"Ölümün Galası"

“Bu da ne demek oluyor Pars?” diye sorup iri gözlerle bakan Tayfun, arkasında duran Kenan’ın nefesini resmen ensesinde hissediyordu. Hamdi, masadaki kaleme yan gözlerle baktı. Aklına gelen şey, bir şekilde yüzüne de yansımış olacak ki Kenan, Tayfun’a doğru bir adımla daha yakın durdu. Viladimir’in anlamaya çalışan bakışları vardı Kenan’ın üzerinde gezinen, kaleme odaklanan bir Hamdi girmişti lafa.

“Kâğıtta ne yazıyorsa, o! Bu oylama, senin hayatın içindi. Biz hepimiz, yaşamandan yana olduk ama sen, kendi ölümünü istedin Tayfun Sipahi!”

Kendi ismini ve soy ismini, ahenkli ve tehdit gibi Pars’ın dilinden duymuştu Tayfun; gözleri seğirirken bakışlarında biriken kindar ifade, Kenan’a göz ucuyla bakan Hamdi’nin üzerinden eksik olmuyordu. Tam ayağa kalkacaktı ki Kenan, elindeki plastik ipi hızla onun boynuna geçirdi. Payidar’ın irkilerek Hamdi’ye bakması, Bahri’nin ürkek bakışlarını kaçırıp Samet’le göz göze gelmesi, Jargon’un dudaklarının kıvrılması, Kelpeten’in Kenan’ı izlerken istem dışı yutkunması ve Viladimir’in korkuyla yerinde dikilmesi, Kenan’ın sımsıkı kavradığı plastik ipin gücünün altında debelenen Tayfun’un can havliyle hırıldamalarına karışıyordu. Ne yapıyordu Kenan, kendisine emredilen şeyi mi yerine getiriyordu? Düşünceler kafasını istila etti Kenan’ın; devlet işi diye girdiği bu işte öyle bir hale gelmişti ki, artık kendisini bile zor tanıyordu. Elinin altında kıvranan adamın ağzından püsküren köpüklere aldırmıyordu, elinin kolunun o yana bu yana savrulup durmasını umursamıyordu, titremeler içerisinde kıvranan bu bedene acımıyordu. Ne olmuştu Kenan’a?

“Dur Kenan!”

Duyulan ses, ortama rahat bir hava bahşederken Kenan, Hamdi’nin neden onu durdurduğunu merak ederek elini sabit tuttu. Elini kaldırmıştı Hamdi.

“Bırak onu!”

Kenan, yavaşça ve temkinli bir şekilde ipi serbest bıraktı. Giderek nefesleri normale dönen Tayfun, boğazını yırtan nefeslerden bile feragat etmek ister gibi sakin durmaya çalıştı. Bazı yerlerde biriken kanın damarlarda yol alırken etine zahmet vermesi, Tayfun’a acı olarak yansısa da nefesi, boğazını ve soluk borusunu tarumar eden bir tufan gibi onu zorluyordu.

“Hayatını bağışlıyorum Tayfun, seni azat ediyorum! Nefesini sana geri veriyorum. Ama sadık kalmak, sadakatle boyun eğmek ve Pars’ı tanımak şartıyla! Eğer bu hataların bir tekerrürü olursa, bu işin de bir tekerrürü olur ve geri dönüşü asla olmaz! Bunu unutma!”

Zor bela hırıltıların arasında sesini duyurmaya çalıştı.

“Ben Yediler’in bana dediklerinden başka bir şey yapmadım.”

“Kurul, Yediler’in görünen yüzü Tuğra’ya bağlı değildir. Tuğra, bize iş yaptırmaz, iş buyurmaz ve işimize asla karışamaz Tayfun! Bunu göz ardı etme!”

Tayfun, boğazını sımsıkı tutup yavaşça ayağa kalktı. Hâlâ yerinde oturan ve şaşkın gözlerle olanları izleyen Viladimir’e göz ucuyla baktıktan sonra:

“Hata insana, gafil insana mahsustur Pars!” diye sayıkladı. Hamdi, bir şey demeden masadakilere döndü.

“Toplantı bitmiştir.”

***

Marmara, koyu bir karanlığa kucak açarken serin havanın yerini ayaz alması, birazdan ayazın da soğuğa yer vereceği anlamına geliyordu. Yıldızların izne çıkması, ayın kayıplara karışması ve bulutların meydana inmesi, koca bir karanlık olarak yetmiş, yetmiş de artmıştı. Simsiyah bir gökyüzü, ayaz bir havayla işbirliği yaparak kışın sinyalini verir gibiydi.

Şişli/Payidar’ın Malikânesi…

Elinde bir zarfla kapıda beliren adam, Simay’ın dikkatini çekmişti. Oturduğu koltukta kalkarken adamın da ona yönelmesiyle:

“Nedir o?” diye sordu. Adam, ona doğru gelirken:

“Sizin adınıza gelmiş efendim!” dedi. Simay, adamın uzattığı zarfı alırken kaşları ister istemez çatılmış, yüzüne anlamsız bir ifade sinmişti. Adamın gidişini umursamayan Simay, tekrar koltuğuna yöneldi. Zarfın köşesinden yırtıp koltuğa otururken içinden çıkan sarımsı kâğıda şöyle bir baktı.

“Allah Allah!” diye fısıldadı Simay, katlanmış kâğıdı yavaşça düzeltirken boğazını mesken tutan bir düğümle daha bir huzursuz oldu. Sanki kanı, damarlarında yarışa girmiş gibi hızla akmaya başlarken bu gerilimin neyden olduğunu anlayamayan Simay, kâğıdı düzeltip derin bir nefes aldı ve okumaya çalıştı.

“Payidar’a baba demeyi kes!”

İrkildi. Suratına tokat inmiş gibi yahut tepesine soğuk su dolu bir kova boca edilmiş gibi yerinde sıçrayan Simay, kocaman olan gözleriyle kâğıda öylece bakarken dışarıda duyduğu araba sesiyle, babasının geldiğini anladı ve hızla kâğıdı katladı.

Payidar, yanında Rıfat’la kapıdan içeri girdiğinde Simay, bir eli çenesinde önüne bakıyordu. Buna bir anlam veremedi Payidar, göz ucuyla Rıfat’a baktıktan sonra kızına doğru adımlarını sıklaştırdı.

“Kızım?” diye seslenen Payidar, yerinde doğrulan kızına yaklaşırken:

“İyi misin?” diye sorarak tebessüm etti. Simay, yavaşça ayağa kalkarken:

“Hoş geldin…baba!” deyince Payidar, hafif bir garipsedi. Kızı, baba demeyi ertelemiş gibiydi. Sanki zoraki bir şekilde demiş, zor bela ağzından çıkmıştı. Etrafına bakındı Payidar, kızına baktı, sağa baktı, sola dönüp baktı ve sehpadaki zarfı fark etti. Eğilip sehpadaki zarfı alırken Simay, durgun bir şekilde onu izlemekle yetiniyordu.

Zarfın içinden çıkardığı kâğıdı okumuş, o da Simay gibi irkilerek yerinde çakılı kalmıştı. Kapıda duran Rıfat, her ne kadar merak etse de pek de cesaret edip soramıyordu.

“Bu ne demek oluyor baba?” diye cılız bir sesle soran Simay, Payidar’ın sıkıntılı bir şekilde derin bir nefes alıp:

“Bilsem…” diye sayıkladı.

“Ne yaparsın baba, bilsen?”

“İzah ederim kızım!” diyen Payidar, koltuğa otururken kızının da oturması için işaret verdi. Rıfat, kapıdan çekilirken Payidar, göz ucuyla ona bakmış ve yerinde bir davranış diye düşünerek derin bir iç çekmişti. Simay, meraklı ve durgun bakışlarını babasından ayırmadan bir şeyler bekliyordu.

“Var mı bunun izahı, baba?”

“Var, olmaz olur mu kızım? Bunun tek izahı, koca bir saçmalık, evet saçmalık bu! Payidar’a baba demeyi kes, diye saçma sapan bir yazı bu! Belli ki birisi bize şaka yapıyor yahut ortalığı karıştırmaya çalışıyorlar kızım! Bunlara kanmayalım!”

“Yani bunun tek izahı bu mu?” diye soran Simay, Payidar’ın aniden parlayan sesiyle irkildi.

“Ya ne olacak başka?”

İrileşen göz bebekleri küçüldü, sesi soluğu kesildi ve nutku tutuldu Simay’ın; Payidar, birden böyle bağırdığı için pişman olsa da, pek de rengini belli etmek istemedi. Simay yutkundu, bakışlarını kaçırdı babasından ve Payidar’ın yavaşça ayağa kalkışını görmezden geldi.

“Takma bunları kafana! Birisi ya şaka yapıyor ya da bizi bize düşürmeye çalışıyorlar. Ben senin babanım, sen benim kızımsın!”

Simay ayağa kalkarken:

“Bazen ister istemez, insan şüpheye düşebiliyor baba!” deyince Payidar, suratına tokat yemişçesine yerinde sıçradı. Öyle bir etki verdi ki üstüne, boğazındaki kuruluk ne kadar yutkunsa da geçmedi, geçmek bilmedi. Göz bebekleri küçülürken kızın derin bir nefes alıp odasına gitmek için harekete geçişi, onun buzdan bir kalıpmış gibi bakan gözlerinin arasında gerçekleşiyordu.

Odasına geldi Simay, kapısını kapatırken kilitlemeyi de unutmadı ve yatağına geçip otururken boğazına yerleşen yumruğun ağırlığıyla yutkundu. Derin bir nefes alıp yatağa uzanırken telefonun titreyerek çalmasıyla irkildi. Kot pantolonunun arka cebine sıkıştırdığı telefonunu çıkardı. Ekrana baktığında, Feray’ın isminin italik bir biçimde sallandığını gördü. Yatağında doğrulup açtı.

“Efendim Feray?” diye cılız çıkan sesi, çatlamış ve nerdeyse kırılacakmış gibi çıkınca Feray’ın endişe dolu sesi, onun kulaklarında yankılandı.

“İyi misin sen?”

“İyiyim, yok bir şeyim!”

“Bence değilsin, bir şey mi oldu?”

“Ya yok, babamla biraz tartıştık!”

“Neden?”

Derin bir nefes alan Simay, kendisine gelen zarftan bahsetti. Babasının tepkisini dile getirdikten sonra Feray’ın:

“Kafanı taktığın şeye bak! Payidar amca senin baban, bunu bilmene rağmen şüphe edip sorman, senin hatan!” demesiyle:

“Biliyorum ama babamın verdiği tepki…” dedi ama Feray’ın aniden çıkışması, onu susturmuştu.

“Kim olsa aynı tepkiyi verir.”

“Neyse, kafam karışık! Sen neden gelmedin bugün okula?”

“İşim vardı.”

Onlar konuşurken kapıda durup kızının konuşmalarına kulak misafiri olan Payidar, kapıyı çalmaktan vazgeçip geri çekildi. Feray’ın ismini duyar duymaz tepesi atmış, zor bela sakin durmuş, kendini tutmuştu. Aslında kızıyla konuşmak için gelmişti. Ama kızının Feray’la konuşmasıyla durup beklemişti. Şimdi de geri çekildi. Feray’ın bugün yaptıkları, aklından çıkmak bilmiyordu. Merdivenden aşağı inerken de bugünkü görüntüler gözlerinde fink atıp duruyordu. Rıfat’ın mutfak kapısında durup beklediğini görünce gel dercesine başını salladı. Rıfat, ceketini düzelterek ona doğru gelirken Payidar, salona geçip bir koltuğa oturdu.

“Bu Feray, iyice çizmeyi aştı Rıfat!” diyen Payidar, bir gözüyle merdiven tarafına bakarak bugün olanları kısaca dile getirdi. Rıfat, her denilenle gözleri büyüyor, rengi sararıyor ve her lafla daha çok şaşırıyordu.

“Bu nasıl olur efendim?”

“Oldu işte! Kafayı benimle bozmuş, ya tamir edelim ya da tarumar edelim!”

“Emriniz nedir efendim?”

“Şimdi beni iyi dinle!” diyen Payidar, göz ucuyla merdiven tarafına baktıktan sonra lafa girdi.

***

Kavacık…

Hamdi’nin yaptıkları, birer ikişer ona nakledilmişti; sinirden delirmiş bir şekilde odanın içinde volta atarken koltuğa oturmuş ve onu izleyen Viladimir’in de morali bozuktu. Tayfun da oradaydı, rengi cismi sararmış bir halde sessizce oturuyordu. Bingazi, bir köşede durmuş ve gözlerini patronundan ayırmıyordu.

“Bu Hamdi, iyice çizmeyi aşmış. Benim Kurul’a doğrudan karışmayacağımı biliyor. Bunu bildiği için rahat davranıyor ama Tayfun’a dokunması, asla affedilemez!”

Tayfun, göz ucuyla ona baktı.

“Ben, aranızda kalmaktan sıkıldım Tuğra Bey! İşimi yapamaz haldeyim.”

Tuğra ona bir şey demedi, gözleri Viladimir’in üstündeyken:

“Sen bir şey yapamadın mı?” diye sorunca Viladimir, yerinde hafifçe doğruldu.

“Yapamadım değil, yapmadım Tuğra!”

“Neden yapmadın?”

“Hamdi sana gelecek, Oscar için görüş beyan edecek ve sen gerekeni yaparsın diye, karışmak istemedim.”

Burnundan soludu Tuğra, Bingazi’ye dönerek işaret parmağını salladı.

“Oscar’ı ara, derhal Türkiye’ye gelsin!”

Bingazi başını sallayıp huzurdan ayrılırken Tuğra, tekrar volta atarak burnundan solumaya devam etti.

***

Tarabya…

“Güzel gece, yarın mıymış Sekvan?” diye soran Mamoste, elindeki broşürü sehpaya bıraktı.

“Evet başkanım, yarın gece…”

“Filmin teması ne? Aşk mı, ayrılık mı?”

“Aşk…” diyen Sekvan, ifadesiz bir şekilde Mamoste’ye baktı.

“Aşka inanmam Sekvan, inanana da saygı göstermem! Yarın gece biraz saygısız olacağım, sen de olacaksın!”

“Anladım başkanım!”

Mamoste, tebessüm ederek sehpada duran bardağa uzanırken Sekvan’ın:

“Nazım’ın sandığı, gerekli yerde korumaya alındı başkanım!” demesiyle durakladı, ona döndü.

“İyi korunsun Sekvan, ataların dediğini unutma! Sakla samanı, gelir zamanı.”

Sekvan başını sallarken Mamoste, içi viski dolu bardağı alıp tepesine dikti.

***

“Tuğra dediğiniz kişi, Viladimir’in dediği adamda ısrarcı olursa, ne yapmayı düşünüyorsun Pars?”

Kenan’ın sorusu, parmağı şakağında ve düşünceler içerisinde cebelleşen Hamdi’nin derin bir nefes alıp bakışlarını ona çevirmesine neden oldu.

“Mühür bende evlat, ısrar etmesi bir işe yaramaz!”

“Oylamada sayıca üstünüz, bunu mu beyan edeceksin?”

“Tek bir şart sunacağım. Ya Oscar ya da Viladimir… İkisinden birini seç, diyeceğim ona!”

“Ya kabul etmezse?”

“İnadın harı inattır evlat, o ne kadar inat ederse ben bin kat ederim. Sonunda ikimizden biri zarar görür.”

“Aslında siz de silah işi için uygun biri bulsaydınız, eliniz daha güçlü olurdu.”

Duraksadı Hamdi, gözleri kısık bir şekilde Kenan’a bakarken Kenan, ifadesiz tavrını sürdürdü. Yerinde doğrulan Hamdi, masadaki telefonu alıp bir numara çevirirken:

“Bak bu konuda haklısın!” dedikten sonra telefonu kulağına dayadı. Kenan’ın anlamsız bakışları, onun üstünden eksik olmazken Hamdi, telefonun açılmasıyla:

“Bahri ne yaptın?” diye sordu.

“Ne konuda Pars?”

“Silah işi için uygun adaylar belirle demiştim, unuttun mu?”

“Hayır Pars, unutmadım da uygun biri de yok gibi!”

Hamdi, parmağıyla masanın göbeğine ritimler vururken Kenan, çenesini sıvazlayarak gözlerini ondan ayırmıyordu. Birden Hamdi, gözleri parlayarak önce Kenan’a baktı sonra da telefondaki Bahri’ye:

“Buldum ben buldum, silah işi için adamımızı buldum!” deyince Bahri,

“Kimi?” diye sordu.

“Mestan Yazgan, Bahri! Onu bir araştır! Bir görüşme talep et!”

“Anlaşıldı Pars!”

Hamdi telefonu kapatırken Kenan, tebessüm ederek:

“Son anda…” dedi. Hamdi, hafifçe başını salladı.

“Şimdi onlar düşünsün!”

Hamdi’nin odasından çıkan Kenan, salonda oturmuş ve elindeki dergiye bakan Gaye’ye doğru yürüdü. Yürürken de mutfak kapısında duran Afra’yla göz göze geldi.

“Hamdi Bey bir şey istedi mi?” diye soran Afra, Kenan’ın:

“İstemedi, sen gidip yatabilirsin!” demesiyle başını sallayıp geri çekildi. Gaye ayağa kalkarken Kenan, onun karşısında durdu. Şöyle bir inceledi. Uzun zamandır böyle alıcı gözüyle bakmamıştı.

“Sen kilo mu verdin?”

Birden yüzüne güneş doğdu Gaye’nin, yüzündeki kocaman tebessümüyle:

“Ay gerçekten mi?” deyince Kenan, elinden nazikçe tutup onu kendi ekseni etrafında yavaşça döndürdü.

“Evet kilo vermişsin, yakışmış ama!”

Gaye, ona yakın durarak:

“Sen de gün geçtikçe daha çok yakışıklı oluyorsun!” der demez Kenan, koltuğa otururken:

“Bunu söyleyen ilk kadınsın!” deyince Gaye, gözleri irileşti. Ama Kenan, onun hevesini kursağında bıraktı.

“Demek isterdim ama maalesef, daha önce de söyleyenler oldu.”

Somurttu Gaye, koltuğa çöker gibi oturup:

“Gıcık!” diye tıslarken burnundan soludu.

“Ama son kadınsın, son kalacaksın gibi!” diyen Kenan, tekrar ışıldayan gözlere bakarak:

“Şanslısın!” deyince Gaye, dudakları kıvrılmış bir halde:

“Bence de şanslıyım, bal kaymak bende!” diyerek onu işaret etti. Kenan, göz devirerek:

“Sapıklığı tuttu gene!” diye fısıldadı. Gaye, dirseğini onun karnına geçirirken Kenan, tutup onu kendine doğru çekti. Tam yakın duracaklardı ki Hamdi’nin odadan çıkmasıyla ikisi, elektrik çarpmış gibi ayrı yerlere savruldu. Hamdi yerinde durdu, onları inceledi, mahcup olmalarına başını sallayarak adımlarını onlara doğru sürdü. İkisi ayağa kalkarken Hamdi, onlara doğru gelmekteydi. Gaye, yutkunarak Kenan’a baktı ve:

“Bittik biz!” diye fısıldadı. Kenan, başını sallayıp:

“Seni tanımak güzeldi Gaye!” diye mırıldandı. Hamdi onların karşısında durduğunda Gaye,

“Seni de…” diye mırıldanmış ve yutkunmuştu.

“Ne zamandır aklımda?” diye lafa giren Hamdi, karşısında sararmış yüzlere bakarak:

“Şu nişan işini konuşalım artık!” deyince ikisi, irkilerek bakıştı. Hamdi, bir müddet onların suratlarını incelerken ikisinin de rahat bir nefes alıp bakışlarını Hamdi’ye çevirmesi,

“Oturun da bir laflayalım!” diyen Hamdi’nin yer göstermesine neden oldu.

“Bu iş uzadı, nişanı yapalım, düğünü de sonra konuşuruz!” diye lafa giren Hamdi, Gaye’nin ala çalan yanaklarına baktıktan sonra Kenan’ın ifadesiz suratına baktı.

“Sen ne dersin Kenan?”

Derin bir nefes alan Kenan:

“Nasıl münasip düşerse, Pars!” deyince Gaye, tebessüm ederek ona baktı. Sonra da babasına dönerek:

“İyi düşünmüşsün baba!” dedi. Hamdi, başını sallayarak:

“Tamam o halde! Siz zamanı konuşun, gerekeni bana bırakın!” dedi ve ayağa kalktı. Kenan ve Gaye’nin de kalkmasıyla Hamdi:

“Artık adım atmak lazım!” dedi. Gaye Kenan’a bakarken Kenan, Hamdi’nin yüz hatlarında bakışlarını gezdiriyordu. Başka da bir şey söylemeyen Hamdi, merdivene doğru giderken Gaye, yüzü Hamdi’ye dönük bir şekilde yanlamasına Kenan’a yaklaştı, ona sokuldu ve fısıldadı.

“Beni çimdikle!”

Kenan, onun dediğini yaptı ve koluna çimdiği yapıştırınca Gaye, aniden sıçradı. O sırada Hamdi, merdivenlerden yukarı çıkıyordu. Kızının tiz sesiyle dönüp baktı. Gaye, gülümseyerek kolunu sıvazlarken babasına bakıyordu. Hamdi, bir şey demedi ve yoluna devam edip görüşten çıktı. Gaye, hışımla Kenan’a dönerek:

“Neden çimdik attın?” diye tısladı.

“Sen dedin ya!”

“Ben dedim diye atacak mısın?”

“Yani… Sen dedin sonuçta!” diyen Kenan, koltuğa otururken Gaye, onun hemen dibine oturdu.

“Nişanlanıyoruz Kenan!”

Kenan, kendini hafif geri çekerken:

“Evet de az öteye kay!” diye tısladı. Gaye, biraz daha sokuldu.

“Kaymam, nişanlı sayılırız artık!”

Kenan, tekrar geri çekildi.

“Kay öteye fena olacak bak!”

Gaye, iyice ona yapıştı.

“Olsun, nişanlımsın benim!”

Kenan, kendini geri çekerken düşecek gibi oldu ve hızla ayağa fırladı.

“Kıza bak, niyeti bizle bozmuş!”

Hızla odasına gitmek için yürürken Gaye, oturduğu yerden tiz bir kahkaha savurup arkasından baktı. Bakan gözlerinde mutluluk, rimellere bulanmış boya gibi akıyor ve Kenan’ın peşinden koşuyordu. Gülümsemesi, karın ortasında açan kardelenler gibi rengarenk, gökkuşağı gibi türlüydü. Gamzelerinde aşkın ahengi saklıydı, dudaklarından mutluluğun nefesi fırlıyordu ve bakışlarındaki derin manada aşkla yoğrulmuş ifadeler seziliyordu. O Kenan’a aşıktı, aşık olduğu için mutluydu.

Odasına gelen Kenan, kapıyı kapatıp sırtını kapıya yasladı. Hamdi’nin söyledikleri, kafasının içinde yankılanıp duruyordu. Nişan için konuşmuştu, nişan demek bir adım atmak demekti; Gaye ile birlikte bir yola girmek, bir yolun başında durmak demekti ve Kenan, en başta niçin onların yanına girdiğini anımsadı. Böyle olmamalıydı diye düşündü, bu şekilde olmaz diye kendince şerh düştü ama aklındaki hayat ile önüne sunulan hayat arasında kocaman bir fark vardı. işte bunu anlayamıyordu.

“Neler oluyor Kenan Karabey?” diye kendine sorarak yatağına doğru yürüdü. Yatağına otururken kendine kendince makul bulduğu cevabı sundu.

“Devlet için be oğlum, her şey devlet, vatan için! Hep savaşacak halin yok ya… Biraz da…”

Tebessüm etti, dilinde duran kelimeyi zikretmekten kendini men etti. Gaye olmaz, onunla bu iş yürümez diye düşündü; kafasını, her iki elinin arasına alıp ovarken sanki beynine masaj yapar gibi içinde karıncalanmalar meydana gelmişti, kafatasının içinde fink atan düşüncelerin çeperlere tekme tokat giriştiğini hissedebiliyordu. Çenesini sıvazlarken:

“Olamaz, Gaye olamaz! O çok masum, o çok temiz ve hiçbir şeyden haberi yok! Ona bu kötülüğü yapamam!” diye fısıldadı. Yatağa kendini hızla bırakırcasına uzandı. Tavana bakarken:

“En iyisi reise, Gaye’yle yolları ayıralım diye konuşmak, evet bu en iyisi!” diye mırıldandı.

Ama nasıl olacaktı? Gaye’ye bu kadar yakınken aniden aralarına set çekmek, uçurum yaratmak ve ondan beri durmak nasıl olacaktı? Hem Gaye izin verir miydi? Bırak izni, buna yanaşır mıydı? Asla…

Kafasını toparlamak istiyor ama bir türlü başarılı olamıyordu. Tekrar doğrulduğunda,

“Peki sen, Kenan Karabey, sen Gaye’den uzak durmak istiyor musun?” diye kendine soru yöneltti. Yüzüne sinen sıcak tebessüm, aslında koca bir cevaptı ama lisana da dökülmek zorundaydı.

“İstemiyorum. İstemiyorum.”

***

Arnavutköy/Yazgan Site…

Babasının çalışma odasının kapısını tıklattı Dildar, hem tedirgin hem de endişeli bir şekilde beklerken içerden gelen sesle yavaşça kapının kolunu çevirdi. Başını yandan hafifçe içeri soktuğunda, babasının masada olup önündeki evraklara baktığını gördü. Mestan, kızının suratına birkaç saniye baktıktan sonra bir şey demedi. Aslında o biliyordu Dildar’ın neden geldiğini, yerinde doğrulup kızına adapte olurken Dildar, mahcup bir şekilde içeri süzüldü.

“Baba?”

Mestan, bir gözünü kısarak:

“Gel kızım!” deyince Dildar, babasının sesindeki şefkatli tınıya ve naif tona aşina olduğu için yutkundu. Nedense bu, işini daha da zorlaştırıyordu.

“Şey… Ben…” diye kekeleyerek bir noktada durduğunda Mestan, yavaşça ayağa kalktı.

“Buyur kızım, söyle!”

Babasının suratına yayılan sıcak tebessüm, Dildar’ın feleğini şaşırtmıştı. Sanki bugün olanlar, hiç yaşanmamış gibi babası, gelip onun karşısında durarak saçlarını okşamıştı.

“Ben özür…” dedi Dildar ama Mestan, parmağını onun dudaklarına değdirip gülümsedi.

“Sus! Özür dileyecek bir şey olmadı. Hiç yaşanmadı. Onun için sus!”

“Ama baba…” dese de Mestan, onu kendine çekerek bağrına bastı.

“İnsan, hata yapmaya meyilli bir varlıktır kızım! Allah onu yaratırken mayasına, hata ve günahı da kattı. Öyle ki insan, hem hata ediyor hem de günah işliyor. Seninki basit bir hata, kale alınmayacak kadar ufak bir hataydı kızım! Benimki günah, dile sığmayacak kadar büyük bir günahtı kızım! Asıl ben senden özür dilerim! O narin bedenine, okşanması gereken gül yanağına tokat attığım için…”

Gözleri nemlendi Dildar’ın, sesine hıçkırık sindi ve nemli bakışlarını kaldırıp babasına baktı.

“Seni çok seviyorum baba!”

Kızının alnına bir buse kondurdu Mestan.

“Ben de seni çok seviyorum kızım!”

Cem, Nazan’la birlikte balkonda duruyordu. Nazan, gözlerini ufka dikmiş ve derin düşüncelerle cebelleşirken Cem, kadının onu neden çağırdığını merakla anlatmasını bekliyordu.

“Artık zamanı geldi Cem!”

Cem, gözlerini kısarak:

“Simay mı, abla?” diye sordu. Başını salladı Nazan.

“Doğru Cem, onunla görüşmenin zamanı geldi!”

Cem hafifçe başını sallarken Nazan, katı gözlerini tekrar geceye çevirdi.

***

Milli Haberalma Servisi…

Bilgisayara gömülmüş bir şekilde resmen klavyenin altını üstüne getiriyordu Emin; gözleri ekrandan ayrılmazken yan tarafta duran kahve kupasından süzülen dumanlar, odanın içinde kol gezerek dağılıyordu. Nazım için açılmış yeni bir sayfa fark etmişti. Hemen sayfanın yöneticisini takibe almış, fake hesaplarla onunla irtibata geçmişti. Kendisini bir partizan olarak tanıtan Emin, onunla muhabbet kurmayı başarmış, Mamoste konusu açılsın diye klavyeyle koyu bir savaşa girmişti. Yanında duran Kaytan, Emin’in nasıl bu kadar hızlı yazı yazdığını ve nasıl bu kadar hızlı çalıştığını merak ederken Emin, onu fark etmemiş bir şekilde gelen mesaja cevap yazıyordu. Kaytan, hafif eğilerek mesajı mırıldandı.

“Devrim için her şey yapılır heval!”

Emin’e dönerek:

“Lan oğlum! Sen de mi çıktın yoldan?” diye sordu. Emin, kahve kupasını eline alarak:

“Yola getirmek için, yoldan çıkmak lazım efendim!” deyince Kaytan, verilen cevabı beğenmiş olacak ki tebessüm etti.

“Biliyor musun Emin? Çobanlık da böyle bir meslektir. Sürüyü hizaya getirmek için, bazen doğru yoldan çıkıp onları bir araya getirirsin ve hizaya geldiklerinde de, yoluna devam edersin.”

Emin ayağa kalkarken:

“Peygamber Efendimiz diyor ya hani; hepiniz çobansınız, kendi mesuliyetiniz altındakilerden mesulsünüz diye? İşte bu yüzden çobanlık, peygamber mesleğidir derler. Hatta bu hadis üzerine Hazreti Ömer, hilafeti zamanında adaletiyle nam salmıştır. Demiştir ki; Nil’in, Dicle’nin veya Fırat’ın kenarında bir kurt, bir kuzuyu kaparsa vallahi bunun hesabı Ömer’den sorulur diye korkuyorum. Böyle adaletli bir dönemden, böyle bir döneme geldik efendim!” deyince Kaytan, bıyıklarıyla oynayarak:

“Kıssadan hisse de verdiğine göre Emin Efendi, anlat bakalım ne durumdayız?” dedi. Emin tebessüm etti.

“Nazım’la ilgili bir sayfa açıldı. Yasağı nasıl çiğnedilerse, yeni bir sayfa açmayı başardılar. Ben de fake bir hesapla sayfaya sızdım. Şu an yazışıyorum. Konu daha Mamoste’ye gelmedi ama bir şekilde konuyu ona getirmeye çalışıyorum.”

“Güzel! Aman dikkat et! Kekleyeyim derken keklenme!”

“Emredersiniz efendim!”

Kaytan başını sallayıp kapıya yönelirken Emin, yeni gelen mesajın bildirimine yan gözlerle bakarak tebessüm etti.

Hafif bulutlu bir güne merhaba demişti Marmara; dalgaların fokurtulu sesler çıkartıp kıyıyı yalayıp yutmaları, gelgitlerin kırbaç gibi kıyıya inerken şak diye ses çıkartmaları, dalgaların üzerinde biriken köpüklerin sallanıp durması, birazdan bastıracak bir fırtınanın habercisi gibi görünüyordu.

“Efendim!” diyerek destursuz bir şekilde içeri giren Emin, kanepede uyuyan Kaytan’ın aniden ayağa fırlayıp silahını ona doğrultmasına neden oldu. Son anda tetiğe basmaktan geri durmuştu. İri gözlerle Emin’e bakarken:

“Lan eceline mi susadın?” diye bağırarak sordu. Emin, yutkunarak:

“Özür dilerim efendim! Lakin önemli bir gelişme oldu. Bu yüzden…” dedi ama Kaytan, silahını indirdi.

“Ne oldu, söyle?”

“Dün gece epey konuştuk, konu Mamoste’ye geldi.”

“Sonuç?”

“Bir hücre evinin yerini öğrendim. Beni de davet ettiler. Önümüzdeki günlerde çok büyük eylemler olacakmış, militan gerekliymiş, beni de aralarına almak istiyorlar.”

“Güzel! Bakalım biz kedi miyiz, fare miyiz?” diyerek ayağa kalkan Kaytan, saçlarını düzeltmesi gerekirken bıyıklarıyla oynayarak Emin’e doğru yürüdü.

“Reis nerde?”

Emin, bilmiyorum dercesine omzunu silktikten sonra:

“Odasına baktım, daha gelmemiş efendim!” dedi. Başını sallayan Kaytan, derin bir nefes alarak tekrar kanepeye oturdu.

“Bir dahaki sefere de böyle girersen, ceset torbasının içindeyken çıkarsın, bilmiş ol!”

Gülümsedi Emin ve sessiz kalmayı tercih etti.

***

“Gece güzel geçecek mi Kenan? Yani Canan, bana iyi mi davranacak yoksa…” diyen Gaye, Kenan’ın umursamadan göz devirmesiyle gözlerini büyüttü.

“Ay ben ciddiyim!”

Hamdi, kahvaltısını yaparken onların da atışmalarına kulak misafiri oluyordu. Kenan, çayından bir yudum alırken:

“Böyle karamsar olursan, agresif olursan Gaye Hanım, geceni berbat edersin! Onun için sakin ol, iyi şeyler düşün ki, iyi geçsin!” dedi. Hamdi, gazetenin ucunu indirip kızına baktı.

“Kenan doğru söylüyor kızım! Biraz sakin ol!”

“Ben alışverişe çıkmak istiyorum. Kenan da benimle gelsin mi baba?”

Hamdi, göz ucuyla Kenan’a baktı.

“Onunla işim var kızım! Sen Afra’yla git!”

Yanaklarını şişirip hem burnundan hem de ağzından nefesini üfleyen Gaye:

“Tamam!” diyerek homurdandı. Kenan, gülümseyerek göz kırptı ve çayından bir yudum daha aldı.

***

Arnavutköy/Yazgan Site…

Çalışma odasından çıkıp kahvaltı masasına doğru yürüyen Mestan, çalan telefonuyla bir noktada durdu ve cebinden çıkardığı telefonun ekranına baktı. Tanımadığı bilmediği bir numaraydı. Açarken göz ucuyla kahvaltı masasında oturan kızıyla karısına baktı ve elini sallayıp geliyorum dercesine bir işaret verdi.

“Efendim?”

“Ben Bahri Düzgün! Hamdi Çeliker’in avukatıyım!”

“Sizi dinliyorum!” diyen Mestan, gözleriyle kahvaltı masasındakilerin meraklı suratlarını incelerken Bahri’nin dediklerine kulak kabartmıştı.

“Babam kiminle konuşuyor anne?” diye soran Dildar, annesi Nazan’ın:

“Bilmem ki!” demesiyle dudak büktü. Neyse ki babası telefonunu kapatmış ve masaya doğru geliyordu.

“Kimdi arayan hayatım?” diye soran Nazan, hizmetçinin çay uzattığı kocasına baktı.

“Bahri Düzgün diye bir avukat… Hamdi Çeliker’in avukatıymış!”

Dildar araya girdi.

“Senden ne istiyor ki baba?”

“Hamdi Bey, benimle görüşmek istiyormuş kızım! Bakalım derdi ne?” diyen Mestan, göz ucuyla karısına baktıktan sonra yemeğine odaklandı.

***

Şişli/Payidar’ın Malikanesi…

Koluna taktığı çantasıyla tam evden çıkacakken, merdivenlerin başından seslenen babasının sesiyle olduğu yerde durdu.

“Nereye kızım, okula mı?”

Yavaşça babasına döndü.

“Evet baba!”

“Bugün okulun yoktu diye biliyorum, yanlış mıyım?” diye sorarak kızına doğru adımlarını atan Payidar, Simay’ın:

“Yoktu ama belki kütüphaneye gider, biraz kitap falan okurum! Arkadaşlarımla da takılırım!” demesiyle:

“Güzel! Geç kalma!” dedi. Simay, başını sallayıp tam tekrar kapıya dönmüştü ki Payidar:

“Şey…” diyerek onun durmasına neden oldu. Tekrar babasına dönen Simay, gözlerini kısarak onun yüzünü inceledi. Payidar, biraz yakın durdu kızına, biraz daha sokuldu ve dibinde durdu.

“Benim senden özür dilemem gerek kızım, dün gece biraz moralim bozuktu, o kâğıt parçasını da görünce saçmalamış olabilirim! Kusura bakma lütfen!”

Derin bir nefes aldı Simay, buzdan bir kalıpmış gibi babasının yüzüne baktı.

“Önemli olan beni kırman değil, o kâğıdı görünce verdiğin tepkiydi baba! Neden öyle bir tepki verdin, nasıl o hale geldin bilmiyorum ama canım yandı, canımı yaktın baba!”

“İşler bu aralar berbat gidiyor kızım! Aşırı stresliyim, moralim yerlerde ve…”

“Ve çatacak yer arıyorsun?”

“Öyle olmadığını sen de biliyorsun!”

Acımsı bir tebessümle:

“Ben artık hiçbir şey bilmiyorum baba!” diye fısıldayan Simay, kapıya yönelirken Payidar, derin bir iç çekerek arkasından baktı. Yüzüne kapanan kapı, yüreğine inen bir darbe gibi etki bıraktı. Yutkunurken yanında duran Rıfat,

“Kızı aldık efendim!” dedi. Rıfat’a dönerek:

“Nereye götürdünüz?” diye sordu.

“Dediğiniz yerde…”

Başını salladı Payidar.

“Güzel!”

***

“Açın kapıyı!” diye bağırıp kapıya yumruklar atıyordu Feray; gecenin köründe kapısına dayanan Rıfat’ın zor bela onu alıp bir arabaya atmasını ve bu bilmediği yere getirmesini hayra yoramıyordu. Sabah gözlerini açtığında, nerdeyse donacak bir vaziyetteydi. Neyse ki şöminenin içine odunlar atılmış ve yanmayı bekliyordu. Feray’a düşen de kibriti çakmak olmuştu. Muhtemelen şehrin dışında bir yerdeydi. Etraf ormanlıktı. Ne bir ev, ne bir yaşam yeri mevcuttu. Bir gecekonduyu andıran evin kutu şeklinde olması, tek katlı ve müstakil olması, şehir dışında olduğu kanaatini güçlendiriyordu. Kapının açılmadığını görünce arkadaki kanepeye doğru yürüdü. Kanepeye otururken göz ucuyla pencerelere baktı. Hepsi de demirliydi, şeffaf tül perdenin arkasındaki kalın demirler gözlerine hitap etmişti. Kapıya bir anahtar yerleştirilmiş ve kilit çevrilmişti. Duyulan çıt sesiyle ayağa fırladı, ürkek bir şekilde kapı tarafına bakarken bir adamın, elindeki kahvaltı tepsisini yere bıraktığını görünce yutkundu.

“Nerdeyim ben?”

Bir şey demedi adam, onun sorusunu boş bırakıp tekrar dışarı çıkarken Feray, sanki bir faydası olacakmış gibi koşarak kapıya yumruklar indirdi ve:

“Aç kapıyı, kapıyı açın!” diye bağırdı. Ama ne kapı açıldı ne de sesine cevap buldu. Yerdeki tepsiye tepeden bakıp burnundan soludu.

***

Alışveriş merkezinden çıkarlarken Afra, elindeki paketlerle az biraz geride durdu. Gaye, çantasından telefonunu çıkarıp Kenan’ı aramak istedi. Etraftaki tek tük insanlar, alışveriş merkezine giriş yaparken Gaye ve Afra, yolun kenarına park ettikleri arabaya doğru yürüyordu.

Parmağıyla gösterdi adam, şoför mahallinde oturan arkadaşına bakıp:

“Hızlı ol!” diye tısladı. Şoför başını sallarken o, silahını sıyırıp sürgüyü çekti.

“Haydi!” diye verdiği komutla beyaz megan markalı araba, hızla harekete geçti.

Gaye, telefonunu çıkartmakla uğraşırken etrafına bakındı. Nedense içine bir kuşku girmişti. Yukarıdan gelmekte olan beyaz arabayı görünce işkillendi. Telefonu bırakıp mantarlı tabancanın sapını sıkıca tuttu. Birden Afra’nın:

“Gaye, dikkat et!” diye bağırmasıyla diğer elindeki paketleri umursamadan kendini yere attı ve çantasından çıkardığı silahın tetiğine asıldı. Arabadan yükselen silah seslerine aldırmadan kendi silahını ateşledi, üst üste tetiğe bastı, düşünmeden ve tereddüt etmeden tetiğe basarak yere iyice kapaklandı.

“Bas lan gaza bas! Karı bizi delecek!” diye bağıran adam, kendini içeri alırken aracın tamponuna çarpıp seken mermiler, şoförü panikletmişti. Hızla köşeyi döndüklerinde, Gaye’nin hedefinden çıkmışlardı. Yan koltukta oturan adam, derhal telefonunu aldı. Birkaç yere parmağını değdirdikten sonra telefonu kulağına dayadı. Az sonra Bingazi’nin:

“Söyle!” diye duyulan sesiyle:

“Kadın tedbirli çıktı ağabey!” deyince telefon kapandı. Şoför, ona dönerek:

“Ne dedi?” diye sordu.

“Anama sövseydi, bu kadar zoruma gitmezdi. Önüne bak!” diye dişlerinin arasından tısladı adam.

“İyi misin Gaye?” diye sorup onun üstünü başını kontrol eden Afra, gülümseyerek elindeki silaha bakan Gaye'nin:

“İyiyim, merak etme!” demesiyle:

“Çok korktum!”  dedi.

“Ben hiç korkmadım!” diyen Gaye, yere saçılmış paketlerine eğildi.

“Haydi gidelim!”

***

Kavacık…

Tuğra’nın öfkeli yüzü, Hamdi’nin suratına kilitlenmişti. Gözlerini kırpmadan onun gözlerinin içine bakıyor, her an saldıracakmış gibi kıpırdamadan bekliyordu. Kenan, Hamdi’nin hemen arkasında durmuştu ve yan gözlerle Bingazi’ye bakıp duruyordu. Az önce çalan telefon, pek de hayra alamet değildi; Kenan bunu sezmiş, içten içe endişelense de Hamdi’ye çaktırmamaya çalışıyordu. Pek de olay çıksın istemiyordu.

“Yapılan oylamadan haberim var Hamdi!” diye lafa giren Tuğra, yan gözlerle Viladimir’e bakan Hamdi’nin:

“Malum, her yerde kulağınız var, Tuğra Bey!” demesiyle sert bir gülüşle ona baktı.

“Her yerde kulağım, her yerde gözüm var. Elim kolum her yere uzanır Hamdi, bunu biliyor olmalısın!”

Hamdi, oturduğu yere iyice yayıldı. Bir köşede oturup sessizce bekleyen Tayfun’un lafa hiç girmeden öylece bakmasına aldırmadı.

“Ben buraya, aslında bir isim sunmak için geldim Tuğra Bey!”

Gülümsedi Tuğra, bir elini masaya yayarken diğer eliyle havada beyhude bir daire çizerek konuştu.

“Dünkü oylamadan sonra isim sunmak, nihayet aklına geldi demek? Aklının benzini eksilmiş olmalı Hamdi, zira tutukluk yapıyor.”

“Aklım herkese, her şeye yeter Tuğra Bey! Bir yola girdiysem, aklımı kendime yoldaş ederim. Sırdaş eder, haldaş ederim aklımı ki, yarı yolda kalmayayım, yolum yarıda kalmasın!”

“Kimmiş aklının sana bahşettiği isim?”

Hamdi, önündeki dosyayı itekledi. Bahri, tam zamanında bir araştırma yapmış ve gerekli bilgileri ona yetiştirmişti. Tuğra, dosyanın ilk sayfasını açtı ve gördüğü simayla irkildi. Dişlerini sıkarken:

“Mestan Yazgan mı?” diye sordu. Hamdi başını salladı.

“Ta kendisi Tuğra Bey!”

Tuğra, dosyayı kapatıp burnundan soludu. O sırada duyulan sesler, Tuğra’yı yerinde dikleştirdi. Bingazi’ye dönerek:

“Bak bakalım kim geldi Bingazi!” diye dişlerinin arasından tısladı. Bingazi kapıya doğru giderken Hamdi, suratında müstehzi bir ifadeyle Tuğra’nın suratını inceliyordu.

Az sonra içeri giren Bingazi, yanında bir adamla Tuğra’ya doğru yürüdü. Viladimir, gördüğü adamla suratında sevinçli bir ifadeyle ayağa kalktı. İkisi kucaklaşırken Tuğra, Hamdi’nin yan gözlerle gelen adama bakışını izledi. Gelen kişi, Oscar’dı. Sert bakışlarıyla önce Tuğra’ya, Hamdi’ye ve Tayfun’a bakan Oscar, Kenan’a baktı sonra. Kenan, gözlerini kısarak onu incelerken sanki onu daha önce görmüş gibiydi. Oscar da uzun uzadıya Kenan’ın suratını inceledi. Tuğra, bu bakışmayı böldü.

“Hoş geldin Bay Evans!”

Oscar, masaya yaklaştı.

“Sanırım yanlış zamanda geldim.”

Hamdi ayağa kalktı.

“Gelişin komple yanlış, Evans!”

Tuğra irkildi, Hamdi’nin bu tavrını hiç beklemiyordu ve iri gözlerle Oscar’a bakıp onun ne diyeceğini merak etti. Oscar, elini uzatıp:

“Sizinle tanışmak için geldim Hamdi Bey!” deyince Hamdi, tebessüm ederek:

“O kadar yolu, sırf benimle tanışmak için gelmiş olman, pek de aklıma yatmadı ama…” dedi ve Oscar’ın elini sıktı. Kenan, Hamdi’nin söyledikleriyle gülümsüyor ama pek de çaktırmamaya gayret ediyordu. Zira Tayfun’un gözleri onun üstündeydi. Dünkü muameleyi asla unutmamıştı. İçten içe Kenan’a bileniyor olsa da, bunu pek de dışına yansıtmıyordu.

Masaya oturduklarında, lafa ilk Oscar girdi.

“Benim ortağım, aslında bir Türk zaten!”

Hamdi, onun ortağını merak etti.

“Kimmiş senin ortağın?”

Hamdi’ye bakan Oscar, tebessümünü genişletirken:

“İzam Hacımollaoğlu…” deyince Hamdi, irkilerek iri gözlerle onun suratını inceledi. Devam etti Oscar.

“Ama artık yok, öldü. Onu sen öldürmüşsün Hamdi, doğru mu?”

Başını sallayan Hamdi:

“Doğru!” dedikten sonra göz ucuyla Tayfun’a bakarak:

“Pars’ın ve Kurul’un lafına icabet etmeyen, kendi menfaatlerini ön plana çıkaran her kim olursa, Kurul’dan ihraç edilir. İhracı da, ölmektir. İzam da ihraç edildi, Oscar!” dedi. Tuğra, Hamdi’nin bu insanı çileden çıkaran tavırlarından sıkılmış olacak ki:

“İzam’ın ortağını Kurul’a almakla…” dedi ama Hamdi:

“Asla böyle bir hata yapmam Tuğra Bey!” diyerek onun lafını kesince irkildi. Hamdi, Oscar’ın suratına uzun uzadıya baktıktan sonra:

“Bunu bildiğim iyi oldu. Artık değil Tuğra Bey, Yediler bile direkt emir verse, bu iş olmaz!” diye tısladı. Kan donduran bakışlar gezdi masada, nefes kesen soluk alışverişler dolandı odada ve Hamdi, yavaşça ayağa kalkarken:

“Kurul’un yeni silah kolu, Mestan Yazgan olacaktır. Pars böyle buyurdu, böyle münasip gördü. Bitti!” dedi ve onların durgun bakışları arasında Kenan’la birlikte kapıya doğru yürüdü.

Yumruklarını iyice sıktı Tuğra, ardından kapıyı çarpan Hamdi’nin gidişi moralini yerle bir etmişti; Tayfun hâlâ sessizliğini korurken Viladimir, ne yapalım dercesine Tuğra’ya bakıyordu ve Oscar, suratında müstehzi bir ifadeyle önüne bakınıp duruyordu. Bingazi’nin gözleri, Tuğra’nın üstünden ayrılmıyordu. Gelecek emre, buyruğa veya talimata kulak kabartmış bir halde bekliyordu.

“Son sözünüz, masaya bomba etkisi bıraktı Pars!” diyen Kenan, direksiyona adapte olurken arka koltukta oturan Hamdi, tebessüm ederek:

“Tuğra akıllı adamdır. Beni anlayacağını umarım!” deyince Kenan, yan dikiz aynasından arkasını kolaçan ettikten sonra:

“Aklı kıt birine benziyor Pars, anlamazsa ne yaparsınız?” diye sordu.

“Öğretmen taktiği evlat, her zaman işe yarar.”

“Nedir o taktik?”

“Anlamayan olursa, bıkmadan usanmadan anlatmak…”

Gülümseyen Kenan’ın güleç ifadesi, dikiz aynasından arkasında oturan Hamdi’nin gözlerine çarpmıştı. Hamdi de gülümsemiş ve araba, Kenan’ın kontrolü altında önündeki yolda hızla ilerlemeye başlamıştı.

***

İTÜ

Kantinde oturmuşlardı. Cem de bir köşede durmuş ve onların muhabbetine karışmak istemeyip sadece onları izlemekle yetiniyordu. Dünkü olanlardan sonra Dildar, babasının lafından çıkmayıp Cem’le birlikte okula gelmişti. Kapıdaki görevli, her ne kadar Cem’i içeri bırakmak istemese de Dildar’ın ısrarlarına dayanamamış ve serbest bırakmıştı.

Simay’da bir tuhaflık vardı, bunu sezmişti Dildar; sorup sormamak arasında gelgitler yaşasa da, içindeki hisse kulak kabartıp sorusunu dile getirmişti.

“Neyin var Simay?”

Çayına diktiği dalgın bakışlarını kaldırıp arkadaşının suratına baktı Simay,

“Hiç…” derken bile sıkkın bir ses tonuyla cevap vermesi, Dildar’ın yüzünü gülümsetmişti.

“Hiç mi? Bu nasıl bir hiç? Ne oldu, anlat bakalım?”

“Babamla tartıştık biraz, ondan canım sıkkın!”

Cem, antenlerini masaya vermişti. Çaktırmadan ikisini dinliyor, onlarla alakası yokmuş gibi davransa da aslında bir kulağı da onlardaydı.

“Sen de mi?” diyerek gülümseyen Dildar, Simay’ın:

“Anlamadım?” demesiyle:

“Ben de az buçuk tartıştım babamla!” dedi.

“Haydi canım! Neden?”

“Önce sen söyle!”

“Ya benimkisi aslında saçma sapan bir şeyden…” diyerek konuya değinen Simay, Cem’in irkilmesini fark etmemiş bir şekilde:

“İşte böyle!” diyerek lafını bitirdi. Dildar’ın ağzı açık kalmıştı.

“Oha, seninki daha heyecanlıymış ya!”

İster istemez güldü Simay, gülen gözleriyle ona bakarken:

“Seninki neyden?” diye sordu. Derin bir nefes alan Dildar, Nazım’dan kısaca bahsedip onun ölümünü fısıldayınca Simay, iri gözlerle onun suratını inceledi.

“Elin adamı için, babana mı bağırdın sen?”

“Yaptım öyle bir mallık, evet!” diyen Dildar, derin bir iç çekerek:

“Ama işte aşk, insanın gözünü kör ediyor. Ne yapacaksın, sevdik işte!” deyince Simay, göz devirdi.

“Her neyse! Ben mezarlığa gideceğim daha! Kalkmam lazım!”

“Ne mezarlığı?” diye soran Dildar, gözlerini kısarken Simay, eşyalarını toparlayarak ayağa kalktı.

“Annemin mezarına kaç zamandır gitmiyorum, bir gidip bakayım!”

Cem bunları duymuş, yerinde dikilerek gözlerini onlara çevirmişti. Dildar da ayağa kalkınca Cem, içine dolan şüpheyle yutkundu.

“Benim dersim yok, ben de geleyim seninle!”

“Hass…” diye fısıldayan Cem, yavaşça ayağa kalktı.

“Olur, gel madem!” diyen Simay, koluna giren Dildar’ın yüzüne bakıp tebessüm etti. Cem, karşıdan kendisine doğru gelmekte olan kızlara baktı. Aslında ne çok benziyorlardı, kardeş oldukları resmen yüzlerinden ve duruşlarından belli oluyordu. Ama işte onlar daha bunu fark etmemişlerdi. Cem, karşısında duranlara bakarak:

“Nereye Dildar Hanım?” diye sordu. Dildar, derin bir nefes alarak:

“Simay’ın annesinin mezarına…” deyince Cem, bir gözü Simay’da:

“Ama eve gitmemiz lazım!” der demez Dildar, kaşlarını çatarak:

“Simay’ı yalnız bırakmam Cem, sen git istersen!” dedi.

“Ben de sizi yalnız bırakmam!”

Dildar, dönüp Simay’a bakınca Simay, hafifçe başını salladı. Dildar, Cem’e dönerek:

“İyi, takıl peşimize!” dedi ve Simay’la birlikte yürüdü. Cem, saçlarını bir müddet karıştırdıktan sonra kızların peşinden gitti.

***

Feray, kapının kilidiyle oynandığını görünce yerinde doğruldu. Kapının açılma sesi, onun yüreğini ağzına getirdi. Yavaşça ayağa kalkarken içeri giren Payidar’a:

“Ne yaptığını sanıyorsun sen?” diye çıkışarak sordu. Rıfat kapıda beklerken Payidar, gelip Feray’ın karşısında durdu.

“Ben sana ne dedim? Bildiklerini unut, istediğin şeyden vazgeç ve hatta hayatımızdan çık, dedim! Değil mi Feray? Ama sen ne yaptın? Kızıma zarf yolladın, içine yazı yazmışsın, Payidar’a baba demeyi kes demişsin, eceline susamışsın!”

Burnundan soludu Feray, Payidar’ın gözlerinden gözlerini ayırmadan:

“Benim bunlardan haberim yok! Ben de Simay’dan öğrendim zaten!” deyince Payidar, bir adım atıp ona yaklaştı.

“Bak kızım! Senin yaşın kadar, benim insan gömmüşlüğüm var. Seni de gömerim, zerre umurumda olmaz, anladın mı? Ben sana bir fırsat sundum. Sen ne yaptın, fırsatının içine ettin! Şimdi ne yapayım ben sana?”

“Bak, gerçekten benim olanlarla bir alakam yok! Ben evimde oturmuş, ders…”

Elini kaldıran Payidar:

“Sen dersini almamışsın kızım!” deyince sustu. Bir adım daha attı Payidar, geri çekildi Feray ve Payidar, burnundan aldığı solukla konuştu.

“Sana öyle bir ders veririm ki, asla aklından çıkmaz!”

Elini kaldırıp Rıfat’a çık dercesine sallayan Payidar, Rıfat’ın çıkıp kapıyı kapatmasıyla ceketini çıkardı. Feray yutkunurken Payidar, kemerin demir kısmını yavaşça çözdü. Feray, onun her hareketini an be an takip ediyordu.

***

“Ne demek ben iyiyim? Ya saldırıya uğruyorsun, sana ateşler ediliyor ve sen bize haber vermiyorsun, öyle mi kızım?” diye çıkışarak soran Hamdi, Gaye’nin gayet rahat bir şekilde:

“Bir şey olmadı zaten baba! Avuçlarını yalayıp gittiler, hatta az kalsın postları deliniyordu.” diyerek gülümseyince Kenan, öyle donmuş bir endamla ona bakıyordu. Hamdi Kenan’a bakarken Kenan’ın suratında beliren ince tebessüm, Gaye’nin göz kırpmasına neden oldu.

“Şaka mısın sen Gaye? Kafayı mı yedin sen?”

Gaye’nin kaşları çatıldı.

“Benimle ne biçim konuşuyorsun Kenan?”

“Aynen bu biçim konuşuyorum. Ya ölebilirdin, lütfedip haber vermiyorsun bile!” diyen Kenan, Gaye’nin:

“Aman boş ver ya, geçti gitti!” demesiyle:

“Gaye!” diyerek çıkıştı. Hamdi, arkasında duran Afra’ya dönerek:

“Sen niye haber vermedin?” diye çıkışınca Kenan:

“Kızcağızın bir suçu yoktur Pars, senin kızın müsaade etmemiştir kesin!” der demez Afra, bir şey demeden Gaye’ye çevirdi bakışlarını. Gaye, hışımla ayağa kalkarak:

“Af edersiniz de, neden kızıyorsunuz acaba? Vurulmadım diye mi? Vurulsaydım daha iyi ya, baksana gördüğüm muameleye!” diye çıkıştı. Kenan, Hamdi’ye bakarak:

“Müsaadenle Pars, kızını tokat manyağı yapacağım!” derken Gaye, alaylı bir şekilde sırıttı.

“Kadına şiddete hayır!”

“Ama sana evet Gaye!” diyen Kenan, ona doğru bir adım atarak:

“Silahı eline aldın diye, kendini Red Kit mi sandın?” diye gürledi.

“Hayır canım, ben Tültül oldum!” diyen Gaye, babasına dönerek:

“Babacığım, şu Rintintin’i alır mısın?” deyince Kenan, derin bir nefes aldı.

“Tamam kesin!” diye çıkışan Hamdi, ortama sessizlik getirdi. Afra geri bir adım giderken Gaye, gözlerini babasına çevirdi.

“Bir daha böyle vurdumduymazlık istemem kızım, sana bir şey olsaydı…”

“Dünyaları yıkardın baba, biliyorum!” diyerek araya girdi Gaye. Hamdi, başını salladı.

“Haydi şimdi odana!”

Gaye odasına gitmek için yürürken Kenan, onun arkasından bağırdı.

“Atın ismi Tültül değil Gaye, Düldül’dü.”

Elini boş ver manasında sallayan Gaye, merdivenleri çıkarken Kenan, onun arkasından bakarak Hamdi’ye hitaben:

“Kızın kendisine at dedirtti Pars!” dedi ama Hamdi, ona cevap vermek yerine koltuğa oturdu.

“Sence kim olabilir?”

Kenan, başka bir koltuğa geçerken:

“O an kime misafir olduysak, ikramını bize değil, Gaye’ye yaptı Pars!” deyince Hamdi, yerinde doğruldu.

“Yani?”

“Tuğra denilen adamın bir adamı vardı. Neydi adı? Yüzgazi miydi Bingazi miydi ne?”

“Bingazi…”

Başını sallayan Kenan,

“Biz oradayken ona bir telefon geldi. Söyle dedi ve sonra telefonu kapattı. Morali epey bir bozuldu Pars!” deyince Hamdi, çenesini sıvazlayarak:

“Gözdağı verdiler yani!” dedi. Başını salladı Kenan. Sırtını koltuğa yaslayan Hamdi, burnundan soluyarak:

“Yani dediler ki, eğer Tayfun ölseydi, kızın da ölürdü. Verilen mesaj bu!” dedi.

“Aynen!” diyen Kenan, yerinde doğrulurken:

“Şimdi akıllı bir adım atmak lazım!” dedi.

“Mestan Yazgan, bizim atacağımız en akıllı adımdır Kenan!”

Gülümseyen Kenan, Hamdi’den bakışlarını alıp önüne çevirdi. O an saatindeki işaret dikkatini çekmişti. Belli ki Musa, onunla görüşmek istiyordu. Yavaşça ayağa kalkarken:

“Müsaadenle Pars, akşamki gala gecesi için bir elbise almam gerek!” dedi. Hamdi başını sallayınca Kenan, ceketini düzelterek kapıya doğru adımlarını sürdü.

***

Kavacık…

“Hamdi Çeliker’in bulduğu isim, çok akıllıca bir seçim doğrusu!” diyen Viladimir, dosyayı Tuğra’ya uzatırken Bingazi, köşede durmuş ve katı nazarlarla onları izliyordu. Tayfun gitmişti. Oscar ortalıkta görünmüyordu.

“Mestan Yazgan… Baya ağır bir isim… Kurul’un bünyesine ağır gelecek bir isim bu!” diyen Tuğra, dosyayı kapatıp Bingazi’ye baktı.

“Senin adamlar, eğer kıza isabet ettirseydi, şu an bu dosyaya bakmak zorunda kalmazdım.”

“Gereken yapıldı efendim! Adamların fişleri çekildi.”

“Kızın fişi hâlâ takılı ama…” diyen Tuğra, derin bir nefes alarak:

“Şimdilik takılı kalsın! Verilen ufak bir mesajdan ibaret saysınlar. Tayfun’a karşılık, verilen ufak bir mesaj… Bakalım Mestan’ın Hamdi’ye cevabı ne olacak?” dedi ve önüne döndü. Viladimir, durgun bir şekilde:

“Ya kabul ederse?” diye sordu. Tuğra bir şey demedi, dosyayı ona doğru sürerek alaylı bir şekilde gülümsedi.

***

İkindiden sonra hava, hafif bulanmaya başlamıştı. Ne koyu ne tam açık bir hava, sonbaharın rengine uyan bir hava vardı. Hafif bir yel eserken insanlar, sık giyinmeye başladıkları için pek de tesir etmiyor gibiydi.

Gözlerini ‘Nazan Candaroğlu’ isminden ayırmıyordu Dildar; isim beynine kazınmışken arkalarında duran Cem, iki kızın hal ve davranışlarını inceliyordu. Simay dualar ederken Dildar, öylece durmuş ve isme bakıyordu. Amin diye fısıldayıp elini yüzüne süren Simay, arkadaşının bir taş gibi kaskatı kesilmiş bir şekilde mezardaki isme baktığını görünce:

“Neyin var? Ne oldu?” diye sorarak onu dürttü.

“İsim…” diyerek yutkunan Dildar,

“Ne tesadüf?” diye fısıldadı.

“Tesadüf olan ne?”

“Benim annemin adı da Nazan, tesadüf bu!” diyen Dildar, zor bela gülümsedi.

“Sonuçta dünyadaki tek Nazan, benim annem değil! Seninki de değil yani!” diyen Simay, hafifçe çömeldi ve mezardaki toprağı eşeledi. Bazı ot ve çalıları yavaşça yolarken Dildar:

“Ama doğum tarihi…” deyince Simay, duraksadı. Sonra da ona dönerek:

“Tevafuk diyelim, tesadüften öte çünkü!” dedi. Dildar da eğildi ve çalılarla bezenmiş toprağı temizlemeye yardım etti.

“Ah keşke bir bilseydiniz!” diye içinden geçirdi Cem, yüzüne sinen tebessümü yok etmeden:

“Mezardakinin benim ağabeyim olduğunu ve aslında Nazan’ın yaşadığını…” diye fısıldadı. Kimseler duymadı onu. Çenesini sıvazlarken Simay ve Dildar, hâlâ topraktaki ot ve çalıları yoluyordu.

Mezarlığın girişinde duran siyah aracın içindeydi Nazan; kızları ve Cem’i görebiliyordu. Dildar’ın da buraya gelmesi, onun işini bozmuştu. Normalde Simay’ın karşısına çıkacak ve her şeyi açıklayacaktı ama işte kızı Dildar, buna engel olmuştu. Bilmeden ve istemeden engel teşkil etmişti. Şoförüne bakarak:

“Gidelim!” dedi. Şoför aracı çalıştırırken Nazan, son defa iki kızına baktı ve yutkunarak:

“Elbet bir gün…” diye fısıldadı. Araç, yavaşça yola koyulurken Nazan’ın gözleri resmen arkada kalmıştı.

***

Güneş giderek batışa hazırlanırken havadaki koyuluk giderek artıyor ve bastıran karanlığa ayak uyduruyordu. Yelin şiddeti de artmış ve yavaşça rüzgâra dönüşmeye başlıyordu. Sonbaharın son demleri, kendisine yaraşır şekilde yaşanıyordu.

Bir inşaatın ikinci katında bekliyordu Musa, sırtı merdiven tarafına dönük bir şekilde gözleri ufka dikilmiş bir haldeyken duyulan adım sesleri, onun suratını ister istemez gülümsetmişti. Merdiven başında duran Kenan, hafif nefes nefese kalmış bir şekilde:

“Hamlamışım reis!” dedi. Musa, ona dönerek:

“Belli oluyor ecnebi! İkinci kata çıkarken dilini dışarı saldıysan, kim bilir dağa taşa tırmandığında ne halt yiyeceksin?” dedi. Kenan, gelip onun karşısında durdu.

“Yine dilinden bal damlıyor reis, beni çok özlemişsin belli!”

“Anlat bakalım, neler oluyor?”

Derin bir nefes alan Kenan, her şeyi anlatmaya başlarken Musa, gözlerini kırpmadan onu dinliyordu. Baştan sona her şeyi dile döktü Kenan, bugünü de es geçmedi ve Gaye’nin saldırıya uğradığını da çıtlattıktan sonra:

“İşte bu kadar!” dedi.

“Gaye’ye kim saldırmış olabilir?”

“Şu yeni peyda olan, Tuğra denilen zat olmalı!”

“Hamdi ona posta koyduysa, muhtemelen etkisiz bir eleman olmalı!”

“Tuğra, bir güruhun görünen yüzü reis! Yediler diye bir oluşumun bir nevi ayakçısı gibi! Daha Yediler tam meydana inmemiş galiba!”

“Hamdi, Tuğra’ya değil de Yediler’e hesap veriyor olmalı! Bunu göz ardı etmeyelim Kenan!”

“Olur. Bir de şöyle bir şey gelişti, nişan meselesi çıktı ortaya!”

“Ne nişanı lan?”

Derin bir nefes alan Kenan:

“Benle Gaye’nin nişanı… İş ciddiye bindi reis!” deyince Musa, tebessüm ederek:

“Bak buna sevindim!” der demez Kenan, kaşlarını çatarak:

“Dalga geçme reis! Acaba ben bu nişanı istiyor muyum, bunu hiç sordun mu?” diye sordu.

“İstemek zorundasın ecnebi! Zira Kurul’un bitmesini sağlayan şey, bu izdivaç olacaktır. Hamdi, bir noktadan sonra işleri güvenebileceği, gözü kapalı teslim edeceği birini arar. O da sen olacaksın! Kurul’un başına geçecek ve gerektiği zaman, tek bir fiskeyle yerle bir edeceksin! Devletin için, milletin için bunu yapacaksın!”

“Ya Gaye, o ne olacak? Bütün bunların bir projeden ibaret olduğunu, bu aşkın, evliliğin bir proje gereği olduğunu öğrendiğinde, sence ne yapacak?”

“İşte ben de bundan korkuyorum Kenan! Onun ne tepki vereceği hakkında hiçbir fikrim yok!”

“Bu ağır bir yük, reis! Ne altında ben durabilirim ne sen bunu yüklenebilirsin! Ne devlet bize arka çıkar, ne millet yüzümüze bakar. İşte o zaman vatan dışında hiçbir şey sağ kalmaz!”

“Allah’tan ümit kesilmez evlat! Bir baktın Gaye de, bizimle aynı safta olmuş olur.”

“Güldürme beni reis! Gaye, babasının ne haltlar yediğini biliyor, gıkını çıkarmıyor. Resmen babasının yolunda giden biri o! Bizim safımıza asla geçmez!”

Musa bir şey demedi. Kenan, ellerini ceplerine yerleştirip:

“Bakalım sonumuz ne olacak?” diye mırıldandı. Musa, kaşlarını çatarak çıkıştı.

“Kendine gel lan!”

Gülümsedi Kenan.

“Her neyse! Akşamki galaya biz de davetliyiz! Müsaadenle reis!”

Kenan tam gidecekken Musa,

“Siz de mi davetlisiniz lan?” diye sorarak onu durdurdu. Kenan, ona dönerek:

“Siz de mi derken? Yoksa sen de mi geliyorsun?” diye sordu. Musa, başını salladı.

“Yürü git ecnebi!”

Kenan gülerek merdivenlere doğru yürürken hafif bir ıslık tutturdu. Musa, tekrar yüzünü dışarıya çevirdi ve derin bir nefes aldı.

***

Milli Haberalma Servisi…

“Reis nerde?” diye sorarak içeri giren Kaytan, Emin’in laptopla bir şeyler kurcaladığını görünce yavaşça ona yaklaştı. Emin, başını laptoptan kaldırmadan:

“Nisa Hanım’la galaya gitti efendim!” diye cevap sundu.

“Sen ne yapıyorsun?”

“Şu sayfadaki adminle konuşuyorum. Beni aralarına almak için birkaç soru sordular. Onları cevapladım.”

“Ne sordular ki?” diye soran Kaytan, bir eli bıyığındayken onun yanına oturdu.

“Adadakinin gerçek adını, nereli olduğunu, nerde doğduğunu falan…”

“Sen ne dedin?”

Emin, laptopun monitörünü ona çevirdi. Kaytan, bıyığıyla oynayarak cevapları okuyunca gözleri irileşti. Emin’in yüzüne dönerek:

“Lan sen bunları da nerden biliyorsun?” diye çıkıştı. Gülümsedi Emin.

“Genel kültür, efendim! Bilmek lazım bazen!”

“Her neyse! Bu işin sonunda seni de kaybetmeyelim de!” deyip gözlerini deviren Kaytan, Emin’in:

“Merak etmeyin, benim inancım sağlam çok şükür!” demesiyle yerinde doğruldu.

“Bak, zamanında bir medresede ders gören bir talebe, kitaplıkta duran ve örnek için getirilmiş olan İncil’i eline aldı. Şimdi diyeceksin ki medresede İncil’in ne işi var? Dedim ya, örnek için getirtilmiş, yani Kur’an’la karşılaştırılsın diye bulunduruluyormuş. Neyse, bizim talebe başlamış o İncil’i okumaya, bir sayfa derken iki sayfa derken İncil’in birkaç bölümünü okumuş. Akşam olmuş, ders vakti gelmiş ve talebeler ders aldıktan sonra o İncil okuyan talebe, müderrise yaklaşmış. Seyda’m demiş, Hazreti İsa’nın babasının adı neydi? Ben bu İncil’i okudum, adı İbrahim diye geçiyor. Seyda talebeye bakmış, acı bir şekilde gülümsemiş ve evladım demiş, sen niye o İncil’i okuyorsun demiş? Talebe şaşkın, Seyda niye kızdı acaba diye düşünerek efendim, ben öylesine okudum deyince Seyda, evladım okuma İncil’i, Kur’an oku demiş. Ama benim inancım sağlam, demiş talebe. Seyda’nın kaşları çatılmış ve demiş ki; madem inancın sağlam, Hazreti İsa’nın babasının adını niye soruyorsun be evladım, onun babası var mıydı ki?”

Emin, ensesini kaşıyarak:

“Yani?” diye sordu. Kaytan, katı gözlerini ona çevirdi.

“Hazreti İsa, Allah’ın bir mucizesi gereği babasız bir şekilde dünyaya geldi.”

“Onu biliyorum, benle ne alakası var?”

“Sen de Andımız okurken yanlışlıkla adadakinin adını zikretme diye bunu anlattım!”

Emin’in ağzı açık kalmıştı. Ayağa kalkan Kaytan’a bakarken göz kırpan Kaytan,

“Haydi sana kolay gele!” dedi ve kapıya doğru yürüdü. Emin, gelen mesaja bakmayı unutmuş bir şekilde kapıdan çıkan Kaytan’ın arkasından bakıyordu.

“Aramıza hoş geldin heval!”

Mesaja bakan Emin, gördüğü şeyle irkildi. Yüzüne sinen tebessüm, burnundan soluk olarak dışarı fırladı.

“Bakalım beni hoş bulacak mısınız?”

Fısıltısı, bilgisayarın monitörüne çarpıp buhar olarak havaya karışıp kayboluyordu.

***

Büyük bir yoğunluk vardı gecede; her yerde filmin afişi vardı, oyuncular fotoğraf çektirirken hayranları da onların yanında durup birlikte kadrajlara poz veriyorlardı. Flaşlar havada uçuşurken göz kamaştıran görüntüler dört bir yanda kol geziyordu.

“Bu filmin büyük başarı getirecek canım, ben buna eminim!” diyen Canan Öget, karşısında duran kadına bakıp gülümsedi. Orta boylu, balıketli ve beyaz tenli alımlı kadın, tebessüm ederek ona sokuldu.

“Sağ ol canım, senin de yardımların oldu elbet!”

“Ben ne yaptım ki Cansu? Sen kendi kitabından bir senaryo çıkardın meydana, ben de bazı sahnelerde sadece ufak fikirler verdim.”

“Olur mu öyle şey ya? Senin de emeklerin yadırganamaz yani!”

Cansu Tıraşoğlu’nun fotoğrafları, afişlerin yanında yer alırken izdiham gibi yoğun kalabalık, git gide salona sığmamaya başlıyordu. Her yerden akın edilmişti, herkes bu filmi merak ediyordu ve belki aylardan beri tanıtımları yapılan filmin gala gecesi, nihayet büyük bir coşkuyla karşılanmıştı.

Başrol oyuncular, kadrajlara bakmaktan yorulsa da bugün onların günüydü. Flaşların gözlerini kamaştırmasına aldırmadan yan yana durarak poz veriyorlardı.

“A bak Cihan Gümüş bu! Başrol erkek oyuncusu ya!” diyen Gaye, Kenan’ın elini bırakmadan onu da kendisiyle çekiştirerek oyuncuya doğru yürüdü. Hafif kirli sakallı ve kızıl tenli oyuncu, Kenan’la Gaye’nin gelmesine tebessüm ederek karşılık verdi. Gaye, hemen onun elini sıkarak onun hayranı olduğunu ifade ettikten sonra yanında durdu ve birlikte poz verdiler. Kenan da onların fotoğrafını çekmişti. Kenan, Cihan Gümüş’ün yanındaki kadın oyuncunun öyle farenin peynire bakması gibi baktığını görünce:

“Gayecim, bir de bizi çeksene!” diyerek esmer tenli ve hafif uzun boylu kadın oyuncunun yanında durdu. Gaye, hafif bozulsa da çaktırmadan telefonu alıp onları çekmek için duruşunu aldı. Kenan, kadın oyuncuya hafif yaklaşıp ismini söylemek istedi ama ismini bilmiyordu. Göz ucuyla arkadaki afişe baktı. Didem Bayram ismini görünce:

“Biraz yaklaşın Didem Hanım!” dedi. Didem, ona sokulurken Gaye, nedense elinin titrediğini gördü. Burnundan soluyarak hızla fotoğrafı çekerken Kenan:

“Bir tane daha al!” deyince Gaye, sabır için derin bir nefes alarak tekrar duruşunu aldı. İkinci defa çekti ve Kenan’ın:

“Bir tane daha…” demesiyle kaşlarını çattı. Ama sinirlenmeyecekti. Tekrar çekti. Kenan, tam bir tane daha diyecekken:

“Hoş geldiniz!” diye duyulan ses, ortama çelme taktı. Canan, Gaye’nin yanında durarak:

“Fotoğraf mı çektiriyorsunuz?” diye sordu.

“Hayır halay çekiyoruz!” diye içinden geçiren Gaye, zor bela tebessüm ederek:

“Evet Canan Hanım!” dedikten sonra:

“Haydi Kenan, bak Canan Hanım da geldi!” diye seslendi. Kenan, teşekkür mahiyetinde Didem’in elini sıkıp Cihan’a baş salladıktan sonra onların yanına geldi.

“Merhaba!” diyerek Kenan’ın elini sıkan Canan, Gaye’nin de elini sıkarak gülümsedi.

“Beni kırmayıp gelmeniz, büyük bir incelik doğrusu!”

“Asıl incelik, sizin efendim!” diyen Gaye, bir gözü Kenan’da:

“O malum geceden sonra davet etmeniz, gerçekten büyük bir incelik Canan Hanım!” diye ekledi. Gülümsedi Canan.

“Olur mu öyle şey, ben unuttum bile! Siz de unutun ve gecenin keyfini çıkarın!”

“Sağ olun!” diyen Gaye, Canan’ın yol göstermesiyle Kenan’ın koluna girdi. İkisi gösterilen yere geçerken Kenan, eğilip Gaye’nin kulağına:

“Didem Hanım, gerçekten hoş bir kadın!” diye fısıldadı.

“Gecemi rezil etme, rezil ederim yoksa seni!”

“Tamam sustum!”

“Yerinde bir karar!” diyen Gaye, tebessüm ederek etrafına bakındı.

Musa ve Nisa da geceye gelmişti. Kapıdan içeri girerlerken Nisa, sanki daha önce çok yapmış gibi Musa’nın koluna girdi.

“Biliyor musun?” derken Musa’ya baktı. Musa da onun koluna dolanmış koluna bakıyordu.

“Bu filmin sponsoru benim!” diyen Nisa, gülümseyerek Musa’nın suratına baktı.

“Ben de diyorum bu davetiye, nerden geldi?”

“Yani…” diyen Nisa, onlara doğru gelmekte olan Cansu Tıraşoğlu’nu işaret etti.

“Filmin senaristi ve yönetmeni işte geliyor!”

Cansu, onların karşısında durup önce Nisa’nın elini sıktı sonra da Musa’nın elini sıkarken kendini tanıttı.

“Ben Cansu Tıraşoğlu!”

Musa, gözlerini kısarak:

“Afra kitabının yazarı galiba!” deyince Cansu, tebessüm ederek:

“Ta kendisi!” dedi. Başını salladı Musa.

“Ben de Musa Uzun, asayiş şube amiriyim!”

“Polissiniz demek?”

“Evet, polisiz!”

“Ne güzel!” diyen Cansu, onlara yol gösterirken:

“Nisa Hanım, tekrar sponsorluk için çok teşekkür ederim!” dedi.

“Önemli değil, sanata bir katkımız olsun!”

Musa, Nisa’nın lafıyla hafif gülümsedi ama onlara çaktırmadı. Onlar yürürken Musa’nın gözleri, bir yerde oturan Kenan’la Gaye’ye takıldı. Birden aklına bir şey geldi. Gözleri parladı. Kenan da onlara bakıyordu.

“Nisa, Kenan’ı daha önce gördü. Eğer Gaye’nin yanında onunla konuşursa bir ton inciri berbat eder.”

Kendi kendine fısıldamış ve ne Nisa ne de Cansu onu duymuştu. Hemen aklına ilk gelen şeyle:

“Biz şöyle geçelim!” diyerek farklı bir yer gösterdi. Cansu, başını salladı.

“Olur, orası da müsait!”

Musa, kendini Nisa’nın önüne siper ederek resmen Kenan’la olan görüşünü kapatmaya çalışıyordu. Kenan, Musa’yla Nisa’nın birlikte bir yere geçtiklerini görünce irkildi. Onun da aklına Nisa’yla daha önce görüştükleri gelmişti. Gaye bunu bilmemeliydi diye düşünerek kendini gizleme ihtiyacı hissetti. Yüzünü tamamen Gaye’ye dönerek bir şeyler anlatmaya başladı.

Işıklar kapandı, her yer siyaha boyandı ve sahnedeki ışıklar hariç her yer, koyu bir karanlığa mahkum edildi. Kenan’ın gözleri sahnede, Gaye merakla açılacak perdeye bakıyordu. Musa ve Nisa’nın da bakışları sahnedeydi. Kırmızı devasa perde, yavaşça ve ahenkli bir şekilde her iki yana süzülürken Kenan, gözlerini kısarak iyice adapte oldu. Canan, Cansu’nun elini sımsıkı tutarak gülümsedi. Cansu, ışıldayan bakışlarla sahneye bakıyordu. Perdeler açıldı. Sahnede duran kişi, muazzam sessizliği dinliyordu. Cansu, anlamayan gözlerle Canan’a dönüp baktı. Canan, dudaklarını bükerek anlamaya çalıştı. Kenan, neler oluyor diye düşünürken Musa, şöyle bir seğirtip arkalarına düşen Kenan’a dönüp baktı. Kenan’la göz göze geldi. Gaye de Musa’yı değil de gözlerini sahneden alamıyordu. Sahnedeki adam, adımlarını atıp karanlıktan sıyrıldı. Üstünde parlayan gezici ışık, onun kim olduğunu gözlere seriyordu. Seyircilerden hiç kimse onu tanımıyordu, Kenan’la Musa dahil hiç kimse daha önce onu hiç görmemişti. Yere sabitlenmiş mikrofonun önünde duran Sekvan, kollarını her iki yana açtı.

“Baylar bayanlar!”

Gür sesi, salonda çınladı. Zaten sessizlik had safhadaydı. Çıt bile çıkmıyordu. Gür sesi de ahenkli bir şekilde yankılanmış ve ortamda çınlamıştı.

Arkadaki perdede beliren görüntüler, resmen insanın kanını dondurdu. Salonun dört bir yanına yerleştirilmiş bombaların sayaçları, sabit bir rakamda durdurulmuştu. Musa irkilerek dönüp Kenan’a bakarken Cansu, yerinde sıçrayarak ayağa fırladı. Canan da ayağa kalktı. Sekvan, kolları her iki yana açılmış bir şekilde:

“Ölümün Galası’na hoş geldiniz!” diye bağırdı. Bombaların sayaçları sabit durmuş bir haldeydi. Kenan, Musa’yla göz göze geldi. Gaye, korkarak Kenan’a sokuldu. Canan, yavaşça ayağa kalkarak Cansu’ya yaklaştı. Sekvan, sahnede durmuş ve koltuklara kurulup filmi izlemek için bekleyen kalabalığın yüzlerini inceliyordu. Film için hazırlanan perdede, patlamasıyla her yeri toza dumana bulayacak olan bombaların görüntüleri vardı.

Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top