"Kızıl Ejder İstanbul'da"

Üstüne boca edilen bir kova suyla Kenan, sıçrayarak kendine geldi; onu başka bir yere almışlardı, zincirle duvara bağlanmış bir haldeydi ve bitkin düşmüş bir şekilde zor bela kendine gelmişti. Karşısında duran Bahoz, yüzünü kapattığı bezi çıkarmadan onu izliyordu. Kenan, boğazına kaçan suyla bir iki öksürdü. Bedenindeki titreme, korkudan değil, tamamen soğuk sudan üşüdüğü içindi. Bahoz, onu şöyle bir süzdükten sonra:

“Kimsin ve burada ne işin var?” diye sordu. Kenan, gözlerini ona dikerek:

“Benim adım Azrail, kuranız çıktı. Ölüm piyangosunu kazandınız ve bu yüzden buradayım!” deyince Bahoz, adamına şöyle bir baktı. Adam, olanca gücüyle sert bir yumruk indirdi ve Kenan, sersemlemiş bir şekilde yalpaladı. Bahoz, derin bir nefes alıp:

“Bak şimdi! Buraya gelip beni öldürmek isteyen, kampı yerle bir etmek isteyen çok adam var. Hepsi kendilerine Azrail diyor. Ben şimdi sana mı inanayım yoksa onlara mı? Karar veremedim. Sen söyle!” dedi. Kenan, ağzındaki kanı yere tükürdü. Onun görmek istediği, Musa’yla Kaytan’dı ama ortalıkta yoktular; bu yüzden Kenan, biraz daha vakit kazanmak istiyordu ve sabrediyordu.

“Bana inan, başkasına güvenme!”

Bahoz’un gülen gözleri, alaylı bir vaziyet aldı. Sesindeki kinayeli ton, ortamda yansıyarak:

“Diğer ikisi için mi geldin? Ama biz onları öldürdük!” deyince Kenan, birden irkildi. Adamın yalan söylüyor olmasını, canı gönülden diledi. İri gözlerle adama bakıp:

“Hangi adamlardan bahsettiğini bilmiyorum!” diyerek Bahoz’un tepkisini ölçmeye çalıştı. Bahoz, alaylı bir üslupla:

“Birazdan öğreneceksin! Adamları öldürmedim ama bu, öldürmeyeceğim anlamına gelmez! Tabi bu sana bağlı! Onların ölmesini istemiyorsan, kaçırdıkları adamı bize getir, biz de sizi salalım!” deyince Kenan, dalga geçer gibi:

“Birazdan salacaksın zaten! Hem bizi, hem de bu sabah yediklerini!” der demez Bahoz, Kenan’ın lafından bir şey anlamadı. Kenan, baş parmağını çıtladı. Bahoz, yavaşça ona yaklaştı. Kenan, yüzündeki ifadeyi değiştirmeden:

“Bence kaç kurtul!” deyince Bahoz, hızla ona doğru yürüdü. Kenan’ın başparmağı yüzüğün üstünde durdu ve aniden bastı.

Tepedeki adamların kucağındaki bombalar, koca bir gürültüyle patlarken taş ve kayalar, yerlerinden koptu ve sürüklenerek aşağı doğru düşerken cephanedeki bombanın da patlaması, cümbüşe katkıda bulunmuştu. Etrafa savrulan militanlar, her yerin dumana gömülmesiyle koyu bir karanlık ortamı sardı; parçalanan bedenlerin toza bulandığı, feryatların her yeri kuşattığı ve alev toplarının etrafa savrulduğu kamp alanında sağlam kalan militanlar, hemen silahlarına sarılmıştı. Birden ateşler edildi, Emin ve yanındakiler de partiye iştirak etti. Her taraftan mermiler sarmıştı kampı; düşen her militan, yüzlerini toprağa bularken Emin, bir kayanın üstünde atlayıp silahıyla hücuma geçti. Hepsi gelmişlerdi; kamptakiler, hazırlıksız yakalanmıştı, kimileri daha silahlarına sarılamadan yere düşerken kimileri bir iki el ateş edip yere düşüyor ve kimileri de iyice direndikten sonra kendilerini yerde buluyorlardı.

Bahoz, içeri giren militanın:

“Başkan, baskın var! Çok kalabalıklar!” demesiyle silahını sıyırıp Kenan’a doğrulttu. Kenan, tebessüm ederek:

“Bekle hele çıyan başı!” dedi ve hızla ellerini çekerek zincirle birlikte onun üstüne atıldı. Militan, Kenan’a ateş etmek istediyse de Kenan, hızla Bahoz’un arkasından dolandı ve onu kavrayıp kendine kalkan yaptı. Belindeki silahı sıyırıp şakağına dayadıktan sonra:

“Haydi sık lan, haydi sık! Sık da başkanın leş olsun burada!” diye bağırdı. Militan, tereddüt ederek Bahoz’a baktı. Bahoz, bir nebze güçle çırpınarak:

“Sık ulan, sık! Halkımız için, davamız için sık!” diye seslendi. Militanın tereddüdü geçmemişti. Silahı sabit tutup ateş etmekle etmemek arasında bocalarken Kenan, ondan evvel davranıp ateş etti ve militanı, alnından vurdu. Bahoz, kurtulmak için debelenerek:

“Buradan çıkamayacaksın! Bu kamp, hepimize mezar olacak!” deyince Kenan, onu çekiştirip:

“Yürü bakalım, sana kolay ölüm yok!” dedi ve onunla birlikte mağaranın çıkışına doğru yürüdü.

Dışarıdaki şenlik, diz boyunu aşmıştı; vurulan militanlar, ortalığı kana bularken Emin ve yanındakiler, hızla ilerliyordu. Emin’in yanındaki adam, cebinden el bombasını çıkarıp pimini çekti ve hızla fırlattı. Çadır enkazının yanındaki adamların ortasına düşen bomba, şiddetli bir patlamayla infilak ederken adamlar, bir toz parçası gibi öteye savrulmuştu; silah sesleri, dinmek nedir bilmiyor, mermilerin havada uçuşması, ahenkli yankılar yaratıyordu ve Emin, yerinden çıkıp birini indirerek yerini değiştirdi.

Kenan, Bahoz’u sımsıkı tutarak mağaranın ağzına yanaşıyordu; onlara sırtı dönük olan militanlar, dışarıdakileri püskürtmek için olanca çaba sarf ediyordu ve Kenan, bulduğu fırsatı değerlendirdi. Üst üste ateş edip her beşini yere yıkarken Bahoz, giderek umutsuz bir tavra bürünmeye başlıyordu.

Kaytan ve Musa, başlarındaki iki militana bakıyordu; ikisi, tereddütle bekleşirken Kaytan, tebessüm ederek:

“Bence siz de şenliğe katılın! Çok şey kaybedersiniz sonra!” deyince Musa, kinayeli bir sesle:

“Bence kalsanız da, çok şey kaybedeceksiniz! Canınızı…” der demez militanlardan birisi, Musa’nın suratına silahın dipçiğiyle vurdu. Ağzı burnu kana bulanan Musa, gözlerinin kararmasıyla sendeledi; Kaytan, burnundan solarcasına onlara bakarken hafif kapıya yakın olan militan, yüzünde müstehzi bir ifadeyle ikisine bakarak:

“Bizimkiler halleder, merak etmeyin!” dedi. Kaytan, artık çıldırmak üzereydi. Musa’nın kendinden geçer gibi sallanması, Kaytan’ı endişelendirmişti. Yaşlı kurt, ufak bir fiskeyle dağılacak tipten olmasa da Kaytan, giderek onun için endişeleniyordu.

“Ulan! Kökünüze kibrit suyu dökmek farz oldu!” diye fısıldayan Musa, aniden nerden geldiği bilinmeyen bir güçle zincire asıldı. Kaytan’ın irileşen göz bebekleri, Musa’nın üstünde gezindikten sonra militanlara kaydı. Kapıdaki militan, parmağını tetiğe götürüp hazır olda bekledi. Musa, öyle bir gürledi ki karşısındaki militan, ister istemez irkildi. Zincirin duvara bağlanmış demiri, bir gürültüyle yerinden koparken Musa, hızla militanın üstüne atıldı ve onu kendine kalkan yaptı. Kapıdaki militan, ansızın tetiğe basınca mermi, onun arkadaşına saplandı ve Musa, yakaladığı militanın yere düşmemesi için sapasağlam tutarak onun silahının namlusunu, diğer militana çevirerek tetiğe bastı. Göğsüne saplanan mermiler, diğerini de yere yıkarken Musa, hemen eğilip yerdeki militanın ceplerini yokladı. Kaytan’ın gözleri kapıdaydı; endişe, telaş ve heyecanlı bir şekilde nefes alıp verirken Musa, anahtarı çıkarmış ve bileklerindeki zincirleri çözmekle uğraşıyordu. Asma kilidin yere düşmesiyle Musa, hızla Kaytan’a yöneldi. Kaytan, tedirgin bir şekilde:

“Acele et reis, acele!” diye fısıldadı. O sırada bir militan, hızla içeri girdi. Musa, anahtarı Kaytan’ın eline bırakıp militanın üstüne atıldı ve boynunu kırmak istedi ama militan, Musa’yı iterek onun elinden kurtuldu. Silah namlusunu Musa’ya doğrulttu; Musa, silaha bir tekme salladı, silahın yere düşmesiyle militan, Musa’nın üzerine çullandı. Musa, suratına inen sert yumrukla geriye savrulurken militan, bir de tekme yolladı. Musa, onun tekmesini boşa çıkarıp dizine sert bir masaj yaptıktan sonra dirseğiyle suratına bir darbe indirdi. Militan, ağzından kanlar püskürerek yere düşerken Musa, onun üzerine eğilip boynunu sıkıca kavradı ve hızla döndürdü. Militanın nefesi kesildi, gözleri kapandı ve hayatına veda etmişken Musa, dönüp Kaytan’a baktı; Kaytan, ellerini çoktan çözmüş, sırtını duvara dayamış bir şekilde Musa’yı izliyor ve gülümsüyordu.

“Film oynuyor burada!” diye çıkışan Musa, yerden bir silah alıp ona fırlattı; Kaytan, silahı havada yakalayıp ona doğru yürüdü ve suratındaki gülümsemeyi bitirmeden:

“Aksiyonlu hem de…” deyince Musa, başka bir silah aldı yerden ve:

“Aksiyona aksiyon katalım o zaman!” dedi. İkisi, hızla kapıya doğru koştular.

Kenan, Bahoz’la dışarı çıktığında çatışmanın seyri değişmişti; başkanlarının alındığını gören militanlar, şaşkınlıkla bakışırken Emin ve yanındakiler, hızla atağa geçmişti. Peş peşe düşen militanlar, daha ne olduğunu anlayamadan canlarından olurken Kaytan ve Musa’nın da dışarı çıkmasıyla partinin rengi değişmişti; hızla önündeki militanı indirip koşan Musa, kendini bir kayanın arkasına atıp siper tuttu ve Kaytan, başka bir militanı indirip Kenan’a yakın bir yerde siper tutmuştu. Nerdeyse tükenmekte olan militanlar, iyice sıkıştıklarını anlamış ve ne yapacaklarını bilmez bir şekilde son sürat devam ediyorlardı ateşe; Bahoz, düşen her militanı için kendi içinde yas tutuyordu ve Kenan, onu sımsıkı sarıp köşede beklemeye devam etti. Emin, yanındakilere bakıp hücum dercesine başını sallayınca Kenan, Bahoz’un debelenmesini önlemek için gücünü zorladı. Musa ve Kaytan da, Emin’in işaretiyle harekete geçti ve her taraftan edilen ateşler, militanların iflahını kuruttu adeta; ardı ardına düşen militanlar, sayının giderek azalmasını sağlıyor, silahlardan fırlayan her mermi, bir cana tekabül ediyordu. Musa’nın indirdiği militan, Kaytan’ın indirdiği militana yoldaş olurken Emin ve arkadaşları, hızla teyakkuza geçip adeta ortalığın altını üstüne getirmişti. Giderek sayı azaldı, düşen her militanla sayı düştü ve en son, son silahtan çıkan son mermi, son militanı da yere devirerek sessizliği de beraberinde getirdi.

“Şükür, bittiler!” diye sayıklayan Kaytan, Musa’nın derin bir nefes alıp:

“Şükür, çok şükür!” demesiyle onun sırtını sıvazlayıp:

“Formunu kaybetmemişsin reis, helal olsun!” dedi ve gülüşerek diğerlerinin yanına doğru yürümeye başladı. Kenan, yanına gelen iki adama Bahoz’u teslim edip:

“Aynen saklayın, mal diye meydana salarsınız!” deyince Emin, gülümseyerek onun yanında durdu ve:

“Neden geç işaret verdin?” diye sordu. Kenan, silahı bir adama uzatıp:

“Canım istedi!” deyince Emin, gülerek başını salladı. Musa, onların karşısında durduğunda Kenan:

“Bensiz parti olmaz dedin reis, iştirak ettik işte!” deyince Musa, hızla ona sarıldı ve:

“Özlemişim evlat, özlemişim!” dedi. Kaytan, etrafındaki cesetlere baktı. Hafifçe başını sallayıp:

“İnsanın inandığı dava uğruna ölmesi ve o davanın aslında bir hiç olması, ne zor, ne katlanılmaz ve ne acı!” diye fısıldadı.

Yenişehir…

İçeri giren Reşat, telaşını ve endişesini gizleyemeden Hasan’ın karşısında durduğunda Hasan, gözlerini kısarak ona baktı ve:

“Ne oldu Reşat?” diye sordu. Reşat, yutkunduktan sonra kötü haberi, boynunu bükerek ve sanki kabahatli olduğunu düşünerek:

“Avareş, yerle bir olmuş ağam! TC, bütün gücüyle orasını talan etmiş!” deyince Hasan, dizlerindeki bağın çözüldüğünü ve nefesinin kesildiğini hissetti. Olduğu yerde kanepeye çöktü. Kısık bir sesle:

“TC bize göz açtırmaz gayrı! Tez hazırlanın, gidiyoruz!” dedi.

“Nereye ağam?”

“Düşmeyen kaleye…”

Reşat’ın gözleri irileşti, benzi un torbasına düşmüş gibi bir renge büründü ve sesi, buz kalıbında bekletilmiş gibi:

“Ama…” diye sayıkladı.

“Tez dedim Reşat, tez!”

Başını sallayan Reşat, huzurdan ayrıldı. Hasan, ellerini ovuşturdu. Gözleri, öyle öfke ve kindar bir vaziyet aldı ki, sanki göz bebekleri yuvalarından çıkacak ve avuçlarında raks edecek kıvama geldi.

***

İSTANBUL

Şile’deki harabe ev, adamların elinin değmesiyle birazcık yaşanılır bir hale gelse de Raskom, buradan gitmek için can atıyor ve sabırsız bir şekilde oflayıp pufluyordu. Sebastian ise sakin, kendinden emin tavrını korumadan bekliyor; arkadaşına inat sabırlı ve sessiz duruyordu.

“Daha ne bekliyoruz, anlamış değilim?” diye soran Raskom, Sebastian’ın:

“Bir telefon…” demesiyle yerinde doğrulup:

“Kimden?” diye sorarak onun sabrını zorlamaya karar verdi.

“Kızıl Ejder’den…”

“Ne diyecek ya da ne demesini bekliyorsun?”

“Fazla merak iyi değildir Raskom, can alır.”

“Meraklıyım, evet kabul ediyorum ama ben, buradan bir an önce gitmek istiyorum!”

“Neden geldin ki? Kafamı ütülemek için mi?”

“Güzel bir plan yapmıştın! Kız kardeşime yapılan kötülüğün sahibini, ben de öldürmek için gelmiştim. Ama nedense onu elimizden kaçırdık! Hem de senin şu beceriksiz adamların yüzünden… Söyler misin bana? Böyle beceriksiz adamları nerden buldun?”

“Seni nerden bulduysam…”

Raskom irkildi; Sebastian’ın kaşları çatılmış, sesi katılaşmış ve üslubu değişmişti. Raskom, onun üstüne fazla gitmek istemedi. Sırtını sandalyeye dayayıp:

“Bari bunlar becerikli mi?” diye sorunca Sebastian, aynı üslubuna devam ederek:

“Sen ne kadar becerikliysen…” deyince Raskom’a düşen, dilini tutup sessizliğe çekilmek oldu. Sebastian, gözlerini ondan ayırmadan sobaya bir odun attı.

***

Gaye, Kenansız geçen her saniyeyle daha da kötü oluyor; onun resmine bakarak özlemini gidermek istese de içindeki sıkıntı, bir türlü yakasını bırakmıyordu. Bazen nefesi kesilecek gibi oluyor, bazen gözleri doluyor ve bazen de içi, bir şenlik havasında yaşanan ortamlar gibi rengarenk oluyordu. Yatağına uzanmış, elinde telefonuyla oyalansa da aklı, bir türlü Kenanlı diyarlardan kopamıyordu. Parmağı, müzik listesinde gezinirken bir şarkının üstünde durdu. Birden tıkladı ve “İntizar”ın sesiyle doldu ortam; “Zülfü Kaküllerin Amber Misali” türküsünün ritimleriyle koktu her yer ve Gaye, yine kendini türkünün ahengine emanet edip Kenan’ı düşünmeye başladı.

“Zülfü kaküllerin amber misali
Boyu erguvandan güzelsin güzel!
Kızarmış gonca gül gibi yüzleri
Şahı gülistandan güzelsin güzel!”

…sözleri, yüreğine su çalmış gibiydi; Kenan’ın boyunu posunu, endamını ve yürüyüşünü anımsadı ve gülüşüne hayran kesildi, onu kalpten fetheden simasına hasret kaldı düşleri ve onu düşünüp durdu nakaratların ortasında.

“Yüzünde yeşil ben aşikar olmuş,
Çekilmiş kaşların Zülfikar olmuş,
Gözlerin aleme hükümdar olmuş,
Mührü Süleyman’dan güzelsin güzel!”

…sözlerine tebessüm etti; Kenan’ın kavisli kaşlarıyla türküde geçen ibareler uyuşmasa da Gaye, düşlerinde uyumlu hale getirip ve Kenan’ı, gönlündeki aleme hükümdar ilan edip gülümsedi. Kenan kalbinin hükümdarı ve gönlünün mührü, bir tek ondaydı. Öyle düşünüyor ve varsayıyordu.

“Çiğ düşmüş çayıra benzer yüzlerin
Aşığı öldürür şirin sözlerin
Mısır hazinesi bedel gözlerin
Zühreyi rahşandan güzelsin güzel!”

…sözlerine gıpta etti; berrak bir sureti vardı Kenan’ın, onu derinden sarıp sarmalayan sözlere sahipti ve gözleri, adeta onun kalbine saplanırcasına bakıyordu. Gaye, türkünün her sözünde Kenan’ı, ona olan aşkını ve sevdasını buluyordu.

“Sıtkı der suretin hattın secdegah
Cümle güzellere oldun pişegah
Güzeller tacısın yüzün padişah
Yusuf-u Kenan’dan güzelsin güzel!”

…sözlerinde Sıtkı’ya, yani sözleri kaleme alan şaire kıskançlık besledi Gaye; sevdiğini anlatırken aslına ona göre Kenan’ı anlatmış, her satırda onu simgelemiş ve sanki Gaye’ye inat, kalemini Kenan’ın etrafında dolandırıp kâğıtlara onu nakşetmişti. Son nakarattan sonra türkünün bitmesiyle Gaye, içi bir hoş olmuş ve kendi sarhoş olmuş bir şekilde yerinde doğrulurken kapının çalması, onu hülyalı dakikalardan alıp gerçek hayatın kucağına bıraktı. İçeri giren Hamdi, kızının bir tuhaf olduğunu görünce gözlerini kıstı.

“İyi misin kızım?” diye sorup ona doğru yürüdü. Gaye, yavaşça ayağa kalkıp:

“İyiyim baba, çok iyiyim!” deyince Hamdi, kızının karşısında durup onun saçlarını okşayarak:

“İyi olmana sevindim kızım!” dedi.

“Kenan da iyi olacak baba, ben inanıyorum!”

“Ben de inanıyorum kızım! Neyse, benim çıkmam gerek! Toplantım var. Sen kal evde ve sakın çıkma dışarı! Bu sefer beni dinle lütfen! Çünkü düşmanlarım…”

“…bana zarar verebilir!” diyerek onun lafını kesen Gaye, tebessüm ederek:

“Merak etme baba, evde olacağım!” diye ekledi.

“Güzel!” diyen Hamdi, tam dönüp gidecekken Gaye:

“Bu arada baba…” diyerek onu durdurdu. Kızına bakan Hamdi, onun ne diyeceğini öğrenmek için gözlerini kıstı. Gaye, sanki yeni fark etmiş gibi:

“Bünyamin Abi nerde baba?” diye sorunca Hamdi, boğazına düğümlenen yumruyla yutkundu ve derin bir iç çekti. Gaye, kendini kötü bir habere hazır etmek istedi ama içindeki sıkıntısı, babasının suskun geçen her saniyesiyle daha da büyüyor ve bir türlü geçmek bilmiyordu. Hamdi, derin bir nefes aldıktan sonra:

“Bünyamin’i kaybettik kızım, başımız sağ olsun!” deyince Gaye, başından aşağı kaynar sular döküldüğünü hissetti; yaklaşık on yıldan fazladır yanlarındaydı Bünyamin, artık aileden biri sayılıyordu ve babasının en yakın korumasıydı. Gaye’nin de yakını sayılırdı, onun nezaretinde büyümüştü Gaye ve artık Bünyamin Abisi yoktu. Gözlerinde beliren yaşlar, Hamdi’nin şefkatle uzanan işaret parmağıyla silinirken Gaye, birden babasına sarılıp hıçkırıklara boğuldu. Ne diyeceğini bilemiyordu. Belki bir koruma parçasıydı, belki dış kapının mandalı gibi görünse de Bünyamin, ölümüyle aslında ne olduğunu ortaya koymuştu. Kızının saçlarını okşayan Hamdi, dalgın nazarlarla bir noktaya bakıp derin bir iç çekti.

***

Kandilli sahilinde bir eve gelmişti Cem; tek odalı, dayalı döşeli ve hazır bir evdi. Gecekonduyu andırsa da müstakil ve şirin yapısıyla Cem’i ağırlamıştı. Bir kanepeye oturmuş ve başını ellerinin arasına alıp derin düşüncelere dalmıştı. Emeline ulaşamamış, planını başarıyla noktalayamamış ve bunun için üzgün, perişan bir halde düşünmekten başka bir iş yapmıyordu şu an; Rıfat’tan son anda zor kurtulmuştu, şimdi daha iyi bir hamle düşünmesi gerekiyordu ve Simay’a yapacağı oyunla hem babasından hem de Rıfat denilen heriften öç alacaktı. Pamir, onlar yüzünden canına kıymıştı; çok sevdiği arkadaşı, kardeş bildiği dostu yoktu artık ve Cem, bunun acısını fena halde çıkarmayı tasarlıyordu. Sadece birkaç gün beklemeli ve ortalığın sakin olmasını kollamalıydı. Düşüncesi bu yönde, tefekkürü bu minvalde dönüp duruyordu.

***

Şişli/Payidar’ın Malikânesi…

Payidar, yavaşça kendine geliyordu; sırtındaki yarası, giderek kabuk bağlama evresine geçmişti, acısı az da olsa belirip duran yaranın her gün pansuman edilmesi ve sarılması, Payidar’ın gün be gün iyileşmesine zemin hazırlıyordu. Yatağında doğrulurken Rıfat’ın uzanan eline tutunup ayağa kalkmayı başardı. Bir şeyler anlatarak odanın içinde birkaç adım atan Payidar, bir ara durup Rıfat’a baktı ve konuşmasına devam etti. Rıfat, patronunun her lafını dikkatle dinliyor, kafa süzgecinden geçirip beynine nakşediyor ve anladığını belirten bir baş sallamayla karşılık veriyordu.

Simay, balkonda oturmuş ve elindeki kitabın satırlarına havale etmişti düşüncelerini; kitaptaki olayları, olay örgülerini ve kurguyu kafasında birleştiren Simay, diğer satırları ve diğer sayfaları okumak için can atarken aklının bir köşesinde Cem vardı. Neden ona düşman kesilmiş, neden ona bıçak bilemiş ve ondan ne istiyor gibi sorular, beyin çeperinde yankılanıp dururken Simay, bunları düşünmemeyi ve sadece elindeki kitaba odaklanmayı kendine telkin edip derin nefeslerle kendine gelmeye çalışıyordu.

***

Beykoz’daki evinde, yapayalnız oturmuştu Yorgo; Sedef’i vurduktan sonra yalnızlık, bir kendir gibi boynuna dolanmış ve onu, derin düşüncelere sevk ederek kendinden uzak diyarlara götürüp salıyordu. Sedef’le geçirdiği güzel günleri anımsadı; onunla Yunan adalarında geçirdiği vakitleri, sokaklarda kol kola yürüdükleri yolları ve geceleri ona sarılıp saçlarının kokusunu içine çekerek gözlerini yummasını özlemişti. Yaptığına pişman olmuş gibi görünse de Hamdi’nin ona söyledikleri, pişmanlık izlerini yok edip öfke tohumlarını içine atıyor ve yaptığına pişman olmamış halde kendi karşısına dikiliyordu. Sedef’in fotoğrafını sehpaya bırakırken sehpadaki viski şişesini, gözlerini yumarak kafasına dikti. Aldığı her yudum, midesine inen her damla viski, Sedef’i unutturmaya yetmiyordu.

***

Burası, Siverek sınırları içinde kalan Karacadağ’ın arka cephesine düşen bir yerdi; her taraf koca kayalıklarla, derin oyuklarla ve kahverengi çakıl topraklarıyla doluydu. Kampın bulunduğu yer, derin bir uçurumun yamacıydı; koca kayaların gövdelerindeki derin oyuklar, onlara mağara görevi görürken aşağıdaki nehirler, soğuk sularla coşmuş gibi yılan misali akıp gidiyordu. Bu kampın önü, dikensi ve yumuşak tellerle örülmüş; militanların ayaklarının kaymaması, derelere ve nehirlere yuvarlanmaması için alınan bir önlemdi. Kamp, enine çok uzundu; çalışma, eğitim alanı oldukça azdı, yan yana duran kayaların oyuklarını mesken dinmiş, oraları ihtiyaçları için kullanıyorlardı ve kamp, basılacak cinsten değildi. Kampın arka tarafından topraklı ve çamurlu bir yol geçiyordu. Kısacası bu kampa ermek, yetişmek imkansız gibi görünüyordu. Kampın tam ortasındaki koca kayanın en üst kısmına kocaman bir bayrak asılmıştı. Kırmızı, yeşil ve sarı renklerinden oluşan sade bayrağın tam ortasında, NİNOVA yazısı yazılmış, kampa isim veren amblemler çizilmişti.

Ortadaki koca kayanın oyuğunda oturan Hasan, karşısındaki minderde oturmakta olan gür bıyıklı, sakalsız suratlı ve esmer tenli adamın jest ve mimiklerini izliyordu. Geldiği andan beri adamda bir huysuzluk, bir huzursuzluk peyda olmuştu. Sanki adam, onu gördüğüne hoşnut olmamış gibiydi. Yerinde doğrulan Hasan, adamdan gözlerini almadan:

“Biliyorum, seni sıkıntıya soktum! Ama yapacak başka çarem yoktu. Sana sığındım. Kardeşim, onların elinde! Bende de onlara ait değerli bir şey var. Gördün, yanımda getirdim!” deyince adam, bıyıklarını burduktan sonra:

“Gördüm Hasan Ağa, gördüm! Sen, buraya gelmekle hem iyi, hem kötü ettin!” dedi.

“Ne dersin Beşer Heval? Sana yapacak başka bir şeyim yok dedim! Kime sığınayım, kime tutunayım? Avareş düştü, Bahoz ölmüştür, de nereye gideyim, sana geldim işte!”

“Ninova, bilinen yer değil! Burayı deşifre etmek, merkeze ağır bedel olur. Avareş’in düşmesi, zaten kocaman bir yaradır. De hele Hasan Ağa! Benden nasıl bir yardım istersin?”

“Kardeşimi kurtaralım!”

“Pazarlığa otur ağa!”

“Bu sefer yemezler! Beni o masaya gömerler.”

“Nasıl irtibat kuruyorsun onlarla?”

“Dozan’ın telefonu onlarda! O şekil haberleştik!”

“Tekrar dene! TC, merhametlidir, seni dinler!”

“Bir planın vardır yoksa?”

Bıyıklarının altından gülümseyen Beşer, gülen gözlerle Hasan’ın suratını inceledi.

DİYARBAKIR

Şehir dışındaki eski un fabrikasına gelmişlerdi; Kaytan, oturduğu yerde ellerini ovarken Musa, kendinden geçmiş ve sızmış olan Dozan’ın başında bekliyordu. Kenan, fabrikanın içinde dolanıp duruyordu. Emin, telefonla konuşarak turlarken diğerleri, güvenlik önlemi için dört bir yana dağılmıştı. Kaytan, oturduğu yerden ayağa kalktı. Dozan’a doğru yürüyerek:

“Reis, bu herifi konuşturmak zorundayız!” deyince Kenan, Musa’nın ne cevap vereceğini öğrenmek için gözlerini kıstı. Musa, karşısında duran Kaytan’a bakıp:

“Zor olacak ama deneriz!” dedi. Kenan, onların yanına gelerek:

“Bana verin, bir saat sonra bülbül ederim! Hanginiz gül ise, ona şakır durur!” deyince Kaytan, tebessüm ederek Kenan’a baktı ve:

“Sevdim bu delikanlıyı reis!” dedi. Kenan, hafifçe başını sallarken Musa, Kenan’a dönerek:

“Biz de konuşturabiliriz ama zaman kaybetmek istemiyoruz! Hasan piyasadan tüydü. Lice’den çıktığını haber aldık! Ama nereye gittiğini bilmiyoruz! Muhtemelen bu biliyor! Onu da konuşturmak, bize zaman israfı!” dedi. Ortamda çınlayan telefon sesi, Kaytan’ın yüzünün gülmesine neden oldu. Dozan’ın cebine sakladığı telefonu çıkarınca Musa, gözleri iri bir şekilde ona bakıp:

“Sen telefonu, onun cebine mi bıraktın?” diye sordu. Kaytan, daha da gülümseyerek:

“Onu sonra anlatırım da, Hasan arıyor!” deyince Musa, heyecana gelmiş gözlerle ona yoğunlaştı. Telefonu açan Kaytan, sesini de hoparlöre verip:

“Ne oldu Hasan Ağa? Bir taş attın kuyuya, bir kamp çıkaramadı da pes mi ettin?” diye sordu. Hasan’ın, sanki üzülmüş gibi:

“Pes ettim, pes ettim ya! Bir delilik ettim, olmadı. Sizin insafınıza sığınıyorum. Kardeşimi bırakın! Ben de Nisa Hanım’ı salayım!” diye sesi duyulunca Musa, gözlerini kısarak Kaytan’a baktı. Kaytan’ın bir kaşı havaya kalkmıştı. Kenan, bu işte bir iş var dercesine sırıtıyordu. Emin de yanlarında durmuştu.

“Ne dersin Hasan Ağa, sana güvenelim mi?”

“Ben dersimi aldım kurban, daha da kötülük edemem! Devlet bana sahip çıksın, yeter!”

“Devlet, merhametli kollarını boynuna dolamak ister. Ama nankörlük edersen, boynuna dolanan kollar, nefesini keser. Bilmiş olasın!”

“Bildim, bildim kurban! Ne edelim, gayri siz deyin bana?”

“Teröre verdiğin destekten vazgeçeceksin! Örgütün Diyarbakır ve bölge sınırları içerisinde mevcut olan ne kadar kampı, hücre evi ve kamufle olmuş militanı varsa, hepsini bize vereceksin! Ayrıca Nisa Hanım, bize sağ salim teslim edilecek! Bunlarda mutabık olursak, kardeşine kavuşursun!”

“Hele bir araya gelelim, konuşur anlaşırız!”

“Benden haber bekle Hasan Ağa!” deyip telefonu kapatan Kaytan, Musa’nın bakışlarını yokladı. Kenan, hafif bir gülmeyle:

“Aklı sıra size, yine tuzak kuracak! Tekrar masaya oturacaksınız ve yine örgüt gelecek!” deyince Kaytan, Kenan’ın omzuna elini koyup:

“Bir Müslüman, bir delikten iki defa ısırılmaz evlat! Aklı kafir olan, Müslüman’ı tuzağa çekeceğini sanır; bilmez ki Allah, tuzak kuranların en hayırlısıdır. Şimdi bize düşen, o tuzağa bile isteyerek düşmek, değil mi reis?” diye sordu. Musa, Kaytan’ın ne demek istediğini anlamıştı. Yüzüne bir tebessüm yayarak ve Kenan’ın da anlamasını isteyen bir bakış yollayarak:

“Aynen öyle Kaytan bıyıklı!” deyince Kenan, usulca başını sallamakla yetindi.

***

İSTANBUL’un semalarını ablukaya alan koyu bulutlar, yağmur damlalarının yeryüzüne boca edileceğinin sinyallerini verirken arada bir çakan yıldırımlar ve eşliğinde duyulan gök gürültüleri, bu sinyalleri kuvvetlendiriyordu. Esen hafif sert rüzgârlar da uğultular yaratıtor ve serin bir hüviyetle insanları sarıp sarmalıyordu. Marmara’nın suları coşmuş, gelgitlerin sert darbeleri kıyıları dövüp dururken fırtına bastıracakmış hissi, fokurdayan dalgaların arasında seziliyordu.

Zenan gelmişti Gaye’nin yanına; ikisi sohbetler ederken arada bir Gaye’nin aklı, yine Kenanlı diyarlara uçup geliyor, Zenan da onu zorla çekip sohbetine devam ediyordu. Bir ara Zenan, konuyu döndürüp Kenan’a getirdi.

“Aranız nasıl bari, duygusal yönden bir gelişme var mı?”

Gaye’nin aklı, geçen geceye gitti; Kenan’la yakınlaşmış, nefesleri birbirine karışmış ve tam vuslata ramak kala Kenan, ani bir refleksle geri çekilip Gaye’yi titreşim moduna emanet etmişti. Zenan’ın dürtmesiyle kendine gelen Gaye:

“Ya aslında vardı ama…” deyip sustu. Yüzünde müstehzi bir ifade beliren Zenan, tekrar onu dürterek:

“Ama ne ya, yoksa bir şey mi oldu?” diye sorunca Gaye, gözleri iri bir şekilde:

“Ne olacak kızım, saçmalama ya?” der demez Zenan, sesine hafif işveli bir ton katarak:

“Yani şey kızım, hafif bir sürtünme falan, nasıl diyeyim şöyle bir öpüşme de olur yani, ha?” diye sordu. Gaye’nin yanakları, kırmızının türlü renklerine boyanırken Zenan, göz kırpıp onu yokladı. Gaye, kendini Kenan’la  tabloda görmemişti daha; samimi, içten ve duygusal bir yaklaşım olarak niteliyordu aralarında yeni başlamış bu ilişkiyi ve Zenan’ın sormasıyla, içinde bir nebze olsun karışık bir şey peyda olmuştu. Duygusal açıdan değil de Zenan’ın dediği gibi türden bir şeyler kıvılcım atmıştı. Başını sallayıp kendini toparlayarak:

“O ne biçim sözler öyle? Hem biliyorsun, daha benim ilk ilişkim bu! Ve senin dediğin cinsten bir şey olmadı henüz, sanırım olmayacak da!” deyince Zenan, üzülmüş gibi:

“Neden olmasın ya? Yoksa sen de, evlenmeden olmaz diyen tiplerden misin kızım?” diye sordu. Gaye, gözleri yuvalarından fırlayacakmış şekilde arkadaşına bakıp:

“Ben o tiplerdenim kızım!” diye çıkıştı.

“Vay, benim arkadaşım bir rahibeymiş de haberim yokmuş!”

“Senin saçını başını yolarım Zenan! Bu konularda hassas olduğumu bilirsin, kapa çeneni!”

Zenan’ın attığı kahkaha, odanın duvarlarında yankılanırken Gaye, somurtup ve yastığı da kucağına alıp parmaklarıyla dudaklarını kapattı ve gözlerini arkadaşına dikti. Zenan, kahkahasını sonlandırıp:

“Var ya kızım! Senin gibilerin nesli tükendi diye duydum. Evlenmeden olmaz, göstermez elletmez ve rahibe kisvesine bürünüp hayatı kurallarına göre yaşayan kadınlar azaldı. Seni müzeye tıkmak lazım!” deyince Gaye, gözlerini irileştirip:

“Seni de tımarhaneye tıkmak lazım!” der demez Zenan, yavaşça ona sokulup:

“Belki Kenan, öyle kadınlardan hoşlanmıyordur Gaye! Yani kendini serbest bırakmayan, rahibe kılıklı hatunlardan haz etmiyordur belki, olamaz mı?” diye sordu. Gaye, onun doğru söyleyebileceğini varsaydı. Ama sonradan düşüncesinden vazgeçti. Çünkü Kenan’la ilk tanıştığı zamanlarda, onu kötü adamlardan koruyayım deyip evine götürdüğünde Gaye, ona aşk konusunda, sevgili konusunda sorular sormuş ve Kenan, sevgili ayağının ters olduğunu ve bu ayaklardan hoşlanmadığını söylemişti. Hele de çıkmak lafından nefret ettiğini, tiksinç bir ifadeyle beyan etmişti. Düşüncesinden sıyrılıp:

“Kenan, bence öyle kadınları baş tacı eder. Zira el değmemiş kadınlar, etrafı camlarla örülü mücevherlere benzer. Değerlidir ve paha biçilmezdir. Kenan da bunun bilincinde biri!” deyince Zenan, onun kolundan tutup:

“Ama fazla da sıkı olma! Yani arada bir gevşe! Fazla naz, aşık usandırır derler. Çaktın mı?” diye sordu.

“Bunu zaman gösterecek Zenan!” deyip derin bir nefes alan Gaye, arkadaşının gülen suratına bakıp tebessüm etti.

İzam Ağa gelmişti ve Hamdi’nin odasında, onun karşısındaki koltukta oturuyordu. Önündeki kahvenin dumanı havaya süzülürken kokusu, ağanın burnunu mıncıklayıp duruyordu. Sıkkın bir hali vardı ağanın, Hamdi de bunu fark etmişti ve ağanın lafa girmesini bekliyordu. İzam Ağa, kahvesinden bir yudum aldıktan sonra:

“Geçen gün, İsrailli bir dostum aradı. Yeni silah sevkiyatı için… Ben de bu aralar müsait değildim. Birecik’e gitmiştim Pars! İş icabı… Bilirsin, benim işim her yere uzanır ağey! Ama bu sefer olmadı. Sıkıntım vardır Pars! Sana danışmak istedim!” deyince Hamdi, yerinde doğrulup:

“Seni dinliyorum ağa!” dedi.

“Ruslarla ters olmuşsun diye duydum. Sebastian Bornova’yla papaz olmuşsun dediler, doğru mudur?”

“Doğru, var öyle bir şey! Hayırdır ağa?”

“Rusya’daki silah kolumuz, Sebastian’ın yakın bir dostu! Sergey aradı beni ve Rus kartellerin bir araya gelip toplantı yaptığını söyledi.”

“Bize ne onlardan? Fazla sıkıntı olacaksa, Rusya’daki silah kolumuzu bükeriz, biter.”

“Yalnız Pars, en çok Rusya’dan bize silah gelir, bunu unutmayalım!”

“Ne demek istiyorsun ağa? Benim Ruslarla çalışmayacağımı, ne kadar diretirlerse bir araya gelemeyeceğimi bilmez misin? Ben, daha en başından beri bu Rus adamına gıcıktım zaten! Ama hatırına sustum. Şimdi gelmiş, Ruslarla arayı iyi tutalım mı diyorsun? Ben, Kurul’daki herkesi serbest bıraktım. Hangi ülkenin adamıyla çalışırsa çalışsın, ses etmedim. Ama Ruslar, gelip bizzat benimle iş konuşur hale gelmişse, kusura bakma reddeder ve gereken postayı koyarım. Benim çizgim belli, yolum belli ve istikametim bellidir ağa! İstirham ederim, bunu duymamış olayım!”

“Pars! Gelecek hedeflerimiz, Rusların tekelinden geçiyor. Aklında bulunsun!”

“Gelecek hedeflerimiz, Kurul masasından geçiyor ağa! Unutma!”

İzam Ağa, kahvesine şöyle tepeden baktı. Dibinde bir yudumluk kalmıştı. Yavaşça ayağa kalkarak:

“Son yudumu içmedim Pars! Hatırı kısa kalsın diye…” dedikten sonra kapıya yönelirken Hamdi, sırtını koltuğa yaslayıp onun arkasından bakmakla yetindi.

***

Şile’deki harabe eve doğru ilerlemekte olan beş arabanın farları, gecenin karanlığını art arda bölüyor; konvoy halinde ilerleyen arabalar, bin bir gizem barındırıyordu. Evin önünde kümeleşen adamlar, silahlarına davranıp beklerken araçlar, hızla yaklaşmaktaydı. Adamların birbirlerine bakışları, kötü bir şey olacakmış hissi uyandırsa da evden çıkan Sebastian, yüzünde keyifli bir ifadeyle ellerini ceplerine yerleştirip adamlara doğru yürüdü.

“Sakin olun beyler, sakin! Gelenler dost, ona göre…” diyerek yerinde mıh gibi durdu. En öndeki arabanın gelip Sebastian’ın az uzağında durmasıyla ve diğer arabaların da peş peşe tek sır halinde durmasıyla Sebastian’ın keyfi, iyice doruk noktasına çıkmıştı. Evden çıkan Raskom, meraklı bakışlarını etrafta gezdirerek Sebastian’a doğru yürüdü.

“Kim bunlar Sebastian?”

“Bekle Sibirya Kurdu, sana sürprizim var!” diyen Sebastian, hafifçe başını salladı. İkinci arabadan inen adam, arka kapıyı açarken diğer araçlardan inen adamlar, etraf güvenliği almak için ellerinde uzun menzilli silahlarla tek sıra halinde beklemeye geçti. Aracın arka kapısından inen uzun paltolu, bacakları karanlıktan bile parlayan uzun boylu, endamı göz dolduran yeşil gözlü, sarışın bir kadın, yanındaki adamla birlikte Sebastian’a doğru yürürken Raskom, küçük dilini yutmuş gibi yutkundu ve gözlerini kadına dikti. Kadının al yanakları, kırmızı noktalı benlerle süslü yüzü ve yemyeşil gözleri, Sebastian’ın üstündeydi. Raskom, fısıltıyla:

“Kızıl Ejder…” diye mırıldanırken Sebastian, karşısında duran kadını tepeden tırnağa süzdükten sonra saygılı, hürmetkar ve öl dese ölecekmiş gibi durdu.

“Hoş geldiniz efendim!”

Kadının kıkırtısı, onun kulaklarını yoklayıp durdu. Yanındaki adamına bakan kadın, Rusça bir şeyler söyledikten sonra Raskom’a baktı. Kadının yanındaki adam, tekrar araçlara doğru yürüdü ve kadının indiği arabanın arka kapısını açtı. Bu sefer Raskom’un kardeşi Katerina, yüzünde güleç bir ifadeyle araçtan inerken Raskom, dut yemiş bülbül gibi yerinde dondu kaldı. Katerina, gelip kadının yanından durduğunda Raskom, o zaman durumu anladı. Kadın, bozuk Türkçesiyle lafa girdi.

“Duydum ki Türkler, ipinizi kesmiş!”

Sebastian, açıklama yapma hissiyatı içinde:

“Şey… Doğrudur efendim!” deyince kadın, ikisini süzdükten sonra:

“Kartel, beni gönderdi. Dedi ki, o beceriksizlere Türkiye’de iş nasıl yapılırmış, öğret! Ben de bu yüzden geldim. Ama yalnız gelmedim. En yakın arkadaşım Katerina, bana eşlik etti. Kenan denen çocuk, bize bulaşmanın ne demek olduğunu anlayacak! Ama sizin göreviniz bitti! Kartel, yeni bir işe girdi Sebastian! Seni acele istiyor. Raskom’la Rusya’ya gideceksiniz! Ve ben de, buradaki işleri halledeceğim!” dedi. Raskom ve Sebastian, anlamsız gözlerle bakışırken kadın, yüzündeki tebessümü yok etmeden:

“Kartelin birinci kuralı, beceremediğin işe bulaşmamaktır beyler! Bunu biliyorsunuz, değil mi? Ama bilmenize rağmen beceremediniz! Sizi, bir kereliğine mahsus affettik! Söz dinlerseniz, daha çok söz duyma imkanınız olur ama söz dinlemeseniz, başka da bir şey dinleyemez hale düşersiniz! Sanırım ne demek istediğimi anladınız! En arkadaki iki araba, sizi Rusya’ya götürecek ekip! Bana ve Katerina’ya güvenebilirsiniz! Türkiye’de işler, artık farklı bir şekilde gelişecek! Rus Kartel’in bir kolu, Türkiye’de iş görecek!” dedi. Sebastian, ne diyeceğini bilemiyordu. Kızıl Ejder dediği kadın, Türkiye’de Ruslar için yeni bir dönem kurmak için gelmiş ve onlara, Rusya yolu görünmüştü. Türkiye’yi bir kadına teslim eden kartel, ona göre saçmalıyordu ama Raskom, aksini düşünüyordu. Kardeşinin bu denli yükselebileceği, aklının ucundan bile geçmiyordu. Demek Katerina, kartelin bir üyesiydi ve bunu bilmemesi, bir nebze de olsa kanına dokunuyordu. Susması gerektiğini de biliyordu. Sebastian, hafifçe başını salladı. Yüzünü kadının yüzüne kilitledi, onun gözlerinin içine baktı ve:

“Nasıl uygun görürseniz efendim!” dedi. Kadının kıkırtısı, Katerina’nın da yüzünü gülümsetmişti. Raskom ve Sebastian bakışırken kadın, gözlerini onlara dikmiş ve gülümseyen gözlerle ikisini süzüp duruyordu.

⌨⌨⌨

16. Bölümün Sonu

Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top