"Neden Ben"

Bir hafta geçmişti aradan; Ekim, artık Eylül’ü kovalayıp yer edinmek için hevesleniyordu, sıcaklar da bunaltıcı özelliğini yitirmiş, az buçuk ısınsa da hava, giderek serin bir hüviyete bürünüyordu.

Beykoz’un sırtarındaki kırsal bir alana gelmişti Kenan; giderek çoraklaşan topraklar, sonbaharı karşılamak için gün sayarken güneş, öğlen vaktinin hararetini barındırıyordu ve Kenan, içinde bulunduğu hüzün libasına yaraşır bir biçimde somurtmuş, karşıdan kendisine doğru gelmekte olan siyah renkli arabaya bakıyordu. Aracın durmasıyla Kenan, sırtını yasladığı giderek yapraklarını dökmeye çalışan iri kıyım ağaçtan ayırdı. Musa’nın araçtan inmesi, onun gözlerinin dolmasına neden oldu. Musa da hüzünlüydü, yutkunup aracın kapısını kapattı ve Kenan’a doğru yürüdü. Karşılıklı durduklarında Kenan:

“Ne denir reis?” diye sorunca Musa, derin bir nefes alıp:

“Vatan sağ olsun denir evlat!” dese de Kenan, pek de tatmin olmadığını:

“Peki, bu şekilde vatan sağ olur mu reis?” diye sorarak gösterdi.

“Olur evlat, bal gibi olur!”

“Olmaz reis, olmaz! Cihat, bir hiç uğruna öldü! Köklerini kazımak varken bu itlerin, neden aralarına girmeye çalışıyoruz, halen anlamış değilim!”

“Sana, asıl gerçekleri anlatmanın tam da zamanı!”

Kenan, gözlerini kıstı.

“Neymiş o gerçekler reis?”

Musa, derin bir iç çekti ve gözlerini Kenan’a dikti. Kenan, Musa’nın neler anlatacağını merak etmeye başladı; belli ki onun da canı sıkılmıştı Cihat konusunda, pek de belli etmese de, o da üzülmüştü. Ama Kenan, asıl gerçeklerin ne olduğunu, kendi içinde sorgulamaya başladı. Musa, gözlerini ileriye dikmiş ve kendi içinde muhasebeye tutuşmuştu; Kenan’ın delirince neler yaptığını, aklını kaybedince ne işler çevirdiğini biliyordu, nitekim onun elinde büyümüş gibiydi ve bir nevi babası sayılırdı. Bu sessiz ortam, bir an da olsa esip gürleyen yelin dallarda yarattığı uğultuyla delindi. Musa, konuşma gereği duydu.

“Kendisine Pars denilen Hamdi Çeliker, KURUL adında bir suç örgütü kurmuş ve başına geçmiş! Her dalda hakim olan bu örgüt, aslında maşa görevi görüyor.”

“Nasıl? Kimlerin maşası peki?”

“Yalnız İstanbul değil, Türkiye’nin her yerine sızmış durumdalar! Büyükşehirlerde söz sahibi, mekan ve iş sahibi bu örgüt, aslında kime hizmet ettikleri belli değil! Dış mihrakların mı ya da iç mihrakların mı bu örgüte sırt dayadığı, şu anlık aşikar değil! Bizim amacımız…”

Kenan, araya girdi.

“Beni aralarına sokup bu gizemi çözmek…”

Musa, başını salladı.

“Aynen evlat!”

Kenan, tekrar sırtını ağaca yasladı.

“Desene yolum uzun, çetrefilli ve bilinmez…”

“Bak evlat! Neden seni seçtiğimi, hiç düşündün mü?”

Kenan’ın aklına dank etti; bu soru, birden gelip beyin çeperinin baş köşesine kuruldu, aklına tekmeler salladı ve Kenan, adeta bu soruyla dolup taştı.

“Sahi reis, neden ben?”

“Ben bu planı kaleme alırken, aklımın başköşesine seni yerleştirdim! Senin kabiliyetin, gücün ve yeteneğin, bu işe hakim! Donanımlı, yetenekli ve akıllı birisin! Elbet yaşadıkların, seni çökertmiş olabilir! Ama yaralı aslan, sağlam bir aslandan daha tehlikeli ve cüretkârdır! Seni seçtim; çünkü sen yaralı bir aslansın, cüretin her şeye kadir, iraden her şeyin üstünden gelir.”

“Ne yaptın reis? Ben de senin gibi bir insanım!”

“Evet, öylesin! Ama farklısın!”

“Her neyse reis!” diyen Kenan, yüzüne yerleşen ince bir tebessümle:

“Herkes, yaptığınız operasyonu konuşuyor! Ortalığı ayağa kaldırmışsınız! MİT’le el ele verip neleri başarmışsınız, helal olsun!” deyince Musa, gülerek:

“O, en basit iş!” dedi.

“Nemirkan aşireti, Güneydoğu’nun neredeyse tamamına hakim bir aşiret! Onu, devletin karşısına almak, cesaret ister doğrusu! Derdest ettiğiniz grubun, tamamının Nemirkanlı olması, akılları sulandırıyor reis! Bu işin altından kalkabilecek miyiz?”

“Ben, üstüme düşen vazifeyi yerine getirdim evlat! Gerisi, devlet büyüklerinin bileceği bir iş!”

“Ajanslar, belki günlerce bu konudan bahsetti! Sunulan belgeler, gösterilen bulgular ve veriler, günlerce haber kanallarında fink attı! Bunu nasıl başardığınızı merak ediyorum!”

“Orası bize kalsın, sen işine bak!”

“Cihat’ı öldüren Hamdi, bana karşı şeffaf olmaya başladı! Aklındaki kurdun ölmesi, işime her ne kadar yarasa da, kardeş bildiğim görev arkadaşımın şehit olması, canımı sıktı! Beni yıktı resmen! Ama işlerim açıldı! Bünyamin’in radarına takılsam da, Hamdi’nin koruması olmam, birazcık rahatlattı!”

“Hamdi, seni kızının koruması olarak kullanacaktı, yanıldım mı? Yoksa yanlış mı anladım?”

“Ben de başta öyle sanmıştım, hatta kendisi de söylemişti! Ama sonradan işler değişti!”

“Ne oldu?”

“Hamdi’nin sol koluyum! Yani daha doğrusu olacağım!”

“Nasıl yani?”

“Bir deneme süresi varmış, Bünyamin’in dediğine göre tabi! Son bir iş kalmış! O işi yaparsam, hem Bünyamin’in radarından çıkmış olacağım hem de Hamdi’nin sol kolu olacağım!”

“Nedir iş?”

“Daha söylemediler, ben de bekliyorum!”

“Tamam, senden haber bekliyorum! Bu arada…” diyen Musa, yerinde doğrulup:

“…sakın saatini yanından ayırma!” diye ikaz etti. Kenan, tebessüm ederek:

“Anlaşıldı reis! Zaten bir kere evde unuttuk, Payidar’a yem olduk! Daha da unutmam gayrı!” dedi. Musa, başını sallayarak gülümsedi.

***

“Kenan, sözde benim korumam olacaktı baba! Neden sonradan fikrin değişti?” diye soran Gaye, elindeki kahve bardağından bir yudum alarak babasına baktı. Hamdi, elindeki gazeteden başını kaldırmadan:

“Ne farkı var kızım? Bir yere gideceğin zaman, eğer evdeysem Kenan’la birlikte gidebilirsin! Sıkıntı yapma!” dedi.

“Hayır, sıkıntı yapmıyorum! Sadece merak ettim!”

Hamdi, gazetedeki habere yoğunlaştı; manşetin alt kısmında, Diyarbakır’da yapılan operasyon anlatılıyordu:

‘Lice kırsalında ele geçirilen bir grup terörist, yanlarındaki mühimmatla Alay Komutanlığı’nda sorguya alındı. Sorgu kayıtları, belgeler ve bulgular, emniyet arşiviyle birlikte kamuoyuna sunuldu. Bölgeye hakim olan Nemirkan aşireti ileri gelenleri, devletin büyük bir yanlışlık yaptığını duyurarak bir an önce bu yanlıştan dönülmesi gerektiğini söyledi. Hükümet ve Cumhurbaşkanlığı tarafından herhangi bir açıklama yapılmazken bölgedeki valiler, sıkı baskı gördüklerini açıkladı.’

Gazeteyi katlayan Hamdi, çalan telefonunu sehpadan aldı. Gaye, arayanın kim olduğunu, jest ve mimikleriyle sorsa da Hamdi:

“Müsaade eder misin kızım?” diyerek kızının gitmesini rica etti. Gaye, derin bir nefes alarak ayağa kalktı ve yanından ayrıldı. Hamdi, telefonu açıp:

“Efendim!” dedi. İzam Ağa’nın tok sesi:

“Her iki gümrükten de sıkıntı çıkmadı Pars! Sehem tırları, gerekli yerlere ulaştı!” diye duyuldu.

“Bu, iyi haber ağa!”

“Yorgo, gereken hazırlığı yapmış! Dağıtım ve sevk işleri, artık onun kontrolünde olacak!”

“Haberim var ağa! Tırlar, Yunanistan’da mı?”

“Evet Pars!”

“Tamam, sağ ol ağa!”

“Bir şey daha var!”

“Dinliyorum ağa!”

“Silah işi… İsrail’den aldığımız silahlar, Türkmen komutana satıldı ve paralar, Kurul kasasına aktarıldı!”

“Güzel! Eline sağlık ağa! Kendine pay aldın mı?”

“Bilirsin Pars, beni seni yok bunun!”

“Eyvallah!”

Hamdi, kapanan telefonu sehpaya bırakırken Bünyamin, gelip onun karşısında durdu.

“Ne oldu Bünyamin?”

“Payidar Bey gelmiş, sizinle görüşmek istiyor!”

“Gelsin, gelsin!” diyen Hamdi, ayağa kalktı. Bünyamin, yanından ayrılmış ve Payidar’ı almaya gitmişti. Bir müddet sonra Payidar, yanında adamıyla birlikte göründü. Hamdi, adamın elindeki klasörlü dosyalara bakıp tebessüm etti.

“Hoş geldin Payidar!”

Payidar, Hamdi’nin elini sıktı.

“Hoş bulduk Pars! İstediğin dosyaları getirdim!”

“İyi ettin!”

Payidar, adamına bakıp başını salladı. Adamı, üç klasörden oluşan dosyaları, Hamdi’nin oturduğu koltuğun dibine bıraktı. Payidar, Hamdi’nin gösterdiği diğer koltuğa otururken Bünyamin, o adamla birlikte huzurdan ayrıldı.

“Sermayeler klasöründe, bütün kadınların ismi ve uyruğu, adresleri ve ücretleri yazılıyor. Mekanlar klasöründe; sermayelerin nerde görev yaptıkları, tutulduğu evler ve çalıştığı yerler yazılıyor. Son olarak da Çalışanlar klasöründe de, hangi sermayenin hangi adamla çalıştığı, kimin sorumluluğunda olduğu yazılıyor.”

Hamdi, klasörlere şöyle tepeden baktıktan sonra:

“Yeni sermayeler konusu ne oldu?” diye sordu.

“O konuda bir pürüz var.”

“Nedir?”

“Rusya’da bir sıkıntı çıkmış! Kız İvan’ın bir düşmanı, bütün sermayelere el koymuş!”

“Kimmiş düşmanı? Belki bizim tanıdığımızdır.”

“Değil Pars! Kız İvan, zamanında o adamın kardeşine saldırmış! Sonra da el koymuş! Adam, o sıralar KGB’nin elindeydi! Kurtulunca da ilk fırsatta, İvan’a çullanmış! İvan’ın kafasına sıkmış ve sermayelere el koymuş!”

“İvan öldü mü?”

Payidar başını sallayınca Hamdi, yerinde doğruldu.

“Peki kim bu adam?”

“Kendisine Sibirya Kurdu deniliyor. Adı, Raskom!”

“Sibirya Kurdu, ha? Vay be! Onun öldüğünü sanıyordum! Sıkıntı yok Payidar, sermayelerini elinde bil!”

Payidar’ın yüzüne gün doğdu. Hamdi, tebessüm ederek:

“Tamam Payidar, sıkıntı yok gerçekten! Raskom’u bilirim! KGB, belli ki onu alt etmeyi başaramamış! Merak etme, hallederiz!” dedikten sonra:

“Tırlar, Yunanistan’a varmış! Yorgo, gerekli işlemleri yapar yapmaz bizimle irtibata geçecek!” dedi.

“Sevindim Pars! Maddi sıkıntımız varsa, her zaman hazırım!”

“Biliyorum Payidar, şu an sıkıntı yok! Sağ ol!”

Payidar, gülümseyerek başını sallayınca Hamdi, sehpadaki gazeteyi aldı ve haberin geçtiği yeri işaret edip:

“Duydun mu olanları?” diye sordu.

“Evet, duydum Pars! Aynasızlar, iyi iş çıkarmış! Lakin devlet, nasıl böyle bir hata yapar, anlamış değilim!”

“Haklısın, büyük bir hata yaptı! Malum aşiretin ne kadar güçlü olduğu, neleri yapabileceklerini hesaba katmamışlardır muhakkak!”

“Güneydoğu’nun nerdeyse tamamı, bu aşiretten soruluyor. Devlet, bu aşiretlerle arasını iyi tutması gerekirken böyle bir hamlede bulunması, şaşırtıcı doğrusu!”

“Elbet vardır devletin de bir bildiği!”

“Cumhurbaşkanı, doların tavana dayanmasını beklediğini söyledi! Dolar tavan yaparsa, tabanın sıkıntısı çok olur! Halen doğru düzgün bir adım atılmış değil!”

“Sen de mi papazın verilmesinden yanasın?”

“Tabi! Papazın gitmesi demek, bunca sıkıntının bitmesi demek!”

Hamdi, gülerek:

“Güldürme beni Payidar! Konu papaz değil, Türkiye’dir; buradaki topraklardır, zengin kaynaklardır, anlamadın mı daha? 15 Temmuz’da yapamadıklarını, ekonomi üzerinden denemeye çalışıyorlar! Dolar bahane, ABD bahane, papaz bahane; asıl olan, Türkiye’deki her şey!” deyince Payidar, şaşırdı. Gözlerini kısarak:

“Cumhurbaşkanı ve hükümetin ağzıyla konuştun Pars!” dedi.

“Ah Payidar, ah! Sen de çerçevesi kalın gözlükler takmışsın! Hükümet yanlısı değilim ama hükümete hak vermiyor da değilim! Ver papazı al papazı muhabbeti, işin görünen kısmı! Arkada ne dolaplar dönüyor, kimse bilmez!”

“Bunlar bizi etkiler mi?”

“Göreceğiz!” diyen Hamdi, gazeteyi sehpaya bıraktı. Payidar, sıkıntıyla derin bir nefes alıp Hamdi’nin sırıtan yüzünü inceledi.

***

İTÜ…

Otoparkta, arabasına binmek üzereyken:

“Simay!” diye seslenen Pamir’e dönüp baktı. Aracın kapılarını açan düğmeye basıp bekledi. Pamir, onun karşısında durduğunda, ne kadar perişan olduğunu ve üzgün olduğunu haliyle anlatmaya çalıştı. Ama Simay, bunu anlamazdan gelerek:

“Ne istiyorsun Pamir? Babam, benden uzak durman konusunda seni uyarmadı mı?” diye sordu. Pamir, kızın yüzünü doyasıya inceledikten sonra:

“Çok perişanım, çok üzgünüm Simay! Beni bırakıp gittiğin günden beri çok kötüyüm!” dedi.

“Sen, evvelden de kötüydün Pamir! Sadece kamufle olmuştun! Maskeni, kendi elinle düşürdün! Beni resmen sattın! Daha gelip pişman olduğunu mu söylüyorsun?”

“Bir şans istiyorum, lütfen! Bu sefer öl de, ölürüm!”

“Def ol git Pamir, tek istediğim bu!”

“Kendimi öldürürüm!”

“Var mı o cesaret sende?”

“Lütfen Simay, bir şans ver bana!”

“Hayır Pamir, benden uzak dur!” diyen Simay, aracın kapısını açar açmaz Pamir, sıkı bir şekilde kızın kolundan tutup çekiştirdi. Simay, avazı çıktığı kadar:

“Bırak beni!” diye bağırsa da Pamir, sımsıkı onu tutarak:

“Beni dinlemelisin!” deyince Simay, hızla onu itekledi ve elinden kurtuldu.

“Seni babama anlatırsam, leşini bile bulamazlar!”

“Babandan korkmuyorum!”

“Git Pamir, hayatınla boks oynuyorsun!”

“Bu benim işim!”

“Öyle mi?” diye soran Simay, telefonunu çıkardı. Aniden üstüne atılan Pamir, kızın ensesine vurunca kendinden geçti. Pamir, irkilerek etrafına bakındı. O sırada bir grup öğrenci, onları görmüş olacak ki, hızla onlara doğru koştu. Pamir korktu ve kızı öylece bırakıp kaçtı. Öğrenciler, baygın kızın başında toplandı. Kimileri ambulansı ararken kimileri de kızı ayıltmak için başucuna çömeldi.

***

Milli Haberalma Servisi…

Musa, elindeki evrakın alt kısmına imzasını atarken karşısında duran Emin, ifadesiz bir şekilde onu izlemekteydi; evrakı masaya bırakıp Emin’e odaklanınca Emin, hazır ol vaziyetine geçti ve Musa’yı dinlemeye koyuldu.

“Büyük yankılar uyandı uyanmasına da, aşiretle başımız belaya gireceğine benziyor. Aşiret reisiyle görüşmemiz gerekebilir!”

“Efendim, Diyarbakır’daki halk da huzursuz! O aşirete mensup olmayanlar, büyük risk altında!”

“Farkındayım Emin! Lakin nasıl bir strateji izleyeceğimizi bilmiyorum!”

Masadaki ahizeli telefonun çalması, Emin’e yol olarak göründü. Musa, başını sallayıp onu uğurlarken telefon, ısrarla çalmaya devam ediyordu. Emin’in çıkmasıyla Musa, telefonu açıp:

“Efendim!” dedi.

“…”

“Malum verileri, belge ve bulguları, gerekli yerlerle paylaştım! Aynı anda MİT’te de mevcut! Kopyalarını da, gerekli yerlere teslim ettim!”

“…”

“Derhal efendim!”

Telefonu masaya bırakan Musa, masanın altındaki düğmeye bastı. Bir süre sonra Emin, kapıyı çalıp içeri girdi. Musa’nın rengi atmıştı, yüzüne bir beyazlık sinmişti ve Emin, bunu hayra yormak istedi.

“Helikopteri hazırla Emin! Ankara yolu gözüktü!”

“Anlaşıldı efendim!” diyen Emin, huzurdan ayrılırken Musa, yavaşça ayağa kalktı ve pencereye doğru adımladı. Pencerenin karşısında duran Musa, dışarıyı izleyerek:

“Ankara’nın yolları taştan…” diye mırıldandı.

***

İTÜ Hastanesi…

Acil servis bölümüne alınmıştı Simay; ensesindeki şişkinlik, bir nohut büyüklüğündeydi ve kızcağız, hâlâ kendine gelememişti. Tepesindeki serumun hortumundan yol alan sıvı, ivedilikle damarlarına yerleşiyor ve şifa niyetine kana karışıyordu. Kapının açılmasıyla Payidar’ın içeri damlaması bir oldu. Simay’ın okuldan bir arkadaşı vardı odada; onunla aynı yaşta, esmer ve karagözlü biriydi. Payidar, kızının başında durup arkadaşına:

“Nasıl oldu Feray?” diye sordu. Feray, üzgün babanın haline içten içe acıyarak:

“Pamir gelmişti, tartıştılar ve Pamir, zorla kızı götürmek istedi! Ama Simay direndi, debelendi. Pamir de onun ensesine vurup bayılttı! Bizim geldiğimizi görünce de kaçıp gitti!” deyince Payidar, hırsla derin bir nefes aldı. O sırada Simay, yavaşça kendine geliyordu. Gözleri kıpırdıyor, nefes alışı hızlanıyor ve göğsü kalkıp iniyordu. Gözlerini açınca, başucunda duran babasını gördü. Gözleri doldu, boğazına bir hıçkırık yerleşti ve:

“Baba!” diye sayıkladı. Payidar, kızının elinden sıkıca tutarak:

“Buradayım kızım!” dedi.

“Pamir baba, Pamir yaptı!”

“Merak etme kızım, yanına kalmaz!”

Simay, hıçkırıklar içerisinde ağlayarak babasının ellerine sarıldı.

Odadan çıkan Payidar, koridorda bekleyen Rıfat’a yaklaştı.

“İki adam dik buraya! Bir an dahi ayrılmasınlar!”

“Peki efendim!” diyen Rıfat, harekete geçecekti ki Payidar, onun kolundan tutup:

“Şu iti bulun bana! Cami duvarına işemenin cezası, baya kabarık olacak!” deyince Rıfat, başını sallayıp yanından ayrıldı.

***

“Ya nerdesin sen?” diye cırlayarak soran Gaye, Kenan’ın:

“İşim vardı!” diyerek onu geçip Hamdi’ye doğru yürümesiyle:

“Ne işi be?” diye sordu. Hamdi, gözlerini Kenan’dan ayırmıyordu. Kenan, bir ara Gaye’ye dönerek:

“Sevgili yaptım, onunla buluştum!” deyince Gaye, kendini kaybetmiş bir şekilde:

“Gebertirim seni!” der demez Hamdi, yavaşça ayağa kalkıp ikisinin atışmasını izlemeye koyuldu. Bünyamin de onları izliyordu. Kenan, Gaye’yi es geçip geldi ve Hamdi’nin karşısında durdu.

“Kusura bakmayın Hamdi Bey, geç kaldım!”

Hamdi, tebessüm ederek:

“Önemli değil delikanlı! Gel bakalım!” dedi ve ona sandalyeyi işaret etti. Kenan o sandalyeye otururken Gaye, onun karşısına geçip oturdu. Hamdi, yerine geçerek:

“Benim bazı kurallarım var!” dedi ama Gaye, araya girdi.

“Evet, mesela geç kalmamak, sevgili falan yapmamak, onunla bununla düşüp kalkmamak gibi… Değil mi baba?”

Hamdi, göz ucuyla kızına baktıktan sonra:

“Bana, Pars diyeceksin; yakında bunun nedenini öğrenirsin! Ayrıca benimle, sizli bizli değil de samimi konuşacaksın!” deyince Kenan, bir gözü Gaye’de:

“Kızınızın saydıkları, nedense bana daha makul gibi geldi Hamdi Bey!” der demez Gaye, gülümseyip ona göz kırptı. Kenan oralı olmadı ve Hamdi’ye odaklandı.

“Şartlarım bunlar Kenan! Herkes bana Pars der ve senli benli konuşur! Sen de öyle yapacaksın!”

Kenan, rahatsız olmuş gibi yerinde doğruldu.

“Bakın Hamdi Bey! Hem konum itibariyle hem de yaşça benden kıdemli ve büyüksünüz! Değil Pars, kral dahi olup böyle hitap etmemi isteseniz bile, bunu yapamam!”

“Neden?”

“Çünkü ben, devlet terbiyesi almış bir insanım! Her ne kadar yolunuz devletten ayrı olsa da, ben devletin kucağında yetişmiş biriyim! İstesem de, dediklerinizi yapamam!”

Gaye, hayranlık fışkıran gözlerle Kenan’a bakarken Hamdi, huzursuz olduğunu:

“Devlet himayesinde yetişip terbiye almış olabilirsin ama ben, ne bir devlet görevlisiyim ne de devletle herhangi bir bağım var. Bu yüzden sen, burada bizimle çalışacağın için, benim dediklerimi yapmak zorundasın!” diyerek belli edince Kenan, el mahkum dercesine elini kaldırıp:

“Peki Hamdi Bey, nasıl isterseniz?” dedi. Ama Hamdi’nin kaşlarının çatılmasıyla:

“Peki Pars, nasıl istersen?” diyerek düzeltti. Gaye güldü, kıkırdadı ve babasının kaşları çatık yüzüyle muhatap olunca duruldu.

“Şimdi…” diyerek sırtını sandalyesine dayayan Hamdi:

“Yarın sabah toplantı var, sen de geleceksin!” deyince Gaye, kendini tutamadan:

“Hayır baba, gelmeyecek! Çünkü benim yarın okulum var, son birkaç dersim kalmış! Kenan’la okula gideceğiz!” diyerek araya girdi. Kenan, gözlerini Gaye’ye dikip:

“Ben sizin değil küçük hanım, babanızın korumasıyım!” der demez Gaye, hışımla ayağa kalkıp:

“Yarın, bütün gün benimsin yani benimlesin! Bitti!” dedi ve evin kapısına doğru yürüdü. Kenan, Hamdi’ye sokulup:

“Lütfen beni kızına yem etme Pars!” dedi. Hamdi, gülümseyerek:

“Maalesef, sanırım yem olacaksın!” deyince Kenan, usulca başını salladı.

“Ayvayı yedik gayri!”

Hamdi, kendini tutamadan güldü.

***

ANKARA

Siyah bir örtüyü andıran akşam, şehri çepeçevre kuşatmıştı; hafif esen yel, sonbahara zılgıt çekercesine bir davetiye görevi görüyordu ve yıldızlar, ayın yanına bağdaş kurup insanların hallerine bir nevi alay edercesine bakıp duruyordu.

Polatlı civarında, şehrin tenha bir kısmına düşmüş olan bir otele gelmişti Musa; otelin lokanta bölmesinde oturmuş, birini bekliyordu. Önündeki sürahiden bardağa su doldurmakla uğraşırken bir ses duydu.

“Hoş geldiniz Musa Bey!”

Ayağa kalktı Musa, karşısında duran; uzun boylu, takım elbiseli ve dalgalı siyah saçlı kadına bakıp:

“Hoş bulduk Nisa Hanım!” dedi. Nisa, Musa’nın karşısındaki sandalyeye oturdu.

“Sizi görmeyeli, baya değişmişsiniz Musa Bey! Kaç yıl oldu?”

“Takriben beş yıl… Siz de değişmişsiniz!”

“Güzel mi olmuşum yoksa çökmüş müyüm?”

“Kadınlar, şarap gibidir derdi bir büyüğüm! Yıllandıkça tatlanır, tadından geçilmez derdi!”

“Doğru demiş! Lakin tadım kalmadı, tuzumu da yitirdim!”

“Ne oldu?”

“Şu son yaptığınız operasyon, maalesef beni de etkiledi!”

Musa, kadının kızıl rujlarla bezenmiş dudaklarına baktıktan sonra kendini toparladı ve:

“Bu operasyonun, sizinle ne alakası var? Ankara’nın gözde holdinglerinden birinin sahibisiniz!” deyince Nisa, yerinde doğrulup:

“Bu holdingin en büyük sponsorlarından biri, Diyarbakırlı Nemirkan Hasan!” dedi. Musa, mevzuu anladı. Belli ki kadının işlerine taş vurulmuştu. Başını hafifçe sallayıp:

“Ucunun gelip size dokunacağı, aklımın ucundan geçmezdi!” derken Nisa, şöyle bir etrafına bakınarak:

“Devlet, neden böyle bir şey yaptı?” diye sordu.

“Ben devlet değilim Nisa Hanım, bana niye soruyorsunuz? Devletin başkentinde oturan sizsiniz! Millet meclisi, iki saatlik yol mesafesinde!”

“Biliyorum Musa Bey! Bakan dostlarım da mevcut, lakin şu operasyonla bana kapılarını kapadılar. Ben de mecburen sizinle görüşmek istedim!”

“Benden ne istiyorsunuz peki?”

“Hasan Nemirkan, dün gece beni aradı!”

Musa, yerinde doğrulup kadına adapte oldu. Nisa, masadaki bardağa uzanırken Musa, sürahiyi kavrayıp kadının bardağına suyu doldurdu. Kadın, bardaktan bir yudum su içtikten sonra lafına devam etti.

“Operasyonun faturası, Diyarbakır halkına kesilecek! Benim de Diyarbakırlı olduğumu biliyorsunuz! Ben, halkıma eziyet edilmesini istemem! Sizden yardım istemekten başka çarem kalmadı!”

Musa, lafı nerden alıp nereye satacağını hesap ederken kadının bakışları, onu ister istemez etkilemişti. Yerinde doğrulan Musa:

“Hasan Nemirkan, aşiretin reisinin oğlu! Aynı zamanda Zinda aşiretinin kızıyla evli! İki aşiretin bir olması demek, Diyarbakır halkı için tehdit oluşturabilir. Bunun bilincindeyim! Lakin yapabileceğim bir şey yok!” deyince Nisa, gözlerini kırpıştırarak:

“Lütfen Musa Bey! Sizin eliniz, benim elimden daha güçlü!” diye rica etti.

“Vardır devletin bir bildiği Nisa Hanım, beklemek zorundayız!”

“Devlet, kendini düşünmekten başka bir şey bilmez!”

“Şu, kendini Mehdi ilan eden ve yaptığı programlarda halkın dini duygularını sömüren, kadınları kullanan, dans edip şebeklik yapan sahte bir hoca vardı hani?”

“Evet, hatırladım!”

“İşte devlet, o sahte hocanın fişini çekmek için tam iki yıl bekledi! Ardından da operasyon için düğmeye bastı!”

“Bu da böyle mi?”

“Bekleyip göreceğiz!”

Nisa, sıkıntıyla derin bir nefes alınca Musa, sırtını koltuğa yaslayıp kadının suratını inceledi.

***

DİYARBAKIR / LİCE

Kırsal bir alan, çiftlik için ayrılmıştı; etrafı tahta çitlerle örülü, devasa bir alanı kaplayan, ortasında üç katlı bir villayı andıran mekanın ayrıca iki tane tek katlı ve geniş evlerle birlikte teşkil ettiği kocaman çiftliğin avlusunun giriş kapısında, mavi renklerle bezenmiş bir tabelada, ‘Nemirkan Çiftliği’ yazısıyla gözlere hitap ediyordu. Koca alanda atlar için ayrılmış özel bir yerde beş at duruyordu. Atların kişnemeleri, etrafı açık alanda savrulup giderken bir köpek, üç katlı mekanın sağ tarafında, bir duvara zincirlenmişti. Sivas kangal cinsinden olan köpek, öfkeli gözlerle etrafına bakınarak hırıldıyordu. Garaj için ayrılmış bir alanda bir traktör, iki kamyonete ve iki tane de lüks araba duruyordu.

Üç katlı mekanın ikinci katında, bir çalışma odasını andıran bir odada, pencerenin karşısında durmuş ve karşıki tepelere çöken karanlığı izliyordu Hasan Nemirkan; orta boylu, sırtı pek, hafif kilolu, şalvarlı ve yelekli biriydi, gözleri ela ve kumral tenliydi. Arkasında durmakta olan adamı, boynu önüne eğik ve sanki kabahatliymiş gibi mahcup bir endama bürünmüştü. Hasan, adamına dönmeden kalın sesiyle:

“De hele, nedir durum?” diye sordu. Adamı, yutkunduktan sonra:

“Ağam! Devletin işidir, öyle diyorlar!” dedi. Hasan, keskin bakışlarını adamına çevirdi. Adamı, adeta kaçacak delik aradı.

“Devletin işidir? Niye, devlete ne fenalığımız değmiştir?”

“Bilmem ağam! Bizimkiler, devletin elindedir. Ankara’ya götürmüşler!”

Hasan, gözlerini kısarak:

“Ankara’ya?” diye sordu. Adamı başını sallayınca Hasan, yavaşça koltuğuna doğru yürüdü.

“Partiyi küçük görürler, anlarım! Bizi küçük görmeleri, anlaşılmaz! Hele küçük düşürmeleri, affedilmez!”

Koltuğuna otururken söylemişti bunları, adamı onu dinliyordu.

“Nisa Hanım’la görüştüm! Beni dinlerse, zarar giderilmiş olur! Ama dinlemezse, ben de sağır olurum!”

“Emriniz nedir ağam?”

“Melikahmet, Sur, Kuruçeşme, Bağlar ve Şehitlik’teki adamlara git Bedir! De ki onlara; ağamın fermanıdır, uymayanın canı yoktur bilinsin! Devlet, benden olanı bana vermezse, gayrı Amed’te taş üstünde taş kalmaz! Böyle biline!”

“Başım gözüm üstüne ağam!” diyen adamı, huzurdan ayrılırken Hasan, gözlerini kapanan kapıya dikerek:

“Böyle biline!” diye fısıldadı.

***

İSTANBUL

Riva’daki toplantı yeri, bu sefer Kenan’ı da kabul etmişti; Hamdi, kızının emrine karşı gelememiş ve yarın olması gereken toplantıyı, akşama almıştı. Herkes gelmiş, Payidar eksikti. Toplantı masası, bu sefer değişiklik olsun diye dışarı alınmış, herkes dışarıda oturmuştu. Kenan, hemen Hamdi’nin arkasında durmuştu. Toplantıdakilerin yüzleri, aleni bir şekilde seçiliyor ve Kenan, onların suratlarını adeta hafızasına kazıyordu.

“Beyler! Bir zamanlar Payidar kardeşimizin kaçırttığı, sözde benim damadım olan ama aslında benimle zerre alakası olmayan Kenan Karabey, Bünyamin’in yardımcısı olarak ve benim sol kolum olarak aramıza katılmıştır. Kendisine, daha Kurul’dan ve Kurul’daki siz kıymetli dostlarımızdan bahsetmedim! Uygun zamanı bekliyordum! Ve o zaman, şimdiki zaman beyler! Kendisine bilahare Kurul yeminini okutacak ve hepinizle tanıştıracağım! Ama bir kardeşimiz eksik!”

İzam Ağa, bir gözü Kenan’da:

“Payidar kardeşimiz, daha teşrif etmemişler Pars!” deyince Hamdi, ağaya bakarak:

“Haberim var ağa! Kendisi beni aradı! Ufak bir işi varmış! Onu erken hallederse, aramıza katılacak; şayet halledemezse, affınızı talep edecek! Ama onun işleri tamam! Yani üstüne düşen vazifeyi, güzelce yerine getirdi!” dedi. Kenan, hepsinin suratını incelerken Bünyamin, onu hafifçe dürterek kendine getirdi. Bünyamin’e dönüp baktı ve başını salladı.

“Öyle bakma herkese!” diye fısıldayan Bünyamin, onu uyarsa da Kenan, boş vermiş bir edayla İzam Ağa’ya, oradan Tayfun’a; Tayfun’dan Cevat’a, Cevat’tan Samet’e, Samet’ten Jargon’a ve son olarak da Bahri’ye baktı. Bahri’yi tanıyordu, daha doğrusu önceden görmüştü. Diğerleri yabancıydı, daha önce hiç görmediği insanlardı. İçinden; demek bunlar, İstanbul’un karanlık sokaklarına hakim, pis işlerinin kaynağı, her türlü haltın baş yapıtları bunlar, diye geçirirken Hamdi’nin sesiyle kendine geldi.

“İşler tıkırında beyler! Sehem tırları, sapasağlam bir şekilde yerine ulaştı! Yorgo, hemen işe koyuldu! Yakında kendisinden haber alırız!”

Kenan, hafif ürkmeye başlamıştı. Nasıl bir işin içinde olduğu, duyduğu her sözle onu korkutuyor ve ürkütüyordu. Bunların arasına girmek, kurtla çakalın arasında kalmaktan daha beter, diye düşünürken Tayfun, gözlerini Kenan’a dikip:

“Senin yeni eleman Pars, acep nasıl biri?” diye sorunca Kenan, kendini toparladı. Hamdi, yavaşça ayağa kalktı, Kenan’a doğru geldi ve onun yanında durup masaya yüzünü döndü.

“Delikanlı biridir Tayfun! Bana bile kafa atmışlığı var. Ama estetik bir vuruştu, burnumu kırmadan kanatmayı becerdi!”

Herkes, şaşkın gözlerle bakışırken Jargon, dişlerini sıkarak:

“Sen de Pars, onun kafasını estetik bir şekilde koparamadın mı?” diye sorunca Hamdi, gülümseyerek:

“Denedim ve geçti Jargon! Öfkelenmeye hacet yok!” dedi. Tayfun da ayağa kalkıp:

“Acep senin yeni eleman, benim Fıçı’yı alt edebilir mi?” diye sordu. Hamdi, gözlerini Kenan’a çevirip:

“Edeceğinden şüphem yok!” dedi. Tayfun, arkadaki adamlara dönerek:

“Fıçı!” diye seslendi. Az sonra iri yarı, kel kafalı, belki yüz kiloyu bile aşmış insan azmanı bir adam, kulaklarındaki küpelerden utanmadan geldi ve kapkara gözlerle Tayfun’a baktı. Sesi, soğuk havalarda ormanda izini kaybetmiş bir ayının homurtusuna benziyordu.

“Efendim dayı!”

“Bu Kenan, fıçından nasibini almak istiyor! Ne dersin?”

Kenan, beti benzi atmış bir şekilde Fıçı Kamil’e bakıyordu; Hamdi, sırıtarak Kenan’ı izliyordu, Bünyamin de gülümsüyordu ve Fıçı, Kenan’a dönerek:

“Güzel yüzüne yazık dayı!” dedi. Kenan, dudakları kıvrılırcasına:

“Sağ ol!” deyince Hamdi, kendini tutamadan güldü. Masadakilerin keyfi yerindeydi. Hamdi, gülmesini bitirerek:

“Ne dersin Kenan?” diye sordu. Kenan, önce masadakileri süzdü; bakışları, dönüp Tayfun’da sabit kaldı, Fıçı’yı da izledikten sonra Hamdi’ye dönerek:

“Her fıçının parçalanması, bir baltanın keskinliğine bakar Pars!” deyince Hamdi, başını sallayıp:

“Vay! Buyurun o zaman, sahne sizin!” dedi. Kenan, dönüp Fıçı’ya baktı.

Koca bir alan boşaltılmıştı; Fıçı, Kenan’ın cılız oluşuyla dalga geçercesine gülümserken Bünyamin, keyfi yerine gelmiş gözlerle manzaraya bakıyordu. Hamdi ve Tayfun, yan yana oturmuştu. Masadakiler, heyecanlı gözlerini onlara dikmişti.

“Seni çiğnemeden yutacağım!”

Kenan, Fıçı’nın lafıyla:

“Boğazına takılır, öksürmene sebep olurum ayı yavrusu!” deyince Fıçı, aniden üstüne atıldı. Kenan, kendisini sıkan güçlü kolların vermiş olduğu sıkkınlıkla baş etmeye çalışırken Fıçı, onu havaya kaldırıp sallamaya, o taraftan bu tarafa döndürmeye başladı. Kenan, başı dönmesin diye gözlerini kapattı. Fıçı, olanca gücüyle onu sıktı.

Bu arada Bünyamin, çalan telefonuyla kalabalıktan sıyrıldı. Yabancı bir numaraydı onu arayan, telefonu açıp:

“Efendim!” dedi.

“Kardeşimizin hesabını vereceksin!”

“Sen kimsin lan?”

Telefon kapanmıştı. Bünyamin, telefonun ekranına bakıp başını salladıktan sonra kalabalığa doğru yürüdü.

Kenan:

“Yetti lan!” diyerek arkaya doğru bir kafa attı; burnunun orta kemiğine aldığı darbeyle Fıçı, bir an dengesini yitirdi ve Kenan, bulduğu bu boşluğu doldurdu. Burnunu tutan iri kıyım adamın üzerine, bir kartal gibi atıldı ve diziyle suratına vurdu. Hamdi gülüyor, Tayfun şaşkın ve diğerlerin ağzı açık kalmıştı. Fıçı, kendisini toparlayıp Kenan’a doğru hamlede bulundu. Kenan, kayarak onun bacak arasındaki boşluktan geçerken avret yerlerine yumruk vurdu. Bir boğanın böğürmesini andıran bir sesle bağıran Fıçı, yüzü kıpkırmızı bir şekilde avret yerlerini tuttu. Kenan, eğilmiş olan iri kıyım adamın arkasından üstüne atıldı ve onun eğilmiş dizlerine vurup onu yere yıktı. Fıçı yere düşerken Tayfun, hızla ayağa kalktı. Kenan, Fıçı’nın iri başını dizlerinin arasına alıp sıkıştırdı. Herkes, iri gözlerle Kenan’ı izliyordu. Hamdi, keyfi yerinde bir şekilde Tayfun’a baktı. Kenan, adamın iri başını sıkarak:

“Pes mi lan, pes mi?” diye sordu. Fıçı debeleniyor, Kenan dizlerini sıkıyor ve Tayfun, iri gözlerle Kenan’a bakıyordu.

***

Laleli’deki spor salonunun ışıkları sönüktü, gecenin kör bir vaktiydi ve Pamir, tek başına içeride, önündeki mini masaya kurmuş olduğu rakı sofrasına adapte olmuştu. Simay’ın fotoğrafı, masada duruyordu. Pamir, yaşlı gözlerle fotoğrafı izliyordu. Ufku bulanık, aklı karmaşık ve içindeki korku, onu rakıya meze etmişti.

“Kıymetini bilemedim! Seni üzdüm!”

Rakı bardağını, fotoğrafa doğru uzatıp yudumladı. Uykudan gözleri açılmasa da Pamir, zor bela içmeye devam ediyordu.

Salonun önünde duran araç, bir felaketin habercisiydi. Payidar ve Rıfat, araçtan inerken etrafın tenha oluşu, bir nevi işlerine yarıyordu.

“Burada olduğuna emin misin?”

“Evet efendim! Saklanacak tek yer burası!”

Payidar, başını sallayıp kapıya doğru yürüdü. Rıfat, etrafına bakındıktan sonra patronunun peşinden ilerledi.

Kapının koca bir gürültüyle açılması, Pamir’i pek de etkilemişe benzemiyordu; sarhoş gözlerle gelenlere baktı, ne korktu ne de etkilendi, sanki onları bekliyormuş gibi gülümsedi ve Payidar, onun karşısında durup:

“Lan şerefsiz! Sen misin kızıma saldıran, ha?” diye çıkıştı.

“Benim, baba!”

“Bana baba deme lan!”

“Ben boktan biriyim baba, öldür beni!” diyen Pamir, yaşlı gözlerle Payidar’a baktı. Payidar, belinden silahını sıyırdı. Tam ateş edecekti ki Rıfat:

“Efendim, arka sokakta karakol var! Burada sıkarsanız, buradan çıkamayız!” deyince Payidar, silahını indirip:

“Öldürmeyeceğim bu iti Rıfat! Eşek sudan gelene dek… Hatta onu eşek edene dek döveceğim!” dedi. Pamir, başını öne eğdi.

“Gel lan buraya!” deyip Pamir’in yakasından tutan Payidar, onu zorla ayağa kaldırdı. Pamir, aniden Payidar’ın suratına sol kolundan aldığı güçle yumruk indirdi. Payidar, geriye doğru sendeledi. Rıfat, Pamir’e tekme atmak istedi ama Pamir, onun bacağından tutup apış arasına diziyle vurdu. Avazı çıktığı kadar bağıran Rıfat, sırt üstü yere düştü. Payidar, arkadan ona tekme atınca Pamir, yüzükoyun yere düştü. Tekmelerle sırtına vuran, durmak bilmeyen ve adeta Pamir’in kemiklerini kırarcasına girişen Payidar, bir an boşluğa denk geldi ve tekmesi, boşa savruldu. Bunu fırsat bilen Pamir, onun ayağını tutup yan çevirdi ve Payidar, kendini yerde buldu. Üstüne çıkan Pamir, yumruklarını konuşturdu. Ama hesaba katmadığı Rıfat, onun yüzüne bir tekme indirmesiyle yana düştü. Bu sefer Payidar, ağzı yüzü kan içinde kalsa da Pamir’in üstüne çıktı ve yumruklarını konuşturma sırası ona geldi. Payidar’ın bileklerinden aldığı bütün gücüyle indirdiği yumruk, Pamir’in ön dişini ağzından fırlatmış ve öteye savurmuştu. Halden düşen, mecalini yitiren Pamir, son bir kuvvetle Payidar’ın elini sıkıca tutup geriye atsa da Payidar, kontrolü sağladı ve yumruklarına devam etti.

“Efendim, yeter öldüreceksiniz!”

“Karışma Rıfat!” diyen Payidar, yumruklamaya devam etti. Pamir, artık bir şey göremedi ve gözleri yumuldu. Payidar durmadı, vurdu vurabildiği kadar ve en son durdu. Ağzı yüzü kana bulanmış, dişleri kandan kızıla boyanmış ve yüzü gözü mosmor bir Pamir, enkazın altından çıkmışçasına ulu ortada kalmıştı. Payidar, ona tükürüp:

“Şerefsiz!” dedi ve Rıfat’la birlikte kapıya yöneldi. Pamir yerde, yerde kanlar ve ortam, yırtıcı bir boğuşmanın ardında kalmış bir sessizlikle yüzgöz…

***

Sahile gelmişlerdi; Kenan, Ekim’e el sallayan bir havanın vermiş olduğu ferahlıkla, Gaye’ye ayak uydurmuş ve güneşli, havası müthiş kokan bir Eylül sabahında, onunla birlikte sahile gelmişti. Bir çay bahçesinde oturuyorlardı. Önlerinde kahvaltı masası vardı, çayların dumanları tütüyordu ve Marmara’nın eşsiz görüntüsü de onlara eşlik ediyordu.

“Okula diye çıktık evden! Ne bu şimdi?”

“Okul biteli aylar oldu akıllım! Okul bahane, bu hava şahane…”

“Babana yalan söyleyemem!”

“Sen söylemedin ki zaten, ben söyledim! Korkma, sana bir şey yapmaz! Hem…” diyen Gaye, Kenan’ın yanaklarındaki kızarıklıkları ve gözünün altındaki hafif morluğu işaret ederek:

“Ne oldu sana? Kaportayı çizmişler!” deyince Kenan, ağzını eğip:

“Aman ne komik?” dedi.

“Ciddi, ne oldu?”

“Sevgilim tırmaladı, kendimi serbest bırakmayınca yumruğu çaktı!”

Gaye, yine kendini kaybetti ve masadaki çatalı tutup salladı.

“Bana bak, delerim seni!”

“Delgeç misin sen?”

“Ay ne güldüm?” diyen Gaye, çatalı indirip:

“Şakası bile kötü!” dedi. Kenan, yerinde doğrulup:

“Ne istiyorsun sen benden?” diye sordu. Gaye, birden irkildi. Kenan’ın bu sorusu, ona yığınla cevap sunsa da o, sadece:

“Hiç…” diyebildi.

“Bir hiç mi, seni köpürtüyor böyle? Benim biriyle çıkmam, yani sizin deyiminizle sevgili olmam, neden seni başı dumanlı dağlar gibi şahlandırıyor?”

“Kahvaltını yap!”

“Ciddi… Çok merak ettim, anlatır mısın?”

“Anlatsam iştahın kaçar!”

“O kadar kötü mü yani?”

“Değil ama tadımızı bozmayalım!” diyen Gaye, sevecen olmaya çalışarak:

“Bugün serbestiz, ne yapalım?” diye sordu.

“Ben serbest değilim Gaye! Babana hesap vermekle uğraşamam! Zaten zor arayı düzelttik! Bir de kara kedi gibi aramıza girme!”

“Bakıyorum da babamdan hoşlanmış gibisin!”

“Evet, yakında çıkma teklifi edeceğim!”

“Ukala! Hem sevinme, babam senle çıkmaz!”

Kenan, gülerek bakışlarını denize çevirdi. Rıhtıma yaklaşan gemilerin tepesinde uçmakta olan martıların sesleri, gemi düdüklerine eşlik eder gibiydi. Güneş de öğlene selam durmuşken havada yosun kokusu kol geziyordu.

“Daldın?”

“Bir türkü geldi aklıma!”

“Sen de benim gibi türkü seviyorsun demek!”

“Türküleri kim sevmez! Sevmeyenin şeceresinden şüphe ederim!”

“Bak sen! Hangi türküymüş o?”

“Bülbülüm bağ gezerim, aşığım dağ gezerim, yüz yerde yüz yaram var…”

“El sanır sağ gezerim!” diyerek araya giren Gaye, Kenan’ı gülümsetti.

“Evet, o!”

“Çalmamı ister misin?”

“Millet rahatsız olur sonra!”

Gaye, yerinde doğrulurken telefonunu aldı ve:

“Türkülerden rahatsız olanın şeceresinden şüphe ederim!” deyince Kenan, göz kırptı. Gaye,”Saadet Alan”ın dilinden ‘Bülbülüm Bağ Gezerim’ türküsünü açarken Kenan, nemli gözlerle onu izliyordu. Türkünün sesiyle müşteriler, onlara dönüp bakmıştı; kimileri onları sevgili sanmış ve birbirlerine bakıp gülümsemişti, kimileri de onlar gibi kendilerini türkünün müziğine, ritimlerine ve sözlerine kaptırmışlardı. Sanki martılar da türküye eşlik ediyordu. Sanatçının hoş nidası, sahilden kıyıya, oradan masmavi sulara karışıyor ve balıkları dahi şevke getiriyordu.

‘Bülbülüm kafesteyim,
Aşığım hevesteyim
Hâlâ sağım ölmedim
Ama son nefesteyim!’

…sözleri, Kenan’ın gözlerinin dolmasına neden oldu; masadaki mendili aldı, nemlenen gözlerine sürüp bakışlarını Gaye’den kaçırdı. Gaye, hayran dolu gözlerle ona bakıyordu. Son nakaratın bitmesiyle Gaye:

“Oy oy demeye geldim, yâri görmeye geldim! Yavrum yaran nerende, merhem olmaya geldim!” deyince Kenan, elini tam da kalbinin üstüne koyup:

“Burada… Sancısı inmek bilmiyor Gaye! Merhem olur musun?” diye sordu. Gaye, elini uzatıp onun kalbinin üstüne koydu ve diğer eliyle de, Kenan’ın bir elini tutup kendi elinin üstüne koydu.

“Olurum Kenan!”

Kenan, onun elinin sımsıcak ve pamuk gibi derisini okşarken gözleri, Gaye’nin gözlerinden ayrılmıyordu. Onlar böyle aşk dolu, muhabbet dolu gözlerle bakışırken bir çift göz, onları uzaktan izliyordu.

Musa, çay bahçesinin arka masaların birinde oturmuş ve elindeki gazeteyi okuyor numarasıyla onlara bakıyordu. Suratında mütebessim ve memnun bir ifadeyle:

“Aferin aslanım!” diye mırıldandı ve çayını yudumladı.

Martıların sesleri, yine gemilerin düdüklerine karıştı ve Kenan’la Gaye’nin aşk dolu bakışmaları, belki de martıların kanatlarına yapışıp uzak diyarlara ulaştı.

⛔⛔⛔

(7. Bölümün Sonu)

Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top