"Sakın Ölme Gaye"

Gaye’nin gözlerinden akan yaşlar, ne kadar acı çektiğinin ifadesiydi; bacağını sıyırıp geçen kurşun, gözlerinden damlalar akıtırken ağa, hıncından ağzı kulaklarına varmış bir şekilde Hamdi’ye bakıyordu. Hamdi, yanaklarını mesken tutan gözyaşlarını salıvermiş, erkeklik ve Pars’lık onurunu bir kenara atıp kızı için damlalar damıtıyordu. İvana’nın suratında beliren keyif izlenimleri, Jardel’in sırıtan çehresi, ağanın pişmiş kelle ifadesi, Gaye’nin çektiği sancıları umursamadıkları anlamına geliyordu.

“İkinci kurşun, kızının kalbine saplanacak Hamdi! Ne kadar ciddi olduğumu, görmüşsündür galiba!” diyen ağa, namluyu tekrar Gaye’ye doğrulturken Hamdi, aniden:

“Sık ulan sık! Sıkmazsan adam değilsin! Ama benim kafama da sık! Beni sağ korsan, seni sağ komam! Sık ulan!” diye çıkışınca ağa, ne yapacağını şaşırdı. Silahı tutan elleri titrerken Hamdi, öfkeden çakmaklaşan gözlerle ağanın suratını izliyordu.

Biri, iki arkadaşının yanına gidip arkayı kontrol etmelerini söylerken birkaç kişi, tedbir amaçlı silahlarını kontrol ediyordu. Ön taraf, gerçekten de çok kalabalıktı. Nerdeyse on kişiden fazla vardı o tarafta ve hepsinin ellerinde makineli tüfekler vardı. O iki kişi, köşeye doğru yürüyordu. Onları gönderen adam, kısık gözlerle arkalarından bakarken o iki kişinin aniden yerlerinde kaldığını gördü. Kenan, ikisine aynı anda bıçaklar saplamış ve ellerindeki silahların iplerini kendi boynuna dolayıp onları da kendine kalkan etmişti. İki beylik silahını, artık ne olacaksa olsun dercesine ateşledi. İki kişiyi aynı anda indirirken onlardan gelen mermiler, kendisine kalkan olarak tuttuğu adamların sırtlarına saplanıyordu.

İzam Ağa ve diğerleri, duydukları silah sesleriyle irkildiler. Hamdi, birden:

“Bittiniz oğlum siz, bittiniz!” diye bağırırken ağa, yanındaki adamına:

“Çık bak lan!” diye gürledi. Adamı, hızla kapıya doğru koşarken temkinsizce çıktığı kapıdan, boylu boyunca yere düşerek ağaya cevap vermiş oldu. Tam Kenan’a cephe konumundaydı ve yediği mermiyle yere düşmüştü.

“Bunu sen istedin!” diyen ağa, ansızın Gaye’ye döndü ve:

“Yapma hayır!” diye bağıran Hamdi’yi umursamadan Gaye’ye mermi sıktı. Avazı çıktığı kadar:

“Kızım!” diye bağıran Hamdi, kızının acılar içerisinde çırpınışına yaşlı gözlerle bakıp çırpındı. Debelendi, sallandı durdu, tepreşti ama kurtulamıyordu. Ağa, eli ayağı birbirine dolaşmıştı. Gaye’yi karnından vurmuş, kız kendinden geçerken diğer ikisine dönerek:

“İşimiz bitti, gidelim!” diye seslenmişti. Her üçü, deponun arkasına doğru koşarken Hamdi, bağlı olduğu sandalyeden kurtulmak ve Gaye’ye ulaşmak için var gücüyle uğraşıyordu.

Kendisine kalkan olarak kullandığı adamlar, nerdeyse bir elek gibi delik deşik olurken Kenan’ın gözleri, ilerdeki tahta kasalara takıldı. Hızla o iki adamdan kurtulup üst üste ateş ederek ve birini indirerek tahta kasaların arkasına geçti. Her yere mermi yağıyordu. Adeta bütün silahlar ona çevrilmişti. Yerinden çıkamıyordu. Duyduğu araba sesiyle, birilerinin geldiğini sansa da arkasını dönüp baktığında, ağanın ve yanındakilerin korkudan kaçtıklarını gördü. Hatta ağa, Kenan’ı görünce silahına sarılmış ve onu vurmak için atağa geçmişti. Ama Kenan, ondan evvel davranıp ateş etti ve ağanın eline saplanan mermi, onun böğürmesine neden olmuştu. O sırada Jardel gaza basmış ve araç, hızla adamların arasından uzaklaşmaya başlamıştı. Kenan, giden aracın arkasından ateş ettiyse de vuramadı. Aklı hemen Hamdi’ye, Gaye’ye kaydı. Onlara ne olmuştu? Son bir gayretle yerinden çıkmak istedi ama kafasına dayanan namluyla, olduğu yerde kalakaldı. Bir adam dikilmişti tepesine, parmağı tetiğe doğru gidiyordu ve tam tetiğe basacaktı ki, kafasına saplanan mermiyle yere yığıldı. Kenan, kimin ateş ettiğine bakmak istedi. Fıçı’nın bir araçtan inip atağa kalktığını, Rıfat’ın mevzi tutup bir iki kişiyi indirdiğini ve diğer adamların hızla ateş ederek ilerlediğini görünce canlandı. Hemen yerinden çıkıp iki silahıyla ateşe geçti. Birini kafasından vururken Fıçı’ya:

“Ben içeri gireceğim! Koruyun beni!” diye bağırdı. Her taraftan yükselen silah sesleri, Kenan’ı harekete geçirdi. Yerinden hızla çıkıp koştu, koşarken de birini indirip kendine pay edindi. İçeri girdiğinde, bir mıh gibi yerinde kalakaldı. Bedenindeki takat bitmiş, gözleri kararmış ve nutku tutulmuştu. Gaye kanlar içindeydi, karnından akan kanlar her yanını kızıla boyamıştı, kendinde değildi ve Kenan, ruhunun bedeninden ayrıldığını sandı.

“Hayır, hayır sakın ölme, sakın ölme Gaye!” diye bağırarak onun başucuna koştu. Kızın iplerini çözmeye çalıştı, Hamdi’nin donuk bakışları ve şok olmuş gözleri arasında kızı çözerken bakışları, ister istemez kayıp Hamdi’ye takıldı. Paralanmıştı Hamdi, kendini kaybetmiş gibiydi ve bir duvar gibi kalakalmıştı. Kenan, Gaye’yi çözdü ve bacaklarını yukarda tutacak şekilde şok pozisyonu verirken Hamdi’ye doğru koştu. Onun da bağlarını çözmekle uğraşırken Hamdi, kısık bir sesle:

“Öldü kızım, öldü! Onu koruyamadım, öldü!” diye fısıldayınca Kenan, sert bir şekilde:

“Ölmedi Pars, ölmedi! Ölemez de! O ölürse, hiçbirimiz yaşamayız! Yaşatmam hiç kimseyi, gebertirim herkesi! Kendine gel Pars, kendine gel Hamdi Çeliker!” diye çıkıştı. Hamdi, gözlerinden yaşlar akarak Kenan’a bakarken Kenan, onun ayaklarına eğilip iplerini çözmeye çalışıyordu.

Fıçı’yla Rıfat, sırt sırta verip atağa kalktıklarında adamlar, karşı tarafın adamları, ne yapacaklarını şaşırdı; birisi silahını atarken, yine mermilerden kendini kurtaramadı, birisi kaçmak için teşebbüs etse de merminin hızını geçemedi ve vurularak yere düştü. Fıçı, Rıfat’tan ayrılıp bir demirden kocaman bir bidonun arkasına geçti ve şarjörünü değiştirmeye çalıştı. Rıfat, hızını kesmeden devam etti; birini kafasından vururken kendisine yönelen namluları umursamadan Fıçı’nın yanına kendini attı.

Kenan, Gaye’nin kanama noktasını tespit edip bir alt noktasını sıkıca bağladı ve kanamanın minimuma düşmesi için çaba sarf ederken gözleri, bir robot gibi cansız, duvar gibi soğuk ve adeta burayla bağını koparmışçasına beklemekte olan Hamdi’ye bakıp:

“Pars, böyle durmanın zamanı değil! Kendine gel Pars!” diye seslendi. Hamdi, ifadesiz gözlerle ona bakarken Kenan, kanamanın inmesi için bağı sıklaştırıp hızla ayağa kalktı ve Hamdi’ye doğru yürüdü. Tepesinde durup:

“Kendine gel dedim!” diye çıkıştı. Ama Hamdi’den tepki alamayınca, olanca gücüyle sert bir şamar indirdi. Hamdi, sarsılarak ona bakarken Kenan, onun yakasını kavrayıp zorla ayağa kaldırdı.

“Kendine gel kendine!”

Hamdi, birden bardaktan boşalırcasına yağan yağmurları andıran bir ağlamayla kendini koyuverdi. Öyle bir bağırdı, feryat etti ve ah etti ki Kenan, ister istemez gözlerindeki yaşları saldı. Ama ağlamanın sırası değildi, ah etmenin zamanı değildi, Kenan bunu biliyordu ve kendini toparladı. Hamdi’nin eline bir silah tutuşturup:

“Önümü açman lazım Pars! Hastaneye yetişmeliyiz!” dedi. Hamdi, birden canlandı. Gözlerini silerek:

“Oldu evlat!” diye sayıkladı. Kenan, Gaye’nin bağı sökülmeden onu kucağına aldığı gibi acele adımlarla kapıya yöneldi. Hamdi onun önüne düştü, gördüğünü vurdu, bulduğunu indirdi ve ona yol açtı. Birini kafasından vururken öfkeden burnundan soludu, birinin göğsüne mermisini saplarken dişlerini sıktı ve birinin alnına mermiyi mimlerken öfkeyle haykırdı. O yürürken indiriyor, Kenan da acele ediyordu. Rıfat ve Fıçı da atağa geçmiş ve adamların üzerlerine sicimden mermiler yağdırıyordu. Kenan, Hamdi’nin açtığı arka kapının önünde durdu ve Hamdi’ye bakıp bin dercesine bir işaret verdi. Hamdi, hızla denileni yaptı; Kenan, kızın başı kapı tarafına gelecek şekilde yerleştirdi ve bacaklarını da Hamdi’nin kucağına bırakıp kızı yan yatırdı.

“Ne olursa olsun, kızın yan durmalı!” diye tembihte bulunup aracın şoför kısmına geçti. Tam araca binerken de birine ateş edip bindi. Ateş ettiği kişiyi kafasından vurması, ne denli öfkeli olduğunu gösteriyordu. Kontağı çevirip hızla hareket ettiğinde, Rıfat’ın acımsı gözlerle onlara baktığını gördü. Parmağını sallayıp selam verdikten sonra yanlarından hızla geçti.

“Beni bırakma kızım, babanı bırakma yavrum! Kenan’ı bırakma meleğim!” diye sayıklayıp duran Hamdi, kızının saçlarını okşarken Kenan, olanca gücüyle gaza basıyor, dörtlüleri yakıp hızla bir toprak yolda ilerliyordu.

***

Eminönü…

Tam ipe basacaktı ki Musa, aniden Mahir’in kolundan tutup geri çekti; o sırada Kaytan da fark etti ipi, gözlerini iyice kısıp yaklaşan Kaytan, ipin geliş ve gidiş açılarını hesapladı. Musa’ya dönüp:

“Vay çakallar vay!” dedi. Musa da eğildi, ipe parmağını yavaşça değdirdi ve sık olduğunu görünce, fazla kurcalamak istemedi. İpi takip edip saksıya yanaştığında, gözleri yuvalarından çıkacakmış gibi oldu. C4 ve el bombasını görünce, küçük dilini yutmuştu. Kaytan’a dönerek:

“Senin adam, az kalsın mahalleyi kebap ediyordu!” deyince Mahir, mahcup bir şekilde başını öne eğdi. El bombasının piminin çekik olduğunu, ipi keserse patlayacağını anlayan Musa, parmağını el bombasının piminin arasına sokup Kaytan’a baktı ve başını salladı. Kaytan, cebinden çıkardığı çakıyla ipi keserken Musa, el bombasını alıp ayağa kalktı. Bir adamına dönüp:

“Şu C4’ü uzak tutun!” diye talimatını verdi. Adamı işe koyulurken Musa, yavaşça evin kapısına yaklaştı. Kapının deliğine eğildi ve bir şey göremeyince derin bir nefes aldı. Kaytan, kapının hemen yanındaki ufak pencereyi işaret etti. Musa, başını sallayıp:

“İçeride de bomba olabilir. Bunu göze alamam! Belki içeride işe yarar bir şey de vardır Kaytan!” deyince Kaytan, gözlerini kısarak:

“E ne yapacaksın reis, elinde bombayla mı gezeceksin?” diye sordu. Gülümseyen Musa:

“Adı üstünde Kaytan, el bombası bu!” deyince Kaytan da gülümsedi. Musa, kapıyı işaret edip:

“Kontrol et iyice, başka tuzaklar da olabilir!” dedi. Kaytan, kapının tam dibinde durup eliyle yoklayarak kontrol etmeye başlarken Musa, elindeki bombayı sımsıkı tutmuş ve hareket etmemesi için gözlerini kırpmadan bakıyordu.

***

Kenan’ın şaha kaldırdığı araba, tozu dumana katarak ilerlemesi, hızının 200’leri aşıp haddini iyice zorlaması ve işlek trafikte makas atarak oradan buraya savrulup durması, Hamdi’nin yüreğini ağzına getirmişti. O, böyle hızla giderek daha büyük kazalara sebebiyet vermekten korkuyordu. Ama Kenan, ondan daha dikkatli ve cevval bir şekilde gazı köklemişti. Dikiz aynasından arkasına bakıp:

“Nabzını kontrol et Pars, nefes alıp almadığını test et!” dedi. Hamdi, nasıl yapılacağını bilemiyordu. Kenan, ona izahat yapmak için gözlerini yola dikerek:

“Önce iyice bak, göğsü kalkıp iniyor mu? İniyorsa, nefes alıyordur Pars! Sonra dinle, kulaklarını burnuna ve ağzına daya Pars! Nefes alıp almadığını anlarsın! O da olmadı, elinin sırtını onun burnuna daya Pars! Nefes alıyorsa, hissedersin!” deyince Hamdi, denilenleri yapmak için harekete geçti. Kenan, ilerdeki dönemece baktı. Dönemecin başında, bir tabela vardı ve tabelada, yakınlarda bir acil servisin olduğu yazılıyordu. Kenan, dönemece birkaç metre kalan hızla el frenine abandı. Sert bir şekilde çekerken araba, ciyaklayarak drift yaptı ve dönemeci tutturdu. Kenan, freni indirip gaza yüklendi. Hamdi’nin yüreği, resmen ağzından fırlamıştı. Kızmak istiyor, bağırıp çağırmak istiyordu ama Kenan, sırf Gaye’yi hastaneye yetiştirebilmek için bu deliliği yapıyordu.

***

Beylikdüzü…

Kadın, yerinde hafif kıpırdadı. Lafa nasıl ve nerden gireceğini hesap ediyordu. Cem, meraklı gözlerini kadından ayırmıyor ve ona adapte olmuştu. Kadın, bir iki kıpırdamadan sonra:

“Ben, Simay’ın annesiyim Cem!” der demez Cem, suratına tokat yemişçesine irkildi. Gözleri, adeta yuvalarından çıkacakmış gibi pörtledi. Kadın, onu radarına almış ve kısık gözlerle onun suratını inceliyordu.

***

Kenan, önündeki çöp kamyonuna kornalar çalıyor, selektörle işaret veriyor ama kamyon, hareketsizce bekliyordu. Başını camdan sarkıtan Kenan, kaldırımda beklemiş ve sigarasını yudumlamakta olan şoföre bakıp:

“Kardeşim çeksene şunu!” dedi. Şoför, gayet rahat bir şekilde:

“İşin ne acele birader? Sigaram bitsin!” deyince Kenan, aracın vitesini boşa aldı, el frenini çekip hırsla araçtan indi ve şoföre doğru koştu. Şoför, elindeki sigarayı atarken Kenan, onun yakasını tutup duvara dayadı ve:

“İşim acele lan, acele! Eğer arabadaki kız, senin artistliğin yüzünden ölürse, seni pet şişelere sarar yakarım lan!” diye bağırdı. Şoför, yutkunarak hızla kamyona yöneldi. Kenan, arabasına bindiğinde Hamdi’nin:

“Nabzı atmıyor!” demesiyle, yaşlı gözlerle dikiz aynasından Gaye’ye baktı. Rengi solmuş, bembeyaz bir betona dönmüştü suratı ve dudakları kurumuştu. Kenan, kenara çekilen kamyona bakıp hızla gaza bastı. Kamyonun yanından öyle bir geçti ki şoför, camdan suratını yalayan rüzgârla irkilip arkasından baktı.

“Hemen diğerlerini ara Pars!” diyen Kenan, damdaki adamdan arakladığı telefonu Hamdi’ye uzattı. Hamdi, telefonu alıp diğerlerini aramak için işe koyuldu.

***

Eminönü…

Ansızın kırılıp açılan kapı, içeriye davetiye çıkarmıştı; Musa ve diğerleri, hızla içeri girip her bir yere dağılmış, her yer koyu bir aramaya ve araştırmaya tabi tutulmuştu. Salonda bekleyen Musa, sehpadaki örgüt yanlısı dergilere, kitaplara ve posterlere tepeden bakarken Kaytan, gelip onun yanında durdu ve:

“Kimse yok bence!” dedi. Musa, sehpadaki şeyleri işaret edip:

“Buradaydılar ama gitmişler!” dedikten sonra ona dönerek:

“Her tarafı didiklesinler, her yere baksınlar Kaytan! İşe yarar bir şey, mutlaka bulunur!” dedi. Kaytan, onun talimatını diğerlerine nakletmek için yanından ayrılırken Musa, çalan telefonunu cebinden çıkardı. Arayan Emin’di, telefonu açan Musa:

“Dinliyorum!” diye seslendi. Emin’in tedirgin sesi, Musa’nın irkilmesine neden oldu.

“Ses parazitlerimize, Kenan’ın sesi takıldı efendim!”

“Yani yaşıyor, öyle mi?”

“Öyle görünüyor reis! Bir telefonla arama yapmış ve telefonun kime ait olduğu, apaçık belli! Naim Çat adında biri! Kenan biriyle konuşmuş!”

“Kiminle?”

“Avukat Bahri’yle efendim! İzam Ağa’nın hain olduğunu, onun deposunda olduğunu ve yardıma ihtiyacı olduğunu söyledi. Yanında Hamdi ve Gaye de varmış efendim!”

“Anlaşılan Kurul, bir çürükle yüzleşti Emin! Telefon sinyaline bak Emin!”

“Bir saniye efendim!”

Musa, kısa bir duraklamanın meydana gelmesiyle irkildi. Etrafına bakınırken Emin’in sesi, yine duyuldu.

“Hamdi bu sefer konuştu o telefonla efendim!”

“Ne diyor?”

O sırada Kaytan, gelip Musa’nın yanında durdu. Musa, onu umursamadan Emin’in dediklerine odaklandı. Kaytan ise meraklı gözlerini ona dikmişti.

“Kızının vurulduğunu söyledi efendim! Ağanın yaptığını, hain olduğunu ve onun Kurul’dan silineceğini ifade etti. Bir hastaneye gidiyorlar.”

“Sinyali takip etmeye devam et!”

Telefonu kapatan Musa, Kaytan’ın:

“Ne olduğunu sormayacağım reis, bizimle alakası değil belli! Ama ne yapalım burayı?” diye sormasıyla:

“İyice arasınlar Kaytan, mutlaka bir şey bulurlar, mutlaka!” dedi. Tam ikisi de kapıya yöneleceklerdi ki televizyon, otomatik olarak açıldı ve karıncalı görüntüler peyda oldu. Musa, televizyonun karşısına geçerken Kaytan da onu takip etti. Az sonra bulanık bir görüntü belirdi. Şahin’in sesi, ortamda çınladı.

“Geldiniz, gördünüz, ben yokum! Beni aramaya çalışmayın, bulamazsınız! Sadece bilmenizi isterim ki, İstanbul’un başına çorap öreceğim! Ta ki siz, kendi kafanıza sıkana kadar… Bunu yapacağım beyler! Şahin küçüktür ama vermez avını! Avcılar da düşmesin peşime!”

Görüntünün kaybolması, Kaytan’ın derin bir nefes almasına neden olurken Musa, usulca başını sallayarak gözlerini televizyonun ekranından ayırmadı.

***

Bir acil servisin önünde, ani bir şekilde fren yaparak duran Kenan, araçtan inerken:

“Sedye…” diye bağırdı. İki görevli, hızla bir sedyeyle arabaya doğru gelirken Kenan, kapıları açıp Gaye’yi yavaşça kucakladı ve görevlilerin getirdiği sedyeye, incitmeden yavaşça bıraktı. Hamdi, üstüne başına bulaşan kanlara şok olmuş bir şekilde bakarken Kenan, sedyenin bir ucundan tutup görevlilerle birlikte yürüdü. O an gözleri karardı Kenan’ın; görevlilerin sesleri, kulaklarını tırmalayan boğuk bir melodi gibi geldi, ruhundan ter boşalırcasına bir etki hissetti ve zor bir şekilde adımlarını attı. Hamdi, hemen Kenan’ın arkasından geliyordu. Ameliyathaneye doğru hızla ilerlerken Kenan, bedeninde kalan son güçle uzanıp Gaye’nin buzu andıran elini kavradı. Okşadı durdu, gözlerini ona dikti, başı dönse de gözlerini Gaye’den ayırmadı ve sonuna kadar adımlarını saydırdı. Onlar ameliyathaneden girerken, doktor ve hemşireler içeri doluşurken ve bir görevli, Kenan’ın dışarıda kalması için kolundan tutarken Kenan, başka da bir şey hatırlayamadı. Bedenindeki son kuvvet de çekildi ve Kenan, boş bir çuval gibi yere yığıldı. Kulaklarında yankılanan tek ses, Hamdi’nin sesiydi.

“Kenan! Yetişin, hemşire, doktor!”

Kenan, başka da bir şey hatırlayamadı ve yere, boylu boyunca uzandı.

***

Beylikdüzü…

“Nasıl yani?” diye soran Cem, yerinde doğrulup:

“Siz, Simay’ın annesi Nazan Hanım mısınız?” diye sordu. Nazan denilen kadın, usulca başını sallarken Cem, inanmamış gibi:

“Ama siz, yıllar önce ölmüştünüz! Yani ben öyle biliyorum!” deyince Nazan, bir kaşı havada:

“Herkes yanlış biliyor Cem, sen de yanlış biliyorsun!” dedi.

“Ama nasıl olur? O zaman Simay da yanlış biliyor, ha?”

“O da yanlış biliyor Cem!”

“Peki nasıl yani, nasıl olur bu?”

“Sana her şeyi anlatmak için, buraya çağırdım Cem! Çünkü baktım ki, kızımın başı beladan kurtulmuyor. O, benim yanımda daha güvende!”

“Payidar sizi biliyor mu?”

“Bilmiyor ama bu, bilmeyecek anlamına gelmiyor Cem!”

Cem, bir şey anlamamıştı; yıllar önce kendini asmış, intihar etmiş bir kadındı Nazan, şu an nasıl da karşısında durmuş, hayret ediyordu. Ya bu işte bir yanlışlık vardı ya da başka işler dönüyordu. Anlamak istedi ve:

“Bana anlatın lütfen!” dedi. Nazan, derin bir nefes alarak o ana kısa bir tur yaptı.

Payidar, bir sandalye almış ve tavandaki tahtalara bağladığı ipin altına getirmişti. Karısı Nazan, gözleri ıslak bir şekilde ve yalvarırcasına ona bakarken Payidar, onun kolundan tutup sandalyeye çıkartmıştı.

“Lütfen yapma, bana acımıyorsan kızımıza acı Payidar!” diye yalvarmıştı Nazan ama para etmemişti ve Payidar, yüzünde biriken nefret dolu bir ifadeyle:

“Yatağımı kirlettin sen, döşeğime halel bulaştırdın, öleceksin!” demişti. Nazan ağlarken Payidar, hızla sandalyeye tekme sallamıştı. İp, onun boynunu sıkıp dururken Payidar, onun ölümünü görmemek için oradan ayrılmıştı. Bir süre daha debelenirken uzun boylu bir adam, hızla odaya dalmıştı. Koşmuş ve kadının bacaklarını tutup yukarı kaldırmıştı. Nazan, can havliyle boynunu ipten kurtarırken adamın üstüne düşmüştü. Adam, onun elinden tutup kaldırmış ve:

“Git yenge, git! Mestan Ağam seni bekler, ben burayı ateşe vereceğim!” demişti. Nazan, derin nefesler alıp vererek:

“Sen kimsin?” diye sormuştu.

“Mestan Ağa’nın adamıyım! Kaç yenge! Payidar, gene gelecek!” diyen adam, yerdeki benzin bidonuna odaklanmıştı. Nazan, hızla kapıya doğru koşmuştu.

İçinde bulundukları zamana, Cem’in:

“Sonra ne oldu?” diye sormasıyla, hızla yatay geçiş yaptı. Nazan, derin bir nefes alıp:

“Mestan’ın adamı, orayı alevlere verirken kendini de yaktı. Kendini bana feda etti yani! Payidar geldiğinde, orası kül olmuştu ve bir ceset de vardı. O adam, benim cesedim olmuştu anladığın!” deyince Cem, derin bir nefes alarak ve gözleri nemlenerek kadına baktı. Nazan, uzanıp Cem’in koluna dokununca Cem, bunu garipsedi. Gözlerini kısarken Nazan, başka bir konuya:

“Gelelim, neden seni alıp buraya getirdiğime!” diyerek geçiş yaptı. Cem de meraklandı.

“Neden?” diye soran Cem, Nazan’ın:

“Benim cesedim olan adam, senin öz ve öz ağabeyindi Cem!” demesiyle adeta havaya sıçradı. Göz bebekleri, sanki ileriye fırlayacakmış gibi bir hal aldı. Dili dondu, rengi bembeyaz oldu ve zor bela:

“Ne?” diye sayıklayarak sordu. Nazan, hafifçe başını sallarken Cem, yutkunarak çenesini sıvazlamakla yetindi.

***

Akşam olmuştu; koca şehre karanlık çökmüş, rüzgârın şiddeti artmış, adeta sonbahar erkenden bastırmıştı. Havanın giderek bozulması, kışın da erkenden tesir edeceğine işaretti. Sokaktaki çer çöpü savurup süpüren rüzgâr, insanların kalın giyinmesine ve paltolarına sımsıkı sarılmasına vesile oluyordu. Ay ve yıldızlar, koyu bulutlara meze olmuş ve koyu bir karanlığa yerlerini teslim etmişti.

Doktorların uğraşları, git gide daha da zorlaşıyordu. Kurşun, öyle derin bir bölgeye saplanmıştı ki doktorlar, terli bir mücadeleyle savaşmaya çalışıyordu. Onların uğraşını, hemşirelerin destekleri takip ediyor, ter almalar, tansiyon kontrol etmeler ve Gaye’nin nabzını ölçmeler destekten sayılıyordu. Gaye, bilinci başka diyarlara uçup gitmişti. Narkozun, ilaçların ve kanın vücuduna enjekte edildiği Gaye, sanki bambaşka bir boyuta intikal etmiş gibiydi. Göz kapakları arada bir hafifçe kıprıyor ve yaşadığını belirten cihazdan, tansiyonu, kalp ritmi ve şeker değerleri veriliyordu.

Bekleme salonunda bekleyen Hamdi, öfkeden kudurmak üzereydi; herkes gelmiş, etrafına birikmişti ve onu yalnız bırakmıyorlardı. Herkesin suratında acı, durgun ve ağlamaklı bir ifade varken Payidar, daha dinç ve ayakta görünüyordu. Bir ara Bahri’nin kolundan tutup çekiştirdi. Diğerlerine de göz kırptı. Herkes, başka bir koridora giderken Hamdi, bütün bunları fark etmeden sessizce bekliyordu.

“Böyle beklemek olmaz beyler!” diyen Payidar, Bahri’nin:

“Pars emir vermeden, hiçbir şey yapamayız!” demesiyle:

“Pars’ın durumu ortada! Bizim inisiyatif almamız lazım!” dedi. Jargon, durgun bir şekilde:

“Ne yapalım?” diye sordu. Tayfun, kendi görüşünü:

“Ağanın bütün mekânlarını biliyoruz, her yeri talan edelim! Gaye kızımız için, gerekirse Birecik’i bile ateşe verelim!” diye sunarken Cevat, başını sallayıp:

“Kızımızın her damla kanı için, ağanın bir mekânını talan edelim!” dedi. Samet de:

“Ağa, şu an Rusların kucağında! Tedbirsiz hareket edersek, sonuçları ağır olabilir!” diyerek onları sağduyuya çağırırken Bahri, derin bir nefes alarak:

“Rusları bulursak, ağayı kolayca elde ederiz!” dedi. Birden Hamdi, köşeden dönüp onların karşısında durunca herkes, süt dökmüş kedi gibi donakaldı. Hamdi, herkesin yüzüne bakarak:

“Yarın sabah, erkenden toplantı mekânına gelin! Şimdilik evlerinize dağılın! Adamlarınız, hastanenin her tarafına yayılsın beyler! Güvenliği en üst seviyeye çıkarın! Kızım ölürse, Rusya’yı kaynayan kazana çeviririm! O zaman Sibirya soğukları dahi ekvator sıcaklarını aratmaz!” deyince herkes, şaşkın nazarlarla bakışırken Hamdi, tekrar onların yanından ayrıldı. Herkesin durgun bakışları, yerine geçmekte olan Hamdi’nin üstünden ayrılmıyordu.

Bir odaya alınmıştı Kenan, üstüne bir serum çekilmişti ve damlaları, kablonun sevkiyatıyla damarlarına doğru giderken Kenan, kaç gündür yaşadığı yorgunluklara dayanamamış ve kendini yerde bulmuştu. Derin bir uykudaydı, gözleri dahi kırpılmıyordu ve nefes alıp verdiği, havaya kalkıp inen göğsünden anlaşılıyordu. Her iki eli, her iki yanına düşmüştü.

***

Milli Haberalma Servisi…

“Ne demek istedi bu herif?” diye soran Kaytan, Musa’nın odasında dört dönüp dururken Musa odada değildi ve Emin’in odasında, onun karşısında durmuştu. Emin, bilgisayardan bir noktayı işaret edip:

“Sinyal, şu hastaneden geliyor reis!” dedi.

“Var mı bir haber, bir gelişme?”

“Yok reis! Sizden izinsiz bir şey yaptım. Bizden bir adamı, oraya temizlikçi diye koydum. Bizden biri içerde! Onun anlattığına göre Hamdi, resmen pili tükenmiş gibi! Kenan da baygın şu an!”

“Nasıl baygın?”

“Kaç gündür uykusuz kalmış, bedeni dayanamamış ve düşmüş! Doktorların dediği bu!”

“Gaye? O nasıl?”

“Ameliyat sürüyormuş reis! Ama durumu kritikmiş! Adamımızın dediğine göre kurşun, epey derine isabet etmiş! Doktorlar uğraşıp duruyor ve yaklaşık üç saattir de ameliyat sürüyor.”

Başını sallayan Musa, ister istemez hıçkırdı. Eliyle çenesini sıvazlayıp:

“İzam Ağa nerde, Ruslar nerde peki?” diye sordu. Emin, derin bir nefes alıp:

“Ben yerlerini tespit ettim reis! Ama bunu Kenan’a nasıl ulaştıralım? Kenan, bizden aldığı bilgiyle hareket ederse, kısmen deşifre olabilir. Nasıl yapalım?” deyince Musa, saçlarını karıştırıp:

“Bilmiyorum! Yarın ilk işin, şu adamına söyle de Kenan’la bir görüşme ayarlasın! Konuşmakta yarar var Emin!” dedi.

“Anlaşıldı efendim!”

Musa, başka da bir şey söylemeden kapıya yönelirken Emin, onun arkasından bir müddet baktıktan sonra işlerine odaklandı.

Odadan çıkan Musa, kapıyı çekip sırtını duvara dayadı. O da düşmek üzereydi; yeğeni Gaye, daha onu bilmeden, tanımadan ölürse Musa, bunu Hamdi’nin yanına bırakmazdı. İçinden:

“Sakın ölme Gaye, sakın ölme!” diye geçirerek ve derin bir nefes alıp kendini toparlayarak koridorda ilerledi.

***

Sultanbeyli civarında, eski bir eve gelmişlerdi; müstakil bir evdi, avlulu ve bir gecekonduyu andırıyordu. Bahçesinde dolanan birkaç adam, güvenliği sağlamakla uğraşıyordu. Ağanın eline sargı sarılmış ve tedavisi yapılmıştı. Yine de canı acıyordu. İçten içe de korkuyordu. Hamdi’nin kızı ölürse, başına gelecekleri az çok tahmin ediyordu. İvana da durgun, Jardel de sessizdi. Telefonu çalan İvana, ekrana baktıktan sonra:

“Raskom arıyor!” dedi ve açıp:

“Efendim Raskom!” diye seslendi.

“Geldim, nerdesiniz?”

“Sana adresi atarım Raskom, dikkatli ol!”

“Kardeşim nerde?”

“Gel, konuşalım Raskom!”

Telefonun kapanması, İvana’nın canını sıksa da sabretmesi gerekiyordu. Jardel, burnundan vınlarcasına:

“Kenan’ı da kaçırdık!” deyince İvana, derin bir iç çekerek:

“Elbet tekrar düşer elimize, üzülme!” dedi. Ağanın sessizliği, ikisini meraklandırdı. İvana, ağaya dönerek:

“Ne oldu ağa?” diye sordu. Ağa, canı sıkılmış bir edayla:

“Benim her şeyime el koyacaklar, her şeyimi alacaklar İvana! Bütün her şey, Kurul tarafından haczedilecek!” deyince İvana, sesini etmedi. Jardel, ona teselli olsun diye:

“Merak etme ağa! İvana, sana bin katını kazandırır!” der demez İvana, çakmaklaşan gözlerini ona dikti. Ağa, şüphelenir bir tavırla kadına bakarken İvana, sessizliğini koruyup tavrını bozmadı. Ağa, git gide şüphelenmeye başlıyordu. Ya kadın, sadece onu kullandıysa ve sadece bir aracı olarak ve bir alet edevat gibi kullandıysa? İşte o zaman, bittiğinin resmiydi.

***

Beylikdüzü…

Ağabeysiyle ilgili duyduğu gerçekler, Cem’in yüreğini burkmuştu; aklı durmuş, beyni istifa etmiş ve nutku tutulmuştu. Ne diyeceğini, nasıl bir tavır takınacağını bilemiyordu. Kendisine ayrılan odada, yüzünü cama dayamış ve ıslak gözlerle dışarıyı izlerken derin düşüncelere dalmıştı. Çalan kapı, onu yerinde dikleştirdi. İçeri giren Nazan’a baktı. Kadın, bir anne şefkatiyle ona bakarak yürürken Cem, yerinde doğruldu.

“Demek sizin mezarınızda, ağabeyim yatıyor?”

Acımsı bir tebessüm, kadının gamzelerini piyasaya sürerken çatallaşmış sesi, Cem’in içini burktu.

“Artık o mezarda, sahiden o yanmış ceset varsa…”

Cem, birden:

“Nasıl bu kadar soğukkanlı olabiliyorsunuz, anlamıyorum?” diyerek hayretini dile getirdi. Nazan, onun karşısındaki koltukta oturup:

“Zaman, bana direnmeyi ve güçlü olmayı öğretti Genç adam! Soğukkanlı olmayı, düşünebilmeyi ve ayakta durmayı öğretti. Senin gibi ben de eskiden yerimde duramaz, zapt edilmez biriydim! Ama geçti, geçti o günler! Ben sabretmeyi de, boyun eğmeyi de ve mücadele etmeyi de öğrendim Cem! Sana değer veriyorum, çünkü ağabeyin Can, benim yerimde o mezarda yatıyor. Sen de bu değerini bil!” dedi. Cem, yerinde dikleşerek:

“Artık benim ablam, patronum ve her şeyim sizsiniz efendim! Öl derseniz ölür, yaşa derseniz yaşarım! Ama sizden, tek bir şey diliyorum!” deyince Nazan, gözlerini kısarak:

“Nedir dileğin?” diye sordu.

“Payidar’ı bana verin, ben öldüreyim onu!”

Nazan, birden yerinden sıçradı. Ne diyeceğini bilemez bir şekilde susmayı tercih ederken Cem, dileğinde diretti.

“Lütfen efendim, bana bu iyiliği yapın!”

Nazan sesini etmiyor ve kısık gözlerle Cem’in suratını inceleyip duruyordu.

***

Şişli/Payidar’ın Mekânı…

Babasının kapattırdığı odaya, kilit vurduğu ve hiç kimsenin, Simay hariç girmesini istemediği odaya girmişti Simay; gözleri ıslak, bakışları yorgun ve kendinde olmayan bir edayla odaya girmiş, bir sandığın başına oturmuştu. Eski ve yarısı yırtık bir fotoğraf vardı elinde; bir köşede babası, bir köşede annesi Nazan vardı, Nazan’ın kucağında da bir bebek duruyordu. Simay, annesinin yüzüne parmağıyla dokundu. Gözlerinden akan damlalar, yanaklarında barınamayıp yerlere düşerken içindeki sıkıntı, iyice had safhaya ulaşmıştı. Babası, dün gece ona bağırmış, ilk defa sesini yükseltmiş ve el kaldırmıştı. Her ne kadar vurmasa da, yüzüne inmese de o el, bir kere havaya kalkmış ve Simay’ın gözlerine takılmıştı. Yüreğinde biriken hüzün, iyice boğazında hıçkırık olarak birikiyor ve yutkunmasını engelliyordu. Annesini arar oldu, hiç tanımadığı ve görmediği annesini ister oldu. Kokusunu bile duymamış, yüzünü hayal meyal hatırlıyor ve sesini bile duyamamıştı. Annesi öleli, yıllar koca bir zincir gibi uzanmış gitmişti. Babası, her ne kadar ona annesini aratmasa da bir yanı hep boş kalmış, eksik kalmış ve yarım kalmıştı. Fotoğrafı bıraktı, sandığa eğildi ve kırmızı bir elbise gördü. Annesinin elbisesiydi anlaşılan ve Simay, yaklaşık kaç ay sonra girdiği bu odada, bu elbiseyi fark etmişti. Hemen çıkardı, ayağa kalktı ve kendi üzerine dayadı. Ona tam tamına uyuyordu. Hemen giyinmek için işe koyuldu.

Salona gelen Payidar, yorgun bir şekilde kendini bir koltuğa bırakırken aklına kızı geldi; yerinde doğruldu, Rıfat’ın gelip kapıda duruşunu umursamadan merdivenlere yöneldi ve Rıfat’ın katı bakışları arasında basamakları tırmandı.

Simay’ın odasına girdiğinde, kızını odada göremeyince irkildi. Belki banyodadır diye düşünürken banyo kapısının açık olduğunu görünce, içindeki kuşkusu daha da arttı. Çıkarken koridorda diğer odaların kapılarını itip bekledi ama kimse yoktu. Gözleri, karşıki odaya takıldı. Işıkları açıktı, belli ki kızı oradaydı ve hemen adımlarını sıklaştırıp o odaya yöneldi. Kapının önünde durduğunda, içerdeki gölgeleri fark etti. Kızı bir şeyler yapıyordu, meraklandı ve içindeki meraka yenildi. Kapıyı tıklatmadan ve destursuzca açınca, gördüğü manzarayla yerinde çakıldı kaldı.

Sırt dekoltesi hafif açık, etekleri diz kapağının altına dek uzun ve yırtmaçlı kızıl elbisenin içinde Simay, bembeyaz ve süt akı gibi teniyle bir peri gibi ışıldarken Payidar, boğazında düğümlenen hıçkırıklarla olduğu yerde durmuş ve gözlerini kızına dikmişti. Simay, önce ışıldayan bir gülümseme yollamıştı babasına; onun sevineceğini, kızına övgüler yağacağını ve onu bağrına basacağını sanırken Payidar, gözlerinden yanaklarına damlayan yaşlarla geri çıktı, kapıyı ardında çekti ve kapıyı çarpıp gitti. Simay, neye uğradığını şaşırmış bir şekilde kalakalırken Payidar, kendini odasına atıp yatağına oturdu ve hıçkırıklarına boğuldu. O ağlarken geçmişi, hesap sorarcasına yakasına yapışıyordu; o ağlarken karısı Nazan, karşısında dimdik durmuş ve sanki ona gülüyordu. O ağlarken biriken damlalar, yılların ağırlığıyla onu eziyor, un ufak ediyor ve yağmalıyordu. Payidar, kışlıkların arasına sakladığı geçmişinden her ne kadar kurtulmak istese de o kızıl elbise, yakasına yapışıp yüzüne haykırıyordu.

Simay, babasını üzdüğünü anlamıştı; annesine ait elbiseyi giyince, babası sevinir ve aralarındaki gerilim sona erer diye düşünmüştü ama babası, gözyaşları içerisinde kapıdan çıkmıştı. Şimdi ne yapacaktı Simay, nasıl hareket edecekti ve babasına nasıl yaklaşacaktı, hiç bilmiyordu.

***

Gecenin bilmem kaçıydı gözlerini açtığında Kenan, tepesindeki serumlar yer değişmiş, boşu gitmiş dolusu gelmiş ve enerji niyetine vücuduna enjekte edilmişti. Yatağında doğrulduğunda, hafif bir baş dönmesi yaşadı önce; toparlamak istedi kafasındakileri, her yer dağınıktı beyninin içi, alt üst olmuştu sanki her şey ve Kenan, saçlarını karıştırırken düşündü durdu. Bir müddet sonra parladı gözleri, Gaye düştü aklının orta yerine ve hızla ayağa kalktı. Kalkarken de kolundaki serumu unuttuğu için, kelebeğin çekişmesiyle canı acıdı. Yüzü ekşiyerek oturdu, kelebeği sökerken birkaç tel kılının çekişmesiyle de yüzü burkuldu. Umursamadı ve söktüğü kelebeği komodine bırakıp ayağa kalktı. Hâlâ perişan bir haldeydi, yorgunluğu halen paçasından akıyordu ve Kenan, inadına kapıya doğru yürüdü.

Belki dört saattir sürüyordu ameliyat, Hamdi usanmadan bekliyordu ve doktorların bir müjdeyle içerden çıkmasını umuyordu. Kenan yanında durunca Hamdi, dönüp ona baktı. Resmen ihtiyarlamıştı Kenan, yüzüne kırışıklar çökmüş, gözleri geriye kaçmış ve kaz ayakları oluşmuştu gözlerinin altına; Hamdi, derin bir iç çekerek ona yaklaştı, Kenan’ın haber bekleyen, soran bakışlarıyla muhatap oldu ve Hamdi, hıçkırmak istemese de yutkunarak:

“Devam ediyor.” dedi sayıklarcasına. Kenan, duvara tutundu. İçine bir kuşku yerleşti, bir endişe doladı boynuna kollarını ve bir hüzün kapladı yüreğini; Gaye’nin ölmesi, her şeyi yerle bir ederdi, Kenan’ı mahvederdi, Hamdi’yi dümdüz ederdi ve her şey, aniden ters yüz olurdu. Ameliyathane kapısının açılması, yürekleri ağızlara getirirken Hamdi, umuda dilenir gibi doktorun önünde durdu. Kenan, Hamdi’nin hemen yanındaydı. Doktor, dişlerini sıkarak yutkundu ve zor bela lafa girdi.

“Çok uğraştık, saatlerce direndik ve nihayet kurşunu çıkarabildik! Ama çok kan kaybetti, eldeki kanları da tüketti hastamız! Her yere çağrıda bulunduk ve gerekli kan tedariki için uğraşıyoruz! Siz de uğraşın!”

Hamdi, umut ararcasına:

“Durumu, durumu nasıl doktor?” diye sordu. Doktor, derin bir nefes alarak ve acımsı bir şekilde gülümseyerek:

“Durumu iyi olması için, bu kan takviyesini gerçekleştirmemiz lazım! A RH pozitif kanı bulursak, işimiz kolaylaşır!” deyince Hamdi, canlanırcasına yerinde dikleşti.

“Hemen araştırıyoruz!”

Kenan da dirildi, yüzü gözü açıldı ve hemen irkildi. Birden aklına bir şey takıldı. Nedense bu kan grubunu bir yerlerden tanıyordu. Gözleri kısık bir şekilde bir noktaya bakarken Hamdi, onun koluna girip:

“Şu kanı bulalım haydi!” dedi. Kenan başını salladı ve onunla birlikte yürürken aklı, hâlâ o kan grubundaydı.

***

Güneşin ördüğü aydınlık bir sabaha uyandı şehir; bulutlar, birbirlerine darılmış gibi araları açarken güneş, parıldayan bir yüzle yeryüzünü kucaklamış ve yazdan kalma bir gün sunmuştu insanlara. Ne rüzgâr esiyor, ne bulutlar toplanıyor ne de serin bir hava vardı. Günlük güneşlik, tatlı ve sımsıcak bir gün yaşanıyordu.

Riva’daki toplantı yeri, bu sefer kızışmış bir toplantıya ev sahipliği yapıyordu. Ağanın hain çıkması, herkesi yerle bir etmişti. Hamdi’ye yapılan hareket, bir hakaret anlamı taşıyor ve ona yapılan hakaret, herkese yapılmış gibi bir anlam ifade ediyordu. Derin bir sessizlik ve suskunluk vardı masada; Hamdi, kartal bakışlarını andıran keskin bakışlarla önüne bakarken Payidar, neden sessizce beklediklerini düşünüyor, kendince düşünceler üretiyordu. Tayfun, ağanın hain olabileceğine ihtimal vermezken Jargon, daha çok neden hain olduğuna ve ihanet ettiğine kafa yoruyordu. Cevat’ın aklı, böyle strateji üretmeye çalışmazken Samet, kesin maddiyatla alakalıdır diyerek kendince şerh düşüyordu. Bahri, kesin yargısını vermek için Pars’tan bir talimat bekliyordu.

“İzam Hacımollaoğlu; Kurul yeminine ihanet etmiş, kardeşlerine sırt çevirmiş ve bağlı olduğu Pars’a bıçak bilemiştir. Bunun hükmü belli, kaidesi açık ve cezası kesindir. Hainin hükmü, recmedilmektir.”

Hamdi’nin lafı, masaya ürkütücü bir etki yayarken Payidar, yerinde doğrularak:

“Ben, daha hüküm ve kaide bilmem! Ama kardeşlerim ne münasip görürse, benim için hüküm odur! Belli ki Kurul’un, kurulu bir düzeni, kaidesi ve hükmü var. Buna saygı duyarım! Lakin benim bu hükümleri bilmem, ezber etmem lazım!” deyince Hamdi, bakışlarını ona çevirip:

“Zamanı geldiğinde, avukatla birlikte hatmedersin Payidar!” dedi. Jargon, derin bir nefes alarak:

“Pars’ın hükmü, başım gözüm üstüne! İzam’ın yeri boş kalmamalı! Koltuğunu doldurmak gerek!” dedi. Samet, ona hak verdiğini:

“Kaideler bunu gerektirir!” diyerek gösterdi. Bahri de başını sallarken Hamdi, yerinde doğrularak:

“O, sonraki mesele! Asıl mesele, İzam denilen adamın yok edilmesi ve hüküm gereği recmedilmesidir beyler!” dedi. Tayfun, Hamdi’nin olduğu tarafa bakarak:

“Kurul sayesinde edindiği mala, mülke ve maddiyata el koymak icap eder Pars!” derken Bahri, meseleye:

“El koymalı ve diğer kardeşleri arasında pay edilmelidir!” diyerek dahil oldu ama Hamdi, kaşları çatık bir şekilde:

“Başka bir seçenek de var. O da, onun yerine gelecek kişiye devredilmesidir. Yani malı, mülkü ve ne kadar parası varsa, ondan alınıp yerine geçecek kişiye verilmesidir. Kaide bu!” dedi. Ortama bir sessizlik çöktü. Cevat, durgun sesiyle:

“Peki Pars, onun yerine kimi düşündün?” diye sorunca Hamdi, masadakilere göz atarak:

“Şu an, kafamda kimse yok! Meseleyi demokratik bir açıyla ele almaya çalışacağım! Hep birlikte seçenekleri değerlendiririz! Ama önce kızım, kızım uyanmalı!” dedi. Payidar, yüzünü değiştiren kızım lafıyla bir garip oldu. Kızının dün akşamki hali geldi gözlerinin önüne; annesinin elbiseleri içindeki Simay, sanki ona tebessüm ediyordu ve Payidar, bu hayalden sıyrılıp Hamdi’ye bakarak:

“Durumu nasıl?” diye sordu. Hamdi, yorgun bir gözle onu süzerek:

“Kan lazımdı, tedarik ettik! Yoğun bakıma alındı, sağ ol!” dedi. Payidar başını sallarken Hamdi, derin bir nefes alarak:

“Şimdi avukat!” diye seslendi. Bahri’nin bakmasıyla:

“İzam’a ait bütün mal, mülk ve her şeyin listesini çıkar! Elindeki bütün adamları, silahları ve mühimmatları, sadece bu iş için kullan! İzam’ın elindeki her şey alınacak! Sonuna kadar gidin, donuna kadar alın! Eğer ortaya çıkarsa, onu da alın!” deyince Bahri, usulca başını salladı. Hamdi, öfkeden burnundan soluyarak elini masaya indirdi. Hüküm verildi, karar koyuldu ve ağanın akıbeti hakkında işlem başlatıldı. Hamdi, burnundan soluyup dururken herkes, katı gözlerle onu izleyip duruyordu.

***

Dünden beri yattığı odadaydı Kenan, gene bir yorgunluk baş göstermiş ve birazcık yoğun bakım kapısından ayrılıp odaya gelmiş ve şu anda uzanmış bir şekilde tavana bakıyordu. İçeri giren temizlikçiye baktı. Adam, içi çamaşır suyuyla dolu kovayı bir köşeye bırakıp paspası da duvara dayadı. Gözlerini Kenan’a dikerken Kenan, bakışlarını tavandan alıp ona çevirdi ve:

“Çıkmam mı gerek birader?” diye sordu. Adam, etrafına bakınırken Kenan, birden yerinde doğruldu. Adamdan şüphelenmişti, adam ona doğru yürürken Kenan, yavaşça ayağa kalktı. Adam, elini cebine atarken Kenan, birden onun üzerine atıldı. Adamın debelenip durmasını umursamayan Kenan, adamın sırtını duvara yapıştırıp:

“Kimsin lan sen, kimsin?” diye bağırdı. Adam, elini cebinden çıkardığında bir kâğıt vardı elinde ve Kenan’a uzatarak:

“Reis seni bekliyor Kenan Karabey!” diye zor bela cevap verince Kenan, onun elindeki kâğıdı aldı. Adamı bıraktığında adam, derin nefesler alıp kendine gelmeye çalıştı.

Koridorda ilerlerken bir hareketlilik gördü Kenan, bir doktor ve hemşirenin yoğun bakım odasına doğru koşturduğunu görünce hızlandı. Koşarak onların arkasından yetişmeye çalıştı. Onların odaya girmesiyle kapının kapanması bir olmuştu. Kenan, hemen cama yanaştı. Doktorların bir şeyler yaptığını, hemşirelerin bir şeylerle Gaye’nin başına üşüştüğünü gören Kenan, adeta beyninden vurulmuşa dönmüştü. Kapıdan çıkan hemşireye yaklaşan Kenan, telaşla:

“Ne oluyor, ne oluyor söyleyin?” diye sordu. Hemşire, acelesi olsa da:

“Sadece kan yetmedi, takviye lazım!” diyerek cevapladı. Hemşirenin gitmesiyle Kenan, burnundan solurcasına:

“Reis!” diye homurdandı ve hızla kapıya doğru yürüdü.

Hastanenin olduğu caddenin bir aşağı caddesindeki bir inşaat alanına gelmişti Musa; ikinci katta, balkon kısmında beklemeye geçmiş ve Kenan’ın gelmesini sabırsız bir edayla bekliyordu. Sırtını duvara dayamış, gözlerini ilerdeki mahalleye dikmiş ve derin düşüncelere dalmıştı. Onun da aklında Gaye vardı, Kenan takılmıştı beynine ve ikisini düşünüp duruyordu. Duyduğu ayak sesleriyle, daldığı düşüncelerden sıyrıldı. Kenan, gelip onun karşısında durduğunda:

“Geçmiş olsun evlat!” diyen Musa, yerinde doğrulup:

“İyi misin?” diye sordu. Kenan, işte o an kaybetti kendini ve hışımla Musa’ya doğru yürüyerek ve hatta üstüne yürüyerek:

“Değilim ulan değilim!” diye çıkıştı. İrkildi Musa, ağzını açıp bir şey söyleyecekti ki Kenan, parmağını kaldırıp onu susturdu ve ağır üslubuna devam ederek:

“Beni ne hale koydun lan, bana ne yaptın lan, ne yaptın? Görmüyor musun ne haldeyim, bilmiyor musun ne olduğunu? İyi değilim ben Musa Uzun, hiç iyi değilim! Bana bir kapı açtın, beni bir bilinmeze yolcu ettin! Gerekçesi ne, sebebi neydi lan? Ne istedin lan benden, ne istedin lan gariban kızdan? Hamdi Çeliker ve yapılanmasıymış! Kızcağız ölüyor, ölüyor lan!” dedi. Birden diz çöktü, Musa’nın gözleri de yaşarmıştı ve Kenan’a sarılmak istedi. Ama gücü yetmedi, takati yetmedi ve Kenan, gözyaşları içerisinde:

“Ölüyor, ölüyor kızcağız! Hayatının baharında, gençliğinin baharında ölüyor. Can çekişiyor reis, can veriyor! Bana ne yaptın sen? Kıza ne yaptın sen? Hamdi’ye olan düşmanlığın, bizi ne hale koydu? Yaktın bizi reis, yıktın bizi!” diyerek feryat ediyordu. Takatini bulunca Musa, aniden Kenan’a sarıldı. Onu sarıp sarmalarken Kenan, gözyaşlarını salıvermiş ve adeta bağırarak ağlıyordu. Musa da ağlıyor ve onun gözyaşlarına ortak oluyordu.

***

Sultanbeyli…

Raskom’un öfkesi, geceden beri dinmek bilmiyordu. İvana’nın gırtlağına sarılmak istese de, onu oracıkta öldürmek istese de yapamazdı. Kartelin düşmanlığını kazanmak istemiyor, onlarla ters düşmek istemiyordu. Balkonda oturmuş ve öfkeli gözlerini bir noktaya dikip kardeşi Katerina’yı düşünüyordu. Kenan, kardeşini de ondan almıştı. Artık onun can düşmanıydı. Jardel gibi o da Kenan için sabırsızca beklemeye geçmişti. Yanında duran İvana’ya bakmadan:

“Kardeşimin cesedi nerde?” diye sordu. İvana, sandalyeye oturup:

“Hastanede…” diye karşılık verdi.

“Neden almadınız?”

“Rus olduğu için, Türk polisi el koymuş! Otopsi sonrası Rusya’ya gönderilecek zaten!”

“Ben kardeşimi sahipsiz bırakmam İvana! Onu alacağım!”

“Öncelikli hedefimiz…”

Raskom, elini kaldırıp:

“Kardeşim…” diyerek sert bir çıkış yapınca İvana, yutkunarak susmak zorunda kaldı. Raskom, derin bir nefes alıp:

“Onu alalım, gerisi kolay!” dedi.

“O zaman güzel bir plan yapmalıyız Raskom!”

“Tek bir plan var Kızıl Ejder! Hastaneyi basacağız, Katerina’yı alacağız, o kadar!”

İvana, bunun çok tehlikeli olduğunu biliyordu. Ama Raskom’a nasıl anlatacaktı, onu bilmiyordu. Sessiz bir şekilde onun suratını incelemekle yetindi.

***

Gözyaşları dinmiş, Kenan hafif sakinleşmiş ve durulmuştu. Musa da gözyaşlarını silmiş ve onun karşısında oturmuştu. İkisinin de oturdukları kireçli tuğlalar, güneş her ne kadar sıcak bir şekilde ısısını verse de hâlâ soğukluk barındırıyordu. Kenan, yüzünü ovalayarak:

“Kusura bakma reis, terbiyemi aştım!” dedi. Musa, tebessüm ederek:

“Önemli değil evlat, sinirlerin bozulmuştu ve deşarj olman gerekiyordu!” dedi.

“İzam Ağa, sürpriz bir atak yaptı. Biz, haini dışarıdan ararken içimizden çıktı.”

“Rengini belli eden bir bukalemundu İzam Ağa, rengini gösterdi sadece!”

“Onu bulmamız gerek reis! Ruslar, bu sefer de onun üzerinden bize darbe indirdi. Daha Hamdi’nin rövanşını alamadan, ikinci darbeyi de yedik!”

“Rusların istediği belli! Kartel kurmak… İstanbul’a yayılıp iş yapmak niyetinde! Ama Hamdi, Pars olarak bu şehri onlara yem etmez! Onlar da bunu bildiği için, inadına Hamdi’ye yükleniyorlar. Sen bir bahaneydin, en başından beri bu bahaneyi kurcalayıp durdular. Sonra da Hamdi’nin yakınındaki çürük kişileri belirleyip yoldan düşürdüler. Sıradaki hedefleri ne, onu kestirmek mümkün değil!”

“Ağanın kütükten düştüğünü, Ruslar anlamış olmalı! Onu, masada yer verme vaadiyle kolayca ele geçirdiler. Ağa, kuyruğunu kısmış bir şekilde beklemekte! Şimdi herkes, Hamdi’nin atağını merak ediyor.”

“Hamdi’nin atağı ne?”

“Bilmek mümkün değil! Bana bir şey söylenmedi. Ama öncelikli isteği, kızının iyi olması!”

“Gaye nasıl?”

“Senin kanına ihtiyacı var reis!”

Musa’nın irkilmesi, Kenan’ı yerinde dikleştirdi. Usulca başını sallayarak:

“Vereceksin, değil mi?” diye sordu. Musa, derin bir nefes alarak Kenan’a bakarken Kenan, acımsı bir tebessümle onun suratındaki ifadeyi süzdü.

Hastaneye geldiklerinde Kenan, hızla yoğun bakım odasına doğru koştu. Musa, tedirgin bir şekilde onun arkasından yürüyordu. Kenan, camın önünde durduğunda, içerde doktorların olduğunu gördü. Adeta beyninden vurulmuşa döndü. Bir hemşirenin içeri girmek için geldiğini görünce, hızla ona yaklaştı ve onun bileğinden tutup:

“Ne oldu, Gaye iyi mi?” diye sordu. Hemşire, bileğini onun elinden kurtarıp:

“Kan lazım beyefendi, durumunun iyi olması için!” dedi. Kenan, hemen Musa’yı işaret ederek:

“Kan verecek, size getirdim!” dedi. Hemşire, Musa’ya yol gösterip:

“Gelin!” derken Kenan, onların gidişini izledikten sonra cama döndü ve Gaye’nin koluna bağlanan kan şişesini izledi.

“Ölme sakın Gaye, ölme! Sen ölürsen, ben yaşar mıyım?”

Fısıltısı, buğu olup cama çarpıyor ve ortamda dağılıyordu. Duyduğu seslerle, yüzünü kapıya döndü. Hamdi ve adamlarının geldiğini görünce kendini toparladı. Aklı Musa’ya gitti, Hamdi’yle karşılaşırsa ne diyeceğini kendince aklında tasarladı. Karşısında duran Hamdi:

“Ne oldu evlat, bir sorun mu var?” diye sordu. Kenan, kendini daha da dinç göstermek için derin bir nefes alarak:

“Kan lazımmış Pars, onu tedarik etmek için uğraşıyorlar!” dedi.

“Kızım epey yıprandı evlat, baya çöktü! Ama onu bu hale getiren, ondan beter bir hale düşecek!”

“Ağanın yerini bulmak lazım Pars, Ruslara bizim, sizin ve Kurul’un zaaflarını anlatabilir.”

“Haklısın, doğru! Ama onu bulmak için, önce onu zaaf düşürmek gerek! Ben gerekli işlemleri başlattım! Ağanın Kurul sayesinde elde ettiği malı, mülkü ve ne kadar parası pulu varsa, hepsine el konulacak ve Kurul kasasına aktarılacak! Deyim yerindeyse evlat, ağanın donuna kadar alacağız!”

“Bir tüccarın canı, malıdır; gözü, servetidir Pars! İyi hamle kurmuşsun!”

Gülümseyen Hamdi’nin bakışları, bir an camdan içeriye kaydı. Kızının çabalarını fark etti, sanki hayata dönmek için var gücüyle uğraşıyordu ve o da ayağa kalkmak için çabalıyordu. Derin bir nefes alan Hamdi, yan taraftaki sandalyeye otururken yanını işaret etti. Kenan, üstünü başına çekidüzen verip onun yanına oturdu. Hamdi, etrafına bakınarak:

“Kızımı kurtarmak için yaptığın çaba, gösterdiğin gayret gözümden kaçmadı evlat! Her geçen zaman, sana daha çok borçlanıyor ve bağlanıyoruz! Hiçbir zaman unutmayacağım evlat seni!” deyince Kenan, derin bir iç çekerek:

“Gaye iyi olsun da Pars, beni unutsan da komaz!” dedi. Hamdi’nin tebessüm eden gözleri, yanlarından geçmekte olan ve elinde iki ünite kan olan hemşireye takıldı. Hemşire, Kenan’a bakarak:

“Bu iki ünite, hastamıza yeter de artar bile! İyi ki buldunuz!” deyince Hamdi, Kenan’a döndü. Hemşirenin gitmesi, Hamdi’nin:

“Nerden buldun, kimden buldun?” diye sormasına neden oldu. Kenan’ın gözleri, birden Musa’ya takıldı. Bir odadan çıkıyordu. Kafasıyla işaret ederek:

“Şu adam! Kapının önünde bekliyordu, ben de çaresiz kıvranırken rastgele karşılaştık!” deyince Hamdi, onlara sırtı dönük olan ve ceketini giymekte olan Musa’ya baktı. Ayağa kalkıp ona doğru yürürken Kenan da onun arkasından yürüyordu. Musa, kendisine doğru gelmekte olan Hamdi’den habersizdi. Hamdi, arkadan bu adamı birine benzetecekti ama aklına gelmiyordu. Hamdi gelip Musa’nın arkasında durdu. Musa, ceketini giymiş ve üstünü başını düzeltiyordu. Arkasında duran Hamdi’den haberi yoktu. Hamdi’nin:

“Kızıma kan verdiniz, sağ olun! Sizi tanımak isterim!” demesiyle olduğu yerde kalakaldı. Kenan da:

“Hamdi Bey, size teşekkür etmek istiyor!” diyerek Musa’yı iyice zor duruma düşürüyordu. Musa, dönmek ile dönmemek arasında bocalarken Hamdi’nin onu tanıyıp tanımayacağı konusunda endişeliydi. Geçmişte karşılaşmışlar, kardeşi Nezaket yüzünden baya ateşli zamanlar da geçirmişti. Tartışmalar, küfürler ve hatta birbirlerine tehditler dahi savurmuşlardı. En son Hamdi’ye, seni bitireceğim diyerek tehdit savurmuş ve kardeşinin ölümünden sonra adeta kayıplara karışmıştı. İşte şimdi Hamdi arkasında, onun sırtı dönük ve gergin bir bekleyiş baş göstermişti. Hamdi, uzun süredir sırtına baktığı bu adamın neden dönmediğini merak ederken Kenan, Musa’nın neden öyle davrandığına bir mana veremiyordu. Musa, iyice tere bulanmış gibiydi. İçinde bulunduğu sıkıntılı durum, ter halinde vücudunda peyda oluyor ve akarak bütün vücuduna yayılıyordu.

“Beyefendi!” diye seslenen Hamdi, ortamdaki sessizliği böldü. Kenan da:

“Hamdi Bey’in kızına kan verdiniz, size teşekkür etmek istiyor Musa Bey!” deyince Hamdi, gözlerini kısarak iyice Musa’ya yoğunlaştı. Musa, yutkunarak bu işten sıyrılmanın çaresini düşünmeye başladı. Musa’nın sırtı Hamdi’ye dönük… Hamdi’nin aklı, bu adamın garip haline takıntılı… Ve Kenan, bu duruma bir anlam vermek için kafasını kurcalamakta…

☡☡☡

22. Bölümün Sonu

Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top