O masada, ben ve sen oturacağız! Başkası yok! Devletle aşiret… Başkası olursa, kardeşinin cenaze namazını kıldırırsın ona göre!”
“Benimle pazarlık mı yapacaksınız?”
“Pazarlık değil Hasan Ağa, sana yapmanı gereken şeyleri anlatacağız! Eğer kulak arkası edersen, bir dahaki sefere mezarlık yaparız!”
“Benden haber bekleyin o vakit!”
“Devlet sabırlıdır Hasan Ağa, vatandaş sabırsız olabilir! Yani kardeşin diyorum, onu fazla bekletme!”
Telefonu kapatan Kaytan, Musa’nın yüzüne baktı. Musa, tebessüm ederek:
“Sen devlet, o aşiret; peki ya kim bu vatandaş?” diye sordu. Kaytan, gözlerini devirerek:
“Dozan…” deyince Musa, hafif bir sesle güldü.
Yenişehir’e gelmişti Hasan, oradaki evine yerleşmişti ve evin bodrum katına da Nisa’yı yerleştirmişlerdi; tabi esir bir şekilde bir odaya kapatılmış ve tutsak edilmişti. Hasan, evin salonunda oturmuş ve karşısındaki Reşat’a bakıyordu. Reşat, mahcup bir durumdaydı. Ağanın kardeşini koruyamamış, onun alınmasına engel olamamıştı. Hasan’ın öfkesi dinmek bilmiyor, her geçen saniye daha da hırçın bir vaziyet alıyordu. Devletle yaptığı görüşme, onu sakinleştirmesi gerekirken daha da öfkelendirmişti. Belki de takındığı tavır ve söylediği sözler, karşısındakinin de onun canını acıtan lafları etmesiyle öfkesi katlanmış ve burnundan köpükler halinde dışarı fışkırıyordu. Ayağa kalktı; Reşat’a doğru yürüdü, hırsla elini kaldırıp adamın suratına okkalı bir tokat indirip:
“Derhal Bahoz’a git! Benim selamımı ilet! Ona güzel bir hediyem var. Gelsin ve alsın!” deyince Reşat, bir eli yanağında:
“Ağam! Kadını onlara mı vereceksin?” diye sorunca Hasan, tebessüm ederek:
“Kadını değil, kadından daha değerli bir şeyi vereceğim!” der demez Reşat, her ne kadar merak etse de sormaya cüret edemedi ve onun huzurundan ayrıldı. Hasan, tekrar yerine geçip otururken aklındaki plan, onu ister istemez gülümsetmişti.
***
İSTANBUL
Üsküdar…
Kenan, artık sıkılmaya başlıyordu; dışarı çıkamıyor, görüşmesi gereken Emin’le görüşemiyor ve iyice bunalmıştı. Dışarıdaki adam da gitmek bilmiyordu. Hamdi, sıkı bir adam yollamıştı. Çalan telefonu, onu düşüncelerinden çekip çıkardı. Gaye’nin aradığını görünce, telefonu meşgule attı. Kanepeye uzanıp:
“Ben kafa dinlemek için oradan ayrıldım, kız kafamı ütülemek için arıyor!” diye fısıldadı.
Arabadaki adam, telefonla oyun oynarken elindeki telefonun birden titremesi, yüreğini ağzına getirdi. Gaye’nin ismini görünce, hızla açtı.
“Buyurun efendim!”
“Kenan evde mi?”
“Evde efendim!”
“Yani hiç çıkmadı mı?”
“Çıkmadı, evde şu an!”
“Dikkatli ol, Kenan seni atlatmasın!”
“Anlaşıldı efendim!”
Telefonun kapanmasıyla oyuna kaldığı yerden devam etti.
Kenan, pencereden adama bakıyordu. Bir şekilde evden çıkması lazımdı. Ama nasıl çıkacaktı? Birden gözleri parladı. Hafifçe başını sallayıp telefona uzandı. Bir numara çevirdikten sonra telefonu kulağına dayadı. Yüzüne renk gelmişti birden, çenesi titriyordu adeta ve gözlerinin içi gülüyordu.
Gaye, odasında dört dönüp duruyordu. Vakit, öğleden sonraya gelirken Zenan da gelmiş ve şimdi karşısındaki koltukta oturuyordu.
“A yeter artık! Başım döndü ya!” diye cırlayan Zenan, Gaye’nin kolundan tutup zorla oturttu.
“Yeter kızım yeter! Yedin bitirdin kendini! Acaba Kenan Bey, seni o kadar düşünüyor mu?”
Gaye, sert bir sesle:
“Düşünüyor tabi!” diye çıkıştıktan sonra şüpheyle:
“Düşünmüyor mu?” diye sorunca Zenan, derin bir nefes alıp:
“Bence düşünmüyordur, gittiğine göre!” der demez Gaye, ellerini önünde bağlayıp derin bir nefes aldı. Zenan, bu sefer de tebessüm ederek:
“Tamam şaka yaptım, mutlaka düşünüyordur!” dedi.
“Nerden anladın?”
“Temelli gitmediğine göre…”
Gaye, gözlerini irileştirerek:
“Kızım sen de bir acayipsin ha! Bir öylesin bir böyle!” dedi. Zenan, şuh bir kahkaha atarken Gaye, yüzünde ince bir tebessümle onu izledi.
Üsküdar…
Bir motosiklet geliyordu. Şoförün kafasında kask vardı ve motorun üstünde, bir pizza salonunun ismi yer alıyordu. Şoförün üstünde bir yelek de vardı ve aynı isim, yelekte de mevcuttu. Arabadaki adam, telefonu indirip motoru izledi. Motosiklet gelip evin önünde durunca adam, gözlerini kısarak ona adapte oldu. Pizza paketini alan şoför, evin kapısının önünde durduğunda adam, belki Kenan pizza söylemiştir düşüncesiyle yerinden ayrılmadı ve açıkçası kendini belli etmek istemiyordu. Kenan kapıyı açmış ve pizzacıyla içeri geçmişti.
Az sonra pizzacı çıktı, motora doğru yürüdü ve motora bindi; adam, telefonunu alıp oyalanırken motor hareket etti. Adam, elindeki telefondan oyun oynamaya devam etti.
***
Şişli/Payidar’ın Malikânesi…
“Sence gitmeli miyim?” diye soran Simay, balkonda duran Rıfat’ın yanında durdu. Rıfat, yüzünü ona dönerek:
“Bence Cem, uslandı Simay! Akıllı duracağını umuyorum! Sana zarar vermeye de cesaret edemez! Git bence!” deyince Simay, balkon korkuluğuna yaslanıp:
“Sen de gelsen?” diye sordu.
“Benim gelmem doğru olmaz! Hem burada babanın yanında olmalıyım!”
“İçimde bir sıkıntı var.”
“E ara o zaman ve gelmeyeceğini söyle!”
Simay’ın kararsız hali, bir türlü bitmek bilmiyordu. Rıfat, yüzünü çevirerek gözlerini ileriye dikmişti. Simay, kararsız bir şekilde parmaklarıyla oyalanırken içerden Payidar’ın sesi gelince Rıfat, hızla kapıya doğru yürüdü. Simay, onun arkasından bakıp:
“En iyisi gitmek…” diye fısıldadı.
“Buyurun efendim!” diyen Rıfat, Payidar’ın karşısında durduğunda Payidar, zorla da olsa doğrulup:
“Vaziyet ne alemde Rıfat?” diye sordu.
“Efendim, hiçbir sıkıntı yok! İşler tıkırında işliyor. Merak etmeyin!”
“Kadınlar arasında sıkıntı olmasın! Sen de teftişlerini sürdür!”
“Anlaşıldı efendim!”
“Hamdi aramadı mı?”
“Aramadı efendim!”
“Bu Kurul toplantısı, biraz geç toplanacak herhalde!”
“Belki de sizin iyileşmenizi bekliyorlardır efendim!”
“Olabilir.” diyen Payidar, yavaş bir şekilde yatağında uzandı. Rıfat, başını sallayıp onun huzurundan ayrılırken Payidar, gözlerini tavana dikip derin bir nefes aldı.
***
Ormanlık bir araziye gelmişti Kenan; motordan inerken yaptığı planı anımsadı ve gülümsedi. Pizzacıya iki yüz liralık bir bahşiş vermiş; motorunu, kaskını ve yeleğini alıp dışarı çıkmıştı. Pizzacı da evde onu bekleyecekti. En fazla üç saatlik bir işi olduğunu söylemişti. Pizzacı mırın kırın etse de Kenan, bir şekilde onu ikna etmeyi başarmıştı. Emin’in karşısında duran Kenan, Emin’in onu inceleyen bakışlarına tebessüm ederek:
“Beğenemedin mi?” diye sordu.
“Neden bu halde olduğunu anlamaya çalışıyorum!”
“Çalışma, bana sor ben sana söylerim! Hamdi, peşime adam takmış. Çok kötü şeyler oldu.”
“Ne oldu?”
Kenan, derin bir nefes alıp her şeyi anlatmaya başladı; Hamdi’nin yaptığı oyunla Sedef’in ölmesi, onun delirmesi ve Hamdi’den birkaç günlük izin alması, bir çırpıda anlatılmış ve sıra, Emin’in yorum yapmasına kalmıştı.
“Sedef’in ölmesi, benim de moralimi bozdu. Ama yapacak bir şey yok! Sedef, senin için risk oluşturabilirdi Kenan!”
“Ama ölmesi gerekmiyordu, değil mi?”
“Onu bilemem, ben de üzüldüm ölmesine! Ama önüne bakmalısın! Sana verilen görevi, kusursuz bir şekilde yerine getirmelisin!”
“Yorgo’yu ortadan kaldırın, ben de görevimi yapayım!”
“Yorgo’nun ortadan kalkması demek, Hamdi’nin kudurup oraya buraya saldırması demek Kenan! Bunu göze alamayız!”
“Ben, risklerin tam merkezinde nefes alırken siz; şunu göze alamayız, bu çok riskli ve o olmaz diyerek gedikler açmayı biliyorsunuz! Bir kere de risk alın be, bunu yapın! Yorgo’yu ben kaldırsam, daha mı iyi olur?”
“Olmaz tabi! Ama ben…”
“Sen ne?”
“Reisten izinsiz hareket edemem! Onun gelip durumu değerlendirmesi daha makul bence!”
“Sahi reis nerde?”
“Gizli görevde…”
Kenan, şaşırmış gibi yaparak:
“A, yapma ya, gerçekten mi?” diye sorunca Emin, Kenan’ın jest ve mimiklerini inceleyerek:
“Ne oluyor be?” diye sordu. Kenan, ciddi bir vaziyet alarak:
“Hangimiz gizli görevde değiliz ki Emin? Sadece bana nerde olduğunu söyleyeceksin, bu kadar!” deyince Emin, derin bir iç çekerek:
“Şehir dışında…” der demez Kenan, bir iki adım atıp Emin’in tam burun hizasında durdu.
“Sana şurada kafa atsam, canın çok yanar, biliyor musun?”
Emin, tebessüm ederek:
“Diyarbakır’da…” dedi.
“Şu kadın için mi gitti? Nisa mıydı neydi adı?”
“Detay veremem!”
Kenan, bir iki adım geri atıp:
“İyi, git başka bir şey ver!” deyince Emin, gözlerini kısarak onu süzdü. Kenan, motora doğru yürüdü. Motora binerken:
“Bu arada Emin Bey, birkaç gün serbestim, yani haberin olsun! Evime sakın gelme! Çünkü orada Hamdi’nin adamı var. Görüşmek istiyorsan, bir şekilde ben gelirim!” deyince Emin, başını salladı. Motoru çalıştıran Kenan, hızla hareket edip Emin’in katı bakışları arasında uzaklaşmaya başladı.
***
Güneş, yavaşça batma noktasına yaklaşıyordu; ikindiden sonra hava, koyu bulutlarla bezenmişti, rüzgârın da çıkmasıyla soğukluk, iyice hissedilmeye başlıyordu. Yıldızlar saklanmış, ay kayıplara karışmıştı ve yerlerine koyu bulutlar tayin olmuştu.
Üsküdar…
Pizzacı motorunun tekrar görülmesiyle adam, şaşkın bakışlarla etrafına bakındı. Bu Kenan, hep pizza mı yiyor düşüncesiyle gözlerini kısıp motoru izledi. Motor, gelip evin önünde durduğunda adam, inmek ile inmemek arasında bocaladı. Gaye’yi arasa, belki de boşuna kadını telaşlandırır endişesiyle beklemeye karar verdi. Pizzacının kapıda durup zile basışını izledi. Az sonra kapı açıldı ve pizzacı, yavaşça içeri girdi. Dışarıda hafif bastıran yağmur, adamın dışarı çıkmamasına bahane olmuştu.
“Sağ ol kardeş, yardımcı oldun!” diyen Kenan, üstünden çıkardığı yeleği ona verdi; pizzacı, tebessüm ederek yeleği alırken Kenan, kaskı da uzatarak:
“Şimdi dışarıda bir adam, seni durduracak ve yine niye geldiğini soracak!” dedi. Pizzacı, gözlerini kısarak onu dinliyordu. Kenan, masanın üstüne bıraktığı pizza kutusunu uzattı. Yüzüne sevecen bir ifade takınarak:
“Yanlış pizzayı getirdiğini söyleyeceksin!” deyince pizzacı, başını sallayıp kapıya yöneldi. Kenan da onun arkasından yürüdü.
Araçtaki adam, kapının yine açıldığını görünce adapte oldu. Kenan’ın sinirle el kol hareketi yaptığını ve sanki pizzacıya fırça attığını görünce tebessüm etti. Sonra da Kenan, kapıyı kapatmıştı. Pizzacı da kaskını takıp motora binmişti. Adam, yavaşça kapıyı açtı ve arabadan indi. Pizzacının motoru, onda doğru gelirken elini kaldırdı. Motor durunca:
“Sen birkaç saat önce geldin, neden şimdi de geldin?” diye sordu. Pizzacı, kutuyu işaret edip:
“Sorma abi ya, zaten mahcup oldum! Yanlış pizzayı getirmişim. Onca yolu geri geldim. Bir daha da bizden pizza almaz bu adam! Halbuki en iyi müşterimizdi, yazık!” dedikten sonra hareket edecekti ama adam, onun kolundan tutup durdurdu.
“Dur hele, sahibi yoksa o pizzanın ben alayım!”
Pizzacı başını sallarken adam, cebinden bir miktar para çıkarıp uzattı ve kutuyu aldı. Pizzacı, parayı cebine koyup:
“Sağ ol abi ya, biraz soğumuş olabilir!” deyince adam, başını sallayıp:
“Mahsuru yok!” dedi. Pizzacı, teşekkür anlamında başını salladıktan sonra hareket etti. Adam, uzaklaşan motorun arkasından baktıktan sonra arabasına geri bindi. O pizzasını yerken Kenan, perdeyi azıcık aralamış ve onu izliyordu.
***
DİYARBAKIR
Beşyüzevler denilen şehrin dışında, Şanlıurfa yolu üstündeki bir mahallede toplanmışlardı; Hasan, daha öfkesi geçmemiş bir şekilde masaya oturmuştu ve karşısında oturan Musa’yla Kaytan’a bakıyordu. Tam ortalarında su sürahisi duruyordu. Üçü yalnızdı, kimse yoktu yanlarında ama dışarısı, resmen adam kaynıyordu. Hasan’ın adamları, topyekûn gelmişti. Ellerinde silahlarla bekliyorlardı. Kaytan, derin bir nefes aldıktan sonra:
“Amma inatçı adam çıktın Hasan Ağa! Devletle restleşmek, sana bir şey kazandırmaz! Aksine kaybettirir. Kardeşini, aşiretini ve hatta canını…” dedi. Hasan, Musa’nın yüzüne baktı ve bakışlarını çevirip Kaytan’a odaklandı.
“Kardeşim nerde? Ona ne yaptınız?”
“Ona bir şey yapmadık!” diyen Musa, dişlerinin arasından kelimelerini zor çıkarırcasına:
“Yapmayız da!” diye ekledi. Kaytan, yerinde doğrulup:
“Ama bu, tamamen sana bağlı ağa!” dedi.
“Şartlarınız nedir?”
Musa, direk lafını masaya koydu.
“Avareş… Onu bize ver, kardeşini al ve devlet de yolunu açsın!”
Hasan, duyduklarına inanamıyordu. Beyninden vurulmuşa dönmüştü resmen ve yüzünde, sanki alay eder gibi bir tebessüm meydana geldi.
“Henek (Kürtçede, ‘Şaka’ anlamına gelmektedir.) mi ediyorsun sen?”
Kaytan, araya girdi.
“Çok ciddiyiz!”
Hasan, sırtını sandalyeye dayadı. Yüzündeki alaylı ifade, hâlâ yerini koruyordu. Musa Kaytan’a bakarken Kaytan, gözlerini kırpmadan Hasan’a bakıyordu. Yerinde doğrulan Hasan:
“Avareş’in ne olduğunu biliyor musunuz siz?” diye sorunca Kaytan, bu sefer üslup değiştirmeye karar verdi ve:
“Senin kadar biliyoruz ağa, bizi zorlama!” diye çıkıştı.
“Ben, koca partiyi satacağım ha? Hem de devlete, ha?”
Musa, gülümseyerek Kaytan’a baktı. O sırada dışarıda bir kargaşa oldu; bir kalabalık peyda oldu aniden ve ortalığa bir gürültü sindi. Musa, hemen ayağa fırladı. Silahını belinden sıyırırken kapı, paldır küldür açıldı. İçerisi, yüzleri siyah bezlerle örtülü gerillalarla dolarken Kaytan, yerinde kıpırdamadan Hasan’a baktı. Hasan, yavaşça ayağa kalkarak:
“Ben partiyi satmam!” deyince Musa, silahın namlusunu ona doğrulttu. Kaytan, tebessüm ederek:
“Devleti satarsın, ha? Güzel! Kendini şu andan itibaren ölü bil Hasan Nemirkan! Sülaleni bok çukuruna gömmüş bil! İlki de Dozan…” deyince Musa, parmağını tetiğe doğru götürdü. Militanlardan biri:
“İndir silahını!” diye bağırdı. Musa, göz ucuyla Kaytan’a baktı. Kaytan, hafifçe başını sallayınca Musa, silahını indirirken Hasan, gelip Musa’nın karşısında durdu.
“Kardeşim nerde?”
Musa, suratında muzip bir gülümsemeyle:
“Yaklaş, yaklaş da söyleyeyim!” dedi. Hasan, yanındakilere güveniyor olmalı ki yaklaştı, başını salladı Musa ve ansızın Hasan’ın suratına kafasını geçirdi. Hasan, sırt üstü yere düşerken Musa:
“Aldın işte kardeşini, nah alırsın!” deyince militanlardan birkaçı, hemen Musa’ya çullandı. Tekme tokatlarla Musa’ya girişirken Kaytan, yerinden bir ok gibi fırladı ve Musa’nın tepesinden bir adamın yakasını tuttuğu gibi duvara fırlattı. Bir torba gibi duvara çarpan adam, yere yığılırken Kaytan, birine de dönerek tekme savurdu ve o da öteye uçtu. Musa, yerdeyken birine çelme taktı ve onu düşürüp ayağıyla yüzüne sert bir masaj yaptı. Ayakta durana çiftesini geçirdi ve adam, geriye kaykılıp Kaytan’a doğru giderken Kaytan, elinin tersiyle onun yüzüne geçirdi. Havaya edilen bir el ateş, ortamdaki kargaşayı dindirdi.
“Durun lan, gebereceksiniz yoksa!”
Hasan, ayağa kalkmış ve burnundan akan kanları temizliyordu. Kaytan, Musa’nın koluna girip onu ayağa kaldırırken:
“İyi misin?” diye sordu.
“Bir şeyim yok!” diyen Musa, Hasan’ın yüzünde gözlerini gezdirip:
“Sattı bizi şerefsiz!” deyince Kaytan, gülümseyerek:
“Merak etme, kâr etmez!” dedi. Musa, derin bir nefes alıp etrafına dizilen militanları izledi.
***
İSTANBUL
Cem’in evine gitmek için yoldaydı Simay; içinde bir huzursuzluk vardı, bir sıkıntı düğümlenmişti boğazında ve ne kadar yutkunsa da geçmiyordu. Dikiz aynasından arkasına baktı. Babasına da söylememişti gideceğini; Feray’ı aramış ve yolda olduğunu öğrenmişti. İçi bir nebze rahatlasa da yine huzursuzdu işte! Kavşaktan dönerken dalgındı, az kalsın bir arabaya çarpacaktı ve son anda frene bastı. Arabanın şoförü, ona bir el işareti yaptıktan sonra yoluna devam ederken Simay, derin bir nefes alıp yoluna devam etti.
Evin yakınında durdu; ortalığın neden karanlık olduğunu bilmiyordu, herhalde sokak lambası sönmüştür diye düşünerek aracını park etti ve istop ettikten sonra yan koltuktaki eşyalarını toparladı. Kapıyı açıp inerken cep telefonunun fenerini yaktı. Keşke bu topuklu ayakkabıları giymeseydim diye düşündü; üzerinde bir palto, kırmızı bir elbise vardı ve elbisenin etek kısmı, birazcık kısaydı. Giydiği dantelli çorabı, diz kapaklarının üstünde bitiyordu. Hızlı adımlarla yürürken sokak köpeklerinin havlamasıyla irkildi. Birkaç köpek, bir kedinin arkasından koşarken gelip onun yanından geçti. Çok korksa da, aldığı derin nefesle kendine geldi. Evin dış ampulü yanıyordu. Telefonun fenerini söndürüp çantasına yerleştirdi ve kapının önünde durdu. Etrafına bakındıktan sonra zile bastı. Bekledi. Birkaç saniye sonra tekrar basacaktı ki kapı açıldı. Cem, onun karşısında durup:
“Hoş geldin Simay, gelmeyeceksin diye korkmuştum!” dedi. Simay, onun kenara çekilmesiyle içeri girerken:
“Hoş bulduk, geldim işte!” dedi. Cem, etrafı gözleriyle tarayıp kapıyı kapatırken sokak lambaları yandı ve etrafı loş bir ışık sardı.
Salona gelen Simay, Feray’ı bulma umuduyla gözleriyle tarasa da gelmemişti; ya yoldaydı ya da yakındaydı, gelecekti diye düşünürken Cem, onun ne düşündüğünü biliyormuş gibi:
“Feray biraz gecikecekmiş!” dedi ve koltuğu gösterdi. Simay, gösterilen yere geçip otururken:
“Önemi yok, bekleriz!” dedi. Cem, tebessüm ederek:
“Beklerken bir çaya ne dersin?” diye sordu. Başını salladı Simay ve:
“Olur!” deyince Cem, mutfağa yöneldi. Simay’ın içindeki huzursuz, git gide boğazına doğru yol alıyor ve adeta onun nefes almasını zorlaştırıyordu.
Çaydanlıktan masaya bıraktığı iki bardağa çay doldururken yüzünde muzip bir gülümseme vardı Cem’in; mutfak kapısına dönerek baktı, bir eli cebine gitti ve minik bir şişe çıkardı. Dibinde bir hap duruyordu. Kapağı açarken gülümsemesi genişledi; hapı çıkardı, bir bardağa atıp iyice karıştırdı, sonra şeker kâsesini de tepsiye bıraktı. Kendi bardağında bulunan kaşığı çıkarıp bardakları birbirinden ayırt etmek için önlem aldı. Sonra da tepsiyi alarak kapıya doğru yürüdü. Yürürken daha Simay gelmeden önce Feray’la yaptığı telefon görüşmesi aklına geldi. Feray’ı aramış ve Simay’ın gelemeyeceğini, davetin iptal olduğunu ve buna üzüldüğünü söylemişti. Yüzündeki tebessümü bozmak zorunda kaldı ve mutfaktan çıkarken Simay’a baktı. Oturmuş ve onu bekliyordu. Geldi Cem ve tepsiyi sehpaya bıraktı. Simay, şeker kâsesinden bir kaşık şeker kattı çayına; Cem’e bakıp sağ ol mahiyetinde başını salladı, gülümsedi Cem ve bardağını alıp karşı koltuğa kuruldu.
“Feray aradı demin, gecikeceğini söyledi. İstersen biz beklemeyelim, yemeğe başlayalım!” diyen Cem, çayından bir yudum alan Simay’a baktı. Simay, yudumunu yuttuktan sonra:
“Yok ya, bekleyelim, ayıp olmasın!” dedi.
“Sen bilirsin! Okul nasıl gidiyor?”
“Bu aralar gidemiyorum, malumun Cem, babam yaralı! Pamir, ölmeden önce büyük bir kötülük yaptı bana! Babamı öldürmeye kast etti. Ölümüne üzüldüm ama! Ölmeseydi keşke!”
Cem, karamsar bir ifadeye büründü. Kırık bir sesle:
“Keşke! Ama çok keşke diyeceğiz, bu gidişle!” deyince Simay, onun ne demek istediğini anlamadı. Gözlerini kısarak onu süzerken Cem, hafif bir tebessümle:
“Hayat, insana hep keşke dedirtiyor Simay, onu demeye çalışıyorum!” dedi. Simay, içini sıkan şeyin ne olduğunu bilmiyordu. Cem’e cevap vermek istedi ama gözlerinin kararması, hayra alamet değildi. Birden irkildi. Tuzağa düştüğünü anlamış ama geç olmuştu. Çay bardağını elinden düşürürken:
“Ne içirdin bana?” diye sordu. Cem, tebessüm ederek:
“Çay…” dedi. Simay, toparlandı. Ayağa kalkmak istedi, sendeledi ve düşecek gibi oldu. Tam düşecekken Cem, uzanıp onu yakaladı ve kanepeye yatırdı. Simay, baygın gözlerle ona bakarken:
“Ne yaptın sen?” diye sordu.
“Daha hiçbir şey… Bu başlangıç Simay, hayatını alt üst edeceğim! Sen de benim kardeşim bildiğim adamın hayatını mahvettin! Sıra sende!”
“Babam… Babam seni öldürür!” diye sayıklayan Simay, başka da bir şey diyemedi ve gözleri kapandı. Cem, ayağa kalkıp:
“Bakalım, kim kimi öldürecek?” diye mırıldandı. Hemen uzanıp Simay’ın çantasını aldı. Cep telefonunu çıkardı. Telefonu kökten kapatıp:
“Artık yoksun Simay!” dedi ve gülümsedi.
***
Gaye, aşağı salona indiğinde babasını bir gazete okurken buldu; bitkin ve yorgun adımlarla ona doğru yürüdü, babası da ona bakıyordu ve kızının bu halini hiç beğenmese de, bir şey dememek için kendini zor tuttu. Gaye’nin aklı fikri Kenan olmuştu; zihninde Kenan geziyordu, dudaklarında onun adı, kulağında onun sesi, gözlerinde onun siması, burnunda onun kokusu ve kısaca her şeyiyle Kenan olmuştu hayatının merkezinde bile o vardı. Babasının yanına otururken:
“Hâlâ ses seda yok baba!” dedi. Hamdi, gazeteye adapte olarak:
“Toparlanır, merak etme! Biraz süre verelim ona, kolay değil, eski nişanlısını gözünün önünde vurdular. Zor tabi!” deyince Gaye, göz ucuyla babasına bakıp:
“Ya hayatına kıyarsa? Kendine bir şey yaparsa ya?” diye sordu.
“Kenan öyle biri değil! Basit insanlar, zoru gördü mü ölümü düşünür Gaye! Kenan basit biri mi ki, bu zor anlarda ölümü ansın?”
“Bilmiyorum baba, merak ediyorum işte!”
“Merak etme! Kartalın biri, çok yaşlanmış kızım, dinle! Zamanla her tarafı dökülüyormuş. Önce tüyleri, gagası ve pençeleri gitmiş. Karga, artık güçten kuvvetten düşmüş iyice! Birden bir şey olmuş. Kopan pençelerinin yerine, eskisinden daha sağlam pençeleri oluşmuş; gagası, eskisinden daha keskin bir şekilde meydana gelmiş ve öyle gür, öyle parlak tüyleri çıkmış ki karga, adeta küllerinden doğmuş. Kenan da öyle olacak Gaye, ben buna inanıyorum ve sen de inan kızım! Kenan, eskisinden daha iyi, daha sağlam biri olarak karşımıza dikilecek!”
Gaye, babasının teskin eden sözleriyle birazcık iyi hissediyordu kendini; aklında Kenan olsa da, onu yalnız bırakmayı uygun gördü ve telefonunu çıkardı. Hamdi, göz ucuyla kızına bakarken Gaye, Kenan’ın peşine taktırdığı adamı aradı. Ayağa kalkıp:
“Kenan evde mi?”
“Evde efendim!”
“Görevin bitti, onu yalnız bırak ve gel!”
“Anlaşıldı efendim!”
Gaye telefonu kapatırken Hamdi, tebessüm ederek gazetesini okumaya devam etti. Gaye, içi bir nebze rahatlamış bir şekilde odasının yolunu tuttu.
***
Üsküdar…
Kenan, perdenin arkasından adama bakıyordu. Aracını çalıştırıp hızla uzaklaşmasını izlerken içine bir şüphe düştü. Acaba Gaye mi gelecekti? En iyisi onu arayıp sormak diye düşünerek telefonunu aldı sehpadan ve daha Gaye’yi aramadan telefonu çaldı. Ekrana bakınca, yabancı bir numara gördü. Açıp:
“Efendim!” dedi. Emin’in sesi, onu telaş ve endişeye sevk etti.
“Acil görüşmemiz lazım!”
“Bir sorun mu var?”
“Birden fazla… Acele et!”
“Aynı yere mi geleyim?”
“Kamufle olarak yuvaya gel!”
“Anlaşıldı!” diyen Kenan, telefonu kapattı; içine bir kurt düşmüştü, bir sıkıntı düğümlenmişti boğazında ve Kenan, tam telefonu sehpaya bırakacakken tekrar çalmasıyla ekrana baktı. Gaye’ydi arayan, hemen açıp:
“Efendim!” dedi.
“İyi misin Kenan?”
“Biraz toparlandım gibi! Ama gelemeyeceğim, beni merak etme!”
“Ne zaman gelirsen, serbestsin! Ben de seni rahatsız etmeyeceğim! Sen yeter ki iyi ol!”
“Sağ ol canım! Geleceğim zaman, size haber veririm. Görüşürüz!”
“Kendine dikkat et!”
Kapanan telefonu sehpaya bırakan Kenan, hazırlanmak için harekete geçti.
***
Cem, Simay’ı yatak odasına getirmişti; paltosunu çıkarmış, ayakkabılarını salona atmış ve kızı, kırmızı elbiseleriyle yatağa yatırmıştı. Karşısına bir kamera çekmişti. Kayıt düğmesine basmış, bir sandalyeye oturmuş bir vaziyette kızı izliyordu. Yüzünde acımasız, kindar ve öfke dolu bir ifade vardı. Az sonra avına saldıracak bir kaplan edasıyla kıza bakıyordu. Kameranın ekranında video süresi oynarken Cem, yavaşça ayağa kalktı. Ceketinin düğmelerini açarken derin bir nefes aldı. Kızın bacaklarına bakıyor, beline doğru uzanıyor ve göğüs hizasında biraz durduktan sonra bakışlarını, onun uykuyla bezenmiş yüzünde gezdiriyordu. Ceketini çıkarıp bir köşeye bıraktı. Etrafına bakındı. Derin bir nefes aldıktan sonra yavaşça yatağa doğru yürüdü. Yatağın bir ucunda oturdu. Titreyen eli, yavaşça kızın bacaklarına uzanırken suratındaki tebessüm, iyice meydana çıkmıştı. Göz ucuyla kameraya baktı. Eli kızın bacağında gezinirken gözleri, kızın beline gelip durdu. Eli yukarıya doğru yol aldı, belinde gezindi eli ve tekrar aşağı indi. Bu sefer de eli, eteğin ucunu sıyırıp altına inmeye başlamıştı ki bir anda duyduğu gürültüyle irkildi. Dış kapı kırılmıştı. Birden ayağa fırladı ama kapıda duran Rıfat’ı gördüğünde, korku içinde yutkundu. Rıfat, silahını doğrultmuş ve ona bakıyordu.
“İt soyu!” diye fısıldayan Rıfat, içeri girerken Feray da kapıda durdu. Cem, ne yapacağını bilemiyordu. Yan sehpada duran bıçağa ilişti gözleri; hızla ona atıldı, bıçağı kaptığı gibi Simay’ın tepesinde dikildi ve malum tehdidini savurdu.
“Gelme, yoksa kızı gebertirim!”
Rıfat, hiç düşünmeden tetiğe bastı. Mermi, Cem’in bileğine saplanırken acıyla böğüren Cem, suratına yediği yumrukla geriye savruldu. Feray, Simay’ın yanına gelmişti. Onun bacaklarını örterek Rıfat’ı ve Cem’i izledi. Rıfat, Cem’i yere yatırıp Feray’a:
“Çıkar Simay’ı buradan, haydi!” diye seslendi.
“Kendinde değil, ben tek başına taşıyamam!” diyen Feray, Simay’ın yanaklarına tokatlar atıp onu uyandırmaya çalıştı. Rıfat, Cem’in ensesine vurup onu bayılttıktan sonra Feray’ın yanına geldi.
Kucağına almıştı Simay’ı; salona getirdi, elindeki silahı Feray’a uzatıp:
“Tut şunu Feray! Ben kızı arabaya alayım! Sonra gelirim ve sen gidersin! Kızı evine götür! Babasına da bir şey söyleme! Endişelenmesin!” deyince Feray, silahı aldığı gibi Cem’in odasına gitti.
Rıfat, Simay’ı arabanın arka koltuğuna yatırdı. Üzerine de bir örtü çekti. Gül yüzüne baktı kızın; yaşadıkları, katlanılır cinsten değildi, ona acıyordu kısmen ama onun için yapamayacağı bir şey yoktu ve şimdi de yapacaktı. Kapıyı kapatıp eve doğru yürüdü. Birden duyduğu silah sesiyle irkildi. Hızla koştu. İçeri geldiğinde, Feray bağırıyordu.
“Aşağılık adam, şerefsiz!”
İçeri girdiğinde, arka camın açık olduğunu ve Cem’in içerde olmadığını gördü. Silahı alıp pencereye yönelen Rıfat, aklına birden Simay geldi. Koştu, peşinden de Feray geliyordu, dışarı çıkan Rıfat, etrafına bakındı ve kimseyi göremedi. Aracın yanına geldiğinde, Simay’ın orada, hâlâ uykuda olduğunu görünce rahat bir nefes aldı. Feray, Simay’ın eşyalarını getirirken Rıfat, ona dönerek:
“Sen başında bekle! Ben şu kameranın icabına bakayım!” dedi. Feray başını sallayınca Rıfat, içeri girdi.
Odaya gelen Rıfat, kamerayı kurcaladı. Kayıttan çıktı ve eski görüntülere baktı. Simay’ı nasıl ellediğini, yüzündeki müstehzi ifadeleri ve yapılan iğrençliği gördükçe öfkesi, kini ve nefreti, bir girdap gibi beyninde tur döndü. Cem’i öldürmek, parçalamak ve her parçasını bir yere gömmek istedi. Bunu yapacağına, kendi kendinde söz verdikten sonra kamerayı aldı ve odadan çıktı.
***
Milli Haberalma Servisi…
“Burayı özlemişim!” diyen Kenan, karşısında endişeden ve telaştan ölmek üzere olan Emin’e baktı; Emin, sinirden çatlayacak kıvamdaydı, gözleri irileşmiş ve burnundan soluyup duruyordu.
“Ne oldu Emin, geldiğimden beri susuyorsun, anlatsana!”
Emin, yerinde doğrulup:
“Reis ve Kaytan, gizli görev için Diyarbakır’a gitmişti. Biliyorsun!” deyince Kenan, yavaşça başını salladı. Emin, derin bir nefes aldıktan sonra:
“Oyuna gelmişler. Pazarlık için oturduğu masaya, esir olarak ayağa kalktılar. Nemirkan, iyice azıttı. Reis ve Kaytan’ı, resmen teröristlere sattı. Operasyon için düğmeye bastık ve Reis, gizli gönderdiği mesajla, operasyonu senin yönetmeni istiyor. Her ne kadar riskli olsa da, beraber operasyona gidiyoruz!” der demez Kenan, ellerini masaya yerleştirdi.
“Bir terör belasına bulaşmadığım kalmıştı, o da oldu!”
“Daha önce de bulaşmıştın!” diyen Emin, hata ettiğini anlasa da geç kalmıştı; Kenan, onun ne demek istediğini anlamıştı ve içi cız etti. Başını sallayıp:
“Haydi bakalım, yine bulaşalım!” deyince Emin, sırtını koltuğa yaslayıp onun öfkeyle yoğrulmuş gözlerine baktı.
***
DİYARBAKIR’ın semalarında beliren güneş, karanlıkları yok edip aydınlıkları bağışlarken hafif bir yel, saçları ve insanları okşarcasına yeryüzünde kol geziyordu. Yazdan kalma bir sonbahar sabahı, şehrin üstüne berrak bir aydınlıkla doğmuş ve güzel bir güne merhaba dedirtmişti.
Şanlıurfa yolu üstünde, eski ve yıkık bir depoya gelmişlerdi. Yanlarında bir ordu vardı sanki; yaklaşık otuz adam, özel eğitildikleri her hallerinden belliydi, ellerinde uzun menzilli silahlar, üzerlerinde çelik yelekler, kafalarında maskeler ve her iki yanlarında el bombalarının kılıfları asılı bir şekilde Kenan ve Emin’in karşısında durmuşlardı.
“Yeri biliyor muyuz?”
Emin, başını sallayınca Kenan:
“O zaman planımı tatbik etmenin zamanı geldi!” der demez Emin, kaşlarını çatarak:
“Bu çok riskli!” dedi.
“Merak etme Emin! Reis olsaydı, o da böyle olmasını isterdi. Önce ben gideceğim, sonra siz geleceksiniz! Tabi ben giderken, eli boş gitmeyeceğim! Onlara hediyelerim olacak!”
“Anlaşıldı!” diyen Emin, arkadaşlarına baktı ve onlara planı anlatmaya başladı.
Avareş’te bir kargaşa vardı; bütün militanlar toplanmış, kampın ortasında birikmişti, tabi nöbetçiler yerlerindeydi ve dikkatle etrafı izliyorlardı. Kimi militanlar, halay çekip Kürtçe şarkılar okurken kimileri alkış tutmuş ve kimileri de sakin bir şekilde bekliyorlardı.
Mağaraların birinde, elleri arkadan zincirlenmiş bir şekilde ve duvara sabit tutulmuş halde bekletilen Kaytan ve Musa, yorgun gözlerle birbirlerine bakıyorlardı. Karşılarında duran adamlar, ellerindeki silahlarla onlara mukayyet olurken Musa, tebessüm ederek:
“Bak dostum! Bizim şerefimize zil takıp oynuyorlar!” deyince Kaytan, hafif gülümseyerek:
“Aynen! Bilseydik, daha önce gelirdik!” dedi. Adamlardan biri, silahın namlusunu sallayarak:
“Kesin sesinizi!” diye çıkışınca Kaytan, onu süzerek:
“Ne oldu lan, seni halaya almadılar diye mi sinirlisin böyle?” diye sorar sormaz adam, hışımla geldi ve Kaytan’a bir yumruk indirdi. Musa, adeta çırpınarak:
“Vurma lan, vurma it!” diye bağırdı. Diğer adam, gelip Musa’ya da bir yumruk vurunca Kaytan, dişlerini sıkarak:
“Elbet kurtuluruz oğlum! O zaman kıçınıza fitil tıkayacağım lan sizin!” diye seslendi. O sırada bir ses:
“O biraz zor!” diye duyuldu ve ardından ayak sesleri ortama sirayet etti. Bahoz, yüzünü örten siyah bezle içeri girerken Musa ve Kaytan, önce baktılar sonra da birbirleriyle bakıştılar. Bahoz, onların karşısında durup:
“Buradan kurtuluşunuz yok! Ama bir an önce ölmek istiyorsanız, bize Dozan’ın yerini söyleyin! Acı çekmeden ölürsünüz o zaman!” deyince Kaytan, bir kaşını kaldırıp:
“Dozan da kim? Öyle birini tanımıyoruz! Bizi bir an önce öldür!” der demez Musa, başını sallayıp:
“Aynen öyle! Yoksa pişman olabilirsin!” dedi. Bahoz, derin bir nefes alıp:
“Demek işkence görmek istiyorsunuz, siz bilirsiniz!” dedikten sonra adamına dönerek:
“Gereğini yapın! Ölmesinler ama ölmek için yalvarsınlar!” dedi. Adamı başını sallarken Bahoz, son defa onlara baktıktan sonra kapıya doğru yürüdü.
***
İSTANBUL
Şişli/Payidar’ın Malikânesi…
Usulca gözlerini aralayan Simay, nerde olduğunu anlamak için önce tavanı inceledi; kendi odasının tavanını görünce, birden irkildi ve hızla yerinde doğruldu. Kafasında hissettiği şiddetli sancı, onun başının dönmesine neden olmuştu. Yatağın kenarını sımsıkı tutup bekledi. Baş dönmesi geçince, yavaşça doğruldu. O sırada kapısı açıldı. Rıfat, içeri girip ona tebessüm ederek baktı. Simay, derin bir nefes alarak:
“Nerdeyim ben, ne oldu bana?” diye sordu. Rıfat, ona doğru yürürken:
“Evdesin, odandasın Simay!” diye yanıt yolladı ve onun karşısında durdu. Simay, bir şeyleri hatırlamak istedi. Beynini zorladı ve gözlerini birkaç saniye yumduktan sonra tekrar açtı. Hatırlıyordu; en son, Cem’in evindeydi ve birlikte çay içiyorlardı. Sonra fenalaşmış ve kendinden geçmişti, gerisini hatırlayamıyordu.
“Nasıl oldu?”
“Feray sağ olsun! Cem’in onu araması, aklımı bulandırdı. Davetin iptal olduğunu söylemiş. Ben de hemen peşinden geldim.”
“O… O ne yaptı bana?”
“Bir şey yapamadı ve yapamaz daha! Buna müsaade etmeyeceğim artık!”
Gözleri irileşti Simay’ın, aklındaki sorunun birden dudaklarında durması, tüylerini ürpertmişti. Ama yine de:
“Öldü mü o?” diyerek sordu.
“Hayır, ölmedi! Ama ölmekten beter olacak, sana yaptıkları cezasız kalmayacak!”
Simay, yutkunup Rıfat’ın yüzüne baktı ağlamaklı gözlerle.
***
DİYARBAKIR
Soldaki tepeye tırmanıyordu Kenan; üstünde simsiyah kıyafetler vardı, elinde de bir torba tutuyordu ve oldukça dikkatli bir şekilde ilerliyordu. Arada bir etrafına bakınıp yoluna devam ediyordu. Tepenin başına geldiğinde, bir nöbetçinin beklediğini gördü; yavaşça elindeki torbayı yere bıraktı, etrafı kolaçan etti ve ses çıkarmadan ona yaklaşmaya çalıştı. Nöbetçi, elinde silahıyla kampın olduğu tarafa bakıyordu. Kenan, tam arkasında durduğunda nöbetçi, tam dönecekken Kenan, sert bir şekilde boynunu tutup kırdı. Nöbetçi, boş bir çuval gibi yere yığıldı. Kenan, hemen işe koyuldu. Yanındaki torbadan bir C-4 bomba çıkardı ve onun kucağına bırakıp düğmesine bastı. Aktif olduğunu görünce gülümsedi.
Tepe boyu ilerlemiş ve diğer nöbetçiye yaklaşmıştı. Arkasına saklandığı kayayı kendine siper etmiş ve nöbetçinin ona sırtını dönmesini bekliyordu Kenan; nöbetçi, bir iki adım atıp yüzünü öteye çevirdi ve Kenan’a fırsat doğdu. Hızla koştu ve adamın boynunu tutup kırdı. O da yere düşünce Kenan, torbasını aldı ve içinden bir bomba daha çıkardı. Onun da kucağına bırakıp aktifleştirdi. Tepeden aşağıya baktı. Kamptaki şenliği izledi; yüzüne bir tebessüm geldi, alaylı bir vaziyet aldı suratı ve Kenan, hiç vakit kaybetmeden tepeden aşağıya doğru yol aldı.
Bir kayanın arkasında durduğunda, kamptaki gürültüleri duyabiliyordu; Kürtçe şarkılar, halaylar ve sevinç çığlıkları, onun öfkelenmesine neden olmuştu. Kendini kaybetmek istemiyordu. Yavaşça yürüdü. Başka bir kayanın arkasına geçti. Bir kadın ve bir erkek militanın, ellerinde viski şişeleriyle kayaya doğru geldiğini görünce kendini saklama ihtiyacı hissetti. O iki militan, kayanın arkasına geçtiler. Kadın viski şişesini açarken erkek, onun gömleğinin üst düğmelerini açıyordu. Kadın, önce itiraz eder gibi olunca erkek, onun saçlarını tutup yere yatırdı. İşte o sırada Kenan, yerinden çıkıp ikisini kurşuna boğdu. Neyse ki önceden silahına taktığı susturucu sayesinde, kimseler görmeden onları öldürmüştü. Onların cesetlerini, kayanın arkasına çekmekle uğraşırken kulağında yankılanan sesle irkildi.
“Konum söyle!”
Elini ağzına doğru götürüp:
“İlerliyorum, beklemede kal!” diye fısıldadı.
“Dikkatli ol!”
“Anlaşıldı Emin, dikkatimi dağıtma! Bu arada patlama sesleri duyduğunuz an, harekete geçebilirsiniz!”
“Anlaşıldı, sendeyiz!”
Etrafına bakınan Kenan, şölenin devam ettiğini görünce sevindi. Hızla ileriki kayaya doğru koştu. Gözleri, karşı mağaradaydı. Eğer oraya ulaşabilirse, belki de liderlerini ele geçirebilir ve bu şekilde hareket edebilirdi. Aklındaki plan, tamamen bundan ibaretti. Parmağına bir yüzük geçirdi. Üstünde bir düğme vardı. Kenan, hızla kayanın arkasında durdu. Birden irkildi. Kayanın üstünde biri uyukluyordu. Elinde de viski şişesi duruyordu. Başını sallayıp derin bir nefes aldı. Onu indirmek, biraz zor olacaktı. Zira onun indirilmesi, karşıda şölen yapanları uyandırabilirdi. Kayanın arkasından dolandı, tam karşıdaki çadıra ilişti gözleri; oraya kadar koşsa, belki dikkat çekmezdi, düşüncesi bu yöndeydi ve Kenan, aklındakini tatbike koydu. Hızla koşunca, kayanın üstündeki adam uyandı ve:
“Hey!” diye bağırdı. Şölendekiler de uyandı. Kenan, silahına davrandı. Kayanın üstündeki adamı vurup bir kayanın arkasına saklandı. Herkes silahlarına davranmıştı. Silah sesleri, kampın her yerinde çınlarken Kenan, kayaya saplanan mermilerden kurtulmaya çalışıyordu. Çadırdan çıkan adamı hedef aldı ve onu indirip yerini değiştirmek istedi ama yerinden çıkamıyordu. Biri, hızla ona doğru koşarken Kenan, yerinden çıkıp onu vurdu. Tekrar yerine sindi.
“Kahretsin, böyle olmamalıydı!” diye mırıldanan Kenan, hızla çadıra doğru koşmaya başladı; yanından seken mermiler, tozu dumanı havaya kaldırırken Kenan, kendini yere atıp yuvarlandı ve çadırın kapısından içeri girdi. Silah sesleri durdu. Kenan, gözlerine inanamıyordu. Burası, kampın cephane bölümüydü; her türlü patlayıcı, silah ve mermi çeşidi vardı içeride ve Kenan, neden silahların durduğunu anlamıştı. Hemen torbayı indirdi. İçindeki bombayı aktifleştirip bir kasanın içine koydu. Duyduğu ayak sesleriyle, çadırın diğer tarafına doğru koştu. Tam kapıdan çıkacakken ensesine inen darbeyle sersemledi; kendini toparlamak istedi ama kafasına geçirilen siyah torbayla bir şey göremedi. Birden üstüne çullandılar; her gelen yumruk ve tekmeye karşı koyamıyor, bir o yana yatıp bir bu yana yatıp kendini korumaya çalışsa da nafileydi ve Kenan, kötü sıkışmış bir şekilde kendinden geçti.
Kafasındaki maske kaldırıldığında, ağzı yüzü kan revan içindeydi; dudakları çatlamış, gözleri morarmış ve tanınmaz bir hale düşmüştü Kenan. Yarı baygın gözlerle, karşısında dikilen adama baktı. Yüzü siyah bezlerle örtülü adam, dişlerinin arasından tıslarcasına:
“Çekirge bir sıçrar, iki sıçrar. Üçüncü de çuvallar. Anlat bakalım, sen kimsin ve Avareş’te ne işin var?” diye sordu. Kenan, başı öne düşecek gibi oldu. Sonra toparlandı. Zor da olsa çıkan sesiyle:
“Size ölüm getirdim çıyanlar!” deyince adam, olanca gücüyle dizini onun yüzüne geçirdi. Kenan, sırt üstü düşerken bilincini yitirdi ve her yer, karanlık bir örtüyle kaplandı.
⌨⌨⌨
15. Bölümün Sonu
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top