"Sinek Üçlü"
VİRANŞEHİR
Deponun koridorunda ilerlemekte olan Felemez, Şükrü tarafından zorla götürülmekte olan Gaye’nin arkasından bakarken suratındaki sinsi ifade, geniş bir gülümseme halinde iyice maske gibi her yeri kavramıştı. Çalan telefonu, onu bir noktada durdurdu. Cebindeki telefonunu çıkarırken o sırada Afra, bir köşede durup onu izlemeye aldı. Felemez, kadından habersiz bir şekilde telefonu açarak:
“Söyle dostum!” dedi. Afra, kucağındaki bebeğiyle Kenan’ın tutulduğu bölmeye yavaşça adımlarını atarken Felemez, tiksinç bir kahkaha savurup:
“Ben de senden haber bekliyordum, ne zaman geleceksin?” diye telefondakine sordu. Afra, iyice bölmeye yaklaştı. Kapıda kimse yoktu, şansı yaver gidiyordu ve hafif aralık olan kapıdan içeri bakarken Kenan’la göz göze geldi.
“Paket hazır, gelince alırsın!” diyen Felemez, telefonu kapatıp cebine koyduktan sonra arkasına dönüp baktı. Kimsenin olmadığını ve bölmenin kapısının kapalı olduğunu görünce adımlarını sıklaştırıp dışarıya doğru ilerledi.
“Afra!” diye inleyerek seslenen Kenan, kadının irkilmesine neden oldu. Bir çırpıda içeri girmiş, kapıyı üstüne kapatmış ve sırtını kapıya dayayarak derin nefesler alıp vermişti. Kenan’a doğru yürüyerek yutkundu ve Kenan, gözlerini kısarak kadını izlemeye aldı. Afra, onun karşısında durduğunda:
“Adımı nerden biliyorsun?” diye cılız bir sesle sordu. Kenan, derin bir nefes alarak:
“Biliyorum işte, uzun mesele!” diye fısıldadı.
“Sen kimsin?”
“Kenan… Ben Kenan!”
“Sen de Suriyeli misin?” diye soran Afra, bir ara dönüp kapı tarafına baktı. Kimsenin gelmediğine emin olunca Kenan’ın:
“Değilim!” demesiyle:
“Ağa senden ne istiyor?” diye sordu.
“Bilmiyorum, bana yardım et lütfen!”
Afra, tedirgin bir şekilde etrafına bakındı. Kenan’ın gözleri, ilerdeki masanın üstünde duran su dolu sürahiye takıldı. Yutkunarak:
“Su verir misin?” deyince Afra, hemen işe koyuldu. Sürahiye doğru yürürken Kenan, kadını izlemeye aldı. Sürahiden bardağa su dolduran Afra, kucağındaki bebeği de bir sandalyeye bırakmıştı. Hızla Kenan’a doğru yürüdü. Bardağı ona içirirken Kenan, sanki orucunu yeni açan biri gibi kanarcasına içerken kadın, acımsı gözlerle onu izledi. Suyu bitiren Kenan, birkaç saniye gözlerini yumup kendine gelmeye çalıştı. Kadının:
“Nerden geldin, buralısın?” diye sormasıyla Kenan, gözlerini açarak:
“İstanbul’dan geldim, buralı değilim!” der demez Afra, aniden yerinden sıçradı. Ağzı kulaklarına vardı, sevinci taklalar attı ve keyfi kat be kat arttı. Kenan’ın bağlı ellerini sımsıkı tutarak:
“Benim ablam orada, evlidir! Beni ona götür!” deyince Kenan, yutkunarak:
“Eğer kurtulursam, söz veriyorum sana götüreceğim ona seni! Yeter ki bana yardım et!” dedi.
“Ne yapayım?”
“Okuma yazman var mı? Türkçe biliyor musun?”
“Bilmiyorum! Ama Arapça iyi!”
Başını sallayan Kenan, etrafına bakınarak:
“O da iş görür!” dedikten sonra:
“Bir kâğıt kalem bul!” dedi. Afra, hemen sürahinin olduğu masaya gitti. Bir iskambil kâğıdı vardı, yanında da bir kalem duruyordu. Hemen sinek üçlüyü alıp Kenan’ın yanına geldi. Kenan, derin bir nefes alarak:
“Sifrün, hamsetün, selasetün, erbeetün, hamsetün, vahidün, vahidün, isnani, sifrün, isnani, vahidün…” diye rakamları söyleyince Afra, elindeki sinek üçlüye rakamları yazdı ve kalemi tekrar masaya bıraktı.
“Oldu, ne bu?” diye soran Afra, Kenan’ın suratına baktı. Kenan, derin nefesler alıp kendine gelmeye çalışarak:
“Hamdi diye birinin numarası… Onu ara! Kızının İstanbul’a gönderildiğini söyle!” dedi.
“Ya sen?”
“Beni boş ver! Ben her türlü kurtulurum, bulurum bir yol ama kızı tehlikede! Yardım et lütfen!”
Başını sallayan Afra, sinek üçlüyü para saklar gibi göğüs kısmından içeri sakladıktan sonra masadaki bebeğini kucaklayıp kapıya doğru yürüdü. Kenan, gözleri kadından ayrılmadan onu izlemeye almıştı.
Bölmeden çıkan Afra, karşıdan gelen adamları görünce hemen yan tarafa yöneldi. Adamlar onu fark etmemişti, yan taraftaki benzin bidonlarının arasında durup kendini saklarken adamlar, bölmeye girip kapıyı kapatmışlardı. Oradan çıkan Afra, kendi bölmesine girmek için adımlarını sıklaştırdı.
Kenan, yorgun gözlerle adamlara bakıyor ve arada bir derin nefesler alarak enerji depoluyordu. Adamlar, masaya kurulduğunda kâğıt oynamak için masadaki desteleri saymaya başladılar. Kenan’ın suratında biriken tebessüm, bir adamın:
“Lan sinek üçlü nerde?” diye sormasıyla iyice genişledi. Sağdaki adam, Kenan’a bakarak:
“Ne oldu lan, ne sırıtırsın?” diye sordu.
“Sinek üçlü uçtu, size üçlü piriz getirmeye gitti!” deyince diğeri, ayağa kalkıp ona doğru yürürken:
“Ne geveliyorsun lan? Muhtemelen yarına kadar gebermiş olacaksın! Hâlâ dalga mı geçiyorsun?” der demez Kenan, gülen gözlerini ona dikerek:
“Kader kısmet bunlar! Kim bilir, belki de yarına kadar sen gebermiş olursun!” dedi. Diğeri de ona doğru gelirken:
“Vay be! Kaderi de tanıyor, kısmeti de biliyor. Helal!” dedi. Kenan, ikisinin yüzünü inceleyerek:
“Kadere de inancımız var, kısmete de itimadımız var çok şükür! Lakin sizin ne imanınız, ne de inancınız var. Bu yüzden öleceksiniz! Az kaldı!” dedi. İki adam, anlamsız gözlerle bakışırken Kenan, sırıtan gözlerini onlardan ayırmıyordu.
Zorla bir arabaya alınmıştı Gaye, elleri ve ayakları bağlanmış ve tamamen zararsız bir hale getirilmişti. Şoför koltuğunda oturan Şükrü, yanındaki adamla birlikte Gaye’yi bir yere götürüyorlardı. Dikiz aynasından arkasındaki kadına bakan Şükrü,
“Gideceksin, merak etme!” diye seslenince Gaye, ağzı bantlı olduğu için sadece homurdandı. Şükrü, başka da bir şey demeden gözlerini önündeki yola çevirdi.
Eyüp Nebi Kırsalındaki Konut…
Hıdır, gelip Eyüp’ün karşısında durduğunda Eyüp, anlamak için gözlerini kısınca Hıdır, mecburen:
“Ağam, Vedat diye biri gelmiştir!” diyerek lafa girdi. Ayağa kalkan Eyüp, bir gözünü kısarak:
“Ne ister? Kimdir?” diye sordu.
“Mühendismiş ağam!”
“Gelsin hele!”
Hıdır, çekingen bir tavırla geri giderken Eyüp, tekrar yerine oturup bekledi. Az sonra Vedat, hafif telaşlı bir şekilde içeri girdi.
“Ağa! Hani anlaştınız, uzlaştınız? Bu yaptığınız, size yakışır mı?” diye damdan düşercesine soran Vedat, ağanın karşısında durduğunda Eyüp, yavaşça ayağa kalkıp:
“Hele bir yol sakin, sakin ol! Kimsin kurban, ne dersin öyle?” diye sordu. Derin bir nefes alan Vedat,
“Vedat Karakurt, Hamdi Çeliker’in mühendisiyim!” diye kendini tanıttı. Yer gösterip:
“De otur hele!” diyen ağa, kendi yerine geçerken:
“Marazın nedir?” diye sordu. Vedat, gösterilen yere oturduğunda gözleri, kayıp Hıdır’a takıldı. Onun mahcup ve suçlu mimiklerini hemen fark etti. Tekrar ağaya dönerek:
“Kaç zamandır Kenan’dan haber alamıyordum, araştırdım soruşturdum. Güvenlik kameralarına baktım, nihayet buldum!” deyince ağa, bir gözünü kısarak:
“Benimle ne ilgisi var?” diye sordu.
“Felemez olacak yeğenin, Kenan ve yanındaki kadını derdest etmiştir. Bilgin yok mu?”
Sanki suratına tokat yemişçesine irkildi, üzerine kızgın yağlar dökülmüşçesine terler bastı suratını ve adeta nefesinden feragat etti. Kızıla çalan göz bebeklerini adamına çevirip:
“Neler oluyor lan böyle?” diye bağırdı. Vedat da tırstı, Hıdır sığınacak yer aradı ama Eyüp’ün gazabından kurtuluş yoktu. Hışımla ayağa fırlayıp:
“Benden habersiz neler oluyor öyle?” diye gürledi. Hıdır yutkunurken Eyüp, yumruklarını sıkarak ona doğru yürüdü. Hıdır’ın karşısında durduğunda Hıdır, yer yarılıp içine girmek istedi. Bakışlarını ağadan kaçırıp dururken ağa, olanca gücüyle sert bir yumruk indirdi. Hıdır, yumruğun tesiriyle duvara toslarken Eyüp,
“Bana Felemez’i getir!” diye bağırdı. Hıdır hemen karşısından ayrıldı, Vedat da ayağa kalkmış ve ağayı izliyordu. Ağa, öfkesinden ve sinirinden kıpkırmızı olmuş ve burnundan soluyordu.
***
İSTANBUL
Hamdi’nin evine gelmişlerdi; Fıçı da gelmiş, Hamdi’nin odasında, onun karşısındaki koltuklarda oturmuşlardı ve meraklı gözlerle Hamdi’nin bir an önce lafa girmesini bekliyorlardı.
“Felemez Nâbi isminde biri, Kenan ve kızımı alıkoymuş; Kenan’ın bir hata ettiğini, bu hatanın bedelini çekeceğini söyledi ve bu çok zoruma gitti! Kızımı gönderecekmiş bana ama Kenan, onun elinden ölümü tadacakmış! Ben bir laf ettim, o lafımın arkasında kalmam gerek!”
Rıfat, gözlerini kısarak Hamdi’nin her lafını dinliyordu; Fıçı, hafifçe başını sallayarak ona hak verdiğini görsele taşıyordu ve Hamdi, sırtını koltuğa yaslayarak ikisinin jest ve mimiklerini yoklarcasına gözlerini onlara dikti. Söze ilk giren, Rıfat oldu.
“Eğer bir laf edilmişse, o lafın vaki olması için gereken neyse yapılır. Sizin laf etmeniz, bizim için kanundur, nizamdır efendim!”
Fıçı da yerinde doğrulup:
“Gereken neyse yapılır, hüküm neyse uygulanır efendim! Siz emredin, olmuş bilin!” dedi. Hamdi, derin bir nefes alarak:
“Hazırlanın gençler, Viranşehir’e gidiyoruz!” deyince Rıfat’la Fıçı, anlamsız gözlerle birbirlerine bakarken Hamdi, gözlerini bir noktaya dikerek usulca başını salladı. Masada çalan telefon, ortama durgun bir hava düşürdü. Hamdi, tepeden bakınca yabancı bir numara gördü. Telefonu açarak:
“Alo!” diye seslendi. Afra’nın tedirgin sesi:
“Ben Afra, haber vermek için aradım!” diye duyulunca Hamdi, bir gözü Rıfat’ta:
“Ne haberi?” diye sordu.
“Kenan verdi numaranı, Hamdi!”
“Kenan iyi mi, o nasıl? Kızım nasıl?”
“Kenan kötü, çok kötü! Ama kızın yola çıktı, onu yolladılar.”
“Nasıl yolladılar be?”
“Bilmiyorum! Kenan aramamı söyledi.”
“Ben Viranşehir’e geleceğim Afra! Seni nerde bulayım?”
“Çarşıda… Dilenen bir kadın görsen, o benim! Kucağında bebeği…”
“Tamam Afra, sağ ol!” diyen Hamdi, kapanan telefonu masaya bırakıp:
“Acele edelim beyler, çabuk!” dedi. Her üçü ayağa kalkarken umut, yine ağlarını onların etrafına dizmiş bekliyordu.
***
KUZEY IRAK – BAĞDAT
Nerdeyse yıkılacakmış, enkaza dönecekmiş gibi bir izlenim veren eski püskü bir yapının önünde durduklarında Memo, etrafı kolaçan etmek için bir göz taraması yaptı. Yanındaki adamlar da teyakkuzdaydı ve elleri tetikte beklemekteydi. Yapının derme çatma kapısında duran Memo, suratı toza dumana bulanmış kapısına bir iki defa vurunca toz pareleri havaya savruldu ama Memo, bunu umursamadan kapının açılmasını bekledi. İçeriden gelen ayak sesleri, Memo’yu hazır ol vaziyetine getirmişti. Az sonra cılız bir ses:
“Tı kiye (Sen kimsin?)” diye duyuldu. Memo, biraz kapıya sokularak:
“Şahême rıhan u bedestan, ezem gulamên ağaye Mestan! (Şahımız reyhan ve bedestandır; ben kölesiyim ağamız Mestan’dır.)” deyince kapı, gıcırdanarak açıldı. Orta boylu, seyrek saçlı ve çakıl gözlü bir adam, kapının ortasında durup Memo’yu tepeden tırnağa süzdükten sonra aniden gülümsedi ve hızla ona sarıldı.
“Vay Memo kurban, sen misin?”
“He benim hayran!” diyen Memo, onunla iyice kucaklaştıktan sonra adam, kenara çekilip onları içeri buyur etti.
İçerde karşılıklı oturmuşlardı, Memo her şeyi anlatmış ve tüm olup bitenleri özet geçmişti. Mestan Ağa’nın emriyle geldiğinin altını çizerek:
“Bize yardımcı olacak mısın Gazi?” diye sordu. Gazi denilen adam, yerinde doğrulup:
“Boynumun borcudur kurban, nasıl etmem? Ama dediğin iş, çok çetin geçecektir, bilgin olsun!” dedi.
“Mecburuz Gazi, iki adamımız onun elindedir! Alusi mi ne? O bize bulaştı, cezasını çeksin!”
“Adam lazım bize, mühimmat gerek! Hallederiz!” diye fısıldayan Gazi, çenesini sıvazlayıp derin düşüncelere dalarken Memo, gözlerini kısıp ona dikerek izlemeye aldı.
“Sence bizi kurtarırlar mı?” diye soran Cem, Kemik’in:
“İçin rahat olsun! Gazi, ne yapar eder bizi kurtarır. Rahat ol!” demesiyle derin bir nefes alarak:
“İnşallah!” diye mırıldandı. Agâh, tebessüm ederek onu izlemekle yetiniyordu. İçerde doluşan nefes alış sesleri, bütün sessizliğin tek rengi halindeydi.
***
TÜRKİYE – İSTANBUL
Payidar, yavaşça yerinde doğruldu. Cevap bekleyen, bunun için gözlerini kısarak bakan ve hareketsizce duran doktorun yüzünü inceleyerek:
“Ne demek istiyorsun doktor?” diye sordu. Doktor tam lafa girecekken içeri giren Simay, doktorun susmasına neden oldu. Payidar da aniden kızının suratına baktı. Başını sallayan doktor, bir şey demeden kapıdan çıkarken Simay, ortamda gezen gerilimin kokusunu almış olacak ki:
“Ne oldu baba?” diye sordu. Derin bir nefes alan Payidar, gözlerini kapıdan ayırmadan:
“Bir şey olmadı kızım, bir şey olmadı!” diye sayıkladı. Bir şey olmuştu, hatta bir şeyden fazla şey olmuştu ama Simay, ne olduğunu anlayamıyordu. Anlamsızca bakan gözlerle babasının gergin suratını incelemeye çalışırken Payidar’ın yüzü, ifadesi adeta şekilden şekle giriyordu. Ortamda fink atan gerginlik, baba kızın bakışları arasında dolanıp duruyordu.
***
İçeri giremiyor, içerden kimse çıkmıyor ve kimse bir şey söylemiyordu. Emin, kafayı yemek üzereydi. O duvardan bu duvara volta atıp mekik dokurken içerden çıkan hemşireyi kıskıvrak yakaladı. Önünde durunca hemşire, mecburen fren yapmak zorunda kalmıştı.
“Hastanın durumu nasıl?”
“Gözünüz aydın, hasta uyandı ve direnci gayet sağlam! Sadece serum takviyesi gerekli! Enerjisini toparlasın diye!”
Hemşirenin verdiği cevapla, adeta yerinden sıçrarcasına havalara uçtu. Birden hemşireyi kucaklayıp o taraftan bu tarafa bırakırken hemşirenin ciyaklayan sesi, koridorda çınlayınca Emin, ne saçmaladığını nihayet anladı. Kadını bırakınca hemşire, dörtnala oradan uzaklaştı. Emin, sevincinden yerinde duramıyordu. O sırada yoğun bakım camının perdeleri açıldı, Emin de hızla cama yöneldi ve cama yaslayıp içeriye baktı. Musa gözlerini açmış, kendisiyle ilgilene doktor ve hemşireye bakıyordu. Başı yana doğru çevrildi ve Emin’le göz göze geldi; Emin, gözlerinden sevinç damlaları dökülürken reis, başını sallayıp ve gülümseyip ona karşılık verdi. İkisinin tebessüm ederek bakışması, daha yenilmediklerini ve ayakta olduklarını gösteriyordu.
***
Pendik’teki Gecekondu…
Nazım, yanında Raşit’le birlikte sınıf gibi bir yere girdiler; içerde yaklaşık on kişi vardı, önlerinde defter kalem, yazı tahtasına gözlerini dikmiş ve Çekiç’in anlattıklarına odaklanmışlardı. Nazım da bir sıraya geçerken Raşit de arka sıralara geçti. Çekiç, tahtaya çizdiği çizimleri gösterip dersini anlatırken Nazım, gözleri parlayarak dinleyen ve adapte olan öğrencileri izliyordu.
“Burusk’un burada olması demek, yeni bir yapılanmanın oluşacağı anlamına geliyor Mahir!” diyen Kaytan, bıyıklarıyla oynayarak düşünceli bir tavır takınmıştı. Mahir, gözlerini kırpmadan onu dinliyordu.
“Külliyen engel olmasak da, bir gözdağı verebiliriz sanırım!”
Mahir, arada oturan kadını es geçerek:
“O zaman harekete geçiyoruz, değil mi efendim?” diye sorunca Kaytan, derin bir nefes alarak:
“Başlayalım! Ama sessiz, derinden ve göze batmadan hareket edersek, onları inlerinde kıstırma imkânı buluruz!” dedi. Herkes hazırlanırken Kaytan, bakışlarını kadına çevirip gülümsedi. Kadın, bu bakışlardan bir şey anlamadı ve sadece bakakaldı.
Bir elinde çakısı, diğer elinde telefonuyla uğraşan adam, arada bir etrafını kolaçan ederek bir duvarın köşesinden dönerken Kaytan’ın aniden onun karşısına çıkmasıyla irkildi. Daha ne olup bittiğini anlayamadan Kaytan, hızla onun boynunu kırıp yere serdi. Elindeki çakıyı alıp duvarı kendisine siper eden Kaytan, belinden sıyırdığı silahına susturucu takmakla uğraşırken gözleri, arka tarafı dolanmakta olan Mahir’e takıldı. Mahir, arka tarafta sırtını duvara dayamış ve bir kadınla görüntülü konuşmakta olan adama doğru yürüdü. Adamın ondan haberi yoktu, ta ki Mahir’in görüntüsü ekrana yansıyana dek ve Mahir, adamın toparlanmasına fırsat vermeden, hızla onun boynunu tutup kırdı. Telefondaki kadının çığlığı, Mahir’in kapatmasına ramak kala atıldı. Hızla diğer köşeye yönelen Mahir, nefes kontrollerini yerine getirerek sırtını duvara dayadı. Ekipten biri, soldan eve yanaşıyordu. Sigaranın nikotinine müptela olmuş adamı hedef almıştı. Ona doğru adımlarını sessiz, derinden ve çıt bile çıkarmadan atarken adam, birden ona dönünce ekipteki kişi, ne yapacağını şaşırdı. Adam, hızla silahına sarıldı ve birden namluyu ona doğrulttu. Olduğu yerde kalakalan, ne yapacağını bilemeyen ve robota bağlamış olan ekipteki kişi, yutkunarak kendisine kurşunun gelmesini beklerken militan, tam tetiğe basacağı sırada Mahir’in hedefi oldu. Sırtına saplanan kurşunlar, militanı yere düşürürken parmağı tetikte olduğu için can havliyle basmış ve içerdekileri de uyarmıştı.
“Has siktir!” diye fısıldayan Kaytan, yerinden çıkıp hücuma geçti. İçerden çıkanlara odaklandı, birinin çıkıp mermiye talip olmasına sevindi ve onu yere düşürürken başka birinin de çıkmasıyla sevinci ikiye katlandı. Tekrar ateş edip onu da indirdi. Mahir de atağa geçmişti, ekibin hepsi hücuma geçmişti ve her taraftan ateş ediliyordu.
Nazım, oturduğu yerden ayağa kalkmadan:
“Burası deşifre oldu, çok güzel!” diyerek alkış tutunca Çekiç, burnundan solurcasına:
“Takip edildin Nazım, nesi güzel be?” diyerek çıkıştı. Nazım, bir gözü Raşit’te:
“Şoför ben değildim, Raşit arabayı kullanıyordu. Takip edildiyse, o takip edilmiştir. Değil mi Raşit?” diye sordu. Raşit, silahını sıyırıp:
“Doğrudur efendim!” dedi. Nazım, nihayet ayağa kalkarak:
“Bakalım teorideki bilgiler, pratikte nasıllar?” deyince Çekiç, verilen mesajı hemen aldı. Öğrencilerine dönerek:
“Şimdi önderlik için, davamız için savaşma zamanı! Herkesin inancı, direncine bağlı!” deyince hepsi, birden atağa kalktı. Silahlar alındı, mermiler kontrol edildi ve savaş için adeta düğmeye basıldı. Her biri kapıya yönelirken Çekiç, silahını belinden sıyırarak onların peşinden gitmeye karar vermişti ki Nazım, parmağını şaklatarak onu durdurdu. Çekiç, yerinde durup:
“Ne oldu?” diye sordu. Ona doğru yürüyen Nazım,
“Bırak da onlar savaşsın Çekiç, biz yeni talebeler yetiştirmek ve davayı ayakta tutmak için gidelim!” deyince Çekiç, kaşlarını çatarak:
“Bu ne saçmalık lan! Onları savaşın ortasında bırakırsak, eğitimimizin ne anlamı kalır?” der demez Nazım, sakin bir şekilde gülümseyerek:
“Çok anlamı kalır Çekiç! Benimle gel!” dedi. Çekiç direnmek istedi ama Raşit’in sert bakışlarını görünce duraksadı ve usulca başını sallamakla yetindi.
Ekibin baskın çıkması, mermilerin yoğunlaşması, içerden gelen mermilere göğüs germeyi başarıyordu. Mahir’in hızla yer değiştirip birini indirmesi, Kaytan’ın yerinden çıkıp gecekondunun kapısına biraz daha yaklaşmasına neden olmuştu. Üst üste açılan ateş, içerdekilere göz açtırmıyordu. Namlulardan fırlayan mermiler, muhakkak saplanacak beden buluyordu. Kaytan, tam harekete geçecekti ki telefonunun çalmasıyla durdu. Sırtını duvara yaslayıp cebindeki telefonu çıkarmakla uğraştı. Yanından hızla geçen mermileri umursamıyordu. Cebinden çıkardığı telefonun ekranına bakınca, Emin’in aradığını gördü ve içine bir kurt düştü. Yutkunup:
“İnşallah hayırdır!” diye sayıklayarak telefonu açtı ve:
“Söyle koçum!” dedi.
“Efendim, reis uyandı!”
“Gerçek mi lan?”
“Gerçek efendim, gerçek!”
“Allah! Sağ ol Emin, biz de it sürülerini kıstırdık işte! Haydi beni lafa tutma, millet mermi bekler!” diyen Kaytan, telefonu kapatıp cebine koyduktan sonra:
“Şerefine reis, şerefine!” diye mırıldandı ve aniden yerinden çıkıp üst üste ateş etmeye başladı. Mahir de feyze geldi, ekipten birkaç kişide ayaklandı ve her taraftan açılan ateş, içerdekileri iyice zora soktu. Kaytan, kafasından vurduğu gence içten hayıflanırken Mahir, gözlerini kırpmadan mermilerini saydırıyordu. Yere düşen genç bir kız, göğsüne saplanan mermiyle canından olurken bir arkadaşı, onun için bağırarak yerinden çıkmış ve Mahir’in kurşununa meze olmuştu. Giderek tükeniyorlardı, birer ikişer düşüyorlardı ve Kaytan, şarjörü bitince mevzi tuttu. Mahir’ler durmamıştı, tetiklere asılıyorlar ve hiç durmadan ilerliyorlardı. Kaytan, şarjör değiştirirken duyduğu araba sesiyle irkildi. Bir aracın hızla arka taraftan hareket ettiğini görünce yerinden sıçradı. Arka tarafı tutan elemanları düştü aklına, hızla oraya yöneldi. Köşeyi döndüğünde, gördüğü manzara beynine kazındı. Beş elemanı da yerde, cansız bir şekilde yatıyordu. Yanlarına gelen Kaytan, tepeden onlara baktı. İkisi göğsünden, biri alnından, biri kafasından ve biri de sırtından kurşunlar almış, böyle canlarından olmuştu. Derin bir nefes alan Kaytan, giden aracın arkasından baktı. Nazım’lar gidiyordu, Kaytan’ın yüreği yanıyordu ve gözlerinden damlayan yaşlar, yanaklarına doğru yol alıyordu.
“Biteceksiniz ulan, biteceksiniz! Siz de biteceksiniz, sizi doğurup besleyen, büyüten ve bize musallat edenler de bitecek! Yakındır, çok yakın!” diye fısıldarken silah sesleri, birer ikişer dinmeye başlıyordu. Elemanlarının başında oturan Kaytan, silahını beline sokarak derin bir iç çekti ve yutkundu.
***
Marmara denizinin fokurtusuna karışan ay ışıltıları, gecenin hafif aydınlık ve ferah geçeceğine işaret ediyordu. Yıldızlar da cümbüşe kalkmış, kıyıyı okşayan ve naif bir şekilde dokunan dalgaların arasına karışarak eşsiz bir güzellik bahşediyordu. Her ne kadar sonbahar gelmiş ve yerini kışa bırakmak için hazırlık yapıyor olsa da hava, yazdan kalma gibi bir tavır takınıyordu.
Bağcılar…
Nazım, öfkeden burnundan soluyordu. Saçlarını karıştırıp yolarcasına çekiştiriyor, çenesi seğiriyor ve göz bebekleri büyüyüp küçülüyordu. Odanın içinde volta atıp dururken Çekiç, bir koltukta oturmuş ve düşünceli bir şekilde önüne bakıyordu. Raşit de bir köşede durup efendisini izliyordu.
“Nasıl bulurlar orayı, kim biliyor yerimizi? İçimizde ajan mı var ya da sen mi ajansın Çekiç?”
Bütün sorularını tek bir nefeste sıralayan Nazım, hışımla Çekiç’e doğru gelirken,
“Ben ajan falan değilim Nazım!” diyen Çekiç’in karşısında durup:
“O zaman ben ajanım!” dedi ve gülümsedi.
“Takip edildin, kabul et!”
Hafif bir kahkaha, alaylı el sallamalar ve kendi ekseninde dönerken işaret ve orta parmağını oynatıp duran Nazım, hışımla Raşit’e doğru yürüdü. Gelip adamının karşısında durduğunda:
“Neden takip edildin Raşit, seni takip etmişler?” diye sorunca Raşit, sesini çıkarmadan onun gözlerine baktı. Tekrar Çekiç’e dönen Nazım, kaşlarını çatarak:
“Ben takip edilmedim diyor Raşit, duydun mu Çekiç?” diye sordu. Burnundan soluyan Çekiç, hızla ayağa fırlayıp:
“O zaman ben hainim, ajanım Nazım! Sizi sattım, davamı sattım, hepimizi sattım! Tamam mı?” diye bağırınca Nazım, ona doğru yürüyerek:
“Tamam o zaman anlaştık! Sen ajan değilsin, anladım! Kaytan denen adam, bu kadar yakından gördüm ya, çok yakışıklıymış! Hele de o bıyıklar harika!” dedi. Raşit gülümserken Çekiç, gözlerini kısarak:
“Ne saçmalıyorsun sen?” diye sordu.
“Diyorum ki; bugün dava için şehit düşen her militanımız için, Kaytan’ın bıyığından bir tel koparacağız! Bir nevi bıyık falı gibi! Seviyor sevmiyor hesabı… Ölüyor, ölmüyor… Ölüyor, ölmüyor… Ve tak, ölüyor adam!”
Çekiç gülümserken Nazım, Raşit’e dönerek:
“Birer ikişer avlayacağız Raşit, imkânları zorla oğlum! Önce Kaytan, ondan başlayalım!” deyince Raşit, usulca başını sallayıp karşısından ayrıldı. Raşit’in çıktığı kapıdan bir militan,
“Başkanım!” diyerek içeri girdi. Nazım, ona bakıp:
“Söyle!” dedi.
“Şahin Ağa uyandı, uyandı!” diye sevinerek haber veren militan, Nazım’ın ona doğru yönelmesi ve:
“Doktor nerde?” diye sormasıyla:
“Başında bekliyor!” dedi.
“Güzel!” diyen Nazım, Çekiç’e bakmadan gel işareti yaptı. Çekiç de onun peşinden adımlarını saydırdı.
Şahin’in olduğu odaya geldiklerinde Şahin, zor bela gözlerini açmış; halden düşmüş bir şekilde bitkin, yorgun ve yarı baygın bir halde etrafına bakınıyordu. Doktor onu kontrol ederken Nazım, gelip Şahin’in tepesinde durdu. Elini havada sallayarak:
“Kefendi yırttın adamım, yırttın!” diye fısıldadı. Şahin’in kapanmakta olan gözleri, son defa Nazım’ın gözleriyle buluşmuştu.
***
VİRANŞEHİR
Kenan’la Gaye’nin kaldıkları otele gelmiş, yerleşmiş ve dinlenme ihtiyacı bile hissetmeden lobide, Vedat’la bir araya gelmişti. Vedat, Eyüp’le yaptığı konuşmayı anlatmış ve bu işte Eyüp’ün parmağının olmadığını dile getirmişti. Hamdi, derin bir nefes alarak:
“O zaman yeğeni, ondan habersiz bu işe girişti öyle mi? Ama niye? Bir sebebi olmalı! Eğer amcası için değilse, neden Kenan’a musallat oldu?” diye sorular sıraladı. Vedat da bilmiyordu, boş gözlerle Hamdi’ye bakarken Rıfat ve Fıçı, onların arkasında durmuş ve etrafı izliyordu. Hamdi’nin telefonunun çalması, Vedat’a yol göründü anlamına geliyordu. Masadaki telefonunu alan Hamdi, kızının aradığını görünce hemen açıp:
“Kızım, iyi misin sen?” diye sordu.
“İyi miyim, perişanım baba! Kenan orada, ben burada ya kafayı yiyeceğim! Sen nerdesin baba?”
“Kenan’ı almaya geldim kızım! Viranşehir’deyim!”
“Gerçekten mi baba?”
“Gerçekten kızım, gerçekten! Merak etme, Kenan’ı sağ salim alıp geleceğim inşallah!”
“İnşallah baba! Ben de Zenan’ın yanındayım, o gelip beni aldı sağ olsun!”
“Selam söyle kızım, tamam!”
“Baba! Lütfen baba!”
“Anladım kızım, merak etme!” diyen Hamdi, telefonu masaya bırakıp derin bir nefes aldı. Rıfat’a dönerek:
“Şu ağaya bir uğrayalım! Meselenin vahametini bilirse, belki bize destek olur Rıfat!” dedi.
“Derhal efendim!”
Eyüp Nebi Kırsalındaki Konut…
“Benden habersiz ne halt yediğini sanırsın lan?” diye bağırıp çıkışan ve sinirinden yerinde duramayan Eyüp, Felemez’e saldırmamak için kendisini zor tutuyordu. Felemez, gayet sakin bir şekilde:
“Olması gereken buydu amca, yapılması gereken buydu!” deyince Eyüp, adeta onun suratına tükürürcesine:
“Gebertirim lan seni! Nerde Kenan, ne yaptın ona?” diye bağırınca Felemez, usulca ayağa kalktı.
“Elin iti için, bana bağırıp çağırmaktan vazgeç amca! Kafasına sıktım, leşini de Barca’ya saldım. Olan oldu, ölen öldü amca!”
Eyüp’ün göz bebekleri, sinirden yerlerinden fırlayacakmış gibiydi. Burun delikleri, aldığı soluklarla bir büyüyor bir küçülüyordu. Yumruklarını sıkarak:
“De git buradan, git buradan gözükme gözüme! Seninle bütün bağımız koptu, yolumuz ayrıldı it!” diye tısladı. Felemez, bir şey demeden hışımla kapıya doğru yürürken Hıdır kapıda durmuş ve anlamsız gözlerle olanlara şahit oluyordu. Sinirden kalbi tekleyen, bedeni titreyen ve halden hale düşen Eyüp, düşüp ölmemek için kendisini aşırı zorluyordu. Gözlerini bir noktaya dikmiş, derin düşüncelere dalmış ve bir çıkar yol düşleyip duruyordu.
Şükrü, kucağında bebeğiyle odasında dinlenmekte olan Afra’yı gizliden izlerken alt dudaklarını ısırıyor ve büyük bir iştahla onu gözlüyordu. Afra, elbisenin göğüs kısmındaki yırtmacı açarak bebesini emzirmeye çalışırken Şükrü, iyice odaklandı. Gözleri irileşmiş, dili dudaklarını yalarken kadının ondan habersiz bir şekilde yavrusunu emzirmesinden adeta zevk alıyordu. Birden kapıyı açıp içeri daldı; kadının hızla toparlanması, yavrusunu kucaklayıp ayağa fırlaması ve çekingen bir tavırla sırtını duvara dayaması, Şükrü’yü durdurmaya yetmemişti. Ağzı kulaklarında bir şekilde:
“Çok güzelsin Afra, çok hoşsun!” diye fısıldayınca kadın, ürkek bir sesle:
“Ağam kurban olayım!” diye sayıkladı.
“Sen bana kurban ol, ben sana hayranım Afra!” deyip sırıtan Şükrü, adımlarını kadına doğru atarken Afra, iyice duvara yapışmıştı. Şükrü, biraz daha ona sokularak:
“Bırak bebeni, bırak!” diye mırıldandı.
“Ağam kurban…”
Kadının lafının bitmesine müsaade etmeyen Şükrü, hızla bebeğini alıp bir yere bırakırken bebek, sanki bir şeyler hissetmiş gibi avazı çıktığı kadar ağlamaya başladı. Yavrusuna gitmek isteyen kadının kolundan sımsıkı tutup hızla duvara dayadı ve ona sokularak:
“Bırak ağlasın!” deyince Afra, hışımla onu iterek:
“Yazıktır!” diye gürledi. Birden irkilen Şükrü, yavrusunu kucaklayıp kapıdan çıkan kadının ardından baktı. Sonra kendine gelerek onun peşinden koştu.
Başka bir bölmeye gelen Afra, kendini kurtarmak için dar bir kabinin içine girdi. Ama içerisi berbat kokuyordu, gazlı bir koku sarmıştı her yeri ve kadının midesi bulansa da Şükrü’den korktuğu için saklanmak istiyordu. Bebeğin ağlamaması için sımsıkı göğsüne bastırmıştı. Gözlerinin kararmasını hayra yormadı Afra, midesi boğazına dayanmış gibiydi ve istifra edecekmiş hissi uyansa da o, dayanmaktan ve beklemekten yanaydı. Bebeğin ağlaması durmuş, sesi kesilmişti. Bebeğinin kokusunu genzine çeken Afra, dizlerindeki bağın çözüldüğünü hissetti. Birden bir sarsıntı peyda oldu, duvara tutunarak yere çöktü ve işte o zaman anladı. Kabinden çıkmak istiyor, kokudan kurtulmak istiyor ama gücü yetmiyordu. Kabinin kapısı açıldığında Afra, yarı baygın bir haldeydi.
“Allah’ın geri zekâlısı!” diye bağıran Şükrü, kadının kolundan tutup bebekle birlikte dışarı doğru çekti. Burnuna doluşan temiz hava, kadının kapanan gözlerinin bir iki kıpramasına neden oldu. Sonra da kendini kaybederek bayıldı. Şükrü, yanındaki iki adamla onun tepesinde dikilmişti.
Kenan, bölmesinden çıkan adamların neden çıktığını anlayamamıştı. Birilerinin geleceğini varsayıp kendini ona hazır etmeye çalışırken dışarıdan duyulan seslere kulak kabarttı.
“Yazık olmuş, gerçekten!”
“Daha el kadar be!”
İçeri girenlere bakan Kenan, mevzuu anlamaya çalışan gözlerle baktığında adamlar, masalarına kurulup kâğıtlarına odaklandılar. Kenan, sonunda merakına yenilip:
“Ne oldu?” diye sordu. Adamlardan biri, onu terslercesine:
“Sana ne be?” diye çıkıştı.
“Sorduk işte, muhabbet olsun diye!”
“Bırak muhabbeti lan, öleceksin! Bence son duanı et!”
Gülümseyen Kenan başını sallarken adamlar, onu boş verip kendi oyunlarına daldılar.
Felemez’in içinde olduğu araba, Urfa yolu üstünde bir noktada bekliyordu. Sağ taraftaki kırsal alanda bir dinlenme tesisi vardı, sol tarafta bir benzinlik ve diğer taraflar boştu. Saatine bakan Felemez, suratında güleç bir ifadeyle etrafını izliyordu. Direksiyonda oturan adamı, dikiz aynasından patronuna baktıktan sonra gözlerini ileriye dikti.
Bir ticari taksi, uzun farlarını yollara dikmiş ilerlerken şoför, teybin sesini hafif açarak okunmakta olan ve Urfa yöresine ait olan türküye kulak kesildi. İşaret parmağıyla orta parmağını kullanıp türküye uyan bir ritim tutarken gözleri, dikiz aynasından arka koltukta oturan müşterisine takıldı. Suratına sevimli bir ifade yerleştirerek:
“Eğer rahatsız olduysanız, kapatayım efendim!” dedi. Parmağındaki iri siyah taşlı bir yüzük olan Sebastian, kendinden emin tavrından hiçbir şey kaybetmemiş bir edayla:
“Güzel müzik dinlemek, beni neşelendirir dostum!” deyince şoför, gülümseyerek:
“Beni de… İnanır mısınız, türkü dinlemeye bayılıyorum! Hele de Urfa türkülerine…” diye lafa girdi ve sohbete hızla dalış yaptı. Sebastian, şoför konuşurken gözlerini kısarak onu dinliyor, onun her jest ve mimiğini izliyor ve arada bir gülümseyerek dinlediğini belli ediyordu. Ama şoförün sohbeti, bir noktadan sonra heyecanını yitiren diziler gibi sıkıcı bir hal almaya başlıyordu. Derin bir nefes alan Sebastian, onu dinlemeye mecburmuş gibi sesini etmeden, şikayet etmeden dinlemeye devam etti.
Nihayet taksinin durmasıyla Sebastian, derin ve rahat bir nefes alarak yerinde doğruldu ve öndeki araca baktı. Beklediği ve onu alacak kişi gelmişti. Taksiciye dolar cinsinden ücretini verip:
“Üstü kalsın!” dedikten ve taksicinin:
“Sağ ol abi!” diye sevinmesini izledikten sonra kapıyı açıp araçtan indi. Felemez’in de arabadan inmesiyle ona doğru yürüdü. Sebastian’ın elinde sadece ufak bir çanta vardı.
“Hoş geldin dostum!” diyen Felemez, elini uzatıp onunla tokalaşırken Sebastian,
“Hoş bulduk dostum, hoş bulduk!” diyerek ciddiyetini korudu. İkisi arabaya doğru yürürken Sebastian, derin bir nefes alarak:
“Paket nasıl?” diye sordu.
“İtinayla hazır!” diyen Felemez, kapıyı açıp onun binmesini izledikten sonra kendisi de binerek:
“Seni bekliyor!” dedi. Sebastian, yüzünde ufak bir tebessümle:
“Herkes ecelini bekler!” diye mırıldandı. Felemez gülümserken araç, yavaşça yola koyuldu.
***
KUZEY IRAK – BAĞDAT
İki pikap ve bir araba, Kemik’lerin tutulduğu yere doğru hızla ilerlerken ay ışığı, çorak toprakların karanlık yüzüne beyaz bir makyaj yaparcasına ışıklarını damıtıyor ve açık alanlarda esen yeller, ferah bir hava bahşediyordu. Arabanın ön koltuğunda, şoför mahallinde oturmakta olan Memo, yan tarafında oturmakta olan Gazi’ye bakıyordu. Gazi, derin düşüncelere dalmıştı. Bir kaşı havada, bir gözü kısık ve aklı bulanık bir haldeydi. İçinde de bir sıkıntı vardı. Karşıdan görünen mekânın yanan ışıkları, Gazi’nin içindeki sıkıntıyı örtbas edemedi. Memo’ya dönerek:
“Bir şeyler olacak gibi Memo, kötü bir şey…” diye fısıldadı. Memo, gözlerini kısarak:
“Evham yapma Gazi, bir şey olmayacak!” diye karşılık verdi. Gazi hiç tatmin olmasa da Memo, kendinden emin tavrından ödün vermeden gözlerini yola dikti.
Bir noktada durdular; burası, mekânın yandan cephesine bakıyordu, ıssız ve tenha bir yerdi. Gazi araçtan inerken adamlar da birer ikişer iniyordu. Memo, silahını belinden sıyırarak kendi tarafından indi. Gazi, herkesi etrafına dizmişti. Belli ki planını anlatacaktı.
“Docka ve pikaplar, önden saldıracak! Dikkatleri oldukça ön tarafa çekeceğiz! Ben, Memo ve birkaç kişi, arka taraftan mekâna sızmaya çalışacağız! Amacımız, içerdekileri sağ salim almak! Dockalarla birlikte geri kalan adamlar da önden saldırı gerçekleştirecek, tamam mı?”
Lafının bitmesiyle, gözlerini adamlarına çevirip jest mimik yoklaması çekti. Memo, derin bir nefes alarak:
“O zaman çabuk olalım!” dedi. Gazi, herkese birer ikişer baktıktan sonra başını salladı. Herkes harekete geçti.
Açılan kapı, her üçünü ayağa kaldırttı. Cem, Kemik’e yaklaşarak gözlerini kısarken Agâh, tepkisini gizleyerek olduğu yerde durmuştu. İçeri giren Alusi, yanında iki adamla onlara doğru yaklaşırken Cem, birden:
“Yaptığınıza pişman oldunuz, akıllandınız değil mi?” deyince Alusi, alaylı gözlerle ona baktıktan sonra:
“Agâh’ı alın!” dedi. Adamlar Agâh’a yönelirken Kemik, birden o iki adamın üstüne atıldı. Birine sert bir yumruk atarken Agâh da diğerine tekmeyi geçirmişti. Alusi, gülümseyerek olanları izlerken Cem, aniden ona çullandı ve Alusi, birden suratına yediği yumrukla neye uğradığını şaşırdı. Cem, Alusi’yi yere düşürüp kapıyı sımsıkı örttü ve çengeli çekti. Alusi, silahını sıyırmaya çalışırken Cem, ondan evvel davranıp karnına tekmeyi geçirdi ve Alusi, nefessiz kalarak çırpındı. Cem, Alusi’nin silahını alıp namluyu ona doğrultarak:
“Rahat dur Acuzi, yok neydi bunun adı? Ha Alusi!” deyince Kemik, uğraştığı adamın boynunu kırıp onu yere yıktıktan sonra Cem’e baktı. Agâh da uğraştığı adamı yere yıkarak Cem’e döndü. Alusi’yi kıskıvrak yakalamış ve arkadan zapt ederek silahın namlusunu da şakağına dayamıştı. Kemik, burnunu kaşıdıktan sonra:
“Aferin Cem, şaşırttın beni!” dedi. Agâh, derin bir nefes alarak:
“Çıkalım buradan! Bize kalkan olur bu!” dedi. Alusi, zor bela bir şekilde:
“Buradan çıkamazsınız, hiç çabalamayın!” deyince Cem, onu sarsarak:
“Çıkamazsak, en fazla kafana sıkarız!” dedi. Kemik, kapıya yapılan baskıları görünce ve gürültüleri duyunca irkildi. Alusi gülümserken Kemik, yerdeki adamın silahını aldı. Agâh da önündeki adamın silahını alıp Kemik’e baktı. İkisi, aynı anda kapıya doğru yürürken Cem, kendine Alusi’yi siper edip iyice saklandı. Alusi’yi sımsıkı tutmuş ve kıpırdamaması için iyice zapt etmişti. Kapıyı açan Kemik, kenara çekilip içeri giren birinin kafasına sıktı. Duyulan silah sesi, gergin bir paniğe neden oldu ve dışarıdakiler, kendilerine mevzi tutmaya başladı. Cem, avazı çıktığı kadar:
“Ateş ederseniz, önce bu geberir! Alusi mi ne?” diye bağırınca Kemik, gülmemek için kendini zor tuttu. Agâh da siper tutmuş ve gülerek Cem’e bakmıştı. Dışarıdan ateş edilmiyordu. Cem, gür sesiyle:
“Bırakın çıkıp gidelim, yoksa adamın kafasına sıkarım!” diye bağırdı. Kimseden ses seda çıkmıyordu, yanıt falan gelmiyordu. Birden dışarıdan gelen silah sesleri, hem dışarıdakileri hem de içerdekileri telaşa düşürdü. Kemik gülümserken dışarıdakiler, mekânın dışına doğru koşturmaya başladı. İşte o sırada Kemik, yerinden çıkıp hücuma geçti. İndirdiği her adam, Agâh’ın da aynı anda atağa geçip silahını ateşlemesiyle ve birkaçını indirmesiyle yalnız kalmıyordu. Agâh ve Kemik, sırt sırta vererek adımlarını atıp ilerlerken Cem, hiç düşünmeden Alusi’nin kafasına sıkıp partiye katıldı. Alusi, cansız bir şekilde yere düşmüştü. Cem, Kemik’lere yetişip onlarla birlikte adımlarını atarak silahını ateşliyor ve gördüğünü indiriyordu.
Dockanın açtığı ateş, ön tarafta nöbet tutanları ve devriye gezenleri gafil avlamış, her birini bir yere yığmıştı. Dockayla birlikte atağa kalkan adamlar, Alusi’nin adamlarını keklik avlar gibi avlıyor ve silahlarından çıkan her mermiyi onlara hediye ediyordu. Göğsünden vurulanlar, kafalarından vurulanlara yoldaş olurken; bacaklarından vurulanlar, ikinci bir mermiyi hak edip canlarından oluncaya dek mermilere hedef oluyordu.
Mekânın arka kapısından kaçmak isteyen birkaç kişi, Memo ve Gazi’nin açtığı ateşlerle muhatap oluyor, buna şaşırma fırsatı bile bulmadan nefeslerinden feragat ediyorlardı. Biri daha çıktı ve Memo, onu da yere indirdikten sonra içerden gelen mermiyle mevzi tuttu. Gazi, yerini değiştirirken Memo, yerinden çıkıp üst üste ateş etti ve içerden ateş eden adamın bacağını vurdu. Gazi de üstünü tamamladı ve adam, vurularak canından oldu. Önleri açıktı, içeri girebilirlerdi ve Memo, zaman kaybetmeden hızla koşarak kapıdan içeri girdi. İçeri girer girmez yanındaki duvara seken mermiyle irkildi ve yerinde dondu. Ama Gazi, daha temkinli davranıp ateş ederek adamı yere düşürdü. Kendine gelen Memo, damağını kaldırıp derin bir nefes aldıktan sonra Gazi’nin peşinden koştu.
Köşeden dönen Kemik, arkada duyulan patırtıyı duyunca hızla arkasına döndü ve tam tetiğe basacaktı ki vazgeçti.
“Bizi mi vuracaksın emmoğlu?” diyen Memo, ona sarılarak kucakladı. Kemik, dışarıda kesilen silah seslerini işitince gülümsedi. Gazi’ye elini uzatıp:
“Eyvallah Gazi!” diyen Kemik, onun
“Size de…” demesiyle gülümsedi. Memo, Cem’in elindeki silaha bakıp:
“A canım, sen silah kullanmasını biliyor musun?” diye sorunca Cem, namluyu ona doğrultup:
“Deneyelim!” der demez Kemik, Cem’in elindeki silahı alıp:
“Silahla şaka olmaz, akıllı dur!” dedi. Cem, gözlerini Memo’dan ayırmadan:
“Ne şakası, ben çok ciddiydim!” derken Memo, gülümseyerek ona el uzattı. Cem de tebessüm etti ve tokalaşırken Gazi, Kemik’e dönerek:
“Şimdi ne olacak? Peşmerge, sizin yakanızı bırakmaz artık!” dedi. Kemik, derin bir nefes alarak:
“Bakalım!” dedi. Agâh, saçlarını karıştırarak:
“Şu malı da alıp gidelim, haydi!” dedi. Hepsi harekete geçerken etraftaki kan kokusu, ceset görüntüleri ve kan izleri, arkalarında bıraktıkları enkazın bilançosuydu.
***
TÜRKİYE – İSTANBUL
Arnavutköy/Yazgan Site…
Akşam yemeklerine oturmuşlardı; masa tıka basa donatılmış, her çeşit yemek sıralanmış, meşrubat dizilmiş ve yan meyvelerle süslenmişti. Mestan, sessiz bir şekilde yemeğine odaklanmışken aklı fikri Irak’ta, Kemik’lerin yanındaydı. Onların akıbetini merak ediyor, onları düşünüp duruyordu. Bugün doğru düzgün iş yapmamış, işe odaklanamamıştı onların yüzünden ve ister istemez canı sıkılıyordu. Derin bir nefes aldıktan sonra bakışlarını kaldırıp karısına baktı. Onun da morali yoktu, yüzü asık ve suskun hali gözlere çarpıyordu. Elindeki çatalla tabaktaki tavuğun ortasını deşmiş, evirip çevirerek düşüncelerine alet etmişti.
“İyi misin hayatım?”
Babasının sorusuyla Dildar da düşüncelerinden sıyrıldı, annesi de kendine gelerek kocasına baktı. Dildar, konunun onunla alakası olmadığını anlayınca Nazım’lı düşüncelere tekrar dalarken Nazan, derin bir iç çekerek:
“Aklım Cem’de!” deyince Mestan, sanki sinirlenmiş gibi burnundan soludu. Ama karısına belli etmeden:
“Merak etme, hallolacak!” dedi.
“Ne hallolacak?”
Mestan, pot kırdığını anladı ama iş işten geçmişti. Gözlerini karısından kaçırırken Nazan, yerinde dikleşerek:
“Kötü bir şey var, değil mi Mestan?” diye sordu. İnkâr etme yolunu seçen Mestan,
“Kötü bir şey yok canım, gerçekten kötü bir şey yok!” dedi ama Nazan,
“Kötü bir şey oldu Mestan, benden saklıyorsun!” diye diretince Mestan, derin bir nefes alarak:
“Hayır aşkım, yok!” dedi.
“Cem’e bir şey olursa Mestan, ben ömür boyu vicdan azabı çekerim ve yalnız da çekmem, sana da çektiririm!”
Nazan’ın ayağa kalkması, lafının bittiğini gösteriyordu. Dildar, merdivenlere yönelen annesine bakarken Mestan, derin bir nefes alarak saçlarını karıştırdı ve bakışlarını kızına çevirdi. Dildar, bir kaşını oynatarak:
“Kötü bir şey oldu, değil mi baba?” diye sordu. Cılız bir sesle:
“Oldu ya kızım!” diye fısıldayan Mestan, çalan telefonunu cebinden çıkardı. Kızının meraklı bakışları arasında ekrana baktı ve yerinde doğruldu. Çünkü arayan Memo’ydu. Hevesle telefonu açarak:
“Bana iyi bir haber ver Memo!” diye seslendi. Kemik’in:
“Merak etmeyin efendim, kurtulduk onların elinden! Şükür iyiyiz!” diye duyulan sesiyle, rahat bir nefes alarak:
“Tamam Kemik, çabuk İstanbul’a dönün!” dedi.
“Ama efendim, malları da aldık! Onları Diyarbakır’a götürmemiz lazım!”
“O iş, Memo’yla Gazi’de! Siz dönün!”
“Anlaşıldı efendim!”
Mestan, kapanan telefonu cebine koyarken Dildar, sorarcasına göz kırpınca Mestan, ona kısa bir açıklama yapmak için yerinde doğruldu.
***
Zenan, gün boyu onun yanındaydı; hatta bir ara evine gitmiş, birkaç eşyasını alarak tekrar yanına gelmişti. Gaye, ağlamaktan bitap bir hale düşmüştü. Kenan’la tanıştığı günden beri gün yüzü görmemiş, dertsiz bir gün yaşamamış ve geçirmemişti. Hep bela, hep tasa bulmuştu onları; rahat bir nefes alamamışlardı nedense ve mutlu bir anları bile olmamıştı. Yine gözyaşları içerisinde koltuğun köşesine sarılmış Kenan’ı düşünürken diğer koltukta oturan Zenan, derin bir nefes alarak:
“Yeter ama kızım ya, geberdin ağlamaktan!” diye seslendi. Yaşlı gözlerini Zenan’a çeviren Gaye,
“Ya ben ağlamayım da Zenan, kimler ağlasın?” deyince Zenan, sert bir şekilde:
“Hiç kimse ağlamasın canım, herkes gülsün ve gözyaşı silinsin! Hatırla ya hatırla! Kaç seferdir Kenan kaçırıldı ya da başına bir iş geldi, bir şey oldu ama hep sonu mutluluk, tebessümle bitti! Bu sefer de öyle olacak, inan bana!” dedi.
“Umudum kalmadı Zenan!”
“Ya saçmalama! Umut her zaman vardır, bir köşede durmuş ve dalga geçerek bize bakıyordur. Aha senin bu lafına, kesin kahkaha atmıştır ha! Ne demek umudum kalmadı? Allah bile kuluna, sakın umudunu kesme derken sen, hemen de küçük çocuklar mızmızlanıp umudum kalmadı diyorsun! Aferin sana, bir de avukat olacaksın!”
“Ya ne alakası var avukatlıkla?”
“Çok alakası var canım! Sayın müvekkilim, maalesef benim umudum kalmadı, davayı kaybedeceğiz dersen, kimse sana iş vermez canım! Umut her zaman var, her zaman da var olacaktır.”
“Olur mu dersin?”
“Güven bana!” diyen Zenan, yerinden kalkıp onun yanına oturdu ve saçlarını okşayarak:
“Umut olmalı Gaye, her zaman var olmalı! Eğer umut tükenirse, her şey tükenir, yok olur gider. Pes etmemek gerek, savaşmak ve direnmek lazım!” dedi.
“Gücüm kalmadı!”
“Kenan’a aşık mısın?”
“Ona aşığım!”
“Seviyor musun onu?”
“Hem de çok…”
“O zaman ayağa kalk ve silkelen Gaye! Kenan’a olan aşkın ve sevgin, senin gücün kuvvetin olsun! Seni ayakta tutan, bu aşk ve sevgi olsun!”
Yutkunan Gaye, arkadaşına sımsıkı sarılıp gözlerindeki yaşları yanaklarına damıtırken Zenan, onu sımsıkı kavrayıp sırtını sıvazlıyordu.
***
“İyisin reis, gayet iyisin valla!” diyen Kaytan, zor bela gülümseyen Musa’nın omuz başını sıvazlayarak:
“Bugün biz de bir darbe indirdik ama elimizde patladı. Çekiç’i alamadık ve kötü bir haberim var reis, Burusk Nazım da burada! Hatta bu işin içinde!” deyince Musa, iri gözlerini ona dikerek:
“Desene iş büyük, mevzu derin!” dedi.
“Aynen öyle! Burusk’un kim olduğunu, sen benden daha iyi biliyorsun! Bu yaptığımız hamle, bombanın fitilini ateşlemiş olabilir. Dikkatli olmalıyız!”
“Doğru diyorsun! Her yere yerleşmemiz lazım! Tehlike büyük!”
Kaytan, bıyıklarıyla oynayarak:
“Bu adam, Şahin’le bir araya gelmişse, bizi biliyor demektir reis! Tedbir almak şart!” dedi. Musa, hafif başını oynatarak:
“Kenan’ı da biliyor mudur sence?” diye sordu.
“Bilmiyorum ama onun da tedbirli olması gerekiyor.”
Musa, bakışlarını Emin’e çevirerek:
“Kenan’dan bir haber var mı?” diye sordu. Emin, hayır mahiyetinden başını sallayınca Musa, sıkıntıyla derin bir nefes aldı ve gözlerini bir noktaya dikti. Kaytan’ın meraklı bakışları da onun üstünden ayrılmıyordu.
***
Şişli Etfal Hastanesi…
Derin düşüncelere dalmış, adeta bambaşka diyarlara göçmüş olan Payidar, sanki orada değilmiş gibi sadece arada bir nefes alarak varlığını belli ederken Simay, karşısındaki koltukta oturmuş ve telefonuyla uğraşıyordu. Doktorun dedikleri, nedense aklından çıkmıyordu. Kafası karışmış, aklı bulanmış ve fikri bunalmıştı. Eliyle çenesini sıvazlarken kızının:
“Ne oldu baba?” diye sormasıyla, bakışlarını ona çevirip:
“İyiyim kızım, bir şey olmadı!” deyince Simay, yerinde doğrularak:
“Sanki değilsin gibi baba!” dedi.
“Sana son günlerde yaşattıklarımı düşünüyordum kızım! Sana, Rıfat’a ve kendime… Zor şeyler…”
Yerinden kalktı Simay, telefonu koltuğa bırakıp babasına doğru yürürken Payidar, gözlerini kızın gözlerine dikerek onu izledi. Babanın yamacında oturan Simay, onun ellerini tutarak:
“Geçti gitti baba, sen iyi ol yeter!” dedi.
“Hem iyi olacağım hem de iyi edeceğim! Sen ne yapmak istiyorsan, özgürsün kızım! Rıfat’la ilgili ne fikrin, ne düşüncen varsa serbestsin!”
Birden irkildi Simay, yutkundu ve gözlerini babasından kaçırarak:
“Onunla ilgili tek fikrim, sadece beni koruyor olmasıdır baba, başka fikrim falan yok!” dedi. Payidar, derin bir nefes alıp üstelememek için gülümsedi ve:
“Varsa dedim zaten kızım, yoksa da sorun yok! Olsa da yok zaten!” deyince Simay, gözlerini kısarak:
“Anlamadım!” dedi.
“Yani ona karşı fikrin olsa da olmasa da sorun yok!”
Gülümseyen Simay, babasının eline sarılıp bir iki öptükten sonra:
“Sen yeter ki iyi ol!” diye fısıldadı. Payidar da gülümseyerek kızının yüzünü inceledi.
***
VİRANŞEHİR tabelasına çarpan güneş ışıkları, bugünün sıcak geçeceğini haykırırcasına ışıltılı parıltılar saçarken bulutlar, birbirlerine sırt çevirmiş bir şekilde her biri bir köşeye çekilmişti. Berrak bir gökyüzü vardı ve hafif güneye cephe olan bölge, sıcaklıktan baya nasibini alır gibiydi.
Eyüp Nebi Kırsalındaki Konut…
Hıdır, ağasının karşısında durduğunda Eyüp, kahvesinden bir yudum alarak:
“Felemez iti ne eder, baktırdın mı?” diye sordu. Hıdır, derin bir nefes alarak:
“Ağam! İzledim, dün geceden beri peşindeyiz! Önce Urfa yolunda birini karşıladı, kim olduğunu bilemedim! Sonra bir depoya gittiler. Halil Ağa’nın deposudur, merhumun deposuna gittiler. Bir müddet kaldılar ve sonra da oradan ayrıldılar. Kenan yanlarındaydı. Onu paket etmişlerdi ağam! Yalnız şu Suriyeli kadın da yanlarındaydı ağam!” deyince Eyüp, yerinde doğruldu.
“Afra mı?”
“He ağam! Kadının hali perişandı, bitik bir hali vardı ve ağlıyordu.”
Hışımla ayağa fırlayan Eyüp, burnundan solurcasına:
“Ne halt yer bu it?” diye gürledi. Hıdır sesini etmezken Eyüp, ona doğru ilerleyerek:
“Hani kadını İstanbul’a gönderecekti, bana öyle demişti bu, ne oluyor Hıdır?” diye sordu. Hıdır, yutkunduktan sonra:
“Ağam, Felemez Ağa’yı ispiyon etmek gibi olmasın ama…” dedi ama Eyüp, gözlerini büyüterek:
“Olsun Hıdır, olsun!” dedi.
“Ağam! Felemez Ağa, bu kadını kendisi için dilendirir. Bebesiyle ilçenin sokaklarında gezdirir ve para toplasın ister. Kadın da mecburen öyle eder.”
Aklı hayali durmuştu ağanın, nutku tutulmuş ve nefesi tutukluk etmişti. Ne diyeceğini bilemiyordu. Dişlerini sıkarken gözleri büyüdü, gözleri küçülürken dişleri gıcırdanıyordu. Hıdır, başı öne eğik bir şekilde beklerken bir adamın içeri girmesi, dikkatleri dağıttı.
“Ağam, birileri gelir!”
Eyüp, derin bir nefes alarak:
“Bak hele Hıdır! Gelen dost da olsa, düşman da olsa içeri buyur et!” diye talimat verdi. Hıdır, hemen emre amade olurken Eyüp, sehpaya bıraktığı kahvesine yöneldi.
Kapıda duran Hıdır, araçtan inenleri görünce irkildi. Hamdi, yanında Vedat’la birlikte gelirken Hıdır, kendini her şeye hazır ederek onların karşısında durdu.
“Buyurun, kime baktınız?”
Hamdi, ince bir tebessümle:
“Sana bakmaya gelmedik herhalde! Ağan nerde?” diye sordu.
“İçerdedir.”
“İyi!” diyen Hamdi, onu es geçerek hışımla içeri dalarken Hıdır, ona mani olmak istedi ama Rıfat’la Fıçı, onu kenara çekerek sakin olması için kaş göz işaret verdi. Hıdır, mecburen onlara bakmakla yetindi.
Eyüp, içeri giren Hamdi’ye bakıp ayağa kalkarken:
“Buyur efendi!” dedi. Hamdi, ona doğru yürüyerek:
“Ben, Urfa’yı başınıza yıkmaya geldim!” deyince Eyüp, neye uğradığını şaşırmış bir şekilde ona baktı. Hamdi, onun karşısında durduğunda:
“Artık hoş mu geldim, hoş gelmedim mi bilemem! Ama geldim!” dedi. Eyüp gözlerini kısarken Hamdi, burnundan soluyarak onu izliyordu.
Şehrin tenha bir sokağına getirilmişti. O sokaktaki eski püskü, müstakil ve avlulu bir evin ufak bir odasına kapatılmıştı. Elleri arkadan bağlanmış, ayakları bağlı hale getirilmiş ve bir sandalyeye oturtulmuştu Kenan; dün geceden beri yaşadıkları geldi gözünün önüne, depodan zorla çıkarılışı, kafasına bir çuval geçirilişi, bir araca alınışı ve buraya getirilişini anımsadı. Afra denen kadının bağırışlarla ağlaması, bebeği için feryat etmesi ve ağıtlar yakması, kulaklarının pasından silinmeyecek birer izler gibiydi. Bebesi zehirlenmiş, orada canını vermişti. Kadın çıldırmış, resmen kafayı yemişti. Zor zapt edilmişti, zor ele avuca geçirilmişti. Kenan bunları düşünürken aklı, nedense duyduğu tanıdık sese gitti. Ama nerden hatırladığını anımsayamadı. Kafasında çuval olduğu halde biri,
“Selam!” demiş ama Kenan, onun yüzünü görmeden sesine aşina olduğunu hatırlamıştı. Bu ses tanıdıktı, kesin tanıdığı biriydi ama nerden tanıyordu, işte bunu bilmiyordu. Bu düşüncelerdeyken kapının tıkırdaması, onun toparlanmasına neden oldu. Kapı açılırken Kenan, yutkunarak kapı tarafına baktı. Birden irkildi. Gördüğü simayla aklı başına geldi. Sebastian Bornova, içeri girerek:
“Beni gördüğüne sevinmedin galiba!” dedi. Yanında Felemez de vardı. Gülümseyen Felemez,
“İşte sana talip olan can dostum, Sebastian Bornova!” deyince Kenan, burnundan soluyarak:
“Sen ha?” diye sordu. Sebastian, usulca başını sallayarak:
“Bizi unutmuş gibisin Kenan! Ama biz unutmayız, kendimizi de unutturmayız! Yolun sonundasın! Son saniyelerin bunlar! Tadını çıkar!” dedi. Felemez’e bakıp gülümseyen Sebastian, Kenan’ın durgun bakışları arasında kapıya yönelirken Felemez, çalan telefonuyla irkildi. Cebinden telefonunu çıkarıp açan ve:
“Efendim!” diyerek kapıya yönelen Felemez, arkasında Kenan’ın öfke dolu bakışlarını bırakıp gitmişti. Kenan, resmen öfkeden çıldırmak üzereydi. Ne yapacağını bilemiyor, nasıl hareket edeceğini kestiremiyordu. Elinden bir şey gelmiyordu, şekildeki gibi eli kolu bağlanmıştı ve kendini nedense çok çaresiz hissediyordu. Ama kurtulmalıydı, bir şekilde bu işten sıyrılmalıydı Kenan. Ama nasıl?
🌎🌎🌎
29. Bölümün Sonu
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top